Melek
Tüm meleklerin (ve ruhanilerin) listesi için Melaike ve Ruhani kategorisine gidin
Melek (çoğulu melaike) Allah’ın emirlerine tam itaat eden, insanlar ve cinlerden farklı olarak nurdan yaratılmış, farklı sûretlere girebilen ve duyularla algılanamayan iyi nitelikteki nûrânî varlıklardır. İman'ın 6 şartından biri meleklere imandır ve bu husus Kur’ân'da (Bakara 285 ve Nisa 136) ve tevâtür derecesine ulaşan hadislerde belirtilmiştir. Bazı alimlere göre melekler insanlardan üstündür, Ehl-i sünnet alimlerinin çoğunluğuna göre ise peygamberler meleklerden üstündür, bazı alimlere göre mü'minler de meleklerden üstündür. Genel olarak ehl-i sünnet alimleri başta Peygamberimiz olmak üzere resuller, büyük melekler, nebîler, takvâ sahibi müminler, müminlerin avamı ve en son meleklerin avamı olmak üzere bir üstünlük sıralaması yapmışlardır. Allah'ın işlerine nezaret ve ilancılık ettikleri için "melek-i müvekkel" olarak da adlandırılırlar. Bu ifade çoğunlukla galat-ı meşhur olarak "melek-i müekkel" şeklinde kullanılır.
Kur'an Ayetlerinde Melekler:
- Hz. Âdem’in yaratılışından önce mevcutlardı ve Allah’ın hitabına mazhar olup bizzat O’nunla konuştular (Bakara 30-34, Hicr 28-29),
- Yiyip içmezler (Hud 69-70, Zariyat 24-28),
- Görevleri icabı iri cüsseli ve güçlü olabilirler (Necm 5, Tahrim 6, Tekvir 20),
- Güçlerini temsil eden ellere (En'am 93) ve birden fazla kanada (Fatır 1) sahiptirler,
- Müşriklerin iddiası gibi dişilikleri yoktur ve Allah’ın kızları değildir (Saffat 149-150, Zuhruf 19),
- Meleklerin görevleri arasında diğer varlıklarla birlikte sürekli Allah’ı yüceltme (A'raf 206, Ra'd 13, Enbiya 20), O’na secde etme, emirlerine âmâde olup onları yerine getirme (Nahl 49-50, Tahrim 6), Peygamber’e salât ve selâm getirme (Ahzab 56), müminler için dua ve istiğfarda bulunma (Mü'min 7-9, Şura 5) gibi davranışlar yer alır,
- 4 büyük melekten Cebrail ve Mikail ismen, Azrail "ölüm meleği" olarak ve İsrafil yeniden dirilişi haber veren "çağırıcı" olarak geçer,
- Uluhiyet makamına yakın mukarrebun meleklerden bahis geçer (Nisa 172),
- Arşı taşıyan meleklerden bahis geçer,
- İnsanların söz ve davranışlarını kaydeden Kiramen Katibin meleklerinden bahis geçer,
- Hafaza (koruyucu) meleklerden bahis geçer,
- Kabirde sorgu yapan ve Münker ve Nekir adlarıyla bilinen iki melekten bahis geçmez,
- Âhirette müminleri selâmlayarak karşılayacak cennet bekçilerinden bahis geçer (Ra'd 23-24, Enbiya 103, Zümer 73),
- Cehennemlikleri tahkir edip korkutan ve on dokuz grup oldukları açıklanan Zebanilerden bahis geçer,
- Cehennem bekçilerini temsil eden melek Mâlik (Zuhruf 77) olarak geçer,
- Türlerini ve sayılarını Allah’tan başka kimsenin bilemez (Müddessir 31),
- Melekler Allah’ın birliğinin şahitleridir (Al-i İmran 18),
- Allah’ın mesajlarının peygamberlere ve dolayısıyla insanlara iletilmesinin de ilk elden gözlemcileridir (Nisa 166),
- Meleklere, özellikle de Cebrâil ve Mîkâil’e düşmanlık etmek Allah’a ve resullerine düşmanlıkla eşit görülmüştür (Bakara 97-98),
- Allah’a inanıp dürüst bir hayat sürenlere son nefesleri sırasında melekler gelip ölümden korkmamalarını, kendilerini mutlu bir hayatın beklediğini ve onların dünya hayatında olduğu gibi âhirette de dostları olduklarını ifade edeceklerdir (Fussilet 30-32).
- Allah tarafından kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getirmekle yükümlü olan meleklerin günah işlemezler ve mâsumdurlar. Onurlandırılmış kullar olarak söz ve davranışta Allah’ı aşmaz ve sadece O’nun emirleriyle hareket ederler (Enbiya 26-27),
- Allah’ın Âdem’i ve dolayısıyla insan türünü yaratacağı yolundaki beyanına melekler gerçeği öğrenme gayesiyle görüş bildirmiştir (Bakara 30),
- Bâbil halkına imtihan ve bilinçlendirme maksadıyla sihir öğretmek üzere gönderilen Harut ve Marut adlı iki melekten bahis geçer (Bakara 102)
- Bazı âyetlerde peygamberlerin gaybı bilmemesiyle melek olmaması arasında bağlantı kurulmuştur (En'am 50, Hud 31),
- Meleklerin insanlar hakkındaki şefaatinin bazı durumlarda sonuç vermeyeceğinin bildirilmiştir (Necm 26),
- Sapıklıklarına karşı Lût kavmini cezalandırmak üzere görevlendirilen meleklerin misafir olarak gittikleri Hz. İbrâhim onları insanlardan ayırt edilemeyip kendilerine yiyecek hazırlamıştır (Hud 69-70),
- Hz. Cebrâil Hz. Meryem’e insan sûretinde görünüp ona bir çocuğunun olacağını haber vermiştir (Meryem 17-19),
- Hz. Peygamber kendisine vahiy getiren Cebrâil’i aslî hüviyetiyle de görmüştür (Necm 5-7),
- Melekler Allah’ın lutuf ve inâyetiyle müminlere ve zor durumda kalanlara görünmeden destek vermiştir (Al-i İmran 123-125, Enfal 9, Tevbe 26 ve Tevbe 40),
- Mürselat 1-5 ve Naziat 1-5 meleklerden bahseder,
- Mübarek gecelerde inip inananların oluşturduğu mânevî barış ortamını paylaşırlar (Kadr 4-5).[1]
Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti[değiştir]
- 29. Söz'de, Nokta Risalesinde ve İşarat-ül İ'caz tefsirinde melek ve ruhanilerin varlığı ispat edilmiştir.
- 15. Söz risalesinde yıldız kaymalarının şeytanların melekler tarafından taşlanmasına işaret olduğu izah edilmiştir.
- 11. Şuâ olan Meyve Risalesinin 11. Meselesi tamamen melekler hakkında bahisler içerir.
- Dünyanın öküz ile balık üzerinde olduğuna dair hadisin kapsamlı izahı 14. Lema'dadır.
- Ayet-ül Kübra Risalesinin (7. Şua) 11.Mertebesi melekler hakkındadır.
- Yeryüzü sakinleriyle dolu olduğu gibi semavat da semavata uygun ruhaniyat ve nurdan yaratılmış melaike adlı şuurlu sakinlerle doludur.
- Bütün akıl ve nakil ehli farklı isimler verse de bilerek-bilmeyerek melek ve ruhanilerin varlığında ittifak etmişlerdir.
- Melek ve ruhaniler de insanlar ve cinler gibi Allah'ın isimlerinin güzel tecellilerini gösterir, şu kainat kitabını mütala eder ve Cenab-ı Allah'ın rububiyetinin saltanatını ilan ederler. Kainattaki hadsiz güzellik hadsiz takdir edicileri ister. İnsanlar ve cinler bu vazifeyi tamamen görmekte yetersiz olduğundan nihayetsiz melek ve ruhaniler bu vazifeyi görür. Melekler melekut aleminde bütün varlıkların ibadet ve tesbihlerini şuurlu şekilde temsil edip Allah'ın dergahına sunar.
- Melek ve ruhaniler bazen bazı hayvanlara, özellikle kuşlara binerek onların duygularıyla cismani alemdeki Allah'ın mucizeli sanatını izlerler. Gök cisimleri, yağmur damlaları ve kar taneleri de meleklerin de binekleridir. Kesif ve sert tabakalar onların gezmesine engel olmaz, hatta ateş onlar için nur gibidir.
- Yaratılışta geçerli olan kanunlar itibari olduğundan kâinatın hayattar olmasına yeterli gelmez. Melekler onları temsil etmeseydi o kanunlara bir vücud ve kimlik yüklenemezdi. İnsanlık Allah'ın "kelam" sıfatından gelen şeriatı temsil ettiği gibi melekler de "irade" sıfatından gelen adetullah şeriatını temsil ederler.
- Meleklerin ayrı ayrı ibadet ve tesbihat vazifeleri vardır. Hizmetleri, cüz-i ihtiyarîleriyle bir nevi kesbdir. Hakiki tasarrufları yoktur. Nefsani hazlardan ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni’-i Zülcelal’in emri ile hâlisen muhlisen çalışırlar. Şeytanlar musallat olmadıkları için terakkiyatları yoktur ve makamları sabittir. Yalnızca nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları vardır.
- Meleklerin erkeklik-dişilikleri yoktur.
- Allah'ın zalimlere kahır tecellisinden melaike kendilerine göre etkilenirler.
- Kâinattaki hayırlı işleri melekler temsil edip onlara perde olduğu gibi şerli işleri de şeytanlar temsil eder ve o işlere perde olurlar.
- Her bir türe özel ve o türe uygun nezaret eden bir melek vardır. İlgili melek o türün ismini taşır ve melekler (melekut) aleminde onun suretiyle görünür.
- Bazı melekler secdede, bazıları rükûda, bazıları da kıyamda olup ibadet ederler.
- Melekler hava, esir gibi nurani mevcudat aynalarında şimşek ve hayal hızında aynı anda binler yerde temessül edip gezebilirler. Mesela Hz. Cebrail sahabeden Dıhye suretinde Peygamberimizle ve sahabelerle defalarca görüşmüştür.
- Başta Peygamberimiz ve Kur'an olmak üzere bütün peygamberlere melekler vasıtasıyla gelen imani meselelere en evvel melekler iman etmiştir.
- Cenab-ı Allah şu dünyayı ruhlar ve ruhaniyat için bir bayram şeklinde yaratmıştır. Özellikle bahar ve yaz mevsimlerinde ruhanileri ve melekleri seyre çekecek bir cazibe vardır.
- Özellikle Peygamberimizin doğumunda çoğalan yıldız kaymaları hem şeytanların semadan kulak hırsızlığı yapmalarını engellemek için taşlanmalarına işarettir hem de Peygamberimizin yeryüzüne teşrifine melek ve ruhani gibi semavat ehlinin şenlik gibi sevincine bir alamettir.
- İnat, taraftarlık, gurur, enaniyet, gaddar siyaset vb. meleği şeytan, şeytanı melek gösterir.
- İnsanın kalbinde ilham meleği ile kişinin kendi şeytanı mübareze ediyorlar.
- Ahir zamanın dehşetli şartlarında iman ve Kur'an hizmetinde ihlasla çalışanları melekler ve ruhaniler de alkışlar. Onlara yapılan hücumlar melekleri de ağlatır.
- Hava unsurunun mühim bir görevi güzel kelimeleri Allah'ın izniyle çoğaltarak melek ve ruhanilere işittirmektir.
- Kur'an bütün derslerini insanlarla birlikte cinlere de verir. Kur'an okunurken cinler melek ve ruhanîlerle birlikte pervane gibi hakperestane etrafında toplandıkları vakidir. Peygamberimiz Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla cinlere, insanlara, ruhanîlere ve meleklere rehberlik etmiştir.
- Peygamberimizin ayın ikiye yarılma mucizesi nübüvvetini cin ve inse gösterdiği gibi mi’rac mu’cizesi de habibiyetini ervah ve melaikeye göstermiştir.
- Peygamberimizin haberlerine Cibril’den başka Melaike-i Mukarrebîn dahi karışamıyor. Hattâ çoğu zaman arkadaşı olan Hazret-i Cebrail’i dahi bazı geri bırakıyor.
- Cenab-ı Allah insanı meleklerine tercih edip insana hilafet rütbesini vermiştir. Hz. Adem'in bütün meleklere ve cin gibi diğer mahluklara üstünlüğünü sağlayan ilmi yani "ta'lim-i esma" mu'cizesidir. Yani Hz. Adem'in isimlerin tamamını bilmesidir. Yoksa melekler de isimlerin büyük kısmını Allah'ın öğretmesiyle bilmekteydi.
- Cenab-ı Allah halife olarak insanı yaratacağını söylediğinde melekler önce o vakit aralarında bulunan iblisin enaniyet ve kibrine kanarak ve başka bir taifenin itirazının müdahelesi neticesinde hikmetini sormuşlar, sonra pişman olmuşlardır.
- İnsanlar ibadetinin, nezaretinin ve marifetinin kapsamlı olmasında ve rububiyette dellallıkta meleklere benzer, hatta insan daha câmi’dir. Fakat insanın kötülüğü işlemeye meyilli nefsi bulunduğundan melaikenin aksine olarak pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mazhardır.
- Haşr-i ekberde cinler, insanlar, ruhaniler ve melekler toplanacaktır.
- İnsan Ramazan'da nefsin aşağı ihtiyaçlarından ve boş hallerden sıyrılıp yeme-içmeyi terk edip meleklere benzemeye çalışır.
- İnsanları koruyan ve yardım eden melekler vardır. Mesela Kur'an'ın haber verdiği üzere beş bin melek sahabeler gibi Peygamberimize hizmet edip asker olmuşlardır.
- Utandıracak bir günahı gizli işleyen adam tevbe-istiğfar ile onu temizlemezse başkasının haberdar olmasından çok utandığında amellerini yazan ve onu gören meleklerin varlığı ona çok ağır gelir ve küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu eder.
- İnsanlar cismani cihazat taşıdığından meleklerden farklılık arz eder. Mesela insan balın tatlılığını çok çeşitli cihatlerden anlayıp bildiği halde melekler bunu tadarak bilemezler.
- İlhamın en cüz’îsi ve basiti, hayvanların ilhamıdır. Sonra sırasıyla insanların avam tabakasının, meleklerin avam kısmının, evliyanın ve büyük meleklerin ilhamları gelir. Peygamberlere gelen vahiy çoğunlukla melek vasıtasıyladır; ilhamın çoğu ise vasıtasızdır.
- Çeşitli şeyler bir cemaat şekline girse bir şahs-ı manevîsi olur, o da imtizaç edip ittihat etse onu temsil edecek bir melek-i müekkeli olur. Bu melek de o şeylerin külli ibadet ve tesbihatını temsil edecek şekilde (hadisin rivayetine uygun olarak) her birinde 40.000 tesbihat yaptığı 40.000 dili olan 40.000 başlı olacaktır.
Diğer İsimleri[değiştir]
Melaik veya Melaike (çoğulu), melek-i müekkel (doğrusu Allah'ın işlerine nezaret ve ilancılık eden anlamında "melek-i müvekkel" ifadesidir), melaiketullah (Allah'ın melekleri), Melâike-i Kiram (kerem sahibi (yüce)) melekler
Kur'an'da İsminin Geçtiği Yerler[değiştir]
Yukarıdaki "Kur'an Ayetlerinde Melekler" başlıklı kısma bakın
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Meleklere İman ve Meleklerin Varlığının İspatı[değiştir]
29. Söz'ün 1. Maksadı tamamen meleklerin varlığının ispatına dairdir
Yirmi Dokuzuncu Söz
Beka-i Ruh ve Melaike ve Haşre Dairdir
...
Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir, denilebilir. Evet, On Beşinci Söz’ün Birinci Basamak’ında beyan edildiği gibi: Hakikat kat’iyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki zemin gibi semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semavata münasip bulunsun. Şeriatın lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir.
Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahluklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi ins ve cin gibi şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.
Evet, şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor. Çünkü kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen dakik sanatlı tezyinat ve o manidar mehasin ile ve hikmettar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücudlarını talep eder.
Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıda-i ervah ve kut-u kulûb; elbette melaike ve ruhanîlere bakar, gösterir. Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir.
Demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike envaları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki şu mescid-i kebir-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.
Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhaniyat ve melaikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivayat-ı ehadîsiyenin işaratıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare –yıldızlar seyyaratından tut tâ yağmur kataratına kadar– bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler.
Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsam –bir hadîs-i şerifte “Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler.” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar– bir cins ervahın tayyareleridir. Onlar bunların içine emr-i Hak’la girerler, âlem-i cismaniyatı seyredip o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile âlem-i cismanîdeki mu’cizat-ı fıtratı temaşa ediyorlar. Tesbihat-ı mahsusalarını eda ediyorlar.
İşte nasıl hakikat böyle iktiza ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünkü şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.
...
Mademki hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Madem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevi’l-hayat ile zevi’l-ervah ile ve zevi’l-idrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki şu kusûr-u semaviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi güneşin ateşinde dahi o nurani sekeneler bulunur. Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.
Madem kudret-i ezeliye bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i latîfeye çevirir ve nur-u hayatı her şeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi esîr gibi ruha yakın ve münasip olan sair seyyalat-ı latîfe maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki hayvanatın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latîfe maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır.
Melaikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücudlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve makul olduğunu ve Kur’an’ın beyan ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilaf-ı hakikat ve hilaf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu şu temsile bak, gör:
...
Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalat-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, şeriat-ı garra-yı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan “Melaike ve cânn ve ruhaniyattır.” der, tesmiye eder.
Melaikenin ise ecsamın muhtelif cinsleri gibi cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi onların da pek çok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.
...
İşte hiç mümkün müdür ki bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine ircâ edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
...
Melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma-ı manevî ile –tabirde ihtilaflarıyla beraber– bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir.
...
Ey melaike ve ruhaniyatın kabulünde tereddüt gösteren bîçare adam! Neye istinad ediyorsun? Hangi hakikate güveniyorsun ki bütün ehl-i akıl, bilerek bilmeyerek melaikenin manasının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhanîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mademki Birinci Esas’ta ispat edildiği gibi hayat mevcudatın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl, mana-yı melaikenin kabulünde manen müttefiktirler ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki şu feza-yı vesîa sekenelerden, şu semavat-ı latîfe mutavattinînden hâlî kalsın?
...
Hiç hatırına gelmesin ki şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır, ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa o namuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki hayat, bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.
Elhasıl, madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil manen ittifak etmişler ki mevcudat, şu âlem-i şehadete münhasır değildir. Hem madem zahir olan âlem-i şehadet, camid ve teşekkül-ü ervaha nâmuvafık olduğu halde bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş. Elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücud vardır ki âlem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş bir perdedir. Hem madem denizin balığa nisbeti gibi ervaha muvafık olan âlem-i gayb ve âlem-i mana, ervahlar ile dolu olmak iktiza eder. Hem madem bütün emirler, mana-yı melaikenin vücuduna şehadet ederler.
Elbette bilâ-şek velâ şüphe, melaike vücudlarının ve ruhanî hakikatlerinin en güzel sureti ve ukûl-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki Kur’an, şerh ve beyan etmiştir. O Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan der ki: “Melaike, ibad-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melaike, ecsam-ı latîfe-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.”
Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, “kelâm” sıfatından gelen şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike dahi muazzam bir ümmettir ki onların amele kısmı “irade” sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakiki olan kudret-i Fâtıranın ve irade-i Ezeliyenin emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki ecram-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.
...
Mesele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki tek bir cüzün vücudu ile bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu malûm olur. Çünkü kim inkâr ederse külliyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur. Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri, birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma etmişlerdir.
...
Mevcudat-ı hariciyenin her biri, sureten camid, şuursuz iken gayet hayatkârane ve şuurdarane vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette nasıl melaikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehadette o melaikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri hükmündedirler.
...
İşte madem şu mevcudat-ı hariciyenin, her birisinin üstünde, birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir. Tâ ki o cismin gösterdiği vezaif-i ubudiyet ve hidemat-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı uluhiyete bilerek takdim etsin. Elbette Muhbir-i Sadık’ın rivayet ettiği, melaikeler hakkındaki suretler gayet münasiptir ve makuldür.
(29. Söz)
Hakikat ve hikmet ister ki zemin gibi semavatın da kendine münasip sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde o ecnas-ı muhtelifeye, melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir.
Evet, hakikat öyle iktiza eder. Zira zemin küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahluklardan doldurulması ve ara sıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki şu muhteşem burçlar sahibi, müzeyyen kasırlar hükmünde olan semavat dahi zîşuur ve zevi’l-idrak mahluklarla doludur. Onlar dahi ins ve cin gibi şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Çünkü kâinatı, hadd ü hesaba gelmeyen tezyinat ve mehasin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi, bilbedahe mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister.
Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise aç olana verilir. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs’atli ubudiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike envaı ve ruhaniyat ecnası lâzımdır.
(15. Söz)
Evet, zaman-ı Âdem’den beri bütün semavî kitaplar ve dinler, meleklerin vücudlarına ve ubudiyetlerine ittifakları ve bütün asırlarda melekler ile konuşmalar ve muhavereler, kesretli tevatür ile insanlar içinde vuku bulduğunu nakil ve rivayetleri ise görmediğimiz Amerika insanlarının vücudları gibi meleklerin vücudlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat’î ispat eder.
(11. Şua)
Bundan evvel ispat ve izah edildiği gibi hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh bu geniş fezanın sakinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâlî olduklarının imkânı var mıdır? Evet, bütün ukalâ-i akıl ve nakil, manevî bir icma ve ittifakla melaikenin mana ve hakikatlerine hükmetmişlerdir fakat tabirleri çeşit çeşittir.
Mesela meşaiyyun, “enva-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile”; işrakiyyun ise “ukûl ve erbabü’l-enva” ile; dinler dahi “melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar” gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hattâ akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de melaikenin manasını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sâriye ile tabir etmişlerdir.
1. Sual
Sual: Kâinatın irtibatını, hayatını temin için hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi gelmez mi?
Cevap: Senin dediğin o sâri kanunlar, namuslar; itibarî ve vehmî emirlerdir. Muayyen vücudları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların ma’kesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melaike ile sabit olur.
Ve keza teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid âlem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasip ve muvafık çok âlemlere müştemil olan âlem-i gayb, melaike ile dolu ve âlem-i şehadetin hayatına mazhardır.
Hülâsa: Melaikenin mana-yı hakikati, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh melaikenin suretleri, eşkâlleri arasında, ukûl-ü selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki: Melekler mükerrem abddirler, emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latîf ve nurani cisimlerdir.
Üçüncü Makam
Arkadaş! Melaike meselesi öyle meselelerdendir ki bir cüzün sübutuyla, küll sabit olur; bir ferdin vücuduyla, nevi tahakkuk eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder. Binaenaleyh zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icma ve ittifakla melaikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde melaikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücudları hissedilmediği elbette muhaldir.
Kezalik beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılabda itirazlara maruz kalmayarak devam eden melaike itikadının bir hakikate, bir asla dayanmaması ve mebâdi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Her halde beşerin bu umumî itikadı, mebâdi-i zaruriyeden neş’et eden ve müşahedat-ı vakıadan hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet, bu itikad-ı umumînin sebebi; kat’î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melaikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat’î delil ve emarelerdir. Çünkü melaike meselesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.
Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse bu nev’in vücudu tahakkuk eder. Nev’in vücudu tahakkuk etse herhalde şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.
Bil ki, -üst taraflarda da geçtiği üzere- hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesi ve zübdesidir. O halde şu çok vasi' olan fezay-ı âlem sâkinlerinden boş ve ahalisiz olamaz. Ve o semavat âmirlerinden, yani onu şenlendirip ma'mûr edenlerinden halî bulunamaz. Evet, bütün akl-ı selim sahibleri manevî icma' ile -ta'birde bazı ihtilaflarıyla beraber- Melaike mânâsının vücudunda ve hakikat olduğunda ittifak etmişlerdir. Hatta hükemanın "Meşşaiyyûn" feylesofları bile, melaike için: "Nevilerin ruhanî mücerred mahiyetleri" diye ta'bir etmişlerdir. "İşrakiyyûn" felsefecileri de, Melaikeyi, "On akıllar ve Erbab-ul enva" diye ta'bir eylemişler. Keza umum dinler ehli: "Dağların meleği, Denizlerin meleği, Yağmurların meleği" diye tavsif eylemişlerdir. Hatta akılları gözlerinde olan maddiyûnlar dahi melaikenin inkârına mecal bulmamışlardır.. Belki melaikeye, "fıtratın namus ve kanunların da sarî kuvveler" diye ta'rif etmeye mecbur kalmışlardır.
Melekler ve Adetullah[değiştir]
Hiç hatırına gelmesin ki şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır, ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa o namuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki hayat, bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.
...
Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, “kelâm” sıfatından gelen şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike dahi muazzam bir ümmettir ki onların amele kısmı “irade” sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakiki olan kudret-i Fâtıranın ve irade-i Ezeliyenin emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki ecram-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.
(29. Söz)
Melaike Bir Ümmettir, Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur
Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatap hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî
İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer’dir. O meşiet-i Rabbanî
Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise âlem-i asgar olan insanın ef’alini,
Ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazen eder içtima. Melaike-i İlahî, bir ümmet-i azîme hem bir cünd-ü Sübhanî
Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.
Şeriat ikidir:
Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.
İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki bazen yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. Melaike bir ümmet-i azîmedir ki sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler.
Meleklerin Mahiyeti, İbadeti, Nezareti ve Tesbihatı[değiştir]
Mesela وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى azîm bir Mâlikü’l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zat dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimal eder:
Birinci nevi: Onun memlûk ve köleleridir. Bu nev’in, ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet latîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar o mukaddes seyyidlerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o seyyidin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da manevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.
...
Birinci Kısım: Temsilde memlûklere misal, melaikelerdir. Melaikeler ise onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki her birinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var. Nefs-i ibadetlerinde derecatlarına göre tefeyyüzleri var. Demek, o hizmetkârlarının mükâfatı, hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddi edip telezzüz eder. Öyle de melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddi edip telezzüz ediyorlar. Çünkü onlar nurdan mahluk oldukları için gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan rayiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki ondan hoşlanıyorlar. Evet ervah-ı tayyibe, revayih-i tayyibeyi sever.
Hem melekler, Mabudlarının emriyle işledikleri işlerde ve onun hesabıyla işledikleri amellerde ve onun namıyla ettikleri hizmette ve onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve onun mülk ve melekûtunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte ve onun tecelliyat-ı cemaliye ve celaliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena’umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.
Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubudiyetleri ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tabir caiz ise bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani rûy-i zemin, umumî bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine Hâlık-ı Zülcelal’in emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük her bir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlık edecek bir melaike-i müekkel var.
Hem de rûy-i zemin bir tarladır, umum nebatat onun içinde ekilir. Umumuna Cenab-ı Hakk’ın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakk’a ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabehetleri yoktur. Çünkü onların nezaretleri sırf Cenab-ı Hakk’ın hesabıyladır ve onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız rububiyetin tecelliyatını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evamir-i İlahiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o nev’in ef’al-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir.
Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebatata nezaretleri, onların tesbihat-ı maneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelal’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı maneviyelerini melek lisanıyla ilan etmek hem onlara verilen cihazatı, hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir.
Melaikelerin şu hizmetleri, cüz-i ihtiyarîleriyle bir nevi kesbdir. Belki bir nevi ubudiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünkü her şeyde Hâlık-ı külli şey’e has bir sikke vardır. Başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek, melaikelerin şu nevi amelleri ise onların ibadetidir. İnsan gibi âdetleri değildir.
(24. Söz)
O mahluklar dahi ins ve cin gibi şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.
Evet, şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor. Çünkü kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen dakik sanatlı tezyinat ve o manidar mehasin ile ve hikmettar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücudlarını talep eder.
Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıda-i ervah ve kut-u kulûb; elbette melaike ve ruhanîlere bakar, gösterir. Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir.
Demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike envaları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki şu mescid-i kebir-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.
...
Hiç hatırına gelmesin ki şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır, ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa o namuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki hayat, bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.
...
Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, “kelâm” sıfatından gelen şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike dahi muazzam bir ümmettir ki onların amele kısmı “irade” sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakiki olan kudret-i Fâtıranın ve irade-i Ezeliyenin emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki ecram-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.
...
Cinslerine göre kâinattaki mevcudatın envaına göre vazife-i ibadetleri tenevvü ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedarları gibi saltanat-ı rububiyet dairelerinde vezaif-i ubudiyeti ve tesbihatı öyle tenevvü ediyor. Mesela Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuat-ı İlahiyeye Cenab-ı Hakk’ın havliyle, kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle bir nâzır-ı umumî hükmündedir. Tabir caiz ise umum çiftçi-misal melaikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle umum hayvanatın manevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.
(29. Söz)
Fakat çendan insan bütün esmaya mazhardır fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur.
(24. Söz) --- اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ Veyahut ukûl-ü aşere ve erbabü’l-enva namıyla şerikleri itikad eden müşrik felasife gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakk’a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi Zat-ı Ehad ve Samed’in vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-i mutlakına zıt olan veledi nisbet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler?
(25. Söz)
Mesela
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
Kesretli tabaka olan avam tabakasının şundan hisse-i fehmi: “Cenab-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.”
Daha mutavassıt bir tabaka, şundan “İsa aleyhisselâmın ve melaikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin uluhiyetini nefyetmektir.” Çünkü muhal bir şeyi nefyetmek, zahiren faydasız olduğundan belâgatta medar-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte cismaniyete mahsus veled ve validi nefyetmekten murad ise veled ve validi ve küfvü bulunanların nefy-i uluhiyetleridir ve mabud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki Sure-i İhlas herkese hem her vakit fayda verebilir.
(25. Söz)
Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?
Elcevap: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar.
Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melaike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde; kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar.
Kâinattaki umûr-u hayriyedeki kanunların mümessili, nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi umûr-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umûrdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habîse ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir; belki umûr-u şerriyede zîşuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır.
Melaikeye iman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makam’ında şöyle işaret edilmiş ki Azrail aleyhisselâm Cenab-ı Hakk’a münâcat edip demiş: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden küsecekler, şekva edecekler.” Ona cevaben denilmiş: “Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım. Tâ ibadımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin.”
Aynen bu perdeler gibi Azrail aleyhisselâmın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız şekvalar Cenab-ı Hakk’a gitmesin. Çünkü ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zahire bakıp itiraz eder, şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvalar Rahîm-i Mutlak’a gitmemek hikmetiyle Azrail aleyhisselâm perde olmuş.
Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zahiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlahiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübaşereti nazar-ı zahirîde görünmesin. Yoksa hiçbir sebebin hakiki tesiri ve icada hiç kabiliyeti olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat’î gösterdiğini, Risale-i Nur hadsiz delilleriyle ispat etmiş.
Halk etmek, icad etmek ona mahsustur. Esbab, yalnız bir perdedir. Melaike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz’î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.
Evet, izzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.
İşte nasıl ki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahirî sebepler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler.
...
Ve şuursuz cemadat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serâda süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler.
...
Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.
(11. Şua)
Nasıl ki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı sanat bulunmasıyla Hâlık’ın vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallakıyet ve kudsiyeti, cüz’î küllî her bir masnûun hal dili ile ilan ediliyor. Aynen öyle de her tarafta melekleri halk edip her mahlukun lisan-ı hal ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârane dilleriyle yaptırıyor.
Meleklerin hiçbir cihette hilaf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatleri dahi olmaz. Tam
sırrına mazhardırlar.
(11. Şua)
İşte mi’rac-ı Muhammedîde (asm) denilen اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i kudsiyesi; ehl-i marifet ve iman ve küllî şuur sahibi olan ins ve cin ve melek ve ruhanîlerin, kâinatı güzel tayyibeleri ve haseneleri ve ubudiyetleriyle güzelleştiren ve güzellerin âlemine bakan ve sermedî Cemil-i Mutlak’ın hadsiz cemal ve güzelliklerini ve kâinatı süslendiren isimlerinin daimî güzelliklerini tam bilen ve aşk ve şevkle küllî ubudiyetler ile mukabele eden ve parlak iman ve geniş marifetler ve medh ü senaların revaih-i tayyibe ve hoş kokularıyla Hâlıklarına karşı o hadsiz tayyibatlar manasıyla mi’racda söylenmiş sırrıyla; teşehhüdde bütün ümmet, her gün usanmadan o kudsî kelime-i tayyibeyi tekrar ederler.
Evet bu kâinat, nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedînin âyinesi ve cilveleri ve kâinattaki bütün cemal ve kemal ve güzellikler, o sermedî hüsünden gelir ve ona intisapla güzelleşir, kıymeti yükselir. Yoksa karmakarışık bir virane, bir hüzüngâh olur. Ve o intisap ise saltanat-ı uluhiyetin dellâlları ve ilancıları olan ins ve melek ve ruhanîlerin marifet ve tasdikleriyle anlaşılır.
....
İşte ins ve melek, nasıl ki imanları ve ubudiyetleriyle Mabud-u Zülcelal’i bildiriyorlar; öyle de o Hakîm-i Zülcelal dahi o ilancılara verdiği çok câmi’ istidatlarla, pek hârika cihazlarla ve dekaik-i ilmiyeleriyle her birisini bütün kâinatla alâkadar bir küçük kâinat hükmüne getirmekle kendini pek parlak bir tarzda bildiriyor.
(15. Şua)
Görüyoruz ki Sâni’-i Hakîm’in, efrad ve cüz’iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenab-ı Hakk’ın şu tefennünde takip ettiği hikmet:
1- Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.
2- Kudret mektupları okunup fehmetmekte bir kolaylıktır.
3- Kudretin kemalini izhar etmektir.
4- Celalî ve cemalî her iki nevi sanatı ibraz etmektir.
وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ Yani gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakk’ın azametine, kudretine delâlet eden pek aşikâr iki âyettir ki âlem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam, intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salahiyetlerine verilmiştir.
Sonra müsebbebatın esbabla zahirde bağlı olduğuna binaen, havada münteşir olan buhar-ı maîden bulutlar izn-i İlahî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniyle bir kısmı menfî elektriği hâmildir. Bir kısmı da müsbet elektriğe hâmiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında tesadüm olduğunda irade-i Hâlık’la berk tevellüd eder. Bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbaniyle tabakat-ı havaiye hareket ve heyecana geldiğinde ra’d sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam, bir kanun altında olur ki o nizamı, o kanunu temsil eden ra’d ve berk melekleridir.
Hem sarahat-ı Kur'aniye tevil kaldırmaz. Yüz cihette zedelenen kanun-u tenasülün tamiri hesabına; hiçbir cihette zedelenmeyen ve tenasülün haricinde bulunan kanun-u cinsiyet-i melek, hem kanun-u sarahat-ı Kur'aniye gibi kuvvetli kanunlar nasıl tahrib edilir?
Hem de lisan-ı şeriattan işitiliyor: "Herbir nev'e mahsus ve o nev'e münasib bir melek-i müekkel vardır." Bu münasebete binaen, o melek o nev'in ismiyle müsemma, belki âlem-i melâikede onun suretiyle mütemessil oluyor...
Hadîs olarak işitiliyor: "Her akşam güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor." Evet şemse müekkel olan melek; ismi şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir. Hem de hükema-i İlahiyyûn nezdinde herbir nev' için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melek-ül cibal ve melek-ül bihar ve melek-ül emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i hakikî yalnız Zât-ı Akdes'tir.
Hem kâinatın kalî ve halî (yani gerek zîruh ve zîşuur olan melek, cin ve insanın kalî tesbihatı olsun, gerekse sair mevcudatın fıtrî istidad ve vaziyetlerinin hal diliyle olan) tesbihleri ise,
يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْض
olan bir zatın vücub-u vücuduna delâlet eder.
(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))
Hem ağaçların başlarındaki meyvelerin kemal-i zinetlerinden çiçeklerin tebessümkârane vaziyetleri; ve seherlerde esen nesîm-i ruh-efza içinde kuşların cıvıldaşmaları; ve yağmurun ezhar ve çiçeklerin güzel yüz ve yanaklarında terennümleri; ve validelerin küçücük yavrucuklarına karşı gayet merhametkârane bir şefkatle terahhumları ise; elbette ins ve cin, ruhanî ve hayvan, melek ve cânn'a karşı bir Vedud'un kendini tanıttırması ve bir Rahman'ın kendini sevdirmesidir. Ve bir Hannan'ın rahmetini bildirmesi ve bir Mennan'ın şefkatini izhar etmesidir.
(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))
Biz muvahhidîn cemaâtları, (ins, cinn ve melekten müteşekkil ehl-i tevhid toplulukları) senin şeriatına itaat etmekle, sana kulluk yapıyor ve ibadet ediyoruz.
Evet nasıl ki Fatiha Kur’an’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sair hakikatleri hâvi olduğu gibi idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin numunelerine de şâmildir. Mesela secdede, rükûda, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.
Emir ve izn-i İlahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de emr-i İlahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevk eder. O sevk-i fıtrî ise kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp gelip yuvasına girer.
Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. Hattâ oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazılar öyle bir zâtın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikattan temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zât-ı nekkad, Kürdçe demiş ki:
ﻋَﻨَﺎﺻِﺮْ ﭼِﻬَﺎﺭِﻥْ ﮊِﻭَﺍﻧِﻦْ ﻣَﻠَﻚْ
Halbuki, bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: "Melâike-i Kiram maddeden mücerreddirler" red yolunda tasrih ediyor ki: "Melâike-i Kiram anasırdan mahluk ecsâm-ı nuraniyedirler." Onlar fehmetmişler ki: Anasır dört oldukları, İslâmiyet'tendir. Acaba!.. dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları olmayan, belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir.
Evet dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet'le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet'in anasırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet'in hasiyetini bilmemek demektir. Zîrâ kitab ve sünnet ve icma' ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.
Tegayyür veya tecezzî veya tenasül eden, ilah olamaz. Ukûl-ü aşere veya melaike veya İsa veya Üzeyr'in velediyetini dava eden şirkleri reddeder.
(Hakikat Çekirdekleri (2) (Asar-ı Bediiyye))
Meleklerin Temessülü[değiştir]
Ana Madde: Temessül
Temessülün Aksamı Muhtelifedir
Âyinede temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet ya beraber hâsiyet ya hüviyet hem şule-i mahiyet ya mahiyet, hüviyet.
Eğer misal istersen işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.
Bir ruh-u nuraninin kendi mir’atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt; aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp
Birer nur-u münbasit. Ger şems hayevan olaydı; olur harareti hayatı, ziya onun şuuru, şu havassa mâliktir âyinede timsali.
İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidre’de hem suret-i Dıhye’de meclis-i Nebevî’de,
Hem kim bilir kaç yerde! Azrail’in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. Peygamber’in bir anda,
Evet, her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misalîyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa aleyhisselâmı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için; değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.
İşte başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek yani Hazret-i Cebrail, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm sahabeleri içinde otururken yanına gitmiş, demiş: مَا الْاِسْلَامُ وَمَا الْاٖيمَانُ وَمَا الْاِحْسَانُ Yani “İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-i sahabe hem ders almış hem de o zatı iyi görmüşler. O zat misafir gibi görünürken üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”
Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’î ile ve manevî tevatür derecesinde, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: “Hazret-i Cebrail’i çok defa, hüsün ve cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında sahabeler görüyorlardı.
Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbn-i Abbas ve Üsame İbn-i Zeyd ve Hâris ve Âişe-i Sıddıka ve Ümm-ü Seleme, kat’iyen sabittir ki bunlar kat’iyen haber veriyorlar ki: Biz Hazret-i Cebrail’i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında çok görüyoruz.
Acaba hiç mümkün müdür ki bu zatlar, görmeden görüyoruz desinler?
Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile– Aşere-i Mübeşşere’den, İran fatihi Sa’d İbn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: “Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbettar gibi muhafız suretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikâil olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm gördük dese görmemek mümkün müdür?
Hem Ebu Süfyan İbn-i Hâris İbn-i Abdülmuttalib (ammizâde-i Nebevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gök ile yer arasında, beyaz libaslı atlı zatları gördük.”
Hem Hazret-i Hamza, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan niyaz etti ki: “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâbe’de ona gösterdi. Dayanamadı, bîhuş oldu, yere düştü.
Bu çeşit melaikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı gösteriyor ve delâlet ediyor ki onun misbah-ı nübüvvetine melaikeler dahi pervanelerdir.
Melaike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melaikelerin nâzırıdır.
“Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail aleyhisselâm mı bizzat kabzediyor? Yoksa aveneleri mi kabzediyorlar?” Bu hususta üç meslek var:
Birinci Meslek: Azrail aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz, çünkü nuranidir. Nurani bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuraninin temessülatı, o nurani zatın hâssasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melaike gibi ruhanîlerin dahi âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hâssalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar.
Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve arş-ı a’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.
İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insanın âyinesine temessül eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Musa aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celalli ve hiddetli bir zatın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir ne fevkalâdedir ne de gayr-ı makuldür.
Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i arza müekkel iki melek hem kumandan hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır. Belki وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hut suretinde temessülleri var. (Hâşiye: Evet küre-i arz, bahr-i muhit-i havaîde bir sefine-i Rabbaniye ve nass-ı hadîsle âhiretin bir mezraası, yani fidanlık tarlası olduğundan, o camid ve şuursuz büyük gemiyi o denizde emr-i İlahî ile intizam ile hikmet ile yüzdüren, kaptanlık eden melaikeye “Hut” namı ve o tarlaya izn-i İlahî ile nezaret eden melaikeye “Sevr” ismi ne kadar yakıştığı zahirdir.)
“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır ve kâinatın mevcudatı hayata musahhardır ve madem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur ve zîruhun en kıymettarı zîşuurdur ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semavatın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki huzur-u Muhammedîde (asm) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail’in (as) temessülü gibi melaikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyor. Öyle ise keşke ben semavat ehli ile dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim çünkü Hâlık-ı kâinat hakkında en mühim söz onlarındır.” diye düşünürken, birden semavî şöyle bir sesi işitti:
“Madem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin, bil ki: Başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervah-ı tayyibe, bilâ-istisna ve bi’l-ittifak, bu kâinat hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir.” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı parladı, zeminden göklere çıktı.
(7. Şua)
Hem de lisan-ı şeriattan işitiliyor: "Herbir nev'e mahsus ve o nev'e münasib bir melek-i müekkel vardır." Bu münasebete binaen, o melek o nev'in ismiyle müsemma, belki âlem-i melâikede onun suretiyle mütemessil oluyor...
Hadîs olarak işitiliyor: "Her akşam güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor." Evet şemse müekkel olan melek; ismi şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir. Hem de hükema-i İlahiyyûn nezdinde herbir nev' için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melek-ül cibal ve melek-ül bihar ve melek-ül emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i hakikî yalnız Zât-ı Akdes'tir.
Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis hem haydır hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden o ruhun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor. Mesela, Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla arş-ı a’zamın önünde secdeye gider. Hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı.
...
Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnûlar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pek çok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz’î iken mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.
(16. Söz)
Meleklerin Bayramı ve Şenliği[değiştir]
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerîm ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrâyin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük büyük, ulvi süflî her bir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in’amattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir.
Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek her bir asrı, her bir seneyi, her bir mevsimi, hattâ bir cihette her bir günü, her bir kıtayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resmigeçit tarzında bir ulvi bayram yapmıştır.
Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sağirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor. Ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki akıl tarifinden âcizdir.
(17. Söz)
Fakat ramazan-ı şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, ramazan-ı şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki ramazan-ı şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar.
Kainatın Meleklerle Dolu Olması[değiştir]
Yani o halde kâinat, envar-ı vücud içinde olarak melaike ve ruhaniyat ve zîşuurlar ile dolu görünür. Eğer onsuz olsa adem zulümatları, firak ve zeval elemleri her bir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamın nazarında boş ve hâlî bir vahşetgâh suretinde görünür.
O boş ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melaikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi.
Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar, yalnız insanlar değildir. Cenab-ı Hakk’ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin, ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlas ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü mesela, sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük “Elhamdülillah” kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş.
Eğer ihlas ile niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.
Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse dinlenilmez, sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!
Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlık’ımız var, bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için her şey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil. Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk’ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler.
Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan küre-i arz gemisine bindirerek rûy-i zemini, enva-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada cennetlerinden her birini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki bu daimî faaliyeti ve mütemadî hallakıyeti iktiza eder.
Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni’-i Hakîm, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve enva-ı ihsanatıyla zîhayatları mesrur ve memnun etmekle minnettarlıklarını ve şükürlerini rububiyetine mühim bir medar yapmak için; koca kâinatı envaıyla, erkânıyla, zîhayata musahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgâh yaptıktan sonra, zîhayatların çeşit çeşit, binlerce envalarının nüshalarını o derece teksirini istiyor ki kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından her bir yaprağı, bir tabur sineklere yani havada zikreden zîhayatlara hem beşik, hem rahm-ı mader, hem erzaklarının mahzeni yaptığı halde; bu ziynetli semavatı ve bu nurani yıldızları sahipsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani melaikesiz, ruhanîsiz bıraksın? Hâşâ, melekler ve ruhanîler adedince hâşâ ve kellâ!
(2. Şua)
Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zîhayattan halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı sanatına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekellah, Sübhanallah” dedirten ve ihsanat-ı rahmetine mukabil “Elhamdülillah, Ve’ş-şükrü lillah, Allahu ekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelali ve’l-cemal, elbette bilâ-şek velâ-şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış. Ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip sanat ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilan ediyorlar.
(11. Şua)
O seyyah, hangi tarafa baktı ise dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azaplı manaları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz.” derken, birden اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ tecellisi ile خَلِقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ve مَسَخِّرُ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ ve رَبُّ الْعَالَمِينَ gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ ve اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا ve ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. Bütün semavatı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük camiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler.
(15. Şua)
Mesela, çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir.
(7. Şua)
Demek saray-ı kâinatta ne ki varsa, onun üzerine hadsiz nazarlar bilâ-müzahamet toplanmaktadır. İşte o nazarlar ise, ecnas ve envaıyla kâinatı doldurup Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve takdis eden sayısız ve hesabsız melaikeler..
(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))
Meleklerin Kanatları, Alemi, Meskeni ve Bineği (Yıldızlar)[değiştir]
Haşre mani hiçbir şey yoktur. Muktezî ise her şeydir. Evet, mahşer-i acayip olan şu koca arzı, âdi bir hayvan gibi imate ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lamba eden, seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir zatın, bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti; elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz.
(10. Söz)
Bazı rivayatın işaratıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut, tâ katarata kadar bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste “Tuyûrun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesetlerdeki hâsselerin pencereleriyle cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler.
...
Melekler ve semekler gibi yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hattâ gökyüzünde her parlayana “yıldız” denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de nâzenin sema yüzünün murassa ziynetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde; Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nevini de şeyatînin recmine âlet etmiş.
(15. Söz)
Hem mesela
İşte şu surede, “Semavat ve arzın Fâtır-ı Zülcelal’i, semavat ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemalini göstermekle hadsiz seyircilerinden Fâtır’ına hadsiz medh ü senalar ettiriyor ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki sema ve zemin bütün nimetlerin ve nimet-dîdelerin lisanlarıyla o Fâtır-ı Rahman’ına nihayetsiz hamd ü sitayiş ederler.” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtır’ın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvanat ve tuyûr gibi; semavî saraylar olan yıldızlar ve ulvi memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zat-ı Zülcelal, elbette her şeye kadîr olmak lâzım gelir. Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühre’den Müşteri’ye, Müşteri’den Zühal’e uçacak kanatları o veriyor. Hem melaikeler, sekene-i zemin gibi cüz’iyete münhasır değiller, bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret مَثْنٰى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsil verir.
İşte şu hâdise-i cüz’iye olan “Melaikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle, gayet küllî ve umumî bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.
(25. Söz)
Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhaniyat ve melaikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivayat-ı ehadîsiyenin işaratıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare –yıldızlar seyyaratından tut tâ yağmur kataratına kadar– bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler.
Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsam –bir hadîs-i şerifte “Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler.” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar– bir cins ervahın tayyareleridir. Onlar bunların içine emr-i Hak’la girerler, âlem-i cismaniyatı seyredip o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile âlem-i cismanîdeki mu’cizat-ı fıtratı temaşa ediyorlar. Tesbihat-ı mahsusalarını eda ediyorlar.
...
Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, “kelâm” sıfatından gelen şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike dahi muazzam bir ümmettir ki onların amele kısmı “irade” sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakiki olan kudret-i Fâtıranın ve irade-i Ezeliyenin emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki ecram-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.
(24. Söz)
Git de tâ Şemsü’ş-şümus ve Kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy. Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal
Meleğin yanına getir.
Hem melaike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz; mevcudat içinde en kıymettar ve nurani olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelifü’l-ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir.
(31. Söz)
Evet, her birimiz kudret-i Vâhid-i Ehad’in birer mu’cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdaniyetin birer münevver bürhanı ve melaikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avâlim-i ulviyenin birer lambası, birer güneşi ve saltanat-ı rububiyetin birer şahidi ve feza-yı âlemin birer ziyneti, birer kasrı, birer çiçeği ve sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü (Hâşiye: Cenab-ı Hakk’ın acayib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yani semavat, hadsiz gözlerle zemindeki acayib-i sanat-ı İlahiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. Semanın melaikeleri gibi yıldızlar dahi mahşer-i acayip ve garaib olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.) olduğumuz gibi heyet-i mecmuamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir ziynet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir kemal-i sanat bulunduğundan Sâni’-i Zülcelal’imizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ı cemal ve celal ve kemalini bütün kâinata ilan ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, mutî, musahhar hizmetkârları, karmakarışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik hattâ sahipsizlik ile ittiham ettiğinden tokada müstahaksın.” der.
(32. Söz)
Ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden raks eden melaikenin ellerinde süslü ve şirin, parlak nâzenin misbahlar suretini vermek gibi arza ait çok hikmetlerini gösterir.
Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar.
Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, küre-i arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâlî bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş. O âlemlerin şenlenmesine münasip ve muvafık zîşuur mahlukları halk edip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî envalarından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müthiş ateş dahi o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için nâr onlara nur gibi olur.
Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zîhayattan halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı sanatına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekellah, Sübhanallah” dedirten ve ihsanat-ı rahmetine mukabil “Elhamdülillah, Ve’ş-şükrü lillah, Allahu ekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelali ve’l-cemal, elbette bilâ-şek velâ-şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış. Ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip sanat ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilan ediyorlar.
(11. Şua)
İ’lem eyyühe’l-aziz!(*[2]) Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilalsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.
Kezalik pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine, şuânın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.
Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur.
İnzalin Cenab-ı Hakk’a olan isnadından anlaşılıyor ki yağmurun katreleri başıboş değildir ancak bir hikmet altında ve bir mizan-ı kasdî ile inerler. Çünkü o mesafe-i baîdeden gelmek ile beraber; rüzgâr ve hava da müsademelerine yardımcı olduğu halde, katrelerin aralarında müsademe olmuyor. Öyle ise o katreler başıboş olmayıp gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir.
Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı maînin zerrelerine irade-i İlahiye emrettiği vakit, her taraftan “Lebbeyk” diyerek toplanmaya başlar. Ve bulut şeklinde, irade-i İlahiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlahiyenin emri ile bir kısım zerreler, şiddet-i tazyik ve tekâsüften katrelere inkılab eder. Sonra kanunlar mümessili, nizamat ma’kesleri denilen, o katrelere münasip yaratılan, melaike vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul eder, yere düşerler. Lâkin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için yağan katrelerden boş kalan yerler denizlerden, yerlerden kalkan buharlar ile doldurulur.
Melekler ve Şeytanlar[değiştir]
Bütün âlemlerin Rabb’i ve Müdebbir’i ve Hâlık’ı olan Zat-ı Zülcelal’in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve unvanları ve esma-i hüsnası vardır. Mesela, Ashab-ı Nebi safında küffara karşı muharebe etmek için melaikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve unvan ise o isim ve unvan iktiza eder ki melaike ile şeyatîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyar-ı semaviyyîn ve eşrar-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelal, bir emir ile bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme unvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.
...
İşte وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى ezel ve ebed Sultanı’nın pek çok esma-i hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celaliye ve tezahürat-ı cemaliye ile pek çok şuunatı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, cennet ve cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve unvan ve şe’n ise kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü kanun-u mübarezenin dahi bir derece tamimini isterler. Kalp etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfakında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.
...
Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor. Ehemmiyetli levazımat-ı arziye, oradan gönderiliyor. Ve madem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar. Elbette ervah-ı habîse dahi ahyarı takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücudca letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve reddedilecekler. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nühusetleri vardır.
...
Ve yıldızların küçük bir nevini de şeyatînin recmine âlet etmiş. İşte bu recm-i şeyatîn için atılan şahapların üç manası olabilir:
Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alâmettir.
İkincisi: Semavatta hüşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilan ve işarettir.
Üçüncüsü: Muzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habîseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habîse hesabına tecessüs ettirmemek için edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahaplarla red ve tarddır.
(15. Söz)
Nasıl ki şeytan ile melek-i ilham, kalp taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de tedai-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa.
(21. Söz)
İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür
İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.
Muhalif tarafında eğer meleği görse libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adâvet, lanet eder.
Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’nda tafsilen beyan olunan üç âyettir ki şahs-ı Âdem’e talim-i esma unvanıyla nev-i benî-Âdem’e ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder. Ve Âdem’e, melaikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudat musahhar olduğu gibi yılandan şeytana kadar muzır mahlukatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.
(25. Söz)
İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünkü çok netaic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Mesela, melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez.
İnadın işi, şeytan birisine yardım etse “Melektir.” der, rahmet okur; muhalifinde melek görse “Libasını değiştirmiş şeytandır.” der, lanet eder.
Kâinattaki umûr-u hayriyedeki kanunların mümessili, nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi umûr-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umûrdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habîse ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir; belki umûr-u şerriyede zîşuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır. Çünkü Yirmi İkinci Söz’ün başında denildiği gibi:
Herkes, her şeyin hüsn-ü hakikisini göremediği için zahirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelal’e karşı itiraz etmemek ve rahmetini ittiham etmemek ve hikmetini tenkit etmemek ve haksız şekva etmemek için zahirî bir vasıtayı perde ederek tâ itiraz ve tenkit ve şekva, o perdelere gidip Hâlık-ı Kerîm ve Hakîm-i Mutlak’a teveccüh etmesin. Nasıl ki vefat eden ibadın küsmesinden Hazret-i Azrail’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş. Öyle de Hazret-i Azrail’i (as) kabz-ı ervaha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o haletlerden gelen şekvalar, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmesin.
Öyle de daha ziyade bir kat’iyetle şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkit, Hâlık-ı Zülcelal’e teveccüh etmemek için hikmet-i Rabbaniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.
Hattâ kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki melek-i ilham ile şeytan-ı hususi o mevkide mübareze ediyorlar.
İşte nasıl ki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahirî sebepler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler.
Aynen öyle de cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünkü bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahripten ve vazife yapmamaktan –ki birer ademdirler– ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.
...
Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve cennet ve cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ve bütün adem âlemleri سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin envarından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.
(11. Şua)
Benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor.
İşte âsar ve siyer ve tarih-i hayatı, hatta a'danın şehâdetleriyle Zât-ı Peygamberde vücûdu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin kesret ve ihata ve tecemmu-u imtizacından tevellüd eden, izzet ve haysiyetten neş'et eden şeref ve vakar ve kibr-i nefs ile -melekler, şeytanların ihtilat ve istiraklarından tenezzühleri gibi sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu' ve tenezzüh ve teberi ederler.
Malûmdur ki bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melaike, ulüvv-ü şanlarından şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kādir ve câmi’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa beşer, mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur çünkü özrü yoktur.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse ona hâşâ lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.
Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.
(Lemeat)
Şöyle ki: وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ cümlesi اِنّٖٓى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalini tafsil ve ibhamını tefsirdir.
Ve keza Cenab-ı Hakk’ın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme mütevakkıftır.
Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melaikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melaikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melaike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakk’ın hikmetini ikrar ettiler. Kur’an-ı Kerîm buna işareten ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنٖى بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُلَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ dedikten sonra, قَالُوا evvelce iblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ dediler. Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i câmiiyetinden dolayı melaikenin aczi zahir oldu, makamın iktizası üzerine Âdem’in iktidarının beyanı icab etti ki muaraza tamam olsun. Bunun için قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْ hitabıyla Âdem’e ferman etti. Sonra vaktâ ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmalînin bu tafsilata netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّٖٓى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ yani “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”
Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki iblisin enaniyeti, kibri, melaikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.
(Hutuvat-ı Sitte (Asar-ı Bediiyye))
Cenab-ı Hakk’ın; iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır. Mesela, Bedir gibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kiram’a yardım etmek üzere küffar ile muharebe etmek için melaikenin semadan inzalini iktiza eden ismi, melaike ile şeyatîn yani semavî olan ahyar ile arzî eşrar arasında muharebenin vukuunu istib’ad değil, iktiza eder. Evet Cenab-ı Hak, melaikeye bildirmeksizin şeytanları def’ veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetinin iktizası üzerine bu kabîl mücazatın müstahaklarına ilan ve teşhiri, azametine lâyıktır.
Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki şeytan ile melek-i ilham, kalp taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de tedai-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazen kalp yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.
(21. Söz)
Melekler ve Risale-i Nur[değiştir]
Gönüller Fatihi Büyük Üstada
Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad
Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd
İlhamıma can geldi beraet haberinle
Mü’minleri şâd eyleyen ulvi zaferinle
Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar
Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar
Milyonların imanını kurtardı cihadın
Par par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın
(Gönüller Fatihi Büyük Üstada, Mektubat)
Ben bu gece Eski Said’in izzetli damarıyla, ellerimiz kelepçeli beraber mahkemeye süngülü neferatla sevkimizi düşündüm. Şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki:
Hiddet değil belki kemal-i iftiharla, şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lâzımdır. Çünkü zîşuur ve hadd ü hesaba gelmeyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatin ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkikî sahiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorlar. Bunların, teveccüh-ü rahmet-i İlahiyeyi ve kabul-ü Rabbaniyeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine karşı, mahdud bir kısım serseri ve haylaz ve sefihlerin tahkirkârane nazarlarının hiçbir ehemmiyeti olamaz.
(13. Şuâ)
Bu eski ve yeni iki Medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i maneviyesi kırılmayan zatları, ehl-i hakikat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi melaike ve ruhanîler dahi alkışlıyorlar diye kanaatim var.
(13. Şuâ)
Mâşâallah, bârekellah Keramat-ı Aleviye’nin Risaletü’n-Nur’a imzasını bu zamanda tam tasdik ettiren keramat-ı kalem-i Alevî (Ali) ve Kur’an’a çok kıymettar hizmeti ve Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (asm) hârika bir kerametini gözlere gösteren ve Kur’an’ın altın bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî; değil yalnız bizleri, belki ruhanîleri ve melekleri de sevindiriyorlar.
İnebolu kahramanlarının tebrik mektuplarında iki tevafuk ve iki kuşun garib ziyaretleri çok manidardır. Evet, benim bir tek mektubumu yazan bir tek adamın hükûmetçe araştırılması ve ehemmiyetle bakılması tazyiki zamanında, şahsımdan binler derece daha ziyade konuşan ve tesirli ders veren Risale-i Nur’un Zülfikar-ı Mu’cizat’ın bin nüshaları ve bin dille ve binler mektubatıyla şimdiye kadar çok rakipleri bulunan ve takip edilen ve mümaşata tenezzül edemeyen Ahmed Nazif’in kalemiyle serbest ve mümanaat görmeden yazılmasına; değil yalnız kuşlar belki melekler ve ruhanîlerden bir kısım, temessül edip bu hârika muvaffakıyeti tebrik etseler yine çok değil.
Bugünlerde rahatsızlık için Evrad-ı Bahaiye’yi ezber değil, kitaba bakarak okudum. Âhirinde ihtitam-ı Bahaiye olan hâtimesini bilemediğimden eskiden beri okumuyordum. Haydi bu defa bunu da okuyayım dedim. Gördüm ki: Bir sahifede ve uzun altı buçuk satırında, on dokuz defa “nur, nur, nur” kelimeleri… Kat’î kanaatim geldi ki: Şah-ı Nakşibend, Gavs-ı A’zam gibi Risale-i Nur’u ve kudsî hizmetini keşfen müşahede edip tahsinkârane haber vererek ona işaretler ediyor. Ben de yalnız o altı satırı ve baştaki satırı ve âhirdeki satırı ile otuz senelik Bahaiye virdime, o meleklerin Nurların intişarına muavenetleri niyetiyle ilhak eyledim.
Evet, bir asır evvel dünyanın en akıllı ve en müdakkiki ve feylesofu ve saltanatlı hâkimi telakki edilen ve kendi Hristiyan iken bütün eski dinleri ve kitapları hiçe indiren belki inkâr etmek cüretini gösteren, gayet enaniyetli ve şöhretli olan Prens Bismark’ın Kur’an-ı Hakîm’in önünde kendi imzasıyla ve bütün kuvvetiyle tasdikkârane secde etmesini yazan ve inat ve enaniyetini ve dinsizliğini bırakıp Kur’an’a teslim olduğunu âleme ilan ettiğini ceridelerde neşredildiği bir hengâmda ve bütün edyan-ı semaviyeyi inkâr eden ve şark-ı şimalîdeki şimdiki dehşetli hükûmetin teşviki ile kesretle içindeki Müslümanları hacca gönderip âlem-i İslâm nazarında dinsizliğini ve inat ve adâvetini bırakmak tarzında güya Kur’an’ı inkâr edemiyor ve azametine karşı bir nevi teslimiyet ve dehalet tarzında buradakilerden daha ziyade Kur’an’ı ehemmiyetli biliyorum diye bu noktada onlar benden daha geri düşüyorlar ki benim kadar hacı gönderemiyor demesine mukabil; buradakiler dahi mâşâallah tam müsaade ettikleri halde ve böyle siyasî propaganda edildiği bir zamanda, Medresetü’z-Zehranın Nur şakirdleri, o mahiyet ve azametteki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakikatlerini Zülfikar ve Asâ-yı Musa gibi hârika risalelerle mu’cizelerini kalemleriyle neşredip en muannid dinsizleri tasdike mecbur etmelerine mukabil, ehl-i dalaletin hücumu; elbette değil yalnız ehl-i hakikat insanları belki ruhanîleri belki melekleri de ağlatır ve arzı ve semayı hiddete getirebilir.
Âtıf’ın da Sandıklı tarafına gitmesi, muvaffakıyet kazanması, değil bizleri, melaikeleri de sevindirdi.
Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle her bir hakiki sadık şakirdi; binler diller ile kalpler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve ramazan-ı şerifteki hakikat-i Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvi hakikatleri, yüz bin el ile aramaktır.
Şimdi tam tahakkuk etti ki resmen bana ihanet ve hakaret etmek, onunla teveccüh-ü âmmeyi hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı –perde altında– soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki Sikke-i Tasdik-i Gaybî onların bütün propagandalarını zîr ü zeber ediyor. Gerçi böyle dinsizlik hesabına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor; Eski Said’den kalma bazı damarlarıma dokunuyor. Fakat Risale-i Nur’un hârika fütuhatı ve şakirdlerinin ehl-i hakikat nazarında ve ruhanî ve melaikeler yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz.
O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din ve ehl-i ulûm-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, ruhanî ve melaikelerin ve ehl-i iman ve ehl-i hakikatin nazarında mel’un olduğu gibi; binden ancak bir iki serserinin veya zındığın âferinini kazanırlar.
Kalemle Nurlara Hizmet ve Sadakatle Talebesi Olmanın İki Mühim Neticesi Vardır
...
Hem bu talebesizlik zamanında, melaikelerin hürmetine mazhar olan (Hâşiye[3]) talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta –tâli’i varsa tam muvaffak olmuşsa– Hâfız Ali ve “Meyve”de bahsi geçen meşhur talebe gibi şüheda hayatına mazhar olmaktır.
Medresetü’z-Zehranın üç şakirdinin hafifçe bir ay hapis cezası ve pek haksız ve çok manasız ve soğuk hâkimin hiddetine maruz kalmalarına mukabil, kat’î bir kanaat ile ve çok emarelerin kuvvetiyle müjde veriyoruz ki o şakirdler ve yardımcıları, o adamın küçücük verdiği ceza ve manasız hiddetine bedel ruhanîler, melaikeler ve istikbaldeki nesl-i âti milyonlar alkışlamalar ile öyle şakirdleri tebrik ediyorlar.
Melekler ve Hava[değiştir]
Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı a’zam tarafına sevk etmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.
“Bir melaike var, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dil var. Her bir dilde kırk bin tesbihat yapıyor.” Altmış dört trilyon tesbihat aynı anda söylüyor. Demek küre-i hava, bu melaike gibidir. Yani bu melaikenin tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe, hava sahifesinde yazılıyor.
Küre-i hava diyor ki: “Bu hadîs, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki küllî bir şuurla yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi; ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hazır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”
Melekler ve Kur'an[değiştir]
daki kasemde, havanın temevvücatı ve tasrifatı içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için rüzgârlara memur melaikelere kasem ile nazar-ı dikkati celbediyor ki tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar ve hâkeza… Her bir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faydası vardır.
Hem hadsiz müteferrik emarelerden neş’et eden bir hads ve kanaatle, Kur’an hem ins hem cin hem meleğin makbulü ve mergubudur ki okunduğu vakit onlar, iştiyakla pervane gibi etrafına toplanıyorlar.
Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı a’zamı, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikat-perestane ve müştakane kulak vermesi; ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’an’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
(7. Şua)
...aynı i’cazla nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedanî, bir şehr-i Rahmanî, bir meşher-i sun’-u Rabbanî olarak o camidatı canlandırarak, birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakiki ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’an-ı Azîmüşşan,...
(11. Şua)
Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden o Furkan-ı İlahî’nin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciz-nüma bir sadâ ve latîf bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.
(Barla L.)
Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffâ ve nokta-i istinadı, bi’l-yakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye; içi, bilbedahe hâlis hidayet; üstü, bizzarure envar-ı iman; altı, biilmelyakîn delil ve bürhan; sağı, bi’t-tecrübe teslim-i kalp ve vicdan; solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an; meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan; makamı ve revacı, bi’l-hadsi’s-sadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir kitab-ı semavîdir.
(25. Söz)
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın her bir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber; tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rast geldikçe ve melek ve sair zîşuur ruhanîler kıraatını dinledikçe her bir harfi öyle bir çekirdek olur ki hasenat cihetinden öyle bir manevî sümbül teşekkül eder ki o sümbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının âyinelerinde temessül eden milyonlarca o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsavi gelir.
(Barla L.)
Peygamberimiz ve Melekler[değiştir]
Eğer istersen gel asr-ı saadete, Ceziretü’l-Arab’a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak, hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde mu’ciz-nüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî-Âdem’e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.
(19. Söz)
Meleklerde Mi’rac, İnsanlarda Şakk-ı Kamer Gibidir
Bir mi’rac-ı kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.
O parlak zat, buraka binmiş de berk olmuş. Kamervari serâser, âlem-i nuru da görmüştür.
Şu şehadet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mu’cize nasıl ki اِنْشَقَّ الْقَمَرُ dir.
Bu mi’racdır, âlem-i ervahtaki sakinlere en büyük bir mu’cize ki سُبْحَانَ الَّذٖٓى اَسْرٰى dır.
Evet, şakk-ı kamer, nasıl ki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de mi’rac dahi bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melaikeye gösterdi.
(12. Söz)
Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı kamer, bir mu’cize-i Ahmediye (asm) olduğu gibi mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu’cize-i kübra-yı Ahmediyedir ki nübüvvetinin velayeti bu keramet-i bâhire ile ispat edilmiştir. Ve o parlak zat, berk ve kamer gibi melekûtta şule-feşan olmuştur.
Her bir insan aklıyla hayal süratinde seyeranı, her bir veli kalbiyle berk süratinde cevelanı ve cism-i nurani olan her bir melek ruh süratinde arştan ferşe, ferşten arşa deveranı, ehl-i cennetin insanları, Burak süratinde haşirden beş yüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalplerinden daha latîf ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan ruh-u Muhammedînin (asm) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (asm), elbette onun ruh-u âlîsiyle arşa kadar beraber gidecektir.
(31. Söz)
Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva-ı acayip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlukatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zattır.
(31. Söz)
Nasıl ki taşlar, ağaçlar, kamer, güneş onu tanıyorlar; birer mu’cizesini göstermekle nübüvvetini tasdik ediyorlar. Öyle de hayvanat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melaikeler taifesi o Zat-ı Mübarek’i tanıyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki onlar, onu tanıdıklarını, her bir taifesi, bazı mu’cizatını göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilan ediyorlar.
...
Amma melaikelerin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona iman ve itaati, mütevatirdir. Nass-ı Kur’an ve çok âyâtla musarrahtır. Gazve-i Bedir’de beş bin melaike –nass-ı Kur’an ile– önde, sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melaikeler içinde, Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. Şu meselede iki cihet var:
Birisi: Cin ve melaikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi vücudları kat’î ve bizimle münasebettar olduğu, Yirmi Dokuzuncu Söz’de iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat etmişiz. Onların ispatını, o Söz’e havale ederiz.
İkinci cihet: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefiyle, eser-i mu’cizesi olarak, efrad-ı ümmeti onları görmek ve konuşmaktır.
İşte başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek yani Hazret-i Cebrail, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm sahabeleri içinde otururken yanına gitmiş, demiş: مَا الْاِسْلَامُ وَمَا الْاٖيمَانُ وَمَا الْاِحْسَانُ Yani “İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-i sahabe hem ders almış hem de o zatı iyi görmüşler. O zat misafir gibi görünürken üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”
Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’î ile ve manevî tevatür derecesinde, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: “Hazret-i Cebrail’i çok defa, hüsün ve cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında sahabeler görüyorlardı.
Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbn-i Abbas ve Üsame İbn-i Zeyd ve Hâris ve Âişe-i Sıddıka ve Ümm-ü Seleme, kat’iyen sabittir ki bunlar kat’iyen haber veriyorlar ki: Biz Hazret-i Cebrail’i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında çok görüyoruz.
...
Hem Hazret-i Hamza, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan niyaz etti ki: “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâbe’de ona gösterdi. Dayanamadı, bîhuş oldu, yere düştü.
Bu çeşit melaikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı gösteriyor ve delâlet ediyor ki onun misbah-ı nübüvvetine melaikeler dahi pervanelerdir.
Hem o Tercüman-ı Kelâm-ı Ezelî ervahları görüyor, melaikelerle sohbet ediyor, cin ve insi de irşad ediyor. Değil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervah ve âlem-i melaike fevkinde ders alıyor. Ve maverasında münasebeti var ve ıttılaı vardır. Sâbık mu’cizatı ve tevatürle kat’î macera-yı hayatı şu hakikati ispat etmiştir.
Öyle ise kâhinler ve sair gaibden haber verenler gibi onun haberlerine değil cin, değil ervah, değil melaike, belki Cibril’den başka Melaike-i Mukarrebîn dahi karışamıyor. Hattâ ekser evkatta onun arkadaşı olan Hazret-i Cebrail’i dahi bazı geri bırakıyor.
Aynen bunun gibi sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabbü’l-âlemîn olan Zat-ı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma karşı, nasıl ki melaike nevinden Hazret-i Cebrail aleyhisselâm kemal-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor; melaikelerin Hazret-i Âdem aleyhisselâma inkıyad ve itaatini ve sırr-ı sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i cennetin hattâ cennetin hayvanat kısmının dahi o zata karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyat-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm küçüklüğünde Halîme-i Sa’diye’nin yanında iken, Halîme ve Halîme’nin zevcinin şehadetleriyle; güneşten rahatsız olmamak için çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş.
Hem Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Buheyra-yı Rahip’in şehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.
Hem yine bi’setten evvel Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra’nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş. Kendi hizmetkârı olan Meysere’ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübra’ya demiş: “Bütün seferimizde ben öyle görüyordum.”
Madem duanın bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs’ati vardır; hiç mümkün müdür ki bin üç yüz elli senede, her vakitte, nev-i beşerden üç yüz milyon, cin ve ins ve melek ve ruhaniyattan hadd ü hesaba gelmez mübarek zatlar, bi’l-ittifak Zat-ı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâm hakkında, rahmet-i uzma-yı İlahiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duaları nasıl kabul olmasın? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki o duaları reddedilsin?
Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) gayb-aşina kalbiyle, dünyada asr-ı saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve yerden cenneti gören ve zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören, hattâ Zat-ı Zülcelal’in rü’yetine mazhar olan nazar-ı nuranisi, çeşm-i istikbalbînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş.
(4. Lem'a)
اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nur ile nurlandırması, değil yalnız cin, ins, melek ve zîhayatı, belki kâinatı, semavat ve arzı minnettar eylemesi ...
(11. Şua)
Ve öyle bir Muhammed (asm) ki âlem-i gayb ve melekûtu seyir ve ziyaret etmekle, ervahı müşahede ve melaike ile musahabe, cin ve insanlara irşad vazifesini almıştır.
Melekler ve İnsanlar[değiştir]
İnsanların Hilafet Davasında Meleklere Üstünlüğü (Rüçhaniyeti)[değiştir]
Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bi’l-hak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidat verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlık’ının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip hem yerde en nazik, nâzenin, nazdar, âciz, zayıf yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kālen kâinatta ilan ettirmek, meleklerine tercih edip hilafet rütbesini verdiği halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin? Onu bütün mahlukatının en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nurani ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı o bîçareye en meş’um ve zulmanî bir âlet-i tazip yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıt ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafî bir merhametsizlik etsin? Hâşâ ve kellâ!
(10. Söz)
Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki her birisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki عَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem’in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:
Nev-i beşere, câmiiyet-i istidat cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlık’ın şuunat ve evsafına şâmil kesretli maarifin talimidir ki nev-i beşere, değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüçhaniyet vermiş. Ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, şeytanın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi pek büyük bir hakikati ihsas ediyor. Şöyle ki:
Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve şeytanın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envaları ve o envaın manevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habîseleri, o nev-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bir tek Âdem’le (as) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
(20. Söz)
Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüçhaniyetine hüccet olarak bütün esmayı talim ettiğimden siz dahi madem onun evladı ve vâris-i istidadısınız; bütün esmayı taallüm edip mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
(20. Söz)
Ve insanlık denilen, bütün esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilan eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi’ çekirdek-misal bir mu’cize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melaikeye karşı rüçhaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.
(23. Söz)
Kur’an bazen tagayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medar maddî cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-i sabite suretine çevirmek için sabit, nurani, küllî esma ile icmal eder, bağlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hâtime verir.
Birinci mananın misallerinden mesela
قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
İşte şu âyet evvela: “Hazret-i Âdem’in hilafet meselesinde, melaikelere rüçhaniyetine medar onun ilmi olduğu” olan bir hâdise-i cüz’iyeyi zikreder. Sonra o hâdisede melaikelerin Hazret-i Âdem’e karşı ilim noktasında hâdise-i mağlubiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hâdiseyi iki ism-i küllî ile icmal ediyor. Yani اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ yani “Alîm ve Hakîm sen olduğun için Âdem’i talim ettin, bize galip oldu. Hakîm olduğun için bize istidadımıza göre veriyorsun. Onun istidadına göre rüçhaniyet veriyorsun.”
(25. Söz)
Aynen bunun gibi sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabbü’l-âlemîn olan Zat-ı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma karşı, nasıl ki melaike nevinden Hazret-i Cebrail aleyhisselâm kemal-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor; melaikelerin Hazret-i Âdem aleyhisselâma inkıyad ve itaatini ve sırr-ı sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i cennetin hattâ cennetin hayvanat kısmının dahi o zata karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyat-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.
Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile insan-ı kâmil olmak için çalışmak, yani hakiki mü’min ve tam bir Müslüman olmak, yani yalnız surî değil belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâm’ı kazanmak, yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ine abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdem’in melaikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.
كُلَّهَا: Âdem’in melaikeden cihet-i imtiyazı ve melaikenin muarazadan sebep ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı a’zamını melekler de bilirler.
Önceki ayette, insan nev'inin yeryüzünde Hilafet-i kübraya mazhar olduğunu telvih eylemiş.. bu ayette ise; bu da'vaya hüccet olarak, insanın bütün tecellilere (Esma-ı Hüsnanın tecellilerine) câmi' bir nüsha ve etemm bir mazhar olduğunu telmih eylemiştir. Zira insanın mütenevvi' istidatları ve istifade yanlarının pek çokluğu ile beraber; geniş ilim kabiliyetiyle ve keza beş zahir ve beş de batın havassı ile, hususan dibi, nihayeti olmayan vicdanıyla kâinatı ihata eylemiş gibidir. Bak, görmüyormusun ki; insan, mesela Balın tatlılığını iki vech ile, belki bir çok vecihlerle anlayıp bildiği halde, Melek ise, bunu tadarak bilememektedir.
Madem nev-i beşerin fıtrî kuvvelerine sair hayvanat gibi had konulmamış, ondan tecavüzat çıkmış. Hem insan maddî olduğu gibi maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı inkişaf ettirmekle emanet-i kübra vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet zarurîdir ki رَبِّ الْعَالَمٖينَ deki عَالَمٖينَ içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye rüçhaniyetini gösterebilsin.
Melekler ve Hz. Adem'in Yaratılışı[değiştir]
Bu bahis İşaratül İ'caz tefsirinde Bakara suresinin 30. ayetinin ve 31.-33. ayetlerinin tefsir edildiği kısımlarda kapsamlı şekilde geçer
اِنّٖى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَلٖيفَةً: Cenab-ı Hak müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melaikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmi’in zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti:
1- Melaike ne dediler?
2- Taaccüble hikmeti sordular.
3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gazabiye ve şeheviye halk edilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesat yapacaklardır.
İşte Kur’an-ı Kerîm قَالُٓوا اَتَجْعَلُ فٖيهَا مَنْ يُفْسِدُ فٖيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir.
Melaikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra sâmi’, Cenab-ı Hak’tan verilecek cevabı beklerken Kur’an-ı Kerîm قَالَ اِنّٖٓى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ cümlesiyle cevap vermiştir. Yani “Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebep olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için fesatlarını nazara almam.” ferman etmiştir.
...
رَبُّكَ: Bu tabir, melaikenin aleyhine bir hüccet ve bir delildir. Yani “Allah seni terbiye etmiştir, hadd-i kemale eriştirmiştir ve seni beşere mürşid kılmıştır ki fesatlarını izale edesin. Demek, nev-i beşerin en büyük hasenesi sensin ki onların mefsedetlerini setrediyorsun.”
لِلْمَلٰٓئِكَةِ: Cenab-ı Hakk’ın müşavere şeklinde melaike ile yaptığı muhavere, melaikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir. Çünkü melaikenin bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet işlerini görüyor. Demek, insanlarla alâkaları ziyade olduğundan insanların ahvaline ehemmiyet veriyorlar.
اِنّٖى: Melaikenin اَتَجْعَلُ ile yaptıkları istifhamdan anlaşılan tereddütlerini reddetmekle, meselenin azamet ve ehemmiyetine işarettir.
...
جَاعِلٌ kelimesinin خَالِقٌ kelimesine tercihen zikri: Melaikenin medar-ı şüphe ve mûcib-i istifsarları, halk ve icad fiili değildir. Zira vücud hayr-ı mahzdır, halk Allah’ın fiilidir, Allah’ın fiili lâyüs’eldir. Ancak melaikeyi şüpheye davet eden ve istifsarlarına mûcib olan جَعل dir. Yani Cenab-ı Hakk’ın beşeri arzın tamirine tahsis etmesidir.
...
Sual: قَالُٓوا اَتَجْعَلُ … الخ cümlesi اِذْ قَالَ cümlesine ceza olduğuna nazaran, aralarında lüzum lâzımdır. Halbuki lüzum görünmüyor?
Cevap: Melaike arzın müekkelleri bulundukları cihetle arz, onların idaresinde olur. Bu itibarla insanların arza halife kılınması hakkında melaikenin fikirlerini izhar etmek lüzumu vardır.
قَالَ – قَالُوا tabirleri, mukavele ve muhavere şeklinde müşavere üslubunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenab-ı Hak müşavereden münezzehtir.
Melaikenin اَتَجْعَلُ ile yaptıkları istifhamdan maksat; جَعْل e itiraz, جَعْل i inkâr etmek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın fiillerine itiraz etmeye ismetleri manidir. Ancak جَعْل in sebebi mahfî olduğundan taaccüble sebep ve hikmetini sormuşlardır. جَعْل tabirinden anlaşılıyor ki insanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın icabıdır ancak bir câilin ca’li iledir.
...
مَنْ: Beşerden kinayedir. Kinayenin tasrihe sebeb-i tercihi: Melaikenin maksadı, beşerin şahsiyeti olmayıp ancak kendilerine sakîl, ağır gelen bir mahlukun Allah’a isyan etmesine işarettir.
...
وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ: Beşerin ca’lindeki hikmeti soran melaikeye, sanki şöyle bir itiraz vârid olmuştur: “Beşerin Allah’a yapacağı ibadet ve takdis, onun ca’line sebeb-i kâfi gelmez mi ki ca’linin hikmetini soruyorsunuz?” İşte “vav-ı haliye” ile zikredilen وَنَحْنُ نُسَبِّحُ … الخ cümlesi, güya o itirazı def’etmeye işarettir.
نَحْنُ: Maâsiden masum melaikenin cemaatlerinden kinayedir. Cümlenin cümle-i ismiye şeklinde zikredilmesi, tesbihin melaikeye bir seciye olduğuna ve melaikenin tesbihata mülazım ve müdavim olduklarına işarettir.
نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ: “Bizler, bütün ibadetlerin sana mahsus olduğunu kâinata ilan ve Cenab-ı Uluhiyet’ine lâyık olmayan şeylerden münezzeh olduğuna iman ve bütün evsaf-ı azamet ve celal ile muttasıf olduğuna itikad ediyoruz.”
...
Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kādir ve câmi’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa beşer, mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur çünkü özrü yoktur.
Bu talim-i esma meselesi ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melaikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup melaikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.
...
Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melaikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melaikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melaike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakk’ın hikmetini ikrar ettiler. Kur’an-ı Kerîm buna işareten ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنٖى بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُلَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ dedikten sonra, قَالُوا evvelce iblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ dediler. Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i câmiiyetinden dolayı melaikenin aczi zahir oldu, makamın iktizası üzerine Âdem’in iktidarının beyanı icab etti ki muaraza tamam olsun. Bunun için قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْ hitabıyla Âdem’e ferman etti. Sonra vaktâ ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmalînin bu tafsilata netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّٖٓى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ yani “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”
Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki iblisin enaniyeti, kibri, melaikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
...
كُلَّهَا: Âdem’in melaikeden cihet-i imtiyazı ve melaikenin muarazadan sebep ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı a’zamını melekler de bilirler.
Amma اَتَجْعَلُ deki istifham ise, (yani Melaikelerin: "Onu yapacak mısın?" istifhamı) Allahü Tealanın ihbarı ile; ca'lin, yani irade-i İlahiyenin ve melaikelere müşavere nevinden söylediği işin yerine getirileceğinin tahakkuku kat'î olduğu için idi. Yoksa, hakikati manisiz ve katiyetle olacağı cihetinden, sebebinin bilinmemesinden neşet eden taaccübü doğurmuş ve bundan da istifsar etme ihtiyacı doğmuş olmalıdır. Yani: Melaikler ca'lin, (Yani, beni Ademin yeryüzüne halife nasbedilmesinin) hikmeti nedir? diye sebebini sorma yerine, müsebbebinin istifhamı yapılmıştır. (Yani, halkedilerek yeryüzüne halife olarak ta'yin edilecek olan insanın fiil ve hareketinin istifhamı) yoksa, -haşa- Melaikenin ma'sumiyeti olduğu için, bir itiraz ve bir inkârları değildir.
Melaikeler ise: قَالُوا diyerek, istifsarları içine karışan İblisin enaniyetinin desiselerinden teberrî eyleyerek dediler ki:
سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
...
Sonra: Şu noktayı da bilmelisin ki; şu yapılmış sual ve cevapların îzah ve beyanlarının neticesi olarak; Melaikelerle Allah ü Zülcelal arasında vuku'a gelmiş karşılıklı konuşma ve mukavelenin sureti, nihayette şeffaflaşarak, hadise ve meselenin hikmetini istifsar etme vakıasının kaynağı ise, Melaikenin arasında - o vakit- bulunmakta olan iblisin enaniyetinin desisesinden çıktığı hiss edilmiş; ayrıca, o istifsarın içine melaikeden başka bir taifenin itirazının müdahelesi neticesinde oluşturulduğu da işâr olunmuştur.
İnsanların Meleklere Benzemesi[değiştir]
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.
O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûba-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve kerem-namdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber enenin iki cihetindedir.
(30. Söz)
İnsandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melaikeye benzer hem hayvanata benzer. Melaikeye ubudiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında, rububiyetin dellâllığında meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. Fakat insanın şerire ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan melaikenin hilafına olarak pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zatı için bir hisse aradığı için hayvana benzer. Öyle ise insanın iki maaşı var: Biri; cüz’îdir, hayvanîdir, muacceldir. İkincisi; melekîdir, küllîdir, müecceldir.
(24. Söz)
Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki beşeriyet levazımatından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek nurani bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar.
Ramazan-ı şerifin sıyamı, Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve ramazan-ı şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Kur’an-ı Hakîm, madem şehr-i ramazanda nüzul etmiş; o Kur’an’ın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı, hüsn-ü istikbal etmek için ramazan-ı şerifte nefsin hâcat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlâttan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’an’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
...
İşte ramazan-ı şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a’mal için bahardaki mâh-ı nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcatına ve malayani ve heva-perestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için dünyevî hâcatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek savmı ile samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.
Nev-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler aleyhimüsselâm bi’l-icma beraber لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için onları iman-ı billaha davet ile ders veriyorlar, gördü. O da o nurani medresede diz çöküp derse oturdu.
(7. Şua)
Evet, Âdem (as) zamanından beri, beşeriyette iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikamet yolunu takip ile nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakiki güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden hem kâinat sahibinin lütuflarına hem iki cihanın saadetine mazhar olup beşeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle manevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.
(15. Şua)
Nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur'anın irşadatının in'ikasları ve sayhalarındandır.. veya semavî dinlerin bakiye kalmış olan parıltılarındandır.
Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile "Nurşin" karyesindeki "Seyda" (K.S.) Hazretlerinin meclisine git! Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak, göreceksinki; o Zat-ı Kerim'in irşadiyle fukara elbisesine bürünmüş sultanları veya insan libasını giymiş melaikeleri görürsün... Sonra bu durumu müvazene etmek üzere Paris'e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Orada göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî-Âdem suretine girmiş birer ifrittirler.
(Habab, Mesnevi-i N. (Badıllı))
Âsım Bey gibi senin de bir kız evladı dünyaya gelmesi, meşrebimizde en mühim esas şefkat olduğu cihetiyle ve şefkat kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahluk bulunduğundan, daha ziyade tebrike şâyansınız. Zannederim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok. Cenab-ı Hak onu sizlere medar-ı teselli ve ünsiyet ve evinize küçük bir melaike hükmüne getirsin.
(Barla L.)
Nev'-i beşerin bir rub'unun başına reis olarak geçen ve nev'-i beşerden nev'-i melaikeye bir cihette intikal eden ve arzı bırakıp semavatı vatan ittihaz eden hârika bir ferd-i insanî bu hârika vaziyetleri, kanun-u tenasülün hârika bir suretini iktiza ederken; kanun-u tenasülün şübheli, meçhul, gayr-ı fıtrî, belki edna bir tarz ile o kanun içine almak, hiç yakışmadığı gibi, hiç mecburiyet de yoktur.
İnsanların Meleklerle Görüşmesi[değiştir]
Kâinattaki ibadat-ı umumiye, bilbedahe bir Mabud-u Mutlak’ı gösteriyor. Evet, âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zatların şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve bilmüşahede bütün zîhayatların kemal-i intizamla ubudiyetkârane vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anâsır gibi bütün cemadatın kemal-i itaatle ubudiyetkârane hizmetleri, bir Mabud-u Bi’l-hakk’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi…
(33. Söz)
Amma melaikelerin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona iman ve itaati, mütevatirdir. Nass-ı Kur’an ve çok âyâtla musarrahtır. Gazve-i Bedir’de beş bin melaike –nass-ı Kur’an ile– önde, sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melaikeler içinde, Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. Şu meselede iki cihet var:
Birisi: Cin ve melaikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi vücudları kat’î ve bizimle münasebettar olduğu, Yirmi Dokuzuncu Söz’de iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat etmişiz. Onların ispatını, o Söz’e havale ederiz.
İkinci cihet: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefiyle, eser-i mu’cizesi olarak, efrad-ı ümmeti onları görmek ve konuşmaktır.
İşte başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek yani Hazret-i Cebrail, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm sahabeleri içinde otururken yanına gitmiş, demiş: مَا الْاِسْلَامُ وَمَا الْاٖيمَانُ وَمَا الْاِحْسَانُ Yani “İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-i sahabe hem ders almış hem de o zatı iyi görmüşler. O zat misafir gibi görünürken üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”
Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’î ile ve manevî tevatür derecesinde, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: “Hazret-i Cebrail’i çok defa, hüsün ve cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında sahabeler görüyorlardı.
Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbn-i Abbas ve Üsame İbn-i Zeyd ve Hâris ve Âişe-i Sıddıka ve Ümm-ü Seleme, kat’iyen sabittir ki bunlar kat’iyen haber veriyorlar ki: Biz Hazret-i Cebrail’i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında çok görüyoruz.
Acaba hiç mümkün müdür ki bu zatlar, görmeden görüyoruz desinler?
Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile– Aşere-i Mübeşşere’den, İran fatihi Sa’d İbn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: “Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbettar gibi muhafız suretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikâil olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm gördük dese görmemek mümkün müdür?
Hem Ebu Süfyan İbn-i Hâris İbn-i Abdülmuttalib (ammizâde-i Nebevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gök ile yer arasında, beyaz libaslı atlı zatları gördük.”
Hem Hazret-i Hamza, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan niyaz etti ki: “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâbe’de ona gösterdi. Dayanamadı, bîhuş oldu, yere düştü.
Bu çeşit melaikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı gösteriyor ve delâlet ediyor ki onun misbah-ı nübüvvetine melaikeler dahi pervanelerdir.
Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini ispat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin ve cennet ve cehennemin vücudlarına delâlet ederler. Çünkü melekler bu âlemleri izn-i İlahî ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen umum melaike-i mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar.
(9. Şua)
Aynen öyle de melaikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir:
“Sizin zaman-ı Âdem’den beri hem ruhanîlerle hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var. Ve bizim ve ruhanîlerin vücudlarına ve ubudiyetlerine delâlet eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız ile görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menziller, hiç şüphemiz yoktur ki gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat’î beyan ediyoruz.” diye sualimize cevap veriyorlar.
(11. Şua)
Meleklerin İnsanlara Yardımı[değiştir]
Eğer denilse: Madem cüz-i ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, Hâlık-ı semavat ve arz’a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı arz ve semavat, ondan azîm şikayetler ediyor. O âsi insana karşı abd-i mü’mine yardım için kendini ve melaikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor.
(26. Söz)
Amma melaikelerin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona iman ve itaati, mütevatirdir. Nass-ı Kur’an ve çok âyâtla musarrahtır. Gazve-i Bedir’de beş bin melaike –nass-ı Kur’an ile– önde, sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melaikeler içinde, Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar.
Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile– Aşere-i Mübeşşere’den, İran fatihi Sa’d İbn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: “Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbettar gibi muhafız suretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikâil olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm gördük dese görmemek mümkün müdür?
Hem Ebu Süfyan İbn-i Hâris İbn-i Abdülmuttalib (ammizâde-i Nebevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gök ile yer arasında, beyaz libaslı atlı zatları gördük.”
Eğer denilirse: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm madem Habib-i Rabbü’l-âlemîn’dir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir.
Amma لِلْمَلٰئِكَةُ ise, Cenab-ı Allahın melaikelerle yapmış olduğu şu karşılıklı konuşma içerisindeki mükaleme bir müşavere suretinde vaki' olmaklığıyla, işaret ediyor ki; Semavat ehlinin, yani Melaikenin, yerin sâkinleri olan insanlarla çok ziyade bir irtibatları ve bir alakaları ve fazla bir münasebetleri olduğuna olacağına da bakmaktadır. Evet, çünki: Melaikelerden insanlara müekkellikleri, hafazalıkları ve kâtiplikleri bulunmaktadır. Demek ki, onların beşer ile ve beşerin şu'ûn ve işleri ile pek fazla ihtimam içinde bulunmaları haklarıdır.
Günahkar İnsanlara Meleklerin Varlığının Ağır Gelmesi[değiştir]
Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
(2. Lem'a)
İ’lem eyyühe’l-aziz! Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse küfür tohumu vardır. Çünkü o masiyete devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve müptela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetinin ikaba mûcib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En-nihayet, gerek ikabı gerek dârü’l-ikabı inkâra sebep olur.
Ve keza masiyete terettüp eden hacaletten dolayı, o masiyetin masiyet olmadığını iddia etmekle, o masiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacaletten yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder.
Şayet yevm-i hesabı nefyeden edna bir vehmi bulursa o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En-nihayet nedamet edip terk etmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. –El-iyazü billah–
Meleklerin İnsanları Alkışlaması[değiştir]
Bahtiyardır o evlat ki peder ve validesinin hastalık zamanında, onların seriü’t-teessür olan kalplerini memnun edip hayır dualarını alır. Evet, hayat-ı içtimaiyede en muhterem bir hakikat olan peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, hastalıkları zamanında kemal-i hürmet ve şefkat-i ferzendane ile mukabele eden o iyi evladın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefadar levhaya karşı, hattâ melaikeler dahi “Mâşâallah, bârekellah” deyip alkışlıyorlar.
(25. Lem'a) --- Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşenü’l-Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: “Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Mesela, içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevap verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez.” diye Risale-i Nur’dan imdat istedi.
Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki ona dedim:
Evvela: Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında on adet usûl var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.
Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i a’zamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi hem en mükemmel ve câmi’ meyvesi olan Zat-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail aleyhisselâmdan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş.
İnsanların Meleklerden Farklılığı[değiştir]
İnsandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melaikeye benzer hem hayvanata benzer. Melaikeye ubudiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında, rububiyetin dellâllığında meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. Fakat insanın şerire ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan melaikenin hilafına olarak pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zatı için bir hisse aradığı için hayvana benzer. Öyle ise insanın iki maaşı var: Biri; cüz’îdir, hayvanîdir, muacceldir. İkincisi; melekîdir, küllîdir, müecceldir.
(24. Söz)
Eğer Hazret-i Âdem cennette kalsaydı melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı katedecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla cennetten ihraç edildi.
Şeytanın vücudunda cüz’î şerler ile beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var, mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nevinde, binler enva hükmünde sınıflar bulunmayacak. Bir şerr-i cüz’î gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafîdir.
Bak, görmüyormusun ki; insan, mesela Balın tatlılığını iki vech ile, belki bir çok vecihlerle anlayıp bildiği halde, Melek ise, bunu tadarak bilememektedir.
Diğer Bahisler[değiştir]
عَلٰى: خَتَمَ fiili müteaddî olduğu halde عَلٰى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin “alâmet” manasını ifade eden “vesm”i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatm, o mühür, kalplerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alâmettir ki daima melaikeye görünür.
Melekler ve Esma[değiştir]
Aynen öyle de Sâni’-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı; cilve-i esmasıyla eşkâlini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile bunlara “Mukaddir, Munazzım, Musavvir” isimlerini okutturuyor. Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tayin eder ki “Alîm, Hakîm” ismini gösterir.
...
İşte, cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev’i ve ruhanîler cemaati ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir.
(32. Söz)
Fakat çendan insan bütün esmaya mazhardır fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur.
(24. Söz)
Öyle de Sâni’-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var. Mesela “Gaffar” ismi, günahların vücudunu ve “Settar” ismi, kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi “Cemil” ismi de çirkinliği görmek istemez. “Latîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm” gibi esma-i cemaliye ve kemaliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esma-i cemaliye ve kemaliye ise melaike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle göstermek isterler.
كُلَّهَا: Âdem’in melaikeden cihet-i imtiyazı ve melaikenin muarazadan sebep ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı a’zamını melekler de bilirler.
Melekler ve Ahiret[değiştir]
Hem مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetiyle yani “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, bir tek nefsin ihyası gibi kolaydır. Kudretime ağır gelmez.” mealinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emir ile aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı a’zamın önüne getirir. Bir iş bir işe mani olmaz.
(7. Şua)
Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüz’î bir numunesi şudur ki:
İlmihalden iman dersini alan bir masum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vaveylâ eden diğer bir çocuğa: “Ağlama, şükreyle. Senin kardeşin meleklerle beraber cennete gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, her yeri seyredebilir.” deyip feryat edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir.
Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi bu hazîn kışta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldım. Biri, hem âlî mekteplerde birinciliği kazanan hem Risale-i Nur’un hakikatlerini neşreden biraderzadem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken tavaf içinde vefat eden âlime Hanım namındaki merhume hemşirem. Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesi’nde yazılan merhum Abdurrahman’ın vefatı gibi beni ağlatırken; imanın nuruyla o masum Fuad, o saliha Hanım, insanlar yerinde meleklere, hurilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını manen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları hem Fuad’ın pederi kardeşim Abdülmecid’i hem kendimi tebrik ederek Erhamü’r-Râhimîn’e şükrettim.
(11. Şua)
Ve madem melaikeler âhiretin ve âlem-i bekanın dairelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler.
(11. Şua)
Melekler, Vahiy ve İlham[değiştir]
Amma sair kelimat-ı İlahiye ise bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir unvan ve hususi bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir.
Mesela, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melaike-i izam ilhamatıdır.
...
Eğer şu “Dördüncü Esas”ın kıymettar sırrını fehmettin ise enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın.
(12. Söz)
Ve şu sırdandır ki “kelâmullah” unvanı kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’an’dan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir unvan ile hususi bir tecelli ile cüz’î bir isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
(25. Söz)
Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “kelâmullah” tahayyül edip âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.
İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.
...
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pek çok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.
(7. Şua)
Her Birinde 40.000 (veya 100.000) Dil Olan 40.000 (veya 100.000) Başlı Melekler[değiştir]
Mesela, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği mesela, kırk binler başlı, her bir başta kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki Zat-ı Zülcelal
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ
اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ
gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.
Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek, her bir ağacın her bir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi zeminin de ve zeminin her bir kıtasının da ve her bir dağ ve derenin de ve berr ve bahrinin de ve göklerin her bir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüz binler lisanlar bulunan ve her lisanda yüz bin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilan edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.
Evet, müteaddid eşya bir cemaat şekline girse bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet, imtizaç edip ittihat şeklini alsa onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.
İşte bak, misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan, bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, “Emr-i kün feyekûn”e mâlik Sâni’-i Zülcelal’ine ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi ona müekkel melek dahi ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.
(14. Söz)
Mesela, ferman etmiş ki: “Bazı melaikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var, her bir ağızda kırk bin dil ile kırk bin tesbihat yapar.” Şu hakikat-i hadîsiyenin bir manası var, bir de sureti var.
Manası şudur ki: Melaikenin ibadatı hem gayet muntazamdır, mükemmeldir hem gayet küllîdir, geniştir.
Ve şu hakikatin sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki kırk bin baş, kırk bin tarz ile vezaif-i ubudiyeti yapar. Mesela, sema güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin tek bir mahluk iken, yüz bin baş ile her başta yüz binler ağız ile her ağızda yüz binler lisan ile vazife-i ubudiyeti ve tesbihat-ı Rabbaniyeyi yapıyor. İşte küre-i arza müekkel melek dahi âlem-i melekûtta şu manayı göstermek için öyle görülmek lâzımdır.
Hattâ ben, mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim, her bir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve sanatları gördüm ki her biri Sâni’-i Zülcelal’in ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor.
İşte hiç mümkün müdür ki şu badem ağacının Sâni’-i Zülcelal’i ve Hakîm-i Zülcemal’i, bu camid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun manasını bilen, ifade eden, kâinata ilan eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?
(29. Söz)
Yirmi Dokuzuncu Söz’ün Dördüncü Esas’ında beyan edildiği gibi ve ehadîs-i şerifenin delâlet ettiği üzere: “Bazı melaikeler var ki kırk bin başı var. Her başında, kırk bin dili var. (Demek, seksenbin gözü dahi var.) Her bir dilde, kırk bin tesbihat var.” Evet, madem melaikeler âlem-i şehadetin envaına göre müekkeldirler; âlem-i ervahta o envaın tesbihatlarını temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzım gelir.
Çünkü mesela, küre-i arz bir mahluktur, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envaları var. Her nev’in, yüz binler dil hükmünde efradları var ve hâkeza… Demek küre-i arza müekkel meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı. Ve her başında da yüz binler dil olmalı ve hâkeza…
İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Musa aleyhisselâmın Hazret-i Azrail aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ Azrail aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikisine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için kendi eceline dikkat eden ve hizmetine set çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur…
Hem mesela, küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o fertlerin aza ve yaprak ve meyveleri miktarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarane temsil edip dergâh-ı İlahiyeye takdim etmek için kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve her bir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş.
(11. Şua)
Leyle-i Mi’rac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i maneviye sırrıyla, inşâallah her biriniz kırk bin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi kırk bin lisan ile bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz.
(14. Şuâ)
Elli senelik bir manevî ibadet ömrünü ehl-i imana kazandırabilen Leyle-i Beratınızı ruh u canımızla tebrik ederiz. Her biriniz, şirket-i maneviye sırrıyla ve tesanüd-ü manevî feyziyle kırk bin lisanla tesbih eden bazı melekler gibi; her bir hâlis, muhlis Nur şakirdlerini kırk bin dil ile istiğfar ve ibadet etmiş gibi rahmet-i İlahiyeden kanaat-i tamme ile ümit ediyoruz.
(14. Şuâ)
Mesela, sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve aza ve hüceyratı miktarınca yüz binler diller ile Sâni’ini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi bir acayibü’l-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise bu çok acib ve tam mutî, hayattar ve cismanî melaikeyi camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hēlik, manasız, hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaattar fabrikayı mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir.
(2. Şua)
Bu haşmetli ağacın bâtını ise hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizanlı fabrikaları kemal-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve tezgâhtır ki bir dirhemden bin batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle işler ki zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor. هُوَ الْبَاطِنُ ismini zeminin içyüzüyle yüz bin dil ile tesbih eden bazı melaike gibi yüz bin tarzlarda ilan edip ispat eder.
(11. Şua)
“Bir melaike var, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dil var. Her bir dilde kırk bin tesbihat yapıyor.” Altmış dört trilyon tesbihat aynı anda söylüyor. Demek küre-i hava, bu melaike gibidir. Yani bu melaikenin tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe, hava sahifesinde yazılıyor.
Küre-i hava diyor ki: “Bu hadîs, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki küllî bir şuurla yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi; ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hazır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”
Bu mübarek ramazanda iştirak-i a’mal düstur-u esasiyle, her bir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melaike hükmünde, kırk bin diller ile yani kardeşlerin adedince manevî dilleri ile ettikleri ve edecekleri dualar, rahmet-i İlahiye nezdinde makbul olmasını o lisanlar adedince, Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’den niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki ramazanınızı tebrik ediyoruz.
Risale-i Nur’un hakiki ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla her bir hâlis, hakiki şakird bir dil ile değil belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakiki, müttaki bir şakird dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstahak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvi ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.
Melekler, Maddiyat/Cismaniyet ve Süratleri[değiştir]
Ana Madde: Cismaniyet ve Sürat
Her bir insan aklıyla hayal süratinde seyeranı, her bir veli kalbiyle berk süratinde cevelanı ve cism-i nurani olan her bir melek ruh süratinde arştan ferşe, ferşten arşa deveranı, ehl-i cennetin insanları, Burak süratinde haşirden beş yüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalplerinden daha latîf ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan ruh-u Muhammedînin (asm) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (asm), elbette onun ruh-u âlîsiyle arşa kadar beraber gidecektir.
....
Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin arştan ferşe, ferşten arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır.
(31. Söz)
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.
(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))
Meleklerin Semavi Taşlarla Taşlaması[değiştir]
Evet bu tokattan, pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur’an’a tarziye vermezse melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını bu sure bir mana-yı işarî ile tehdit ediyor.
Evet, bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları, böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir.
Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki öyle bir Sultan’ın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.
Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki öyle azametli mutî askerleri var. Faraza şeytanlarınız dayanabilseler onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.
Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki cünudundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar.
Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler. Daha sair âyâtın manalarındaki kuvvet ve belâgatı ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.
(25. Söz)
Ey insan-ı hakir, sağir, âciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melaike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı ezel’e isyan ediyorsun? Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun?
(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)
Melekler ve Kelimeler[değiştir]
Evet, Şems ve Kamer'in Hâlık-ı Zülcelalinin kelâmının melaike misal kelimeleri nerede? Sonra beşerin tezvirkârane ve hayalî tarzda zenbur (Eşek arısı) gibi vızıltıları nerede?
(Katre (Mesnevi-i N. (Badıllı)))
"Kelâmullah olan Kur'an o kadar hayatdar ve kıymetdardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedini ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melaikeler kâtib ve zerreler, nutfeler ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa bitiremezler."
Evet bitiremezler. Çünki Cenab-ı Hak beşerin zayıf, ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semavatın Padişah-ı Bîmisal'inin arz ve semavata bakan ve arz ve semavatta umum zîşuurlara hitab eden kelâmının herbir kelimesi, zerrat-ı havaiye adedince kelimeler olur.
...
Bütün melaikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nev' kelâm-ı İlahîdir. Bu kelâmın kelimatı elbette gayr-ı mütenahidir. Saltanat-ı mutlakanın nihayetsiz cünudunun mütemadiyen aldıkları ilham, evamir-i İlahiyenin kelimatı ne derece çok ve nihayetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.
Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı a’zam tarafına sevk etmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.
Evet, sair kelâmların Kur’an’ın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir. Evet, her biri birer hakikat-i sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur’an’ın kelimatı nerede? Beşerin fikri ve duygularının âyineciklerinde kelimatıyla tersim ettikleri manalar nerede?
Evet, envar-ı hidayeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelal’inin kelâmı olan Kur’an’ın melaike-misal zîhayat kelimatı nerede? Beşerin hevesatını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimatı nerede? Evet, ısırıcı haşerat ve böceklerin, mübarek melaike ve nurani ruhanîlere nisbeti ne ise beşerin kelimatı, Kur’an’ın kelimatına nisbeti odur.
(25. Söz)
Evet vesvese-i sârık, bâvehm-i şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki:
Lâ İlahe İllâ Hû…
Ey teşehhî ve heves ile tevil edici efendi! Bu teşbih ile teselli etme. Zîrâ bu teşbih temsildir. Senin mânân bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil, belki kalb ve vicdana ervah-ı hakâiki vahyeden o kitab-ı kâmilin kelimatı melâike gibidirler. Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır.
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın her bir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber; tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rast geldikçe ve melek ve sair zîşuur ruhanîler kıraatını dinledikçe her bir harfi öyle bir çekirdek olur ki hasenat cihetinden öyle bir manevî sümbül teşekkül eder ki o sümbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının âyinelerinde temessül eden milyonlarca o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsavi gelir.
(Barla L.)
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
Ruhani ve Melekler[değiştir]
- Ruhani: Melekler gibi maddi olmayan, ibadet ve tesbihat görevleri bulunan ve Allah'a isyan etmeyen şuurlu varlıklar
- Cebrail: 4 büyük melekten biri olan vahiy meleği
- Mikail: 4 büyük melekten biri olan ve canlıların rızıkları, dolayısıyla yağmurların yağması ve bitkilerin gelişmesi gibi işlere nezaretle görevli olan melek
- İsrafil: 4 büyük melekten biri olan ve sura üflemekle görevli olan melek
- Cebrail: 4 büyük melekten biri olan ve ruhları almakla görevli melek
- Mukarrebin Melekler: İçinde Cebrail, Mikail, Azrail ve İsrafil'in de olduğu Allah'a en yakın melekler, melaike-i izam
- Hamele-i Arz: Arza nezaret eden Sevr ve Hut namında iki melek
- Hamele-i Arş: Arşı (ve semayı) taşımakla görevli İnsan, Nesir, Sevr ve Hut adlı 4 melek
- Mele-i A'la: Peygamberlerin ruhları ile yüce meleklerden oluşan yüce meclis
- İlham Meleği: Kalbte iyiliği ilham eden melekler
- Zebani İnsanları cehenneme sevkeden ve cehennemi yöneten melekler
- Sıyanet Meleği: Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melekler
- Münker ve Nekir: Ölümden sonra insanları sorguya çekeceği belirtilen iki melek
- Melek-i Ra'd: Gök gürültüsüne nezaret eden melek, Gök Gürültüsü Meleği.
- Kiramen Katibin: insanların yaptıkları iyilik ve kötülükleri yazan ve bu amaçla onları takip etmekle görevli bulunan melekler.
Habis Ruhlar[değiştir]
- Şeytan: Meleklerin tam zıddına sadece şer ile meşgul olan mahlukat
- Şahab: Sema haberlerine kulak hırsızlığı yapmaya çalışan şeytanları taşlamak için meleklerin attığı gök cismi
- Kulak Hırsızlığı: Şeytanların semada melekler arasındaki haberleri çalmaya çalışması, istirak-ı sem'
Diğer İlgili Maddeler[değiştir]
- Melekut: Cisimlerin gösterdiği ibadet vazifesini ve tesbih hizmetini meleklerin temsil ettiği alem; melekler âlemi; varlıkların ilâhî isimlere bakan iç yüzü
- Temessül: Görünme, yansıma, benzer şekil ve sûrete girme demek olup melekler bazen farklı suretlerde temessül eder
- İlham: Çoğunlukla vasıtasız olarak, bazen de ilham melekleri vasıtasıyla Allah tarafından melek, insan, cin, hayvan ve cansızlara gelen ilâhî emir, düşünce, hâlet ve duygular
- Yıldız: Bazı meleklerin bineği
- Ruh: İnsanların ve hayvanların hayatiyetini sağlayan unsur.
- Dıhye Bin Halife: Hz. Cebrail'in bazen Peygamberimizin meclisinde suretinde göründüğü cemal sahibi sahabi
- Vahiy: Peygamberlere vahiy meleği Cebrail'in getirdiği Allah'ın buyruğu
Kaynakça[değiştir]
- ↑ https://islamansiklopedisi.org.tr/melek
- ↑ Ehemmiyetlidir.
- ↑ Bazı ehl-i keşfin kat’î müşahedesiyle sabittir.