Şeytan
Şeytan (çoğulu şeyatin) veya İblis, cin taifesinden olup insana musallat olan ve doğru yoldan saptırmaya çalışan ve Cenab-ı Allah tarafından şerr-i mahz olarak yaratılan bir ruhanî varlıktır. Allah Hz. Âdem’i yarattığında ona secde edilmesini emretmiş, melekler secde ettiği halde şeytan kendisinin ateşten, Âdem’in ise çamurdan yaratıldığı gerekçesiyle kendisinin daha üstün olduğunu iddia ederek kibirlenip ilâhî emre karşı çıkmış, bunun üzerine Allah'ın rahmetinden kovulup uzaklaştırmıştır ve şeytan Allah'ın izniyle kıyamet gününe kadar insan türüne düşmanlık ederek onları çeşitli hile ve desiselerle aldatmaya çalışmaktadır. Şeytanların Hz. Adem'e secde etmeyi reddeden en büyüğüne İblis dendiği gibi her insanın da ayrı bir şeytanı vardır. Bazı insanlar da habis ruhlarıyla şeytan vazifesi görerek insî şeytan olarak anılır. Şeytanet, şeytanlık demektir. Hizb-üş Şeytan şeytın ordusu ve grubu anlamında olup şeytanı ve ona uyanları kapsar. Kur’ân-ı Kerîm’de on sekizi çoğul olmak üzere seksen sekiz yerde şeytan (on bir yerde iblîs) kelimesi yer almaktadır. Kur'an'da 18'i çoğul olmak üzere 88 yerde şeytan (11 yerde iblîs) kelimesi geçer. Âdem’in yaratılışının ardından meleklerden ona secde etmelerinin istendiğine dair 9 âyette iblîs, Âdem ile eşinden üreyip çoğalan insan türüne düşmanlık ederek onları çeşitli hile ve desiselerle aldattığını bildiren âyetlerde şeytan kelimesi geçmektedir. Kur’an’da şeytanla insan türü arasındaki ilişkiye veya mücadeleye temas eden birçok âyet bulunmaktadır. Kur’an’da şeytanın yandaşları ve ordusundan, zürriyetinden ve dostlarından söz edilmektedir. Kur’an’da inkârcıların şeytanlarla beraber haşredileceği ve dünyada bir arkadaş gibi onunla birlikte hareket eden kişinin kıyamet günü, “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı” diyeceği ifade edilir.
Şeytan kelimesi pek çok hadis rivayetinde yer almaktadır. Hz. Peygamber şeytanın şerrinden Allah’a sığınmış ve her müslümanın ondan Allah’a sığınmasını emretmiştir. Hz. Peygamber herkesin bir şeytanının bulunduğunu belirtmiştir. Kur’an’da meleklerin Âdem’e secde ettiğini bildiren bir âyette (Kehf 50) “cinlerden olan İblîs” istisna edilmiştir. Meleklerin Allah'a asla isyan etmeyeceği göz önünde tutan alimler şeytanın meleklerden olmayıp cinlerden olduğunu söylemiştir.[1]
Diğer İsimleri[değiştir]
İblis (Şeytanların Hz. Adem'e secde etmeyi reddeden en büyüğü), Mârid (bir görüşe göre Saffat 7'de geçen "mârid" (itaat dışına çıkan, göklerden haber uçuran şeytan) ifadesiyle ifritler kast edilmektedir), Şeytan Aleyhilla'ne (Lanet üzerine olsun), Şeytanirracim (Taşlanmış, kovulmuş şeytan), şeytan-ı lâîn (Lanete müstehak şeytan), Şeytan-ı Aleyhi Mâ Yestehık (Hakkettiği Üzerine Olsun), Ervah-ı Habise (Kötü ruh sahipleri), Hannas, Ğarur (aldatan), Azazil
Kur'an'da İsminin Geçtiği Yerler[değiştir]
Kur'an'da 18'i çoğul olmak üzere 88 yerde şeytan (11 yerde iblîs) kelimesi geçer.
Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti[değiştir]
Risale-i Nur'da şeytan ve iblis ile ilgili çok sayıda bahis vardır. Bu konudaki kapsamlı risale ve parçaların listesi ve içeriği:
- 13. Lem'a: Şeytandan istiaze (Allah'a sığınma) sırrına dairdir. Bu risaledeki bahisler:
- 1. İşaret: Şeytanlar hiçbir şey icad edemedikleri, Cenab-ı Hak ehl-i hakka taraftar olduğu ve hakkın çekici güzelliği olduğu halde şeytanın ordusunun çoğu zaman galip gelmesinin ve her zaman şeytandan Allah'a sığınılmasının hikmeti,
- 2. İşaret: Şeytanların yaratılmasının ve Allah'ın onların şerrine izin vermesinin hikmeti,
- 3. İşaret: Kur’an'da icat kabiliyeti olmayan şeytana karşı bu kadar tehditlerin hikmeti,
- 4. İşaret: Hayırların ekseriyetle vücuda (varlığa) ve şerlerin ekseriyetle ademe (yokluğa) dayanması,
- 5. İşaret: Allah'ın bu kadar ikazına rağmen ehl-i imanın şeytanların zayıf hilelerine hâlâ aldanmasının sebebi,
- 6. İşaret: Şeytanın hassas insanlara küfrün hayal edilmesini küfrün onaylanması zannettirmesi hilesi,
- 7. İşaret: Mutezilenin şerrin yaratılmasını Allah'a vermemelerinin, insanın kendi fiilini yarattığını söylemelerinin ve büyük günah işlemenin insanı kafir yaptığına dair görüşlerinin yanlışlığı,
- 8. İşaret: Küfür ve dalaletin kısımları ve bu kadar karanlıklı olan küfür yoluna çoğu insanlar girme sebebi,
- 9. İşaret: Hidayet ehlinin o kadar yardıma mazhar oldukları halde çok defa şeytanın ordusuna yenilmesinin hikmeti,
- 10. İşaret: İblisin en mühim bir hilesinin kendisini kendine tabi olanlara inkâr ettirmesi olması,
- 11. İşaret: Ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahlarının kâinatın hiddetini üzerine çekmesinin hikmeti,
- 12. İşaret: Kısa bir hayatta sınırlı günahın sonsuz cehennemi netice vermesindeki adalet; Cehennemin hatalı amellerin karşılığı ama cennetin Allah'ın lütfuyla olması; günahların bire bir ama sevapların 10 kat veya daha fazla yazılmasının hikmeti; ve dalalet ehlinin galebelerinin onlarda bir hakikat olduğu anlamına gelmediği,
- 13. İşaret: Şeytanın büyük bir hilesinin iman hakikatlarının büyüklüğünü nazara verip insanın aczi noktasında inkar hissi uyandırması; şeytanın mühim bir hilesinin insana kusurunu itiraf ettirmemesi olması ve bunun çaresi; ve şeytanın bir mü’minin bir tek günahıyla bütün sevaplarını örtmesi hilesi,
- 26. Mektubun 1. Mebhası: Şeytanın Kur'an'ın insan sözü olduğuna dair vesveseye verilen ikna edici cevap (benzeri bir parça Lemeat'ta da mevcuttur,
- 15. Söz: Yıldız kaymalarının şeytanların taşlanmasına işaret olduğunu izahı,
- 20. Sözün 1. Makamı: Kur'an'ın bir ineği kesmek gibi küçük bir olayı büyük bir olay olarak anlatıp koca sureye Bakara (İnek) adı verilmesinin hikmesi; Hz. Adem'e şeytanın secde etmemesinin gaybi bir olay olmasına rağmen Kur'an'da yer alması; ve taşların tabi hallerinin Kur'an'da ehemmiyetle beyan edilmesinin hikmeti,
- 21. Sözün 2. Makamı: Şeytanın vesvesesi hakkında 5 yara ve 5 merhemi,
- 29. Mektubun 6. Kısmı: Şeytanın 6 desisesi (Şöhret hırsı, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet ve tenbellik/rahata düşkünlük) ve çaresi,
- 28. Lem'anın 28. Nüktesi: Cin ve şeytanların semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapması,
- İşarat-ül İ'caz: "(Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları vakit "(Biz de) iman ettik" derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler." mealindeki Bakara suresinin 14. ayetinin tefsiri.
Risalelerdeki diğer bahisler:
- Şeytanlar hiçbir şey icad edemez. Varlık, mevcut bir sebep ister, kötülükler ise çoğunlukla yokluğa dayanır. Aslında hilesi pek zayıf olan şeytanlardan ders alan dalalet ehli zayıf bir kuvvet ile bazen hak ehlini mağlup eder. Bu yüzden Kur'an şeytana aldanmamaları için insanları şiddetle ikaz eder. Kur'an'a, Peygamberimizin şeriatına ve sünnetine, takvaya, iman hakikatlarına, ehl-i sünnet velcemaat mezhebine dayananlar ve Allah'a sığınıp günahlarından af dileyenler şeytanlardan korunur.
- Hayrı ve şerri Allah yaratmıştır. Şerrin yaratılması değil, şerrin irade ile işlenmesi kötüdür. Şeytanların yaratılmasında az miktarda kötülüğe karşılık çok fazla hayır vardır. Şeytanların musallatıyla insanların önünde kabiliyetlerini geliştirme ve hadsiz terakki etme kapısı açılır. Az şer olmasın diye büyük hayırlar terk edilmez. Şeytan yüzünden cehenneme giren keyfiyetsiz insanlara bedel insanlığın yıldızı olan kamil insanlar cennet girerler.
- İnsanda nefis her zaman şeytanı dinlediğinden ve şeytan az bir ademî emir ile insanı kandırabildiğinden büyük günah işleyen küfre girmez. Büyük günahları işlemek imansızlıktan değil, akıl ve kalbin his, heves ve vehme mağlup olmasından ileri gelir.
- Şeytanın hilelerinden biri küfrün hayal edilmesini hassas insanlara küfrün onaylanması zannettirmesidir. Halbuki bu doğru olmadığı gibi vesvesenin ilacı ona önem vermemektir.
- Mutezilenin "insan kendi fiilini yaratır" hükmü yanlıştır. Kötülüğün yaratılması değil onun irade ile işlenmesi kötüdür.
- Küfür iki kısımdır: (1) İnkar etmek (adem-i kabul): Bu yol kolaydır ve çoğu insan buna sapar; (2) İmanın zıddına bir yol açmak (kabul-ü adem): Bu yol zordur ve zerre kadar aklı ve şuuru olan bu yola girmemelidir.
- Kur’an'ın kafirler hakkında bir rahmet yönü vardır ki Kur'an'ın verdiği baki hayat ihtimaliyle küfr-ü mutlak'tan küfr-ü meşkuk'a çıkarlar ve bu ihtimal ile dünya hayatı onlara cehennem olmaktan bir derece çıkar.
- İblisin en mühim bir hilesi kendini, kendisine tabi olanlara inkâr ettirmektir. Risale-i Nur'da buna tatmin edici cevap olduğu gibi ruhanî ve meleklerin varlığını ispatlayan deliller şeytanların da varlığına delildir.
- Küfür ile bütün yaratılmışların hakkına girildiğinden ve küfür Allah'ın bütün isimlerini inkar anlamına geldiğinden hadsiz bir cinayetttir ve kafirin ebedi cehennemde kalması adalettir. Kur'an'da anlatılan geçmiş kavimlerin başına gelen olaylarda olduğu gibi kainat unsurları da kafire karşı öfkelenir.
- Şeytanın büyük bir hilesi iman hakikatlarının büyüklüğünü nazara verip insanın aczi noktasında inkar hissi uyandırmasıdır. Bunu susturan sır ve hakiki cevabı “Allahu ekber”dir.
- Şeytanın mühim bir hilesi insana kusurunu itiraf ettirmemesidir. Bunun çaresi şudur: nefsini suçlayan kusurunu görür ve itiraf eder; kusurunu itiraf eden Allah'tan af diğer; af dileyen ondan Allah'a sığınır; ve Allah'a sığınan şeytanın şerrinden kurtulur.
- Şeytanın toplum hayatına zarar veren bir hilesi de bir mü’minin bir tek günahıyla bütün sevaplarını örtmesidir. Halbuki bir adamın iyilikleri fenalıklarından nitelik veya nicelik açısından fazlaysa o adam muhabbet ve hürmeti hak eder.
- Şeytanın güya tarafsız olarak bakıp Kur'an'ı insan sözü olarak kabul ettirmeye calışmasına karşılık Bediüzzaman kapsamlı bir izahla bu vesveseye ikna edici bir cevap verir.
- Kur'an inmeye başladığında vahye bir şüphe gelmemesi için şeytan ve cinler yıldızlarla taşlanarak kulak hırsızlığı yapmaları önlenmiştir. Şeytanların taşlanmasına bir alamet yıldızların kaymasıdır. Bu hakikat 15. Sözde 7 basamakta izah edilir.
- Büyük ve önemli hayırlı bir işte bulunanlarla, hususan iman hizmetinde çalışanlarla çok uğraşan şeytana karşı ihlas kuvvetine dayanmak gerektir.
- İnsanın vazifesi, Allah’a karşı kulluk; takvası, büyük günahları terk; ve cihadı, nefis ve şeytanla mücadelesidir.
- Bediüzzaman Risale-i Nur'da iman hakikatlarının izahında Kur'an'ın temsil yöntemini kullanarak akıl, vehim, hayal, nefis, heva ve hatta şeytanı dahi susturacak dersler verir.
- İnsanlarda şeytan vazifesini gören habis ruhlar vardır. Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır.
- Hz. Adem yaratıldığında meleklerin bunun hikmetini sorup Allah'ın onlara cevap vermelerini izah ettiği bahiste Bediüzzaman bu konuşmadan iblisin enaniyetinin ve kibrinin melaikeye sirayet ettiğininin anlaşıldığını ve soru sormalarına bir taifenin itirazının da karıştığını beyan eder.
- Melekler, görünen sebepler ve şeytanlar güzellikleri görünmeyen ve hikmeti anlaşılamayan şeylerde Cenab-ı Allah'ın icraatine perdedir ve Allah'ın kusurdan münezzeh olmasına hizmet ederler.
- Cenab-ı Hak tamamen hayır olarak melekleri, tamamen şer olarak şeytanı, hayır ve şerden mahrum olarak hayvanları ve hayır ve şerri içinde barındıracak insanları yaratmıştır.
- Hz. Süleyman'ın cin ve şeytanları bir mucize olarak emri altına alması ve onların kötülüklerine engel olup bazı işlerde çalıştırmasından örnek alarak insanlık Allah'a itaat ederek bu yolda gidebilir.
- Bediüzzaman iman hizmetinde nur-u Kur’an’ı elde tutmak için "Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım" demiş ve bu zamanda içine çok fazla yalan, hile ve şeytanlık girdiğini söylediği siyaseti bırakmıştır.
- Kureyşliler hicret arefesinde Peygamberimizi öldürmek için insan suretine girmiş bir şeytanın yol göstermesiyle her kabileden adam seçerek suikast etme girişiminde bulunmuşlardır.
- Sadık rüyalarda şeytan peygamber suretinde görünemez.
- Sekerat (ölüm anı) vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verebilir. Risale-i Nur'un kazandırdığı tahkiki iman yalnızca akılda durmayıp kalp, ruh, sır vb. latifelere nüfuz ettiğinden şeytanın eli oralara yetişemez ve mü'minlerin imanlarını ellerinden alamaz.
- Bu zamanda dinsizler İslâmiyet’e açtıkları savaşta hanımları çıplaklığa sevk ederek ehl-i imana saldırıyorlar.
- San'at-ı fıtriyesi gereği kalbi ve fikri daima dalaleti telkin ve küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan şeytanın kalbinde ve fikrinde marifet için boş bir yer kalmıyor.
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Buraya yukarıda içeriği beyan edilen şeytan hakkındaki kapsamlı risaleler dışında kalan münferit bahisler alınmıştır
Şeytana Uyma, Onunla Mücahede ve İhlas[değiştir]
Ana Madde: İhlas
İşte ey tembel nefsim! O dalgalı meydan-ı harp, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise cemiyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise şu asrın cemaat-i İslâmiyesidir. O iki nefer ise biri feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebairi terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki Müslüman’dır. Diğeri, Rezzak-ı Hakiki’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgele günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o talim ve talimat ise –başta namaz– ibadettir. Ve o harp ise nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalp ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri, hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, ona tevekkül edip emniyet etmektir.
(5. Söz)
Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek o semavata urûc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dürbünüyle, kalbinizle Rabb’inize bakasınız.
(20. Söz)
Aziz kardeşim, o mebhas çok mühimdir. Çünkü ehl-i zındıkanın üstadı, şeytandır. Şeytan ilzam edilmezse onun mukallidleri kanmazlar. Kur’an-ı Hakîm, kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için zikrettiğinden bana bir cesaret verildi ki bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü göstermek için –farz-ı muhal suretinde– hizbü’ş-şeytanın efradı, mesleklerinin iktizasıyla kabul etmeye mecbur oldukları ve ister istemez manen meslek diliyle diyecekleri ahmakane tabiratlarını titreyerek istimal ettim. Fakat o istimal ile onları kuyu dibine sıkıştırıp meydanı baştan başa Kur’an hesabına zapt ettik, onların foyalarını meydana çıkardık.
Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf aleyhisselâm اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّٖى demesiyle nefs-i emmareye itimat edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.
Malûmdur ki insan, hasbe’l-kader çok yollara sülûk eder. Ve o yolda çok musibet ve düşmanlara rast gelir. Bazen kurtulursa da bazen de boğulur. Ben de kader-i İlahînin sevkiyle pek acib bir yola girmiştim. Ve pek çok belalara ve düşmanlara tesadüf ettim. Fakat acz ve fakrımı vesile yaparak Rabb’ime iltica ettim. İnayet-i ezeliye beni Kur’an’a teslim edip Kur’an’ı bana muallim yaptı.
İşte Kur’an’dan aldığım dersler sayesinde o belalardan halâs olduğum gibi nefis ve şeytan ile yaptığım muharebelerden de muzafferen kurtuldum. Bütün ehl-i dalaletin vekili olan nefis ve şeytanla ilk müsademe سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ وَ لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ kelimelerinde vuku buldu. Bu kelimelerin kalelerinde tahassun ederek o düşmanlarla münakaşalara giriştim. Her bir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukua geldi. Bu risalede yazılan her bir kelime her bir kayıt, kazandığım bir muzafferiyete işarettir.
Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise erzakını, libasını, silahını vermektir. Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle –mesela– iştigal eden bir asker, şakî ve hain olur.
Bu itibarla insanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.
Şeytanın İlzamı[değiştir]
هُوَ nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, her bir parçası hattâ her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizam ile taşıdığını hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp, hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çıktığı ve o her zerre ve her parçacık, bu acib vazifeleri görmekle beraber kemal-i serbestiyet ile cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor. Ben aynelyakîn müşahede ettim.
Demek, ya her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.
Evet, her gün her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici her bir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere her birisine bir لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ı lamba yaptığı gibi öyle de o kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikas eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî’nin şiddetli ve inatları kıran tehditlerini, her vakit Kur’an’ı okumakla tahattur edip nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle Kur’an, gayet mu’cizane tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur’aniyeyi hakikatsiz tevehhüm etmekten şeytan bile kaçar. Ve onları dinlemeyen münkirlere cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.
(11. Şuâ)
Hazret-i İmam-ı Cafer-i Sadık, pederleri İmam-ı Muhammedü’l-Bâkır’dan, o da pederi İmam-ı Zeynelâbidîn’den, o dahi İmam-ı Ali’den nakleder ki: Fatımatü’z-Zehra, yalnız ikisine kâfi gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali’yi gönderdi; tâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrif etti ve emretti ki o yemekten her bir ezvacına birer kâse gönderildi. Sonra kendine hem Ali’ye hem Fatıma ve evlatlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fatıma der: “Tenceremizi kaldırdık, daha dolu olup taşıyordu. Meşiet-i İlahiye ile hayli zaman o yemekten yedik.”
Acaba niçin bu nurani, yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mu’cize-i berekete, gözün ile görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz.
Muhaddisler nakl-i sahih ile İbn-i Mesud’dan beyan ediyorlar ki İbn-i Mesud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnileri ihtida için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnilerin geldiklerini haber verdi.
Hem İmam-ı Mücahid, o hadîste İbn-i Mesud’dan nakleder ki: O cinniler bir delil istediler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti. İşte cin taifesine bir tek mu’cize kâfi geldi.
Acaba bu mu’cize gibi bin mu’cizat işiten bir insan imana gelmezse cinnîlerin يَقُولُ سَفٖيهُنَا عَلَى اللّٰهِ شَطَطًا tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan meydana çıktığı vakit bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı:
Birisi: Dostlarında hiss-i taklidi, yani sevgili Kur’an’ın üslubuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi…
İkincisi: Düşmanlarda bir hiss-i tenkit ve muaraza, yani Kur’an üslubuna mukabele etmekle dava-yı i’cazı kırmak hissi…
İşte bu iki hiss-i şedit ile milyonlar Arabî kitaplar yazılmışlar, meydandadır. Şimdi bütün bu kitapların en beliğleri, en fasihleri Kur’an’la beraber okunduğu vakit, her kim dinlese kat’iyen diyecek ki Kur’an bunların hiçbirisine benzemiyor. Demek Kur’an, umum bu kitapların derecesinde değildir. Öyle ise herhalde, ya Kur’an umumunun altında olacak; o ise yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse hattâ şeytan bile olsa diyemez. (Hâşiye[2]) Öyle ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, yazılan umum kitapların fevkindedir.
Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.
O Yeni Said’in münazarasıyla, nefis ve şeytanın tam mağlup edilmesi ve susturulması gibi Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikati kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor.
Demek bu Arabî Mesnevî mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dâhilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise meşhudat hükmünde ve ilmelyakîn ise aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.
İnsi Şeytanlar[değiştir]
Mesela, bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı arz ve semavat dahi değil hususi bir rububiyet belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabb’i ve Hâkim’i haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat Sultanı’nı tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumî gibi umumî ve dehşetli âfatı nev-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş.” diye manasız hezeyanlar ediyorlar.
(14. Söz)
İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervah-ı habîse bilmüşahede bulunduğu gibi cinnîden cesetsiz ervah-ı habîse dahi bulunduğu, o kat’iyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilse idiler o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki: “İnsan suretindeki gayet şerir ervah-ı habîse, öldükten sonra şeytan olur.”
Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken sefahet ve dalaleti terviç eden bir şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: “Biz, hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma.”
(11. Şua)
İ’lem eyyühe’l-aziz! Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:
“Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelî’nin nakşı, mülkü olmuş olsa idi bu kadar miskin, bîçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâni’in kalemi çalışmış olsaydı bu kadar cahil, yetim, miskin olmazlardı.” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytan-ı insî!
Aziz, sıddık ve sadık, muhlis ve hâlis kardeşim İbrahim Hulusi Bey!
Mektubunda beyan ediyorsun ki Eğirdir gibi orada muvaffak olmuyorsun. Ondan telaş etme. Orada öyle esbab var ki bütün bütün tevakkuf ve tatil neticesini verebilirdi. Cenab-ı Hakk’a şükür yine tevakkuf değil, muvaffakıyet var.
O manevî esbabdan biri şudur ki: Cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleri ile seni bir çember içine alıp Nurlara hizmetini tahdid etmek için sezdirmeyerek perde altında çalışmışlar.
(Barla L.)
Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için: İnsanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menba'ları ve tabiatlarındaki muzır ma'denleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimin hırs-ı intikamını, kimin hırs-ı câhını, kimin tama'ını, kimin humkunu, kimin dinsizliğini, hattâ en garibi, kimin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.
Her İnsanın Kendi Şeytanı[değiştir]
İşte bak, nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki böyle bir zatın bütün davalarının esası olan لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?
(19. Söz)
Ey derd-i maişetle müptela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dâfiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme: “Maişetim dardır, idare edemiyorum.” Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. Bunun çok kat’î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum. Şu sözüme kanaat et. Kasem ederim şu hakikat gayet kat’îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli.
Her ihtimale karşı bu sabah ihtar edilen bir meseleyi beyan etmek lâzım geldi. Bizim, Kur’an’dan aldığımız hakikatler; güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını yirmi seneden beri “Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?” diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri de susturur.
(13. Şuâ)
Kezalik nefsin temerrüdünden de korkma. Çünkü benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamayarak inkıyada mecbur olduğu gibi şeytanım da اَيْنَ الْمَفَرُّ diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi daha tâğî daha şakî değiller.
Risaletü’n-Nur’un hizmetinde ekser şakirdleri birer nevi keramet ve ikram-ı İlahî hissettikleri gibi; bu âciz kardeşiniz çok muhtaç olduğu için çok nevilerini ve çeşitlerini hissediyor. Ve bu sıralarda bu havalideki şakirdler, yeminle itiraf ediyorlar ki biz, Nur’un hizmetinde çalıştıkça hem maişetçe hem istirahat-i kalpçe bir genişlik, bir ferah zahir bir surette hissediyoruz. Ben kendimce o kadar hissediyorum ki nefis ve şeytanım dahi o bedahete karşı hayret ederek sustular.
Şeytan ve Taraftarlık[değiştir]
Ana Madde: Tarafgirlik
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse ona hâşâ lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Melek ve Şeytan[değiştir]
Ana Madde: Melek
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse ona hâşâ lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür
İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.
Muhalif tarafında eğer meleği görse libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adâvet, lanet eder.
(Lemeat)
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.
Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.
(Lemeat)
Şöyle ki: وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ cümlesi اِنّٖٓى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalini tafsil ve ibhamını tefsirdir.
Ve keza Cenab-ı Hakk’ın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme mütevakkıftır.
Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melaikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melaikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melaike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakk’ın hikmetini ikrar ettiler. Kur’an-ı Kerîm buna işareten ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنٖى بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُلَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ dedikten sonra, قَالُوا evvelce iblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ dediler. Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i câmiiyetinden dolayı melaikenin aczi zahir oldu, makamın iktizası üzerine Âdem’in iktidarının beyanı icab etti ki muaraza tamam olsun. Bunun için قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْ hitabıyla Âdem’e ferman etti. Sonra vaktâ ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmalînin bu tafsilata netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّٖٓى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ yani “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”
Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki iblisin enaniyeti, kibri, melaikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.
(Hutuvat-ı Sitte (Asar-ı Bediiyye))
İşte nasıl ki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahirî sebepler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler.
Aynen öyle de cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünkü bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahripten ve vazife yapmamaktan –ki birer ademdirler– ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.
Bu şeytanî ve şerli perdeler, o kusurata merci olup itiraz ve şekvaları bi’l-istihkak kendilerine alarak Cenab-ı Hakk’ın takdisine vesile oluyorlar. Zaten şerli ve ademî ve tahripçi işlerde kuvvet ve iktidar lâzım değil; az bir fiil ve cüz’î bir kuvvet, belki vazifesini yapmamak ile bazen büyük ademler ve bozmaklar oluyor. O şerir fâiller, muktedir zannedilirler. Halbuki ademden başka hiç tesirleri ve cüz’î bir kesbden hariç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o şerler ademden geldiklerinden o şerirler hakiki fâildirler. Bi’l-istihkak, eğer zîşuur ise cezayı çekerler. Demek, seyyiatta o fenalar fâildirler.
Fakat haseneler ve hayırlarda ve amel-i salihte vücud olmasından, o iyiler hakiki fâil ve müessir değiller. Belki kabildirler, feyz-i İlahîyi kabul ederler ve mükâfatları dahi sırf bir fazl-ı İlahîdir, diye Kur’an-ı Hakîm مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ ferman eder.
Elhasıl: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve cennet ve cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ve bütün adem âlemleri سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin envarından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.
(11. Şua)
Cenab-ı Hakk’ın; iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır. Mesela, Bedir gibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kiram’a yardım etmek üzere küffar ile muharebe etmek için melaikenin semadan inzalini iktiza eden ismi, melaike ile şeyatîn yani semavî olan ahyar ile arzî eşrar arasında muharebenin vukuunu istib’ad değil, iktiza eder. Evet Cenab-ı Hak, melaikeye bildirmeksizin şeytanları def’ veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetinin iktizası üzerine bu kabîl mücazatın müstahaklarına ilan ve teşhiri, azametine lâyıktır.
Malûmdur ki bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melaike, ulüvv-ü şanlarından şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kādir ve câmi’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa beşer, mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur çünkü özrü yoktur.
Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki şeytan ile melek-i ilham, kalp taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de tedai-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazen kalp yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.
(21. Söz)
Şeytan ve İnat[değiştir]
Ana Madde: İnat
İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür
İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.
Muhalif tarafında eğer meleği görse libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adâvet, lanet eder.
(Lemeat)
Şeytanların İnsana Hizmet Etmesi[değiştir]
Hem mesela, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habîseyi teshir edip şerlerini men’ ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:
مُقَرَّنٖينَ فِى الْاَصْفَادِ …اِلٰى اٰخِرِ
وَمِنَ الشَّيَاطٖينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَ …اِلٰى اٰخِرِ
âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk’ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir.
Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
İşte beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faydalı suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi bazen kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habîseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler hem فَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise medenilerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddi ve ciddi bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil belki ciddi olarak ve ciddi bir maksat için Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrub etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki âyetler ona işaret eder. Ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi sanat ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
(20. Söz)
Deccal ve Şeytan[değiştir]
Ana Madde: Deccal
Hem mesela, meşhur olmuş ki İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul’da Dikilitaş’ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki “O öldü.” Yani pek acib ve şeytanları dahi hayrette bırakan “radyo” ile bağırılacak, haber verilecek.
(5. Şua)
Şeytanların Yaratılmasının ve İnsana Musallat Edilmesinin Hikmeti[değiştir]
Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halk etmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?
Elcevap: Hâşâ! Halk-ı şer, şer değil belki kesb-i şer şerdir. Çünkü halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususi bir mübaşeret olduğu için hususi netaice bakar.
Mesela, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse “Yağmurun icadı rahmet değildir.” diyemez, “Yağmurun halkı şerdir.” diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var, bütünü de hayırdır. Fakat bazılar sû-i kesbiyle, sû-i istimaliyle ateşten zarar görse “Ateşin halkı şerdir.” diyemez. Çünkü ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.
Elhasıl: Hayr-ı kesîr için şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için hayr-ı kesîri intac eden bir şer terk edilse o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Mesela, cihada asker sevk etmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem mesela, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesîr olur.
İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünkü çok netaic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Mesela, melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi şeytanlar musallat olmadıkları için mertebeleri sabittir, nâkıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrutlardan, firavunlardan tut tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.
İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebubekir-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebucehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.
Demek şeyatîn ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için icadları şer değil, çirkin değil; belki sû-i istimalattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir; icad-ı İlahîye ait değildir.
Sual: Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemil-i Ale’l-ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bi’l-Hakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?
Şu meseleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.
Elcevap: Şeytanın vücudunda cüz’î şerler ile beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var, mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nevinde, binler enva hükmünde sınıflar bulunmayacak. Bir şerr-i cüz’î gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafîdir.
Çendan şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar, kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir.
Öyle de nefs ve şeytanlara karşı mücahede ile yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette haşerat nevinden sayılacak derecede süflî ehl-i dalaletin küfre girmesiyle insan nevine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için rahmet ve hikmet ve adalet-i İlahiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.
Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız, Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesidir. Ve silahınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.
Amma fena ve zeval ve mevt ise Yirmi Dördüncü Mektup’ta gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlar ile ispat edilmiş ki, onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullü hayra münafî değiller, belki muktezalarıdırlar. Hattâ şeytanın dahi manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem hattâ kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.
İşte nasıl ki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahirî sebepler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler.
Aynen öyle de cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünkü bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahripten ve vazife yapmamaktan –ki birer ademdirler– ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.
Bu şeytanî ve şerli perdeler, o kusurata merci olup itiraz ve şekvaları bi’l-istihkak kendilerine alarak Cenab-ı Hakk’ın takdisine vesile oluyorlar. Zaten şerli ve ademî ve tahripçi işlerde kuvvet ve iktidar lâzım değil; az bir fiil ve cüz’î bir kuvvet, belki vazifesini yapmamak ile bazen büyük ademler ve bozmaklar oluyor. O şerir fâiller, muktedir zannedilirler. Halbuki ademden başka hiç tesirleri ve cüz’î bir kesbden hariç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o şerler ademden geldiklerinden o şerirler hakiki fâildirler. Bi’l-istihkak, eğer zîşuur ise cezayı çekerler. Demek, seyyiatta o fenalar fâildirler.
Fakat haseneler ve hayırlarda ve amel-i salihte vücud olmasından, o iyiler hakiki fâil ve müessir değiller. Belki kabildirler, feyz-i İlahîyi kabul ederler ve mükâfatları dahi sırf bir fazl-ı İlahîdir, diye Kur’an-ı Hakîm مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ ferman eder.
Elhasıl: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve cennet ve cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ve bütün adem âlemleri سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin envarından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.
(11. Şua)
Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kādir ve câmi’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa beşer, mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur çünkü özrü yoktur.
Hem istikrâ-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz'îdir. Maksud değil, tebaîdir ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için girmemiş kâinata.. Belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş gibi cüz'î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.
Şeytanların Mevcut Medeniyete Katkısı[değiştir]
Ana Madde: Medeniyet
İkinci vecih şudur ki cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’an’ın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir. Nasıl da numunesini gösterdik.
(25. Söz)
Şeytana Uyanın Simasının Şeytana Benzemesi[değiştir]
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.
Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.
(Lemeat)
Siyaset ve Şeytan[değiştir]
Ana Madde: Siyaset
Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!
Siyaset-i medeni, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı.
Adalet-i Kur’anî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu…
Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz’ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi
Ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.
Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı hem irâka-i demi,
Hem zeval-i ismeti iptal-i hakk-ı nev’in hem ismet-i beşerin mislidir hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî
Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harap eder dünyayı, imha eder benî-Âdem’i.
(Lemeat)
Mesela bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi, iki sebep için istihsan ediyorlar:
Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i İlahînin tebliğ makamı olduğundan o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.
(27. Söz)
İşte o bataklık ise gafletkârane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalaletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalaletten nefret edenlerdir fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’aniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.
İşte ben de nur-u Kur’an’ı elde tutmak için اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ (Meali: Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım.) deyip siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki siyaset cereyanlarında hem muvafıkta hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envar-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola.
Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle Kur’an’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.
Üçüncüsü: İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatidir. Yani hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevî taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup hariçteki düşman def’oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki:
Benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir salih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük salih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.
Hz. İsa ve Şeytan[değiştir]
Ana Madde: Hz. İsa (as)
Zaaf, Hasmı Teşci Eder. Allah Abdini Tecrübe Eder. Abd Allah’ını Tecrübe Edemez
Ey hâif ve hem zayıf! Havf ve zaafın beyhude hem senin aleyhinde tesirat-ı haricî teşci eder, celbeder.
Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır.
İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben.” der.
Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabb’im muvaffak etsin, ben de bunu işlerim.” dese tecavüz eder.
İsa’ya demiş şeytan: “Madem her şeyi o yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?”
İsa dedi: “Ey mel’un! Abd edemez Rabb’ini tecrübe ve imtihan!”
(Lemeat)
Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk’a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.
Edebü’d-Din Ve’d-Dünya Risalesi’nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve her şey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”
Hazret-i İsa aleyhisselâm demiş ki: اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ Yani “Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki Cenab-ı Hakk’ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubudiyete münafîdir.”
Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamalı.
(17. Lema)
Şeytanın İnsanlara Görünmesi[değiştir]
Birincisi: Hazret-i İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel, Ebî Saidi’l-Hudrî’den tahric ve tashih eder ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Katade İbn-i Nu’man’a karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana lamba gibi onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman, bir siyah şahıs gölge göreceksin. O, şeytandır. Onu hanenden çıkar, tard et.” Katade değneği alır, gider. Yed-i beyza gibi ışık verir. Evine gider; o siyah şahsı görür, tard eder.
Ehl-i siyer ve hadîs, müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı öldürtmek için kat’î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için her kabileden lâekall bir adam içinde bulunup iki yüze yakın, Ebucehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı. Hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı, gitti. Gār-ı Hira’da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş’e karşı ona nöbettar olup muhafaza ettiler.
Kur'an İnince Şeytanların ve Ondan Ders Alan Kahinlerin Gaybi Haberlerinin Kesilmesi[değiştir]
Ana Madde: Kahin
فَلَٓا اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ
وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظٖيمٌ
deki kasem, yıldızların sukutuyla vahye şüphe îras etmemek için cin ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber, yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.
اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فٖيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبٖينٍ Veyahut cin ve şeytana uyup kehanet-füruşlar, ispirtizmacılar gibi âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise şeytanlarına kapanan semavata, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki senin semavî haberlerini tekzip ederler. Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.
(25. Söz)
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dünyaya geldikten sonra, bâhusus veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki şu hâdise On Beşinci Söz’de kat’iyen bürhanlarıyla ispat ettiğimiz üzere; şu yıldızların sukutu, şeyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir.
İşte madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına set çekmek lâzımdır ki vahye bir şüphe îras etmesinler ve vahye benzemesin.
Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur’an hâtime çekmişti.
Şeytan ve Rüya[değiştir]
Ana Madde: Rüya
Rüya-yı sadıkada ervah-ı habîse ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta, ervah-ı habîse belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp sünnet-i seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyeye muhalif ise tam delildir ki o konuşan ervah-ı tayyibe değildir, mü’min ve Müslüman cinnî de değildir, ervah-ı habîsedir. Bu şekilde taklit ediyor.
Bu rüyalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rüya-yı sadıkadır. Çünkü hadîsçe sabittir ki Peygamber aleyhissalâtü vesselâm görülen rüyada şeytan o rüyaya karışamıyor.
Şeytan ve Sekerat[değiştir]
Ana Madde: Sekerat
BİRİNCİ MESELE: Birinci Şuâ’da iki üç âyetin işaratında, Risaletü’n-Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerine ve ehl-i cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim. Çoktan beri muntazırdım. Lillahi’l-hamd iki emare birden kalbime geldi:
Birinci Emare: İman-ı tahkikî, ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan, vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe hem ruha hem sırra hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.
Şeytan ve Kadınlar[değiştir]
Ana Madde: Kadın
Dördüncü İftirası: Said Nursî bazı kadınlara şeytandır, demiş.
Bu iftiranın aslı: “Eskiden büyük şehirlerde açık saçık, çıplaklık derecesinde hususan yarım çıplak Hristiyan kızları şeytan kumandasında ahlâk-ı İslâmiyeye zarar veriyorlar.” İşte böyle birkaç tane açık gezenler hakkındaki bir sözü başka surete çevirip mutlak kadınlara teşmil ederek tabiri çirkinleştirip istimal etmesi, pek çirkin ve zahir bir iftiradır. Kadınlarla Muhavere namındaki risalemde, kadınlara büyük bir hürmet ve ehemmiyet ve kıymet verdiğimi hattâ şefkat cihetinde erkeklerden pek ileri olduklarından Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olduğundan, bu mübarek hemşirelerimi “Muhterem Hemşirelerim” namıyla yâd ediyorum. Onların samimiyet ve ihlaslarını ziyade görüyorum.
Âhir zamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.
Evet, nasıl ki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silahşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harpler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyet’e karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin planıyla, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuşhane yolunu genişlettirmeye çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.
Diğer Bahisler[değiştir]
Nefis, deve kuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.
Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?
Cevap: Yoktur. Çünkü sanat-ı fıtriyesi iktizasınca kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.
Yedincisi: “Fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidadkâr bir şahs-ı manevînin mevcud olduğunu ve bu manevî şahsın hayaline göründüğünü söylemekte fakat kim olduğunu bildirmemektedir.”
Ehl-i vukuf medar-ı ittiham etmişler. Acaba dünyada insî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul olduklarından, bu vukufsuz ehl-i vukuf hiç bilmemişler mi ki manasız ilişiyorlar. Madem manevî demiş, madem kim olduğunu bildirmemiş, dünyada hiçbir mahkeme böyle manevî bir adama, yani bir şeytana hakaret ettin diye seni mahkemeye vereceğiz diyen, elbette sözüne zerre miktar ehemmiyet verilmez bir hezeyan hükmündedir.
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- Âdem (as): İblisin Allah'ın kendisine secde etmesi emrine karşı geldiği ilk insan ve ilk peygamber
- Cin: Şeytanın mensubu olduğu insanlarca görülemeyen taife
- İfrit: Cinlerin en azgın, zararlı ve kuvvetli bir cinsi
- Süleyman (as): Bir mucize olarak cin, şeytan ve habis ruhları emri altına alıp kötülüklerini engelleyen ve onları faydalı işlerde çalıştıran peygamber
- Malum Günah: Hz. Âdem ve Havvâ'nın cennetteyken Allah'ın yasak ağaca yaklaşmama yasağını şeytana uyarak çiğnemeleri
- İstiaze: “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” gibi Allah’tan yardım ve ilticâ talep eden sözlerden biriyle Allah’a sığınma
- Vesvese: Şeytanın nefis vasıtasıyla gönüle getirdiği boş, faydasız ve huzursuzluk verici şeyler, vehim, kuruntu, şüphe, işkil
- Lümme-i Şeytaniye: Kalpte bulunan ve şeytanın vesvesesini verdiği kanal
- Kuvve-i Şeheviye ve Kuvve-i Gadabiye: İnsanda bulunan ve şeytanın desiselerine hem alıcı, hem verici görevi gören iki cihaz
- Nefis: İnsanda şeytanı her vakit dinleyen cihaz.
- Hüccet-ül Kur'an Ala Hizb-üş Şeytan Ve Hizbihi: Şeytanın Kur'an'ın insan sözü olduğuna dair vesvesesinin ikna edici şekilde giderilmesine dair risale, 26. Mektubun 1. Mebhası
- Şahab: Sema haberlerine kulak hırsızlığı yapmaya çalışan şeytanları taşlamakta kullanılan gök cismi
- Kulak Hırsızlığı: Şeytanların semada melekler arasındaki haberleri çalmaya çalışması, istirak-ı sem'
Kaynakça[değiştir]
- ↑ https://islamansiklopedisi.org.tr/seytan
- ↑ Yirmi Altıncı Mektup’un ehemmiyetli Birinci Mebhası, şu cümlenin hâşiyesi ve izahıdır.