Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)
Önceki Risale: Zerre ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → 14. Reşha: Sonraki Risale
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir
ŞEMME[değiştir]
(Bir Rayiha)
İfade-i meram
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, فِيهِ نَظَرٌ denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.
Said-i Nursî
ŞEMME
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
1. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla
لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.
Hem o zerratın, umum esîriyle لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.
2. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.
Âyet-i
وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..
3. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.
4. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.
5. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.
6. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.
7. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.
8. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.
9. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.
Meselâ ferman ediyor:
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ
Halbuki اَلْوَان tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.
Hem der:
اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.
Hem diyor:
وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,
تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.
10. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.
11. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.
12. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, يٰسٓ lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.
13. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.
14. Parça[değiştir]
اِعْلَم Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ âyeti vardır.
15. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!
16. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.
17. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.
18. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.
19. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.
20. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.
21. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.
ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI[değiştir]
22. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.
23. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir.
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez.
Bir mes'ele-i mühimme
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir.
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.
24. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ[1] tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!
25. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,[2] belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)
عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:
يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.
ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI[değiştir]
(Onuncu Risale)
26. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ
سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي
اِعْلَمْ Ey وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.
İşte:
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.
وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ
27. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,
وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar.
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.
28. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:
وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
29. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.
İşte سُبْحَانَ اللّٰهِ cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.
30. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:
يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.
31. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder.
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..
32. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,[3] Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.
İşte; Birinci Hatve'ye فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret eder.
İkinci Hatve'ye
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ
âyeti işaret eder.
Üçüncü Hatve'ye
مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
âyeti işaret etmektedir.
Dördüncü Hatve'ye
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ
âyeti işaret ediyor.
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,
مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve
لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.
33. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.
34. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.
35. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,
وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ
âyeti o sühulete işaret etmektedir.
36. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.
37. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.
Öyle de meselâ:
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.
Meselâ يَا دَائِمُ denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)
38. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki!
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş.
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.
39. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.
40. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.
41. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.
42. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!
43. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.
44. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.
وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ
45. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.
46. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.
47. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.
48. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır.
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.
Elhasıl: Hayat
لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ
der, esbabı reddeder. Mevt ise
لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.
49. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.
50. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.
İşte kendisine nisbeten
مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ
وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ
hem,
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ
hem,
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ
hem,
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ
hem,
وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,
اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ
ve
اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا
Ve keza
اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ
ve
جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا
Ve keza
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar.
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.
51. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.
52. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.
Meselâ rivayet edilmiş ki:
لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!
53. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.
54. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.
55. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.
56. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.
57. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,
اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.
58. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin.
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.
59. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.
60. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.
61. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...
62. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir.
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.
63. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.
64. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.
Eğer istersen onun lisanından Sure-i
ve Sure-i
gibi sureleri işit!..
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..
65. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor.
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.
66. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.
67. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.
68. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.
69. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki![4] Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.
70. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.
Meselâ Kur'an,
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.
71. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki![5] Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).
72. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki!
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!..
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.
Evet
اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.
73. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.
74. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.
75. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ
اِعْلَمْ Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz.
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.
وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi
فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..
اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ
صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ
اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ
76. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ [6] Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan
بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ
وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür.
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.
77. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ
اِعْلَمْ Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ ve سُبْحَانَ اللّٰهِ ile.. ve fakrını حَسْبُنَا اللّٰهُ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile ve sual edip istemekle; ve aczini لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ ve اَللّٰهُ اَكْبَرُ ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.
78. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ
وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ
اِعْلَمْ Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.
79. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِعْلَمْ Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti.
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.
وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ
وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ
80. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil![7]
Sana bir hikâye-i temsiliye[8] söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır.
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.
Evet,
اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü.
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
ve
اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ
dur.
Yani
يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.
81. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey işlemediği[9] şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor.
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:
مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.
82. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey Said-i gafil ve fuzulî![10] Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp
اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ
فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ
83. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى
قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ
اِعْلَمْ Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.
Amma
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir.
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.
84. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.
85. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'anın:
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.
Evet
اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu.
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.
86. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.
87. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.
Ey Yusuf-u kejî![11] Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.
88. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.
89. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır.
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,
اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ
diyecek kadar ileri gider.
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.[12]
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.
90. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey aziz bil ki!
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.[13] Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş
كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)
91. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..
92. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.
93. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.
94. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir.
Evet, meselâ Kur'an
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..
95. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!
اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ
Önceki Risale: Zerre ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → 14. Reşha: Sonraki Risale
- ↑ "Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)
- ↑ Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-
- ↑ Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)
- ↑ Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-
- ↑ Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-
- ↑ (1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-
- ↑ Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-
- ↑ Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-
- ↑ Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-
- ↑ Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-
- ↑ Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-
- ↑ كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-
- ↑ Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-