Hads

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Hads uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim; sür'at-i intikal; ani ve doğru idrâk; delilden neticeye çabuk varmak; şimşek gibi bir sür’at-i intikal; bir şeyin birden açılması, dolaysız kavrama, bir anda yakalama; kalbin bir şeyi hemen kabul etmesi, takdir etmesi, sevmesi demektir. Hads’te “uzun süre düşünme, ispat için deliller getirme ve sonunda kabul etme” gibi safhalar bir anda aşılır. “Mebde’den (başlangıçtan) müntehaya (sonuca) bir anda geçilir.” Aklın bir lahzada, bir hamlede matluba ulaşıverecek derecede seri olan ani seyridir. Hads'te hedefe birden ulaşma söz konusudur ve istidlâlî (delile dayanarak sonuç çıkarılarak elde edilen) bilginin tersine olarak zihnin bir şeyi vâsıtasız, birdenbire ve bir bütün hâlinde kavrayarak bilmesi durumudur.[1][2][3]

Mantık ve felsefe terimi olarak hads “zihnin, birlikte meydana gelmeleri sebebiyle ilkelerden (mebâdî) sonuçlara (metâlib) vasıtasız olarak hızla intikal etmesi” şeklinde tarif edilir. Kelam alimlerine göre aklî olan hads özellikle önemlidir ve bu tür elde edilen bilgi (hadsiyyât) zaruri olup kesinliği tartışılmaz. Filozoflar da aynı düşüncededir.[4]

Bediüzzaman hadsin daima vicdanı harekete geçirdiğini ve ilhamın, hadsin muzaafı (ileri derecesi) olup daima hadsi nurlandırdığını beyan eder.

Bediüzzaman eserlerinde hads yoluyla yakin sağlayacak ve kanaat getirilecek (hads kelimesini kullanarak) en az 40-45 İmanî ve İslamî meseleyi ders vermiştir (Hads kelimesini kullanmadan verdiği hadsî derslerin sayısı muhtemelen çok daha fazladır). Nokta, Katre ve Katre'nin Zeyli, Zerre, Şemme, Habbe ve sair risalelerindeki dağınık yerlerdeki hadsiyatın yalnız Kur'an-ı Mübin'in feyzinden ilham yoluyla geldiğini ve hepsinin bir araya getirilmesiyle hakkalyakin nurunun elde edilebileceğini söyler.

Hads ile ilgili olan ve birçoğu Bediüzzaman'ın eserlerinde geçen tabirler:

  • Hadsî: Hads ile ilgili
  • Hadsiyat: Hads ile bilinen şeyler, aklın hads ile hükmettiği hükümler, zanlar, tahminler
  • Hads-i kalbî: Kalbe ait hads
  • Hadsen: Hads yoluyla (bilinen)
  • Hads-i kat'î: Kesin kanaat veren hads
  • Hads-i sâdık: Doğru sonuca ulaştıran hads
  • Hads-i imanî: İmana ait hads
  • Hads-i yakîn: Kesin ve doğru olarak birdenbire sezilen bilgi
  • Hads-i muknî: İkna eden hads
  • Kavanin-i hadsiye: Hads yoluyla ulaşılan kanunlar ve kaideler
  • Hads-i vicdanî: Vicdana kanaat veren hads
  • Hads-i şuhudî: Gözlem ile elde edilen hads
  • Hadsî-i ilhamî: İlham ile elde edilen hads
  • Hadsî-i hafî: Gizli hads
  • Mebadi-i hadsiyye: Hadsin (hads yolunun) başlangıçları
  • Bilhads: Hads yoluyla, hadsen

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Hadsin Tarifi[değiştir]

Akıl tatil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse vicdan Sâni’i unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir. Hads ki şimşek gibi sürat-i intikaldir, daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlahî, onu daima marifet-i Zülcelal’e sevk eder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbiyledir.

(Nokta, Mesnevi-i N.)


Hülâsa: Bilhassa hayvanat ve nebatatta daima vukua gelen haşirlere dikkat edip teemmül eden adam, elde edeceği müteferrik emarelerle haşrin vukuuna, hads ile yani bir sürat-i intikal ile hükmedecektir.

(İşaratül İ'caz)

Risalelerde Hadsiyat[değiştir]

Şimdi burada emanetin hakkını eda etmek niyetiyle, Cenab-ı Hakk'ın tevfikiyle derim ki: Ben, 'Nokta, Katre ve Katre'nin Zeyli, Zerre, Şemme, Habbe' ve sair risalelerimde müteferrik hadsiyatı ve parça parça aynaları dercetmişim. Eğer Cenab-ı Hakk'ın izniyle bir zaman gelir, birisi bütün bu müteferrik hadsleri ve parça parça aynaları tahrir ve tasvir edip birleştirirse; öyle bir ayna onlardan çıkabilir ki, aynelyakînin nuru o aynada zâhir ve nümayan olacaktır. Hem onlardan öyle bir hads tehassul edebilir ki, hakkalyakînin nuru, ondan çiçekler açacaktır inşâallah.

Neden olmasın! Çünkü (bütün bu risalelerdeki mes'eleler, hadsler) yalnız Kur'an-ı Mübin'in feyzinden mülhemdirler.

(Habbe, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, فِيهِ نَظَرٌ denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Ey benim şu sekiz tane Arabî risalelerime nazar eden zevat! Biliniz ki, yazdığım şu eserleri, evvelâ ve yalnız kendi nefsim için yazmıştım.

O sekiz risaleler bunlardır: Katre ve Zeyli, Zerre, Şemme, Habbe ve Zeyli, Habab ve Zeyli ve onlara iltihak etmiş Nokta ve Şuaat ve Lemaat ve sairedir. -Müellif-

Sonra düşündüm; Bu nimete bir şükür lâzımdır. Onun şükrü ise, bunları neşretmektir.. Ola ki, bazı insanlar, onlardan menfaat göreler. Sonra tekraren bu risaleleri gözden geçirdim. İçlerinde bir sırrın varlığını hissettim. Epey zaman düşündüm, izharında tereddüd ettim. Fakat şimdi o sırrı izhar etmeye kalbimde bir saik hissediyorum. İşte o sır budur: Görüyorum ki, o risalelerin mes'eleleri arş-ı Rahman olan âyât-ı Furkaniye'den tedelli etmiş nuranî zenbil ve asansörlere çıkmaya birer vesile ve merdivenlerdir.

Evet, o risalelerin zurufundaki mesailden hiçbir mes'ele yoktur ki, Furkan-ı Hakîm'in bir âyetinin kadem-i manevîsine başı temas etmesin. Her ne kadar o risalelerdeki meseleler, hîn-i tahsilde bana şuhudî ve hadsî ve zevkî bir tarzda hasıl olmuşlarsa da, fakat zevil-ebsar olan bir kısım ehl-i hakikatın gözlerini oralarda kapadıkları olan cünun sahrasına, aklımın refakatı beraber olduğu halde, gözlerim açık olarak dâhil olduğum için; aklım, kendi âdet-i daimesi üzere kalbimin gördüklerini kendi mikyasları içinde sarıyor ve ölçüleriyle ölçüyor ve bürhanlarına yapışıyordu. İşte bu cihetten bu risalelerin bütün mesaili âdeta bürhanî istidlaliyat hükmündedirler. Öyle ise, fikir ve ilim cihetinden dalâlete düşenlerin, onlardan istifade ederek efkâr-ı felsefiyenin ayak kaydırmasından kendini kurtarmaları mümkündür. Hattâ belki yine mümkündür ki; bu risaleleri tehzib, tanzim ve izah ile, bu zamanın fikrî dalâletlerinin reddi için, en kuvvetli ve resanetli yeni bir akaid-i imaniye ve taze bir ilm-i Kelâm kitabını onlardan istihrac etsin. Belki yine mümkündür ki, aklı kalbiyle ihtilat etmiş, yahut kalbi, afak-ı kesrette teşettüt edip dağılmış olan aklına iltihak etmiş olanlar için, bu risalelerden, Kur'an-ı Kerim'in taht-ı irşadında demiryolu gibi sağlam, emin bir yol istinbat edip onda yürüsün.

Öyle mi? Evet!.. Çünkü, şu risalelerimde olan bütün mehasin ve kemalât, yalnız Kur'anın feyzinden mülhemdirler. Velillahilhamd, bu yolda Kur'an-ı Hakîm, bana tam bir mürşid ve bir üstad olmuştur. Evet kim ki, Kur'ana (hâlisane ve sâdıkane) temessük ederse, en sağlam ve en kopmaz bir zincire yapışmış olur.

Said-i Nursî

(Habab, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Adalet[değiştir]

Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü Üçüncü Hakikat’ta ispat edildiği gibi her şeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelal’den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek, adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’î vardır.

İkinci kısım menfîdir ki haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyane-i tazip, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.

(10. Söz)

Hayat ve Melekler[değiştir]

Mademki hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Madem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevi’l-hayat ile zevi’l-ervah ile ve zevi’l-idrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki şu kusûr-u semaviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi güneşin ateşinde dahi o nurani sekeneler bulunur. Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.

...

Melaikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücudlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve makul olduğunu ve Kur’an’ın beyan ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilaf-ı hakikat ve hilaf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu şu temsile bak, gör:

İki adam; biri bedevî, vahşi; biri medeni, aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medeni muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki o hane; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acib bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususi şerait-i hayatiyeleri vardır ki onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebatat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşi bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: “O saraylar sekenelerden hâlîdir, boştur, zîruh içinde yoktur.” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar. İkinci adam der ki: “Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki zîruh ile amelelerle doldurulmuş ve biri var ki bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu sanatlı sarayların onlara münasip âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz.

Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.

İşte şu temsil gibi ecram-ı ulviye ve ecsam-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bi’t-tarîkı’l-evlâ ve bi’l-hadsi’s-sadık ve bi’l-yakîni’l-kat’î delâlet eder, şehadet eyler, ilan eder ki:

Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalat-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, şeriat-ı garra-yı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan “Melaike ve cânn ve ruhaniyattır.” der, tesmiye eder.

(29. Söz)


Mesele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki tek bir cüzün vücudu ile bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu malûm olur. Çünkü kim inkâr ederse külliyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur. Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri, birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma etmişlerdir.

Acaba hiçbir fert melaikelerden bilbedahe görünmezse hem bilmüşahede bir şahsın veya müteaddid eşhasın vücudu kat’î bilinmezse hem onların bilbedahe, bilmüşahede vücudları hissedilmezse hiç mümkün müdür ki böyle bir icma ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin.

Hem hiç mümkün müdür ki şu itikad-ı umumînin menşei, mebâdi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın. Hem hiç mümkün müdür ki hakikatsiz bir vehim; bütün inkılabat-ı beşeriyede, bütün akaid-i insaniyede istimrar etsin, beka bulsun. Hem hiç mümkün müdür ki şu ehl-i edyanın, bu icma-ı azîmin senedi; bir hads-i kat’î olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın. Hem hiç mümkün müdür ki o hads-i kat’î, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emarelerden ve o emareler, hadsiz müşahedat vakıalarından ve o müşahedat vakıaları, şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin. Öyle ise şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü manevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melaike müşahedelerinden ve ruhanîlerin rü’yetlerinden hasıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esasat-ı kat’iyedir.

(29. Söz)


Madem ki, hayat bu derece ehemmiyetlidir. Madem âlemde bir intizam-ı kâmil var. Bir itkân-ı muhkem var. Madem bu biçare perişan küremiz, bu kadar zevil-ervah ile dolmuştur. Öyle ise bir hads-ı sadıkla hükmolunur ki; şu kusûr-u semaviyye ve şu burûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip sükkânı vardır. Nar nuru yakmaz. Nuranî dahi Şemste yaşar. (Balık suda gibi.)

...

Demek, küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar zevilervahın vatanı olması.. Ve en hasis hatta müteaffin cüz'leri menbâ-ı hayat kesilmesi, bittarik-il evlâ hem intizam-ı muttaride mebni olan kıyas-ı hafiy-yi hadsiye müesses olan kıyas-ı evlevî ile delâlet eder ki; şu feza-yı lâyetenâhî burûcuyla, nücûmuyla zîşuur, zevil-ervah ile doludur. Nurdan, nardan ve seyyâlâtlardan mahluk olan o zevil-ervaha Şeriat: "melâike ve cânn" der. Melâike ise ecnas-ı muhtelifedir. Cinn dahi öyle.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)


Ey birader bak! Görmüyor musun, işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar melâikenin vücûduna ittifak ve insanın taifeleri birbirinden bahsi gibi, onlarla muhavere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivayet etmesine icma' etmişler. Acaba hiçbir ferd onlardan görünmese, hem bizzarûre bir şahıs veya eşhasın vücûdu kat'î bilinmezse, hem onların bilbedahe vücutlarını hissetmezse, hiç mümkin müdür; böyle müsbet ve vücûdî bir emirde müstemirren ittifak devam etsin? Bununla beraber muhaldir ki, itikad-ı umumînin müvellidi olan mebadî-i zaruriye olmadan, böyle bir vehim bütün inkılâbât-ı beşeriyede akaid-i beşerde istimrar etsin, beka bulsun? Öyle ise şu icma'ın senedi bir hads-i kat'idir ki, emarat-ı müteferrikadan tevellüd etmiştir. O emarât çok vâkıâtın müşahedâtından neş'et etmiştir. O vâkıât, kat'iyyen bazı mebadî-i zaruriyeye istinad etmiştir. Öyle ise bu itikad-ı umumînin sebebi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pekçok kerrat ile müşahede ve rü'yetlerinden hâsıl olan mebadî-i zaruriyedir, esasat-ı kat'iyedir.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)


Öyle ise, bir hads-i sâdık ve zaruret-i kat'iye ve bedahet-i akliye ile lâzımdır ki; şu kainat ins ve cinden başka ve maada, ehl-i ibret ve ashab-ı tesbih olan zevi-l ervah ile lebaleb dolu bulunsun.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Kezalik beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılabda itirazlara maruz kalmayarak devam eden melaike itikadının bir hakikate, bir asla dayanmaması ve mebâdi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Her halde beşerin bu umumî itikadı, mebâdi-i zaruriyeden neş’et eden ve müşahedat-ı vakıadan hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet, bu itikad-ı umumînin sebebi; kat’î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melaikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat’î delil ve emarelerdir. Çünkü melaike meselesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.

(i. İ'caz)


Hakirliğiyle beraber zihayatlarla doldurulmuş olan şu arz küresine bakan ve âlemin intizam ve itkanında teemmül eyliyen bir insan; elbette şu yüksek burçlardaki sükkânın mevcudiyetini, Yani: Ulvî alemler olan semavatta ve yıldızlarında da sâkinlerin varlığını hadsen bilecek, tasdik edecektir. Melaikenin varlığını tasdik etmiyenin meseli;[5] büyük bir şehre giden ve giren adamın meseli gibidir ki; girdiği o şehrin bir köşesinde, müzahrafatla telvis edilmiş eski ve köhne bir binaya rastgelir, görür ki, o bina insanlarla doldurulmuştur.. Sonra, o hanenin, binanın önünde ve arsalarında, yani: Etrafında ve sahasında ruh ve hayat sahibleriyle dolu olduğunu da görüyor.. Ve o zihayatların yaşamalarına medar olan bazı hususî şartları bulunduğunu da müşahede ediyor. Onlardan bir kısmı nebatat ve ot ile, diğer bir kısmı ise balık ile gıdalanıp yaşıyorlar. İşte bu adam, bu binayı, bu köhne haneyi bu vaziyette gördükten sonra; ötede binlerle yüksek ve yeni kasırları, sarayları görüyor ki; bu sarayların aralarına vasi' tenezzühgâh meydanları, geniş ve müzeyyen parklar vardır. İşte bu hal ve vaziyete rağmen o köhne haneye mahsus hayat şartları oralarda cereyan etmediğinden, itikad eder ki; o yüksek kasır ve âlî saraylar sâkinlerden boş ve halîdirler.

(i. İ'caz (Badıllı))

Ruh[değiştir]

Ruh, kat’iyen bâkidir. Birinci maksattaki melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Bence mesele o kadar kat’îdir ki fazla beyan abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz.

Hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe’l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde âdeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş.

İşte şöyle vesveseleri izale için; hads-i kalbînin ve iz’an-ı aklînin pek çok menbalarından, bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.

...

Gayet kat’î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki ceset ruh ile kaimdir. Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir. Belki ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez. Belki ceset, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılaf-ı latîfi ve bir beden-i misalîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer.

...

Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise tahrip ve inhilale maruz değil. Çünkü basittir, vahdeti var. Tahrip ve inhilal ve bozulmak ise kesret ve terkip edilmiş şeylerin şe’nidir. Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir.

(29. Söz)


Ruh Kat'iyyen Bakîdir

Bence şu mes'ele o kadar kat'îdir ki; fazla beyan abes olur. Âlem-i berzah ve âlem-i ervahdaki âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kâfileleriyle ve bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince, dakikdir ki; bürhan ile göstermeye lüzûm kalmaz. Yalnız vesveseleri izâle için hads-i kalbînin menâbiine işâret edeceğiz. İşte şuradaki hadsin dört madeni var.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)


Gayet kat'î bir hads ile sabittir ki; cesed ruhla kaimdir. Ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılsın, toplansın istiklâliyetine sebep vermez. Belki cesed, hanesi ve yuvasıdır. Libası ise bir derece sabit ve letafetçe ona münasib bir gılaf-ı latîfi var. Öyle ise mevtte bütün bütün çıplak olmaz.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)


Hem hads-i kat-î ile insanda ba'del-mevt esaslı bir cihet bakîdir. O esas ise ruhdur. Zaten tahrip ve inhilâl, kesret ve terkibin şe'nidir. Basit ve vahdete âriz olmaz.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)


Ey aziz bilmiş ol ki: خَلَقَ الْمَوْتَ وَ الْحَيَوةَ (Mülk/2) ayeti delalet ediyor ki; ölüm, sırf bir i'dam ve bir yok olma değildir. Belki hikmetli bir tasarufa mazhar olmaktır, bir yer değiştirmedir. Ve dünyanın mahbesinden, zindanından ruhun serbest bırakılmasıdır. Hem nev-i beşerde işin başından (Hz. Ademden) ta şimdiye kadar gelen ve elde edilen sayısızca emareler ve ışıklanan gayr-ı mahdud işaretler; zihinlere şöyle bir kanaât ve bir hadsi ilka eylemişlerdir ki: İnsan öldükten sonra, bir cihet ile bakidir. Ve bakî kalacaktır.. Ve insandan bakî kalacak olan cihet ve şey ise, Ruhdur. İşte insan ruhunun şu zatî hasiyeti (yani zatında var olan bakîlik hasiyeti) insan oğlunun bir tek ferdinde varlığı tahakkuk eylemiş olsa, bu zâtîliğin vücûdu bütün nevinde de bulunduğuna delildir. Çünkü zatî hasiyetlidir.. Ve işte buradan "mûcibe-i şahsiyye" mûcibe-i külliyeyi müstelzim olur. (Yani: Bir şahısta müsbetiyle bulunan bir mûcibe, bir zarurî îcaplı iş; o şahsın bağlı bulunduğu bütün ne'vinde de varlığını gerektirir.) İş bu vaziyette ölüm, hayat gibi kudretin bir mu'cizesi olmuş olur. Yoksa zahir nazar da, ölümde hayat şartlarının görünmemesi ile, yokluk olduğunun illeti, delili olamaz.

(İ. İ. (Badıllı))

Zerreler[değiştir]

Netice-i Kelâm: Geçmiş yedi kanun, yani kanun-u rububiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemal, kanun-u rahmet, kanun-u hikmet, kanun-u adl, kanun-u ihata-i ilmî gibi pek çok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer ism-i a’zam ve o ism-i a’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülat-ı zerrat dahi gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudut üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme (Hâşiye: Çünkü bilmüşahede gayet cevvadane bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş’al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak sarahate yakın işaret ediyor ki gayet latîf, ulvi, nazif, hayattar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, camid âlemi; zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya latîf bir âleme gitmek için ziynetlendiriyor.

İşte beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’an’ın nuruyla rasad etseler görecekler ki bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir kanun-u Kayyumiyet görünüyor, bilmüşahede tasarruf ediyor.) gitmeye hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mektep, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.

(30. Söz)


Ve keza, kâinat ve fezalar dolusu bir tarzda bilinen, belki hads ile kanaat veren, hattâ belki hissedilen, belki âdeta gözle görünür dereceye gelmiş bulunan budur ki; zerre gibi her bir mahlukun üstüne dağlar misüllü işler ve fiiller yüklenmiş!.. Bu ise, ancak vücub mertebesinden inip gelen esmanın seyyal tecelliyatından cilveger olabildiği için; bizzarure delâlet eder ki: Bu fiillerin mebde'leri ve esasları imkân mertebesinden değildirler. Belki ancak vücub mertebesinin şualarıdırlar. Öyle ise bu esmaların müsemması ve şu fiillerin fâili olan bir Zat-ı Akdes'in vücub-u vücuduna delâlet ederler.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Cemal ve Kemalat[değiştir]

İkinci Hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalp bir hads-i sadıkla hisseder ki şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve enva-ı mehasin ile tezyin edenin, nihayet derecede bir cemal ve kemalâtı vardır ki şöyle yapıyor.

(32. Söz)


Sübhandır o Allah ki, zatında, sıfatında, ef'alinde naks ve kusurdan takaddüs ve tenezzüh eden bir Kâmil-i Mutlaktır. Evet onun eserlerindeki kemal, onun kemal-i ef'aline; o da kemal-i esmasına; o da kemal-i evsafına; o da kemal-i zatına delildir (C.C.). Belki kâinat ve masnuatın mecmuundaki umum kemal ve cemal, onun kemal ve cemaline nisbeten ancak zaif bir gölge olduğu hads-i sâdıkla ve bürhan-ı katı'la ve ehl-i keşf ve şuhudun azîm olan cemaatlerinin keşif ve zevk ve şuhud ve müşahedede müttefikane, mütevatirane icma'larıyla sabittir. Yani kâinattaki kemalât, belki bütün ekvan, Vâcib-ül Vücud'un envar-ı esmaiyesinin gölgeleridir diye hükmetmişlerdir.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Muhabbet[değiştir]

O müteaddid enva-ı muhabbetin sâbıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile ispat edilir. Âhiretteki neticeleri ise kat’iyen vücudları ve tahakkukları, icmalen Onuncu Söz’ün on iki hakikat-i kātıa-i sâtıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün altı esas-ı bâhiresiyle ispat edildiği gibi, tafsilen اَصْدَقُ الْكَلَامِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلَامُ اللّٰهِ الْمَلِكِ الْعَزٖيزِ الْعَلَّامِ olan Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatıyla, tasrih ve telvih ve remiz ve işaratıyla kat’iyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeye lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve cennete dair Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî olan ikinci makamında ve Yirmi Dokuzuncu Söz’de çok bürhanlar geçmiştir.

(32. Söz)

İlham ve İman[değiştir]

İmanın yeri kalptir, dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman.

Bazen de mücahiddir, bazen süpürgecidir. Dimağda vesveseler hem pek çok ihtimaller kalp içine girmese sarsılmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalat-ı kesîre olur birer hasm-ı bîeman.

Kalp ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarîk-ı iman. Fikr ile dimağ, bekçi-i iman.

(Lemeat)


Gittikçe şübehatın zulümatına düşer.

Meselâ, bir tatlı suyun menba'ı var. O menba'dan binlerce cedavil ve o cedvellerden şu'beler teferru' ederek çok yerlerde dolaşıp, bazı ecza-i aher ile bulaşmış. İşte bir adam menba'ı gördü tattı. Hakkalyakînle tatlılığını anlamış, teşa'ubatın ittisalini derketmiş. Sonra hangi cedvele, yahud herhangi fer'a rastgelse, edna bir emare tatlılığına dair ona kanaat verir. Ta aksi kat'î bir delil ile tebeyyün edinceye kadar. O vakit başka madde karışmış der. Bu nev'i nazar ve tedkik; imanın kuvvet ve inkişafına yardım eder. İkinci Nazar:

Menba'dan aşağı inmeye bedel, aşağıda gezer. Bu ise hangi fer'a rastgelse, acılığına bir emare görse şübheye düşer. Tatlılık için delil-i kat'î arzu eder. Heyhat! Her yerde bürhan ele gelmez. Böyle incecik bir fer'a, cesim bir neticeyi bindirmek ister. Gitgide şüphe, emniyetsizlik tezayüd eder.

Hem de akıl nazar penceresiyle eşyaya bakar. Halbuki mahall-i iman olan kalb, hads ve ilham gibi isimlerle tâbir edilen bir hiss-i sâdise-i batına ile hakâika bakar ki; enbiyada vahy o hisse göredir.

Nazar-ı aklî kendi desatiriyle çok fakîrdir ve dardır. Pek çok hakâika karşı kasır olur, kavrayamadığından hakikat değil der, reddeder.

(Rumuz, Asar-ı Bediiyye)

Kur'an[değiştir]

Yedinci Menba ise: Şu altı menbadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizaç. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurani.

...

Yahut bütün muhatabîn, zerrat-ı kâinat suretinde tek bir kulak olsaydı, o üzn-ü cihanî, hem bir nur-u imanî; hem bir hads-i vicdanî.

(Lemeat)


Hem hadsiz müteferrik emarelerden neş’et eden bir hads ve kanaatle, Kur’an hem ins hem cin hem meleğin makbulü ve mergubudur ki okunduğu vakit onlar, iştiyakla pervane gibi etrafına toplanıyorlar.

(19. Mektup)


Şu altı menba'dan çıkan envar-ı sittenin imtizacından tevellüd eden hüsn-ü hakikiden hâsıl olan zevk-i i'câzdır ki, hadsen bilinir. Tabirine lisan ve fikir kâsırdır.

(Rumuz, Asar-ı Bediiyye)


O Furkan ki, muhtelif asırlarda gelen umum peygamberlerin bütün kitablarının ve muhtelif meşrebler sahibi olan yekûn evliyanın umum kitablarının ve muhtelif meslekler sahibi olan muvahhidînin isbatlı ve bürhanlı bütün kitablarının sırr-ı icma'larını tazammun ediyor. Demek altı cihetinin nuraniyetiyle hak kelâmullah olduğu kat'î tahakkuk eden Kur'an-ı Kerîm'in hükmünü tasdik etmekte küll, yani bütün ukul ve kulûb, beraber icma' ile ittifak etmişlerdir; ve kelâmullah ismine olan liyakatını bütün asırlar ve dehirlerin akışı boyunca muhafaza edegelmiştir. Ve vahy-i mahz olduğuna bütün mehbit-i vahy olan peygamberlerin ve ehl-i keşif ve ilham olan evliyaların icma'larıyla sabit olmuş olarak, bilbedahe hidayetin pınarı ve aynısıdır. Bizzarure imanın madenidir. Bilyakîn mecma-i hakaiktır. Bil'ayân mûsil-i saadettir. Bilmüşahede kâmilîn semereler sahibidir. Ve çok çeşitli emarelerle ve hads-i sâdık ile melek, ins ve cinnin makbulüdür.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Semavat[değiştir]

Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki o ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Mesela, Nehrü’s-Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi sadık bir hads ile manzume-i şemsiyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.

(17. Lem'a)


Ecram-ı ulviyyede iman-ı nazar yapılırsa, (dikkatlice bakılırsa) tabakalarında muhalefet görülecektir. Görmez misin ki; bulutlu ince bir küme gibi görünen "Kehkeşan" adlı "nehr-i sema" (samanyolu) milyonlarla yıldızların oturum tutmuş mekânıdır. İşte o yıldızların, içinde in'ikad etmiş oldukları esir yani esiri içine almış fezanın sureti, elbette sabit yıldızların bulundukları tabakaya muhalifdir, değişiktir. Keza o, bir hads-i sadıkla, Manzume-i Şemsiyye tabakaları ile de muhalefet içerisindedir.. Ve hakeza, tâ ayrı ayrı yedi manzumelere gidinceye kadar böyledir.

(İ.İ. (Badıllı))


Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor. Vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle melaike ve ervah, semadan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki sekene-i arz için semaya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider. Öyle de ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlahî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve latîf bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler.

(15. Söz)


İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Haşir, Kıyamet ve Saadet-i Ebediyye[değiştir]

Bil ki ekseriyetle Fâtır-ı Hakîm’in âdetidir, ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymettar ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor.

İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem fünunun ittifakıyla ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlukat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir.

Elbette kat’î bir hads ile hükmedilir ki haşir ve neşr-i ekberde beşerin her bir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

(17. Lem'a)


Hülâsa: Bilhassa hayvanat ve nebatatta daima vukua gelen haşirlere dikkat edip teemmül eden adam, elde edeceği müteferrik emarelerle haşrin vukuuna, hads ile yani bir sürat-i intikal ile hükmedecektir.

(İşaratül İ'caz)


Hem mü'minin duası, umum ehl-i semavat ve arza şamil olması işaretiyle de; bir şahıs, iman vasıtasıyla bir âlem gibi olabilir, yada, o âlemin merkezi olur. Binaenaleyh, hayvanatın bir nev'inde cereyan eden her sene göz önündeki mükerrer nev'î kıyametler, bir hads-i kat'î ile insanın her bir ferdinde cereyan etmektedir.

(Habbe, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Bil ki: Ekseriyetle Fatır-ı Hakîm'in âdetidir; ehemmiyetli ve kıymetdar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi; mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde, o kıymetdar ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor.

İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem fünûnun ittifakıyla ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlukat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymetdar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev'i hükmündedir. Elbette kat'î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde beşerin her bir ferdi; aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Saadet-i ebediyeye muktezî vardır. Ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelal de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vaki olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir, mümkündür. Hem vaki olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda beyan edeceğiz. Zaten Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir. Şurada ise yalnız aklı ikna edecek, susturacak, Eski Said’in Nokta Risalesi’ndeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz.

Evet, saadet-i ebediyeye muktezî mevcuddur. O muktezînin vücuduna delâlet eden bürhan-ı kat’î on menba ve medardan süzülen bir hadstir.

(29. Söz)


Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemic olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.

İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedit ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat’î veriyor. Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz.

(29. Söz)


İşte misal için şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berahin-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sair âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte menabi-i aşere ve on medar; bir hads-i kat’î, bir bürhan-ı kātı’ı intac ediyorlar ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli bürhan, haşir ve kıyamete dâî ve muktezînin vücuduna kat’iyen delâlet ettikleri gibi; Sâni’-i Zülcelal’in dahi –Onuncu Söz’de kat’iyen ispat edildiği üzere– Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esma-i hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delâlet ederler.

(29. Söz)


Saadet-i Ebediyeye muktazî vardır. O muktazînin vücûduna bürhan, on menabi'den süzülen ve tehallub eden bir hadsdir.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)


Hayal, derinden derine, -bunu alkışlamak yerine- teessüf edecektir. Bir hizmetkârı tatmin etmeyen şu dünya, sultan-ı ruhu nasıl tatmin edebilir? İşte hiç yalan söylemeyen fıtrattaki şu kat'î, şedid, sarsılmaz, meyl-i saadet-i ebediye; saadet-i ebediyenin tahakkukuna bir hads-i kat'î veriyor.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)


Velhasıl: Bir çok nevilerde cereyan eden haşrin nazîrelerinde (benzer ve emsallerinde) tefekkür eden hiç bir müteemmil ve mütefekkir yoktur ki; haşr-i cismanî ve saadet-i ebediyenin vucûdûna ve geleceğine bir çok emarelerin kıt'a ve parçalarını hads-i vicdanî ile hissetmiş olmasın.

(İ.İ. (Badıllı))


Hem,

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ

deki يَوْم lafzıyla ibarelendirilmiş olması, Haşr'in hadsî emarelerinden birisine işaret etmek içindir. Şöyle ki: يَوْم kelimesi, gün ve sene arasında ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya mabeyninde açık ve zahir olan tenasüp, uygunluluk ve münasebete bakmaktadır.. Ki adeta, saat'in saniye, dakika, saat ve günlerini sayan mevcut ibre ve milleri arasındaki tenasüp ve münasebeti andırmaktadır.

Evet, nasıl ki birisi görse ki; saatin bir mili kendi devrini bitirip tamamladı. Elbette kalbinde hadsen intikal eder ki, bunun arkasında gelen mil'inde -biraz daha zaman ve mehil alsa da- veya devirlerini tamamlayacaktır. Zira birbirine bağlıdırlar.

Aynen bunun gibi; dünyanın "yevm" ve "sene" gibi olan mil ve ibrelerinde vuku' bulan mükerrer nev'î kıyametleri müşahede eden adam; bir şahsı sairlerin bir nev'i gibi olan İNSAN için dahi, Haşr günü sabahında, Saadet-i Ebediye baharının doğacağına intikal etmesi lazımdır.

(İ.İ. (Badıllı))


İşte şu göz önündeki tasarrufattan kat'î anlaşılıyor ve o şuûnattan hadsen biliniyor ki: Şu dağılmalar ve toplanmalardan müşahede edilen vaziyet, yalnız (buradaki haller için) maksud-u bizzat değillerdir. Çünki bu kısa zaman içindeki cüz'î, fani faydalar ile, şu pek mühim ihtifalât arasında bir münasebet yoktur ve olamaz. Belki ancak suretlerinin alınması ve neticelerinin terkib edilip muhafaza edilmesi ve hüviyetlerinin tesbit edilip kaydedilmesi için birer temsil ve takliddirler. Tâ ki, ileride bir mecma-i ekberde muamele bunlar üstüne dönsün. Ve bir seyrangâh-ı ebedîde daimî manzaralar halinde müşahedeler bunlarla devam etsin. İşte ancak o zaman, şu faniler daimî suretleri, bakî semereleri, ebedî manaları ve sabit tesbihatları semere verirler. Demek şu dünya ise, ancak bir tarladır, haşir ise beyderdir, bir harmandır. Cennet ve cehennem ise, birer mahzendirler.

(Lasiyyemalar, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Adetullah[değiştir]

İşte eğer bu Sekizinci Nota’yı tamam işittin ve tam anladınsa bir hads-i imanî ile وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ رَحْمَةً in bir sırrını وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin bir hakikatini اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un bir nüktesini anlarsın.

(17. Lem'a)

Rububiyet, Ceberutiyet, Uluhiyet, Faaliyet ve Saltanat[değiştir]

Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef’alin ve basîrane tasarrufatın şehadetiyle bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm’in, bir Kebir-i Kâmil’in hudutsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.

Evet, bir hads-i kat’î ile bu eserlerden o Sâni’in hem rububiyet-i âmme derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyası ve azameti, hem uluhiyet-i mutlaka derecesinde kemali ve istiğnası, hem hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbir hadd ü nihayeti bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kat’î bilinir, belki görünür. Hâkimiyet ve kibriya ve kemal ve istiğna ve ıtlak ve ihata ve nihayetsizlik ve hadsizlik ise vahdeti istilzam edip iştirake zıttırlar.

(2. Şua)

Eser, Fiil, İsim, Sıfat, Şe'n, Zat[değiştir]

Arkadaş! Mevcudat, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettiği gibi celalî, cemalî, kemalî olan cemi’ sıfâtına da delâlet etmekle Hâlık’ın zatında naks ve kusur olmadığını ve şuunatında, sıfâtında ve esmasında ve ef’alinde de naks ve kusur bulunmadığını ilan ediyor.

Zira, eserin kemali bilmüşahede fiilin kemaline, fiilin kemali bilbedahe ismin kemaline, ismin kemali bizzarure sıfatın kemaline, sıfatın kemali hads-i yakînle şuunatın kemaline delâlet eder. Şe’nin kemali ise hakkalyakîn bir suretle zatın kemalini gösterir.

Binaenaleyh bir kasrın ve bir sarayın nukuş ve tezyinatındaki mükemmeliyet, sâni’ ve mühendisin yaptıkları o nakışlar üstünde ve tezyinat altında görünen ef’alin mükemmeliyetine delâlet eder. Ef’alin mükemmeliyeti dahi o Sâni’in taktığı isim ve lakapların mükemmeliyetini gösterir. Esmanın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetine delâlet eder. Sıfâtın mükemmeliyeti, şuunatın mükemmeliyetini tasrih eder. Şuunatın mükemmeliyeti dahi o nakkaşın mükemmeliyet-i zatına delâlet eder.

Kezalik kâinatta görünen âsârın kemali, hadsî bir müşahede ile ef’alin mükemmeliyetine, ef’alin kemali de fâilin kemal-i esmasına, esmanın kemali sıfâtın kemaline, sıfâtın kemali şuunat-ı zatiyenin kemaline, şuunatın kemali Zat-ı Zülcelal’in kemaline delâlet eder.

(Lemalar, Mesnevi-i N.)


Bil ki, şu mevcudat nasıl ki Zat-ı Mukaddes'in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ettikleri gibi; Onun celal, cemal ve kemalinin bütün evsafına da şehadet ederler. Hem onun kemal-i zatına da; ve hem onun ne ef'alinde, ne esmasında, ne sıfâtında, ne şuûnunda bir naks ve kusuru olmadığına da şehadet ederler. Çünkü bir eserdeki kemal, fiilin kemaline bilmüşahede delâlet eder. Fiilin kemali ise, bilbedahe ismin kemaline; ismin kemali dahi bizzarure sıfatın kemaline; ve sıfatın kemali dahi bir hads-i yakînî ile şe'nin kemaline; şe'nin kemali ise bihakk-ıl yakîn zatın kemaline delâlet ederler.

Evet nasıl ki, kusursuz bir sarayın, nukûş ve tezyinatının mükemmeliyeti, o sarayın süslü tezyinatı altında müteharrik ve nakışlarının tahtında müstetir olan sani' ve mühendisinin mükemmeliyet-i ef'alini apaçık sana gösterir. Ve şu ef'alin mükemmeliyeti ise, sana sarahaten usta ve mühendis olan zatın esmasının mükemmeliyetini gösterir. Yani; "Şu sarayın ustası mahir bir san'atkârdır, bilgisi derin bir mühendistir ve hakîm bir nakkaştır ve hakeza..." Ve onun esmasının mükemmeliyeti ise, gayet fasih bir şekilde sana müsemmanın sıfatının mükemmeliyetini bildirir. (Yani o usta hendese, san'at, ilim ve hikmetle mücehhezdir.) Ve onun sıfâtının mükemmeliyeti ise, o zatın zatî şuûnunun mükemmeliyetine şehadet eder. (Yani çok güzel bir istidadı ve üstün bir kabiliyeti vardır gibi...) Ve şuûnun mükemmeliyeti ise, o nakkaş olan zatın makamına münasib ve ona lâyık bir şekilde mükemmeliyetini ve kemalâtını izhar ve ilân eder.

Aynen onun gibi; kâinattaki şu kusursuz, noksansız göz önündeki eserlerde olan mükemmeliyet dahi, hadsî bir müşahede ile, arkalarında müstetir olan ef'alinin mükemmeliyetine şehadet ederler. Ve şu meşhud gibi olan ef'alin mükemmeliyetleri ise, şu fiillerin faili olan zatın esmasının kemalatına bilbedahe şehadet eder. Ve o kemal-i esma ise, bizzarure kemal-i sıfâta şehadet eder. Çünki esma sıfatların nisbetlerinden neş'et ederler. Ve kemal-i sıfât dahi kudsî sıfatların mebadileri olan şuûn-u zatiye üzerinden bilyakîn perdeyi kaldırıyor. Ve şuûnun kemali ise, Cenab-ı Zat-ı Mukaddes'e, ona lâyık bir surette bihakkılyakîn şehadet eder. Belki kâinattaki bütün cemal ve kemallerin mecmuu, ancak ve ancak Cenab-ı Zülcelal vel Kemal'in aziz olan kemaline, celil olan celaline nisbeten ondan gelmiş zaif bir gölgedir. Âmenna.

(Lemalar, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Elhasıl, şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair âyât-ı tekviniyeyi bize ders veriyor. Öyle de o Zat-ı Zülcelal’in bütün evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder. Ve kusursuz ve noksansız kemal-i zatîsini ispat ederler. Çünkü bedihîdir ki bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delâlet eder. Fiilin kemali ise ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe’n-i zatînin kemaline ve şe’nin kemali, o zat-ı zîşuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delâlet eder.

(22. Söz)


Hem o Hâlık-ı Zülcelal’in vücub ve vahdeti gibi bütün evsaf-ı kemaliyesine ve cemaliye ve celaliyesine şu mevcudat şehadet ettikleri gibi; kusursuz, noksaniyetsiz kemal-i zatîsini de ispat ederler. Çünkü eserde kemal, fiilin kemaline; fiilin kemali, ismin kemaline; ismin kemali, sıfatın kemaline; sıfatın kemali, şe’nin kemaline; şe’nin kemali, zatın kemaline hadsen, zarureten, bedaheten delâlet eder.

(Nur'un İlk Kapısı)

İman Rükünleri[değiştir]

Gayatü’l-gayat olan marifetullahın bir bürhanı olan marifetü’n-Nebi’yi “Şuâat”ta bir nebze beyan ettik. Şu risalede maksud-u bizzat olan tevhidin lâyuhad berahininden yalnız dört muazzam bürhanına işaret edeceğiz. Hem nazar-ı aklîyi hads-i kalbiyle birleştirmek için melaike ve haşrin bir kısım delailine îma ederek imanın altı rüknünden dördünün birer lem’asını, fehm-i kāsırımla göstermek isterim.

(Nokta, Mesnevi-i N.)

Muhakemat[değiştir]

Ey birader! “Unsur-u Hakikat”ı kübra gibi ve “Unsur-u Belâgat”ı suğra gibi mezcet. Elektrik şuâı gibi olan hads-i sadıkı geçir. Tâ gayet hararetli ve parlak ziyalı olan “Unsur-u Akide”yi netice vermek için senin zihnine istidadat verebilsin.

(Muhakemat)

Hava[değiştir]

Evet havanın herbir zerresi ve bütün zerratı telsiz, telefon, telgraflar gibi aktar-ı âlemde münteşir zerreler, emirleri imtisal ettiklerini ve elektrik ve seyyalat-ı latifeye âhize ve nâkilelik vazifesi gibi, sair vezaif-i havaiyeden başka bir vazifesini bir hads-i kat'î ile, belki müşahede ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Ağaçların rûy-i zeminde muntazam bir ordu hükmünde, hava-yı nesimînin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaziyet-i meşhudesi, bana iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î bir kanaat vermiş.

(Latif Nükteler)

Tevhid ve Nübüvvet[değiştir]

İşte şu risâlede kelime-i şehâdetin iki kelâmındaki tevhid ve nübüvvete dair tarz-ı tefehhüm ve tarik-i telâkkimi Japonun eski bir suali münâsebetiyle yalnız meslek-i nazar noktasında mûcez bir icmal ile yazdım. O maksad-ı âliyeye uzanan mi'râc-ı zevkî-i işrâkî ve minhâc-ı hadsî-i ilhamî ise tabire sığışmaz.

(Nokta Risalesi, Asar-ı Bediiyye)

İman ve Burhan[değiştir]

Ki cevabı yarısı beyaz, yarısı siyahtır.

Dedi ki: Bürhanınıza şekk-i itiraz geldikçe; imanınız sarsılmaz mı? Bu ma'reke-i evham olan istidlâliyatla taharrî zarar vermez mi?

Elcevap: Eğer neticeyi -bürhan ile bağlı onunla ikame ve isbat suretiyle olsa; Ve tahakkuk-u hakaika ayar tutmakla adem-i delilden adem-i medlûlü tevehhüm etse zarar olur. Halbuki, iman incecik bir bürhana yüklenmez. Belki öyle bir hadse bina ve istinad eder ki; o hads öyle menabi'den kuvvet ve öyle meadinden ışık alır ki; söndürülmesi kâinatın söndürülmesidir.

Birinci Menba'

En azîm icma' sırrını ve en vasi' tevatürün manasını tazammun eden milyonlar ehl-i hakikatın ittifakıdır. Sırr-ı icma' ve sırr-ı tevatür noktasından tecellî eden bir hads-i mukni'le o netice zihinde karar kılmıştır. Zîrâ, herbir muhakkıkın bir bürhanı var. Ve o bürhanın mahiyeti teşhis edilmese de vücûdu katiyyen malûmdur.

Acaba dünyada hangi itiraz ve şüphe vardır ki; milyarlar huyut-u berâhinden teşekkül etmiş şu Habl-i Metini kesebilsin? Çünkü derim: Vahdete dair şu netice, hasra gelmez ehl-i tahkikin herbiri bir bürhan veya berâhin ile hakikat olarak görmüşler. Demek onların bütün bürhanları sarsılmaz bir bürhandır. Çünkü o bürhanları tanımasa da vücûdlarını bilir, hadsin zengin bir menba'ıdır.

(Rumuz, Asar-ı Bediiyye)


İşte bu hakikat dahi, hads-i sâdıka bakan bir mişkât açıyor. Hads-i sâdık ise, nur-u İslâm'a; Nur-u İslâm da tavr-ı nübüvvete teslime; bu da Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e iman nuruna bakıyor ve gösteriyor. (Yani bunlar tesbih taneleri gibi birbiriyle nazmedilmiş ve dizilmişlerdir veya bir zincir gibi birbirine bağlı ve manzumdurlar.) İşte kâinat kendi eczasının bütün cüz'iyatları lisanıyla o pencerede اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ deyip şehadet ediyor.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Ey kardeş! Bil ki: Şu matlab-ı âlîyi göstermek, (yani Vâcib-ül Vücud'un vücub ve vahdetini isbat etmek) üzere serdedilen bütün o geçmiş bürhanlar, merkezi ihata eden bir daire gibidirler ki, muhitteki noktaların her birisi ayrı renkli birer menfez gibi kendine mahsus rengi ile merkeze nazar ederler. Hem noktaların arasında bir tesanüd meydana geldiği için, hususî ferdlerin za'fiyetleri de zail olur. Ve böylece bürhanların mecmuundan nur-i İslâma nazmedilen bir hads-i sâdık tevellüd ediyor. Bu da nübüvvet tavrına teslim olmağa manzumeleniyor. Bu da matlubun kayyumu olan nur-u imana nazmediliyor.

İşte bürhanların serdinden maksad, onların hey'et-i mecmuasından bu hadsi çekip sağmak için kaynaklar temin etmektir. Böylece bürhanların arasındaki tesanüd sırrıyla, zaif ferdlerin za'fiyetleri de zâil olmuş olur. Şayet za'fiyeti zâil olmadığını da farz etsek, yine o ferd-i zaif, cüz'iyetten ve itibarlıktan düşmez. Hattâ belki istiklaliyet ve bürhaniyetten dahi düşmez. Ve şayet bazı efrad-ı cüz'iyenin bürhaniyeti ibtal edildiğini dahi farz etsek, yine umum daire-i bürhaniye ibtal edilmiş olmaz. Ancak küçülebilir. Şayet o daire-i bürhaniyenin tamamının ibtalini de farzetsek, yine de mevcud hads-i sâdık zâil olmaz. Hattâ bu hads-i sâdıkın da ibtalini farz etsek, yine bir beis yoktur. Çünkü nur-u İslâm ayaktadır. Daha sonra asla sarsılamayan nübüvvet tavrına teslim mevcuddur. Ve daha sonra, mevhub olan nur-u iman kaim ve kayyumdur.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Vicdan ve Fıtrat[değiştir]

Vicdandaki fıtrattır. Bunlar gibi daha çok menba'lar vardır.

İşte bu hads, bütün menâbi'i söndürülmezse sönmez. Şübhe, bir delili, yüz delili atsa da medlûle îrâs-ı zarar edemez. Çünkü o kubbe-i âliye yalnız bir direk üstünde kâim değildir.

(Rumuz, Asar-ı Bediiyye)

Nübüvvet[değiştir]

Demek kâinatın mürekkebat ve eczası, bütün bu mezkûr lisanlarla kadîm ve kadîr olan Hâlıklarının vücub-u vücuduna şâhidlerdir.. ve onun evsaf-ı kemaline delillerdir.. Ve merkezi müttehid olan mütedahil daireler gibi onun yüce vahdaniyetine şehadet ediyorlar; ve esma-yı hüsnasını zikir ve tilavet ediyorlar. Ve Cenab-ı Hak Teala'nın şükür ve hamdiyle tesbihhan oluyorlar. Ve Kur'an-ı Hakîm'in âyetlerini tefsir ediyorlar. Ve Seyyid-il Mürselîn olan zatın ihbaratını tasdik ediyorlar. Ve hem nur-u İslâma bakan ve gösteren sâdık ve munazzam bir hadsi tevlid ediyorlar. O ise, tavr-ı nübüvvete teslim olmayı, o da Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e iman etmek demek olan nur-u imanı tevlid ediyor.

...

İşte, bu beş mümteziç hakikatların birleşmelerinden hâsıl olan tek bir ziya ile nur-u İslâm'a bakan bir hads-i sâdıka; bu da nübüvvet tavrına teslime; o da nur-u imana yani

هُوَ اللهُ الْوَاجِبُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ

e bakan bir mişkat açıyor. Kâinat o mişkatta bu beş nağmeli lisanla اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diye şehadet ediyor.


...

İşte şu yirmi aded mütemazic hakikatler iç içe işlenmiş çizgili nurlarla çok vecihler, çok cihetler ve çok mertebelerle bir hads-i sâdıka nâzırdır.. o da İslâmın tavrına bakar.. o da nübüvvet tavrına açılmaktadır.. bu da imanın hakikatıyla manzumelenmiş bir pencereyi açarlar ki,

هُوَ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدِ

gösterir. Demek kâinat, bu yirmi çeşit nağmeli lisan ile nida ederek اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diyerek şehadet etmektedir.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Hâlık[değiştir]

Hem bir nev'de ki kudretin geniş tasarrufu ise, -ki bilbedahe (o nev'in birliği haysiyetiyle) ancak bir birden sudûr etmiş olabilir- halbuki bu nevilerden bazıları ekser kâinatı kaplamış bir vaziyettedir. Meselâ hayat, melek ve semek gibi... İşte bundan hadsen bilinir ki; meselâ bir nev'in Hâlıkı kim ise, elbette bu sır ile bütün ecnas ve envaın dahi Hâlıkıdır. Çünkü meselâ senin teşahhus-u vechiyeni tersim eden kalemin kâtibine; bütün efrad-ı benî-beşer Hz. Âdem'den kıyamete kadar, hepsi birden def'aten görünmesi bizzarure lâzımdır ki; senin bütün yüzlere karşı alâmet-i fârikalı ve muhalif olan yüzün hiçbirine benzemesin ve tam tayin etsin. Ve illâ aralarına tesadüflü tevafuk girecek ve bozacak.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Kudret ve İlim[değiştir]

Evet, şeffafiyet, mukabele, müvazene, tecerrüd, itaat ve intizam[6] sırlarıyla, belki hads ve müşahede ile zerrelerle güneşler, cüz' ile küll, ferd ile nevilerin icadları onun lem'a-i kudretine nisbeten birdir, müsavidirler. Çünki o kudrettir ki; camid, ince ipler gibi şeylerle hârika, hayatdar, salkımlar gibi şeyleri icadediyor, yapıyor. Eğer bu salkımlar, esbaba havale edilirse, bir tek salkım için (faraza eğer mümkün olsaydı) milyonlar kantar külfetlere ve mualecelere muhtaç olacaktılar.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


İşte bu altı sırlar ile, Cenab-ı Hakk'ın kudretine nisbeten sineğin ihyasıyla ihya-yı arz.. ve bir ağacı halketmek ile semavat ve arzı halketmek.. ve bir zerrenin icadıyla güneşi icad etmek müsavidirler. Ve belki de bu müsavat ve adem-i tefavüt hads-i kat'î ile ve müşahede ile sabittir. Zira mahiyeti itibariyle mechule ve mu'cizatıyla malûme bulunan o kudret-i ezeliye, ince hayt gibi bir ağacın incecik bir dalında hurma ve üzümün salkımları ve bunların benzerleri gibi hârika işler yapıyor. Eğer o hayattar hârikaların san'atları esbaba havale edilse, hadsiz külfetlere muhtaç olunacaklar.

(Habab, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, nasıl ki kendi zatında ve mahiyetinde mümkinata hiçbir surette benzemez. Öyle de, ef'alinde dahi yine onlara benzememektedir. Meselâ, hads-i şuhudî ile sabit olan şu: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un kudretine nisbeten uzak ile yakın, az ile çok, küçük ile büyük, ferd ile nev', cüz ile küll arasında fark yoktur.. Hem mümkinin hilafına olarak onun işinde külfet, mualecet, zorluk ve mübaşeret olmaz. İşte bu sırdan dolayıdır ki, Cenab-ı Hakk'ın künh-ü ef'alini fehm etmekte zorlanan ve mütehayyir kalan akıl, Cenab-ı Hakk'ın fiilini, fiil olmadığını zannetmiş.

(Zerre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.

İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,

وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ

âyeti o sühulete işaret etmektedir.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Hem o rü'yet (yani hevam ve haşaratın vaziyetleri) sana tam bir tevekkül ve itimadı da telkin etmesi lâzımdır ki, her şeyin daima ümidgâhı ve mehafı olan bir Zat-ı Zülcelali Velcemal, senin ondan aynı nihayetsiz uzaklığın içinde, sana nihayet derece yakındır. Ve küçük büyük, az çok, yakın uzak, her şey onun kudretine nisbeten müsavi olan ve bir hads-i şuhudî ile hadsiz iş ve ef'alinde onun için bir tekellüf, bir zorluk, bir mualecet ve bir mübaşeretin karışıklığı olmayan bir zat, kudretiyle sende ve senin etrafındakilerde tasarruf etmektedir. İşte senin korkmaman, mahzun olmaman ve tevahhuş etmemen için şu geçen hakikat sana kâfi gelecek bir dersi vermiyor mu?

(Şule, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Celal ve azameti ve haşmet-i saltanatı zâhir ve bâhir olan ve şe'n-i kudretinden neş'et eden âsâr ve ef'ali gayet azîm bulunan Hz. Allah (C.C.) kudret ve ilmiyle her şeyden daha büyüktür. Zira o öyle bir Âdil-i Hakîm, Kadir-i Alim, Vâhid-i Ehad bir Sultan-ı Ezelî'dir ki; bütün bu âlemlerin küllîsi onun nizam ve mizanının, tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadırlar. Ve hey'et-i mecmua-yı âlem, hepsi birden onun sırr-ı vâhidiyetinin mazharı olduğu şuhudî bir hads ve belki müşahede ile sabittir. Çünkü kâinat içinde nizam ve mizan, tanzim ve tevzin dairelerinden hariç hiçbir şey yoktur. Evet bu nizam ve şu mizan, "İmam-ı Mübin" ve "Kitab-ı Mübin" hakikatlarından iki babdırlar. Ve bir Alim-i Hakîm'in ilim ve emrine ve bir Aziz-i Rahim'in kudret ve iradetine iki ünvandırlar. İşte o nizam, bu mizanla beraber, o Kitab-ı Mübin bu İmam-ı Mübin içinde olarak; başında iz'anı ve yüzünde iki gözü bulunan için; kevn ü zaman içindeki eşyadan hiçbir şeyin[7] bir Rahman'ın kabza-i tasarrufundan ve bir Hannan'ın daire-i tanziminden ve bir Mennan'ın inayet ve tezyininden ve bir Deyyan'ın ölçü ve proğramından hariç olmadığını ve taşrasına çıkamadığını isbat eden iki bürhan-ı neyyirdirler.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Eğer اَللّٰهُ اَكْبَرُ in bir manasını fehmetmek istiyorsan, kâinata nazar et! Çünkü kâinat ve mevcudat baştan başa onun envarının gölgeleri, ef'alinin eserleri, kalemlerinin çizgileri, esmasının nakışları ve evsafının aynalarıdırlar. Bunu görüp bildikten sonra اَللّٰهُ اَكْبَرُ söyle ve âlemleri temaşa et, bak ki; bütün âlemlerin hepsi bittamam onun kabza-i ilmine alınmış, kabza-i kudretinde kemerbeste durmuş, kabza-i adlinde zelilane boyun eğmiş ve kabza-i hikmetinde harekete âmâde bekleyip, onun tartı ve vezni ile dizilip nizamatının silkinde mevzun bir vaziyet almışlardır. Evet nizam ile tanzim, mizan ile tevzin; Cenab-ı Rahman'ın iki kabzasıdır. Ve İmam-ı Mübin ile Kitab-ı Mübin'in iki babıdır. Demek Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin ile beraber, bir Kadir-i Alim ve bir Âdil-i Hakîm'in ilim ve kudretini beyan eden iki ünvandırlar. Öyle ise, hiçbir şey, bu nizamın nazmından ve şu mizanın vezninden hariç olmadığını başında iz'anı, yüzünde aynanı (iki gözü) bulunan kimse, her halde ona şahid olacaktır. Şu halde şuhudî bir hads ile, belki hissî bir şuhud ile sabit olur ki, kevn ü zaman içinde hiçbir şey yoktur ki; Rahman-ı Lâyezal'in kabza-i tasarrufundan hariç kalsın.

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın yaptığı sanatların suhulet ve suubet dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Ne kadar sanatlarda bilhassa ince ve latîf cihazatta ilmî mahareti çok olursa o nisbette kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binaenaleyh eşyanın hilkatinde sürat-i mutlaka ile vüs’at-i mutlaka içinde görünen suhulet-i mutlaka, Sâni’in ilmine nihayet olmadığına hads-i kat’î ile delâlet eder. وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ

(Onuncu Risale, Mesnevi-i N.)

Sebepler[değiştir]

Evet, acaba bir padişahın sana gönderdiği bir hediyesine sardığı mendil veya zarf, onun şeriki veya muîni olsun, mümkün müdür? İşte bu tahkikattan bir hads-i kat'î ile bilinir ki; sebebler onun kudretinde yalnız birer perde-i zâhiriyedirler. Ve hikmet-i İlahiyenin (bu dar-ı imtihana muvafık) birer merci' ve menatıdırlar.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Kader[değiştir]

Hem dahi mahsusat-ı zâhiriyede bizzarure görünen kader cilvesiyle; gayr-ı mahsuslarda nazarî olarak bilinen her iki kaderin cilveleri ise, Elbette her şeyi halkeden ve her şeyin kader dairesinde program ve ölçülerini takdir eden bir zatın vücub-u vücuduna delâlet ederler. Evet âlem-i şehadetin her şeyi mecmuan olsun, eczaen olsun, muntazam birçok gayata müteveccih olduğunu ve semeredar faideli neticeler verdiğini ve ancak kaderin kalıplarıyla eşyanın kametlerine göre biçilen ve makadir ve ölçüler ile tesmiye edilen ve âdeta onların muntazam ecelleri hükmünde olan hikmetli hududlara dayanıp durduklarını görüyoruz. Bu ise gösteriyor ki; her şey evvelâ kader ile programları tayin edilmiş. Sonra eşya o kaderî program üzerine bina ediliyorlar.

Eğer bu hakikata bir misal istersen, kendi bedeninin eğri büğrü mafsallarına ve elinin parmaklarına bak! Tâ ki, bu göz ile müşahede edilen zarurî kaderden, ahval ve maneviyattaki nazarî kadere bir hads-i sâdık ile intikal edilsin. Zira bu nazarî kaderin de semeredar gayat ve nihayetleri ile muntazam hudud ve ecelleri vardır. Bunlar ise, onun mekadîr ve kalıplarıdır ki; dest-i kaza ve kaderle tersim edilmiş olup, kudret, maâni kitabını, kader mistarı üzerine yazmış ve yazmaktadır. Yani, kudret bir masdar olup, kader mistarının çizgilerine bakıyor ve ona göre yazıyor.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Nokta-yı Kemal[değiştir]

Hem dahi kâinatta müşahede ediliyor ki, her şey (kendine mahsus ve lâyık olan) makam-ı kemaline ulaşmadan önce, o nokta-i kemale doğru hareket edip koşuşmaktadır. Tâ ki nokta-i kemaline vâsıl olduktan sonra durur ve karar kılar. İşte bundan hadsen anlaşılıyor ki, vücud bir kemal ister. Kemal ise, sebatı iktiza eder. Demek vücudun vücudu kemal iledir. Ve kemalin de kemali devam ve sebat iledir. Öyle ise, vücudu vâcib ve sermedî olan ancak Kâmil-i Mutlak'tır. Ve binaenaleyh, kâinatın bütün kemalâtı o Zat-ı Sermedî'nin envar-ı kemalinin tecelliyatına gölgeler mesabesinde olduğu anlaşılıyor. Ve şu hakikat ise delâlet ediyor ki; Cenab-ı Allah (C.C.) zatında, sıfâtında, ef'alinde Kâmil-i Mutlak'tır, âmenna.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Esma[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Esma-i hüsna, Zat-ı Hak Teala'ya bakan çeşitli kapılar ve muhtelif vücûhlardır. Fakat bazan bir şey-i vâhidde birbirine mütekabil çok esma tecelli eder. Meselâ Mu'tî ve Mani', Dârr ve Nâfi' gibi... Şu ise, gösterir ve delâlet eder ki; meselâ: Bu şeye Mu'tî ismiyle, bilerek onun hacatını i'ta eylediği gibi; aynı o zat, Mani' isminin iradesiyle de onu zararlı şeylerden men'eder. Hem Nâfi' ismi, o şeyin menfaatlerini verdiği gibi; Dârr isminin tecellisiyle de, aynı şeye zarar iras edilir. Ve hakeza zarar ve menfaat gibi birbirine mütekabil şeyler, ancak Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle olur. Bu hakikattan hadsen anlaşılıyor ki; meselâ esma-i hüsnadan bir ismin hakikatıyla muttasıf olan kim ise, aynı zamanda sair bütün esma ile de o zat, muttasıf olacaktır. Âmenna.

(Habbe, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Hz. Muhammed (sav)[değiştir]

İşte şu esrardan hadsî bir yakîn ile anlaşılıyor ki; Fatır-ı Hakîm (C.C.) (hikmetini tecelli ettirip, san'atını dakikleştirerek) kudretinin en latif şekliyle ve inayetinin en etemm tarzıyla ve rahmetinin en mükemmel şekliyle ve hikmetinin en dakik tavrıyla âlemin hey'et-i mecmuasından küre-i arza ve küre-i arzdan zîhayat mahluklara ve zîhayatlardan nev'-i insana ve bir ferd-i insandan onun kalbine ve insan nev'inden o nev'in kalbi, belki âlemin kalbi ve çekirdeği ve Fâtır-ı Âlem'in muhabbetinin timsali ve rahmetinin misali olan birisine müteveccih olmaktadır. İşte o âlî, gâlî, mutahhar, münezzeh kalb ise, Seyyidimiz ve Seyyid-ül Enam Hazret-i Muhammed'dir (Aleyhi Salavatün ve Teslimatün biadedi Semerati Şeceret-il Âlem). Zira âlem, Hakikat-ı Ahmediye'nin çekirdeğinden yaratıldığı gibi, ondan ve onun için halkedilen âlem, en kâmil ve mükemmel olan semere-i Muhammed'de (A.S.M.) nihayet buluyor.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Eğer sahife-i itibar-i âlemde menkuş olan âsar-ı enbiyayı nazar-ı mütalaaya alsan; ve tarihin lisanından nübüvvete dair cereyan eden ahvallerini dinlersen; ve cihet-ül vahdet-i nübüvveti zaman ve mekanın tesirat-ı hususiyelerinden tecrid edebilsen, göreceksin ki; enbiyaya "nebî" dedirtmiş ve nübüvvetlerine medar olmuş olan esaslar ki, herbir nebî, iddia-yı nübüvvet ve mu'cizeyi izhar; ve düstur-u hareketi Hukukullah ve hukuk-u ibadı muhafaza; ve terk-i menafi-i şahsiyye; ve ümeme karşı keyfiyet-i muameleleri; ve ümmetin onlara karşı keyfiyet-i telakkisi; ve zatlarındaki sebeb-i temayüz olan meziyyât gibi medar-ı nübüvvet olan esaslar evlad-ı beşerin en âhir üstadı olan Muhammed-i Hâşimîde (A.S.M.) daha ekmeli ve daha azheri bulunur. Demek oluyor ki; yakîni ifade eden nev'-i vahiddeki istikrâ', hususan kıyas-ı hadsî-i hafî ianesiyle ve kıyas-ül evleviyenin te'yidiyle, mu'cizatlarının lisaniyla vahdet-i Sâni'in bir bürhan-ı bâhiresi olan Muhammed'in (A.S.M.) sıdk-ı nübüvvetine şehâdet ederler.

İşte bu sırdandır ve nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) mukaddeme olmasındandır ki; Kur'ân-ı Hakîm ahval-i enbiyayı kesretle zikrediyor.

(Şuaat-ü Marifet-ün Nebiyy (Asar-ı Bediiyye))

Malikiyet[değiştir]

Bakınız görünen o dur ki, her şey birinin olmasında adem-i illeti tevehhüm etmek isteyen vehm-i bâtıl, örümcek ağından yüz derece daha ehvendir. Fakat eşyadan bir tek şeyi birinin olduğunu gösteren illet, bir hads-i sâdıkla her şeyin de aynı o zatın olmasını istilzam ettirir.

(Zerre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Tasarruf, Kudret ve Hikmet[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; her bir masnu'da, belki her bir zerrede, hem de o masnu ve zerrenin alâkadar olduğu her şeyinde ve onunla beraber nizamın silkine giren bütün eşyada; bilhads ve bilmüşahede görünen mutlak bir tasarruf, muhit bir kudret ve basir bir hikmettir. Bu ise, bâhir bir bürhan ve zâhir bir âyettir ki; her şeyin sanii tektir, birdir, şeriki yoktur. Hem mümkinlerin, mahdudların, mukayyedlerin ve müntehîlerin lâzımı olan tevzi' ve inkısam ve tecezzî, onun iktidarında aslâ mevzuubahs değildir ve olamaz.

(Zerre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Hıfz-ı Hayat ve Hiss-i Te'lif[değiştir]

Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Hıfz ve Muhafaza[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Kader[değiştir]

Elhasıl: Şu âlem, baştan başa hads-i şuhudî ile, belki ayan beyan bir tarzda Hâlık-ı Kerim'in kalem-i kaderinin çizgileridir, hame-i kudretinin nukuşlarıdır, kereminin zinetleridir, lütfunun çiçekleridir. Hem hak ve iman ile bilinir ki; onun rahmetinin semereleridir, cemalinin lemaatıdır, celalinin celevatıdır, kemalinin mir'atlarıdır.

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Cennet ve Cehennem[değiştir]

Sonra, şunu da bil ki: اُعِدَّتْ kavli, şöyle bir işaret veriyor ki; Cehennem, (Mu'tezilenin delilsiz zu'umlerinin rağmına olarak) şu anda mahluk ve mevcut haldedir. Hem cehennemin ebedîliği hususunda sana delil olacak ve hads-i kalbîyi ilham eyliyecek şey budur ki: Sen alemde hikmet nazarıyla bakıp tefekkür eylediğinde, görürsün ki; kâinat içinde ateş, azim bir mahluk olup her tarafa yayılmış galip ve hâkim bir unsurdur. Ve bu azim unsur, hem ulvî alemlerde, hem de süflî alemlerde esas, temel ve rükün olarak bulunmaktadır. Hem anlarsın ki; ateş, ebede kadar uzayıp giden pek büyük bir başın, bir ucun ve acib bir semerenin vücûd ve varlığına da işaret eylemektedir.

Evet, mesela: Bir adam, bir damarın veya bir dalın başı topraktan çıkıp, uzayarak gittiğini görse; her halde o dalın başında, mesela bir kavunun olduğunu veya olacağını düşünecektir. Aynen bunun gibi: Ateşin hilkatini ve yaradılış vaziyetini gören bir şahsın, (az yukarıda izahı yapılan; kâinatın her tarafına yayılmış ve ebede doğru uzamış olan ateşin bir dal ve bir damarını gören kimsenin) onun nihayetinde, bitiş noktasında cehennem hanzelesinin bulunacağını tefettun edip bilecektir, bilmesi gerektir.

Hem yine bir şahıs, bir çok nimetleri, güzellikleri ve lezzetli taamları görse de, her halde hadsen intikal edecektir ki; bunların akıp geldiği yerin ve bostanları olan mekânın bir bahçe, bir çiftlik olması lâzımdır diye düşünecektir.

(İşaratül İ'caz (Badıllı))


İ’lem eyyühe’l-aziz! Hanzalenin çekirdeğinde hanzale ağacı mündemic ve dâhil olduğu gibi cehennemin de küfür ve dalalet tohumunda müstetir bulunduğunu, şuhudî bir yakîn ile müşahede ettim. Ve keza nasıl ki hurmanın çekirdeği, hurma ağacına hamiledir. Aynen öyle de iman habbesinde de cennetin mevcud olduğunu hads-i kat’î ile gördüm.

Çünkü o çekirdeklerin ağaçlara tahavvül ve inkılabları garib olmadığı gibi küfür ve dalalet manası da tazip edici bir cehennemi, iman ve hidayet de bir cenneti intac edeceğinde istib’ad yoktur.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ben bir hads-i kat'î ile adeta gözümle görmüş gibi öyle bir yakîn hasıl etmişim ki; nasıl ki meselâ hanzele ağacı, bilkuvve kendi çekirdeğinde mündemic olduğu gibi; Cehennem dahi küfür tohumunda bilkuvve mündemicdir. Ve keza hurma ağacı, kendi çekirdeğinde münderic olduğu gibi; Cennet dahi iman habbesinde mündemicdir.

(Habab, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Teşkil, Tanzim, Tesviye[değiştir]

Hads ve istikra' ile sabit olmuştur ki; bir maddede teşkil (şekillendirme) ve tanzim ve tesviye başladığı zaman, ondan birbirine muhalif tabakalar doğar. Mesela: Kül'ün, kömür'ün ve elmas'ın ondan tevellüd eylediği maden gibi... Ve mesela, ateşde teşkilat düşse; alev, kor ve duhanın birbirinden çıkıp ayrılması gibi... Veya, müvellidül-ma müvellidül-humûza ile (oksijen, hidrojenle) mecz edildiğinde, ondan su, buz ve buharın teşekkül eylemesi gibi...

(İşaratül İ'caz (Badıllı))


Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur.

Mesela, elmas madeninde teşkilat başladığı vakit, o maddeden hem ramad yani hem kül hem kömür hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem mesela ateş, teşekküle başladığı vakit hem alev hem duman hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem mesela müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su hem buz hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor.

Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilat düşse tabakata ayrılıyor. Öyle ise madde-i esîriyede kudret-i Fâtıra teşkilata başladığı için elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halk etmiştir.

(12. Lem'a)

Te'sir, Failiyet, İnfial, Kabiliyet ve Teessür[değiştir]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kevn ü vücud sahasında durup ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir süratle anlar ki: Tesir ve fâiliyet; latîf, nurani, mücerred olan şeylerin şe’ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî şeylerin hâssasıdır.

(Habbe, Mesnevi-i N.)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz'an ile; fâiliyet ve te'sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe'ni olduğunu bilecek.. Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.

Eğer misal istersen; bir derece nur olan güneşe, bir de bir dağa nazar et! Bak birincisi semada durduğu halde, onun nâzik ve nazenin elleri yerde faalane, cevvalane gezmektedir. Amma ikincisi ise; büyüklüğüyle ve kaba elleriyle beraber, hiçbir fiil ve te'sire sahib değildir. Hattâ bitişiğinde ve komşusundaki eşyaya bile gücü yetmiyor, te'siri yoktur.

Ve keza, eşya içindeki zâhirî faaliyet ve hareketlerinde müşahede etmekteyiz ki; hangi şey daha çok latif ve nuranî ise, onda sebebiyet mertebesi zahir oluyor. Ve hangi şey çok kesif ise, müsebbeblik derecesine takarrüb etmektedir. İşte bundan da anlaşılıyor ki, zâhirî esbabın Hâlıkı ve müsebbebatın mûcidi öyle bir Nur-ül Envar'dır ki,

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ وَ هُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

sırlarıyla misli, misali, mesîli, şibhi, şebihi olmayan bir Semi' ve Basir olup, nazar ve fikirler, O'nun künh-ü azametini ihata edip idrak edemeyen bir zattır.

لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

(Habbe, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Azrail (as)[değiştir]

Hadsî Bir Hakikat

S- Hazret-i Azrail birdir, bir anda, her yerde eceli gelenlerin ruhunu kabzeder. Hazret-i Cebrail, Sidretü’l-münteha’da suret-i hakikiyesinde olduğu anda, Dıhye veya başkasının suretinde meclis-i Nebevîde iman ve İslâm’ın erkânını soruyor veya tebliğ eder. Daha yalnız Allah bilir kaç yerlerde bulunuyor.

Hazret-i Peygamber (asm) demiş: مَنْ رَاٰنٖى فِى الْمَنَامِ فَقَدْ رَاٰنٖى حَقًّا Şu sırrına binaen avam-ı ümmetten binlere bir anda menamen ve havassa yakazaten ve keşfen temessülü ve umum ümmetin salavatının istimaı ve âhirette umumla görüşmesi ve şefaati hem de bir veli bir anda pek çok yerlerde müşahedesi gibi sırların miftahı nedir?

C- Bir nuraninin timsali, onun hâsiyetine mâliktir hem gayrı değildir. Şu âleme karşı açılan âlem-i suver ve misalin bir penceresi olan ecsam-ı şeffafeden âyineler, ecsam-ı kesifenin hâssasız şeklini alır fakat nuraninin timsaliyle beraber hâssa-i zatiyesini de alır.

Mesela, bir adam binler âyine ortasında dursa her bir âyinede aynı şahıs bulunur fakat ruhsuz, hissiz, fikirsiz birer şahıstır.

Lâkin şems binler âyinede temessül etse her bir timsal çendan şemsin azamet-i mahiyetine ve mertebe-i kemaline mâlik değilse de lâkin şemsin hissi hükmünde olan harareti, hayatı hükmünde olan ziyası, aklı hükmünde olan tenviri olan havass-ı selâseyi câmi’dir. Nuraninin timsali hayy-ı murtabıttır. Kesifin timsali, meyyit-i müteharriktir. Ruh, en münevver bir nurdur. Tahdidi kabul etmeyen âlem-i misalin pencerelerinde temaşager bir ruhun gayr-ı mahsur timsalleri de birer ruh-u mütecessiddir. Havassına mâliktir, onun gayrı değillerdir.

(Tuluat)

Masiyet, Akıbet, İkab[değiştir]

وَ اِنَّ الْفُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ

Âkıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan âkıbeti, bir emare-i hadsiyedir ki cezası da bir ikab vardır. Çünkü herkes hususi bir tecrübe ile hadsen görüyor ki hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz.

Eğer şu umum muhtelif hususi tecrübeler nazara alınırsa görünür ki nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı masiyettir ki cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, masiyetin lâzım-ı zatîsidir.

Mademki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için terettüp ediyor. Elbette bu dârda terettüp etmeyen, başka dârda terettüp edecektir. Acaba kim vardır ki küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki: “Filan adam fenalık etti, belasını buldu.”

(Sünuhat)


Eğer desen: Haydi o ceza adalete mutabıktır diyelim.. Fakat o gibi azabı netice verecek olan şerlerin vucûduna müsaade etmekten ğanî ve müstağnî bulunan Hikmet-i İlahiye nerede kalır?..

Cevaben sana denilir ki: -Başka bir defa yine işittiğin gibi- içine az bir şerrin karıştığı hayr-ı kesir, terk edilmez. Eğer terkedilirse, o zaman şerr-i kesir meydana gelmiş olur. Evet, vaktaki Hikmet-i İlahiyye, hakaik-i nisbiyenin zuhûrlarının sübûtunu iktiza eyledi. -ki bu nisbî hakikatlar, hakikî hakaiktan kat kat fazla olduğu halde- Bunların zuhurları ise, ancak şerrin vücûdu ve bulunmasıyla mümkündür. İşte şerrin, bu gibi hikmetler için vücuda getirilmesinden sonra, onu kendi hududu dahilinde durdurmak ve tuğyan ve tecavüzünü men' etmek, ancak terhib ile kokutmak ile mümkündür. Hem hakikat olarak, terhibin vicdanlarda yapacağı tesir ise, ancak öylesi haricî bir azabın varlığına inanmak, o terhibin tasdik ve tahkiki ile mümkündür. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi hasseler, tek ve mücerred bir terhible müteessir olunamıyor, ta ki ebedî bir hakikat-ı hariciyeye çeşitli emareler ile hadsî bir kanaat getirmedikçe.. öyle ise, dünyada ateş ile, korkuttuktan sonra, ahirette de Cehennemin vücudunu kat'î ihsas ettirerek terhib eylemek aynı hikmettir.

(İşaratül İ. (Badıllı))

Vicdan, Hads, İlham, İştiyak, İncizab, Cezbe[değiştir]

Akıl tatil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse vicdan Sâni’i unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir. Hads ki şimşek gibi sürat-i intikaldir, daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlahî, onu daima marifet-i Zülcelal’e sevk eder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbiyledir.

(Nokta, Mesnevi-i N.)

Lümme-i Şeytaniye[değiştir]

Râbian: İnsan küçük bir âlem olduğu gibi âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Mesela, nasıl ki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz’un vücuduna kat’î delildir.

Öyle de insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir.

Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.

(13. Lem'a)

Asfiya-yı Muhakkikin[değiştir]

Hâtime: Şu meseleden anlaşılıyor ki derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’an’a ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez.

Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.

(18. Mektup)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • İlham: Allah tarafından kalbe gelen ve genellikle vasıtasız ve gölgeli olan mana.
  • Sünuhat: Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen, içe doğan manalar.
  • Keşf: Gizli bir şeyin Allah tarafından birisine ilham olması.
  • İz'an: Anlayış, kavrayış, teslim olup itaat etme.
  • Tuluat: Hazırlıksız olarak birden kalbe doğan manalar.
  • Vicdan: İnsanda iyi ile kötüyü ayırt edebilen, iyilikten lezzet ve kötülükten elem alan manevi his, şuurlu fıtrat.
  • His: Duygu, dış dünyâya âit faktörleri idrak etme, bunların insanda oluşturuğu etki.
  • İstikra: Ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıflara dikkat ederek genel bir sonuca varmak, tümevarım.
  • Müşahede: Görme, gözlem; görme ve gözlem sonucunda varılan görüş.
  • Vahiy: Bir emir veya hükmün Allah tarafından peygamberin kalbine bildirilmesi ve bu yolla gelen ilâhî haber.

Kaynakça[değiştir]

  1. https://sorularlarisale.com/hads-ilham-sunuhat-ne-demektir
  2. https://sorularlarisale.com/iste-soyle-vesveseleri-izale-icin-hads-i-kalbinin-ve-izan-i-aklinin-pek-cok-menbalarindan-bir-mukaddime-ile-dort
  3. https://lugatim.com/s/HADS
  4. https://islamansiklopedisi.org.tr/hads
  5. Bu bahis, Yirmi Dokuzuncu Söz'ün Birinci Esasında ve Meyve Risalesi Onbirinci Meselesinde ve daha Nur'un birkaç risalelerinde daha mükemmel olarak bulunmaktadır. Mütercim
  6. Şu altı sırlar tafsilen Nokta Risalesi ve Yirminci Mektub ve Yirmidokuzuncu Sözlerde mezkûrdur. -Müellif-
  7. Bu mertebe-i sâdise, sair mertebeler gibi yazılsa idi, pek çok uzun olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin, kısa ifade ile beyan edilemez. Otuzuncu Söz'de bir nebze zikredildiğinden burada kitabeten kısa kesip, derste izahat verdik. -Müellif-