Kuş

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Kuş ya da Tayr (çoğulu tuyur) Cenab-ı Allah'ın kanat, tüy ve gaga (dimdik) vererek yarattığı, yumurtayla çoğalan ve cevv-i havada (atmosfer) tesbih ve zikir ile görevlendirdiği hayvanlardır. Çok az istisna dışında kanatlarıyla uçabilirler. Büyük kuşların bilinen 11.000'den fazla türü vardır. Kuşlar, dünyanın her tarafında yaşar ve birçok tür her yıl büyük mesafeler ve okyanuslar arasında göç eder. Kuşlar içinde 300 metre derinliğe dalabilen penguenler, fevkalade ötüşleriyle insanlara ilham veren bülbüller, haftalarca konmadan uçabilen albatroslar gibi Cenab-ı Allah'ın mucizeleri sanat eserleri mevcuttur. Sosyal olan kuşlar ötüşleriyle iletişim kurar.[1]

Bediüzzaman dünyadaki canlıları hayvan, kuş, ağaç ve nebat olarak dört kısımda zikreder ve uçan kanatlı böcekleri (sinekler) "kuşçuk" olarak adlandırarak yüz bin türü olduğunu ifade ettiği kuşlar sınıfına dahil eder.

Risale-i Nur'da küçük çocukların cennet inancı sayesinde, vefat eden yakınları için "cennetin bir kuşu oldu" nazarıyla bakarak ümit ve teselli bulduğu bahsi geçer.

Bediüzzaman, insanların zahirperest olduğu için büyük kuşların (mesela atmacanın) küçük kuşlara (mesela serçelere) musallat olmasını zahiren rahmete aykırı zannettiğini ama aslında serçe kuşunun istidatlarının bu şekilde geliştiğini belirtir.

Bediüzzaman, Kur'an'da Hz. Süleyman'ın (as) kuşların dillerini, kabiliyetlerini ve ne işe yaradıklarını bilmesi mucizesinin bahsinin geçmesinden ders alarak başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, mesela çekirge âfetinin istilasına karşı çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse çok faydalı bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebileceğini belirtir.

Bediüzzaman insanın dünya hayatına lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmediğini fakat hayat-ı maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve ibadet cihetinde hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmünde olduğunu ve bu nedenle asıl vazifesinin hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi hakiki bir hayat-ı daime için çalışmak olduğunu hatırlatır.

Risale-i Nur'da Cenab-ı Hakk'ın gülün aşkıyla bilinen bülbül kuşunu hayvanat kabileleri namına bitkilere karşı şedid münasebeti ilan gibi beş gaye ile görevlendirdiğini, bu görevin bülbül ile sınırlı olmayıp her türün bülbülleri olduğunu, bülbüllerin en efdali ve en eşrefinin Peygamberimiz (sav) olduğunu söyler.

Peygamberlerin gönderilmesiyle ekser insanların küfre girmesinin rahmete aykırı olmaması izah edilirken verilen tavus kuşu misalinde tavus kuşunun üzerine yattığı yüz yumurtadan sekseninin bozulması ama yirmisinden yavru çıkmasının istenmeyen bir durum olmadığı kemiyetin (sayı çokluğunun) keyfiyete (kalite) göre öneminin olmadığına delil olarak verilir.

Bediüzzaman bazı mektuplar yazılırken, okunurken veya risaleler tashih edilirken hilaf-ı âdet bir tarzda kuşların gelmelerini kuşların Risale-i Nur’la alâkadarlıklarına misal olarak verir ve buna dair çok sayıda bahis zikreder. İnsanların uçaklarla korkuttuğu hava alemindeki kuşların bu alakasını Kur’an hakikatlerini zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve istikbali nurlandıran Risale-i Nur'un küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar etmesiyle izah eder.

Risale-i Nur'da kuşların tesbihi olan ötüşlerinin Allah'ın söyletmesi ile olduğu; kuşların duygu ve cihazlarının manzum ve mevzun kudret kelimeleri olduğu; birbirine benzeyen yumurta ve yumurtacıklardan yüz bin çeşit kuşun ve kuşçuğun çıkmasının tevhid delili olduğu; Allah'ın havayı ve arzı kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirdiği; hakiki mürşidin yavrusunu kursağından besleyen kuştan ziyade yavrusuna süt veren koyun gibi olması gerektiği; kuşların bazı ruhların tayyaresi olduğu; kuşların ilhama mazhar olduğunu, mesela bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin kuşa bildirildiği; kulun tüylerini temizleyerek Kuddüs ismini okuttuğu; kuşların bitkilerle şiddetli alakasını bülbül gibi kuşların ilan ettiği vb. dersleri verilir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Cennet Kuşu[değiştir]

Ana Madde: Cennet Kuşu

Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünkü her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azap ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü fakat rahmet-i İlahiyeye gitti, yine beni cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim.” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

(11. Şua)


Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsam –bir hadîs-i şerifte “Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler.” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar– bir cins ervahın tayyareleridir. Onlar bunların içine emr-i Hak’la girerler, âlem-i cismaniyatı seyredip o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile âlem-i cismanîdeki mu’cizat-ı fıtratı temaşa ediyorlar. Tesbihat-ı mahsusalarını eda ediyorlar.

(29. Söz)

Büyük Kuşların Küçük Kuşlara Musallat Olması[değiştir]

Ana Madde: Atmaca ve Serçe

Mesela, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Mesela, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Mesela karı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki tarif edilmez.

(18. Söz)

Kuşların Dili, Ötüşü, Tesbihi ve Zikri[değiştir]

Ekser envaın her bir nevinin bülbül-misali bir sınıfı var ki o nev’in en latîf hissiyatını, en latîf bir tesbih ile en latîf sec’alarla temsil edecek birer latîf ferdi veya efradı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur hem çeşit çeşittirler ki onlar bütün kulağı bulunanların en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında tesbihatlarını güzel sec’alarla onlara işittirip onları mütelezziz ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylîdir. Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kasidehân enisleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudatın sükûtunda onların tatlı sözlü nutuk-hânlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki her birisi onu dinler, kendi kalpleriyle Fâtır-ı Zülcelallerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı neharîdir. Gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvâzlarıyla, latîf nağamat ile sec’alı tesbihat ile Rahmanu’r-Rahîm’in rahmetini ilan ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki o vakit işitenlerin her birisi lisan-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususi ile Fâtır-ı Zülcelalinin zikrine başlar. Demek, her bir nevi mevcudatın hattâ yıldızların da bir serzâkiri ve nur-efşan bir bülbülü var.

(24. Söz)


وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً

عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ

cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman aleyhimesselâma, kuşlar envaının lisanlarını hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet, madem hakikattir. Madem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman’dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyûrun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse çok taifeleri var ki karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi birer mühim işte istihdam edilebilirler. Mesela, çekirge âfetinin istilasına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse ne kadar faydalı bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir.

İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyûrdan istifade etmek, en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki:

Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için mülkümdeki muazzam mahlukatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise her birinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin. Ve onların dizginleri elinde olan zatın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız…

Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvi bir eğlence-i masumaneye çalış ki dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin. Ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin. Ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acayibü’l-mahlukat mahiyetini göstersin. Ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.

(20. Söz)


8- “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik.” manasında عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ olan âyet-i kerîme; beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdir. Ve hâkeza beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır, istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.

(İşaratül İ.)


Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni’-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.

(33. Söz)


Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz…

Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i nimet ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen onlar derler: “Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir halimiz, şefkatle perverdeyiz, halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-naz.

(Lemeat)


Ve keza وَعَلٰى سَمْعِهِمْ kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş vesaire gibi her neviden Rabbanî kelâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba ettirmekle kalpleri, ruhları nurani âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder.

(İşaratül İ.)


Hatta imanın nuruyla nurlanmış böylesi imanlı bir kulak; rüzgarın esintisinin terennümatından, bulutun raadlarının na'relerinden, denizin mevcelerinin nağamatından, taşların taktakalarının gıcırtılarından, yağmurun nüzulünün şıpıltılarından, kuşların sec'alı ötüşlerinden Rabbani birer kelam tarzında ma'nalar işitebilir ve bunları birer ulvî tesbih olarak fehmeyler. Güya ki kâinat, o insan için büyük bir musikîdir de, kalbinde ki ulvî bir hüznü, ruhanî bir aşkı heyecanlandırmaya vesiledir. Böylece: Dünyadan göçmüş dost ve ahbaplarını hatırladığında hüzünlense de, lâkin bu müfarakatlı hüzün ile beraber, o hüzün bir lezzet olur. Yoksa, ahbapsızlık yüzünden gelen bir hüzün ve gam olarak değil...

(İşaratül İ. (Badıllı))


Hem ağaçların başlarındaki meyvelerin kemal-i zinetlerinden çiçeklerin tebessümkârane vaziyetleri; ve seherlerde esen nesîm-i ruh-efza içinde kuşların cıvıldaşmaları; ve yağmurun ezhar ve çiçeklerin güzel yüz ve yanaklarında terennümleri; ve validelerin küçücük yavrucuklarına karşı gayet merhametkârane bir şefkatle terahhumları ise; elbette ins ve cin, ruhanî ve hayvan, melek ve cânn'a karşı bir Vedud'un kendini tanıttırması ve bir Rahman'ın kendini sevdirmesidir. Ve bir Hannan'ın rahmetini bildirmesi ve bir Mennan'ın şefkatini izhar etmesidir.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Ve ey hevam ve böcekler havada deveranları hengâmında kendi vızıltılarının zemzemesiyle sana şükrederek; ve kuşlar kendi yuvalarında yavrucuklarıyla beraber çıkardıkları sec'a ve nağmeleriyle sana hamdederek; nizam ve mizanının san'at ve nakışlarının renk ve zinetlerinin lisanıyla senin nimetinin semeratıyla telezzüz ettikleri vakit ve âsâr-ı rahmetinle tena'um ettikleri zaman, o ihsan ve ni'metin üzerine senin şükrünü izhar ile bağrışıp sayhalar vurarak, sana hamd ile tesbih ettikleri gibi;...

(Şule, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Hem kuşların cıvıldaşmaları, onun intak ve irfakıyladır.

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))

İnsanın Amel, İktidar ve Lezzette Kuştan Aşağı Olması[değiştir]

Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksat yapsan ve ona daim çalışsan en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.

İşte sana iki yol, istediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamü’r-Râhimîn’den iste.

(5. Söz)


Sen istidat cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi hakiki bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.

(21. Söz)

Cennet ve Kuş Misali[değiştir]

Bu dere bahçesi gibi (Hâşiye[2]) şu Barla bağ ve bahçelerinin her birinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde; Barla’da gıdası itibarıyla ancak bir avuç yeme mâlik olan her bir kuş, her bir serçe, her bir arı “Bütün Barla’nın bağ ve bostanları, benim nüzhetgâhım ve seyrangâhımdır.” diyebilir. Barla’yı zapt edip daire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştiraki onun bu hükmünü bozmaz.

Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâlık’ım bu dünyayı bana hane yapmış, güneş benim bir lambamdır, yıldızlar benim elektriklerimdir, yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir.” der, Allah’a şükreder. Sair mahlukatın iştiraki, onun bu hükmünü nakzetmez. Bilakis mahlukat onun hanesini tezyin eder. Hanenin müzeyyenatı hükmünde kalırlar.

Acaba bu daracık dünyada insan, insaniyet itibarıyla hattâ bir kuş dahi böyle bir daire-i azîmede bir nevi tasarruf dava etse, cesîm bir nimete mazhar olsa geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette, ona beş yüz senelik bir mesafede bir mülk ihsan etmek, nasıl istib’ad edilebilir?

(28. Söz)

Kuşlarda Tevhid Delili[değiştir]

Sonra seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken hayvanat ve tuyûr âleminin kapısı hakikatbîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar “Buyurun!” dediler. O da girdi ve gördü ki:

Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bi’l-ittifak lisan-ı kāl ve lisan-ı halleriyle ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ deyip zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; her biri bizzat birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhanî ve manidar birer harf-i Rahmanî hükmünde Sâni’lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar, vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvaları ve cihazları ve azaları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti:

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve sanat-perverane ibda ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatidir ki zîruhlar adedince şahitleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnûlarda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki Kādir-i külli şey ve Âlim-i külli şey’den başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattir ki hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.

İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envaı, beraber öyle bir ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ deyip şehadet getiriyorlar ki güya zemin büyük bir insan gibi büyüklüğü nisbetinde ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makam’ın yedinci mertebesinde bu mezkûr hakikatleri ifade manasıyla

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَحْدَتِهٖ اِتِّفَاقُ جَمٖيعِ اَنْوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ وَ الطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَ قُوَاهَا وَ حِسِّيَّاتِهَا وَ لَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصٖيحَاتِ وَ بِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَ جَوَارِحِهَا وَ اَعْضَائِهَا وَاٰلَاتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلٖيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الْاٖيجَادِ وَ الصُّنْعِ وَ الْاِبْدَاعِ بِالْاِرَادَةِ وَ حَقٖيقَةِ التَّمْيٖيزِ وَ التَّزْيٖينِ بِالْقَصْدِ وَ حَقٖيقَةِ التَّقْدٖيرِ وَ التَّصْوٖيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلَالَةِ حَقٖيقَةِ فَتْحِ جَمٖيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَ قَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ

denilmiştir.

(7. Şua)


اَلَّذٖٓى اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ

sırrınca her şeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile biçilip hüsn-ü sanat ile tertip edilip en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde (mesela, kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal etmelerine bak) hem israfsız, hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek, eşya adedince diller ile bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna şehadet ve bir Kadîr-i Alîm-i Mutlak’a işaret ederler.

(15. Pencere, 33. Söz)


Evet Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.

(24. Mektup)


Hem nasıl ki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envaı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlarıyla o rububiyetinin derece-i haşmetine ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet sanatlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla, kudretinin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine ve her biri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak ve zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silaha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat’î delâlet ederler.

(3. Şua)


Bana bildirdi ki intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyûr denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. Ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.

(4. Şua)


Hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden tâ numune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizane birer sikke-i sanat ve cisimlerinde müdebbirane birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koymak…

(7. Şua)


Mesela, çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.

(7. Şua)


Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki: Umum mahluklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Mesela, insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisatı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a’malinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezelî hikmet ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile azalarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı bir hüsn-ü sanat yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemal-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri tâğî ve zalim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç şüphe getirmez ki:

(11. Şua)


Âyetü’l-Kübra Şuâı’nın madeni, üstadı, esası ve Âyetü’l-Kübra namında olan قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبٖيلًا… اِلٰى اٰخِرِ âyet-i ekberidir. Yani eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete karışsa idiler, intizam-ı kâinat bozulacaktı. Halbuki küçücük sineğin kanadından ve göz bebeğindeki hüceyrecikten tut tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ manzume-i şemsiyeye kadar her şeyde cüz’î küllî, küçük ve büyük en mükemmel bir intizam bulunması; şeksiz ve kat’î bir surette şeriklerin muhaliyetine ve ma’dumiyetine delâlet ettiği gibi Vâcibü’l-vücud’un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.

(15. Şua)


Haşr-i a’zamın yüz bin numunelerini belki emarelerini gösterip o ayrı ayrı hadsiz mahlukatı beraber, birbiri içinde sehivsiz, yanlışsız, noksansız, hiç şaşırmayarak, karışık iken hiç karıştırmayarak, unutmayarak kemal-i mizan ve nizamla dirilten ve hayat veren ve nutfe denilen mütemasil su katrelerinden ve toprak, müteşabih tohumlarından ve az farklı habbeciklerinden ve sineklerin birbirinin aynı olan yumurtacıklarından ve kuşların aynı havadan, birbirinin aynı nutfelerinden hem birbirinin misli veya az farklı yumurtalarından o hadsiz efradı bulunan ve birbirinden suretçe, sanatça ve maişetçe ayrı ayrı yüz binler zîhayatları dirilten ve zemin ve bahar sahifesinde yüz bin başka başka kitapları beraber, birbiri içinde, hatasız, mükemmel yazan; hadsiz bir dikkat ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören, tasarruf eden bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Muhyî bir Hallak-ı Alîm olduğuna kanaat getirmeyen; elbette hem kendini hem bütün zeminde ve zaman şeridine asılan bütün geçmiş baharlarda ve hayatlı zemin ve feza yüzlerinde bulunmuş bütün zîhayatları inkâr etmeye ve en ahmak ve bedbaht bir zîhayat olmaya mecburdur.

(15. Şua)


Her biri bir koca ağacın veya bir parlak çiçeğin cihazatını ve mukadderatının programını taşıyan küçücük mahzencikler olan çekirdekler ve tohumların anahtarları elinde bulunan bir Mutasarrıf-ı Hakîm bir çekirdeğin kapıcığını “Uyan!” emriyle ve irade anahtarıyla tam mizan-ı nizamla açtığı gibi zemin hazinesini dahi yağmur anahtarıyla açarak, mahzencikleri ve nebatatın nutfeleri olan bütün habbeleri ve hayvanatın menşeleri ve kuşların ve sineklerin su ve havadan nutfeleri olan bütün inkişaf emrini alan katreler mahzenciklerini beraber, hatasız açtığı vakitte, kâinatta küllî ve cüz’î, maddî ve manevî bütün hazine ve depoları hikmet ve irade ve rahmet ve meşiet eliyle her birine mahsus bir anahtarla açtığını bilmek ve görmek istersen, senin bir nevi mahzenciklerin olan kendi kalbine ve dimağına ve cesedine ve midene ve bahçene ve zeminin çiçeği olan bahara ve ondaki çiçeklere ve meyvelere bak ki kemal-i nizam ve mizan ve rahmet ve hikmetle bir dest-i gaybî tarafından “Emr-i kün feyekûn” tezgâhından gelen ayrı ayrı anahtarlarla açıyor. Bir dirhem kadar bir kutucuktan bir batman, belki bazen yüz batman taamları kemal-i intizam ile çıkarıyor, zîhayatlara ziyafet veriyor.

(15. Şua)


Mesela bütün zîhayatın, hususan âcizlerin ve bilhassa yavruların, bütün zeminde ve fezada ihtiyar ve iktidarlarının haricinde gayet hârika bir tarzda hiçten ve mütemasil çekirdeklerden ve su katrelerinden ve toprak habbeciklerinden yetiştiriyor.

Hattâ ağacın başındaki yuvada kanatsız, zayıf kuşçuklara annelerini emirber nefer gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir.

(15. Şua)


... ve kuşu pek çok âlât ve muhtelif cihazlarıyla bir basit yumurtadan inşa edip mu’cizatlı suret giydirmek ... elbette ve elbette bedahetle, şüphesiz kat’iyetle vücub ve zaruret ve lüzum derecesinde ispat eder ki o her bir masnua bütün zerrat ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadîr-i Mutlak’ın irade ve meşietiyle ve ihtiyar ve kasdıyla o mahsus, mükemmel vaziyet veriliyor.

(15. Şua)


Ve zîhayatı öyle mu’cizatlı bir şekilde yaratır ki eğer bütün esbab toplansa bir bülbülü, bir sineği yapamazlar. Ve bir bülbülü yaratan, bütün kuşları yaratan olabilir ve bir insanı halk eden ancak kâinatı icad eden zattır.

(15. Şua)


Demek hayvanatın rengârenk süslenmeleri, kuşların nakışlarla zinetlenmeleri, ağaçların meyvelerle donanmaları, nebatatın çiçeklerle güzelleşmeleri ise; ancak onun mu'cizat-ı ilmidir, san'atının hârikalarıdır, cûdunun hedayasıdır ve lütfunun bürhanlarıdırlar.

(Mesnevi-i N. (Badıllı))

Hakiki Mürşid ve Kuş Misali[değiştir]

Hazmolmayan İlim Telkin Edilmemeli

Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.

(Lemeat)

Kuş ve Yumurta[değiştir]

Ana Madde: Yumurta

Hem mesela, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa sekseni bozulsa yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa denilebilir mi ki çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu? Hayır öyle değil belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte nev-i beşer bi’set-i enbiya ile sırr-ı teklif ile mücahede ile şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nevinden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.

(12. Mektup)


Mesela, insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan ve yüzer muhtelif azası bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları; kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi gayet kat’î ve zarurî bir tarzda onların Sâni’inde bir irade-i külliyeye delâlet ederler ki o irade ile o şeyin her şeyini tahsis eder ve o irade ile her cüzüne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil verir, bir vaziyet giydirir.

(20. Mektup)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim, müntec bir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-guyub’un terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların her birisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.

(Şule, Mesnevi-i N.)


Birden baktım ki hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ in manasını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir, diye bildim.

(4. Şua)


Evet kuşların, balıkların, karıncaların yumurtalarında, eşcar ve sebzevatın semeratında ve o semeratın tohumlarındaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyeti tenvir eder. Lâkin âlem-i şehadetin darlığına ve müstakbel ibadetlerin Allâmü’l-guyub’un ilminde mevcud olduğuna binaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetleri kabul edilmiştir.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i N.)


Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattir ki hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.

(7. Şua)


Haşr-i a’zamın yüz bin numunelerini belki emarelerini gösterip o ayrı ayrı hadsiz mahlukatı beraber, birbiri içinde sehivsiz, yanlışsız, noksansız, hiç şaşırmayarak, karışık iken hiç karıştırmayarak, unutmayarak kemal-i mizan ve nizamla dirilten ve hayat veren ve nutfe denilen mütemasil su katrelerinden ve toprak, müteşabih tohumlarından ve az farklı habbeciklerinden ve sineklerin birbirinin aynı olan yumurtacıklarından ve kuşların aynı havadan, birbirinin aynı nutfelerinden hem birbirinin misli veya az farklı yumurtalarından o hadsiz efradı bulunan ve birbirinden suretçe, sanatça ve maişetçe ayrı ayrı yüz binler zîhayatları dirilten ve zemin ve bahar sahifesinde yüz bin başka başka kitapları beraber, birbiri içinde, hatasız, mükemmel yazan; hadsiz bir dikkat ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören, tasarruf eden bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Muhyî bir Hallak-ı Alîm olduğuna kanaat getirmeyen; elbette hem kendini hem bütün zeminde ve zaman şeridine asılan bütün geçmiş baharlarda ve hayatlı zemin ve feza yüzlerinde bulunmuş bütün zîhayatları inkâr etmeye ve en ahmak ve bedbaht bir zîhayat olmaya mecburdur.

(15. Şua)


... ve hayatdar, muhtelif mevcudat-ı muntazamanın basit ve camid şeylerden yapılışları -meselâ insanın bütün cihazatıyla bir nutfeden ve kuşun bütün cevahiriyle bir yumurtadan ve ağacın bütün a'zasıyla bir çekirdekten halkedilmesi- gibi keyfiyetler, elbette delâlet eder ki; her şeyin tahassus ve taayyünü ancak onun irade, ihtiyar ve meşiet-i sübhaniyesi iledir.

(Mesnevi-i N. (Badıllı))


Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.

Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Çekirdek, ağaç olmadan evvel ve nutfe, beşer ve insan haline gelmeden önce ve yumurta, kuş olmadan evvel; habbe, sünbül vermeden önce, elbette ve herhalde tam ve nafiz bir ilmin tedbir ve terbiyesinde olması lâzımdır. Tâ ki hadsiz eğri büğrü, akîm yollar arasından neticeli, semereli olarak sırat-ı müstakimde sevk edilebilsinler. İşte madem ki, bilmüşahede masnuât ve mahlukat öyle neticeli istikametli bir yolda sevkedilip saha-i zuhura çıktıklarını görüyoruz. Öyle ise, bu iş ancak bir Allam-ül Guyub'un ilmidir ki, ana rahimlerinde olan cenini istediği şekilde tasvir eder; ve mazi, müstakbel ve hal-i hazır âlem-i şehadetin gaybî umûruna ıttılaı olan bir Alim-ül Gayb'dır. Ve binnetice tohum, nutfe, yumurta ve habbe gibi şeylerin her birisi, âdeta kudret kitablarından olan Kitab-ı Mübin'den istinsah edilmiş muhtasar birer tezkeredir. Veyahut ilm-i ezelînin kütüb ve mektubatından olan İmam-ı Mübin'den istihrac edilmiş birer fihriste veyahut kader-i ezelînin kitablarından müteşekkil ümm-ül kütüb olan levh-i mahfuzdan (hususan onun mizan ve nizam bablarından) istinbat edilmiş birer düsturdur. Yahut da, her şeye kudreti yeten ve her şeyi ilmi ile ihata eden bir rububiyetten nazil olmuş evamirin mütemessil ve mütemerkiz ve mümtezic birer fezlekesidirler. (C.C.)

(Şule, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Kuşların Bazı Ruhların Tayyaresi Olması[değiştir]

Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsam –bir hadîs-i şerifte “Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler.” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar– bir cins ervahın tayyareleridir. Onlar bunların içine emr-i Hak’la girerler, âlem-i cismaniyatı seyredip o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile âlem-i cismanîdeki mu’cizat-ı fıtratı temaşa ediyorlar. Tesbihat-ı mahsusalarını eda ediyorlar.

(29. Söz)


Bazı rivayatın işaratıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut, tâ katarata kadar bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste “Tuyûrun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesetlerdeki hâsselerin pencereleriyle cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler.

(15. Söz)


Hem Eczacıya de ki: Merhum pederi hakkında gördüğü rüya için hatırıma şöyle bir mana geldi ki: Merhum pederi doktor olmak münasebetiyle, çok salih ve mübarek, belki veli insanlara faydası dokunmuş ve ondan memnun olan ve menfaat gören o mübareklerin ervahları, onun vefatı hengâmında kuşlar suretinde en yakın akrabası olan oğluna görünmüş, onun ruhuna şefaatkârane bir hoşâmedî nevinden bir istikbal ettikleri hatırıma geldi.

(12. Mektup)

Peygamberimizin Şahsiyet-i Maneviyesi ve Tavus Kuşu/Yumurta Misali[değiştir]

Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş; yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayerana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemalâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur.

Binaenaleyh tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (asm) bidayet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazar ile bakan bir adam şahsiyet-i maneviyesini idrak edemez ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz. Ancak bidayet-i hayatına ve levazım-ı beşeriyetine ve ahval-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammediye (asm) çıkmıştır. Ve feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbanî ile tekâmül etmiştir.

Binaenaleyh Nebiyy-i Zîşan’ın (asm) mebde-i hayatına ait ahval-i suriyesinden zayıf bir şey işitildiği zaman üstünde durmamalı, derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.

(Hubab, Mesnevi N.)

Peygamberimiz ve Kuşlar[değiştir]

Ana Madde: Güvercin ve Ebabil

Kuşlar ve İlham[değiştir]

Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilü’l-lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kable’l-vuku ilhamıyla ve o sâika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.

(28. Mektup)


Hem her günde milyarlarla yabani hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rûy-i zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm ve hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misillü, kerametkârane gizli ve uzak, beş-altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbanî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkil-ül lahm kuşları ve vahşi hayvanları halketmiş.

Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver, vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

Evet âkil-ül lahm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler.

(Latif Nükteler)


Emir ve izn-i İlahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de emr-i İlahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevk eder. O sevk-i fıtrî ise kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp gelip yuvasına girer.

(Emirdağ L. 1)

Kuşların Türleri ve Çokluğu[değiştir]

Yine o âyete müracaat ettim, dedi ki: “ حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile kimler حَسْبُنَا yı söylüyorlar, dinle!” emretti.

Birden baktım ki hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ in manasını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir, diye bildim.

(4. Şua)


Sonra seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken hayvanat ve tuyûr âleminin kapısı hakikatbîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar “Buyurun!” dediler. O da girdi ve gördü ki:

(7. Şua)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki Sâni’-i Hakîm’in, efrad ve cüz’iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenab-ı Hakk’ın şu tefennünde takip ettiği hikmet:

1- Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.

2- Kudret mektupları okunup fehmetmekte bir kolaylıktır.

3- Kudretin kemalini izhar etmektir.

4- Celalî ve cemalî her iki nevi sanatı ibraz etmektir.

Maahâzâ pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshil ve tamim için bir kısmını küçük harfler ile bir kısmını da büyük harflerle yazmakla irşadın iktizası yerine getirilmiştir.

Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmare, cismin küçüklüğünü sanatın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hikmet ile yaratılmamış iddiasında bulunarak bir nevi abesiyete isnad ediyor.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i N.)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayvanattan olsun nebatattan olsun tevellüd ile tenasül şümulüne dâhil olan her fert, vech-i arzı istila ve tasallut etmek niyetindedir ki arzı kendisine ve zürriyetine has ve hâlis bir mescid yapmakla Fâtır-ı Hakîm’in esma-i hüsnasını izhar ile Hâlık’ına gayr-ı mütenahî bir ibadette bulunsun.

Evet kuşların, balıkların, karıncaların yumurtalarında, eşcar ve sebzevatın semeratında ve o semeratın tohumlarındaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyeti tenvir eder. Lâkin âlem-i şehadetin darlığına ve müstakbel ibadetlerin Allâmü’l-guyub’un ilminde mevcud olduğuna binaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetleri kabul edilmiştir.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i N.)


Ey birader bil ki! Aktar-ı arzda hiçbir düzlük, sahra, dağ, dere, çöl, deniz, kara; ve hiçbir kıt'a, köşe ve bucak yoktur ki, üstünde Ehad-i Samed'in enva-i sikkeleri kesretle ve iç içe bulunup müzahamet etmesinler. Hattâ şu dağ, meselâ onda tavattun etmiş memâlikleri hükmünde olan hayvanat aksamı ve ağaçlar esnafı adedince Cenab-ı Hakk'ın bir memlûkü olduğu bilinir.

Hem onun üstüne darbedilmiş olan nebatat cinsleri ve kuşlar nevilerinden olan pek parlak sikkelerinin, mühürlerinin şehadetleri sayısınca; o dağ, Allah'ın masnuu olduğu anlaşılır.

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Kuşlar ve Kuddüs İsmi[değiştir]

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve dövüşmeleri yüzünden yüz binler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebatatın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyûr-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.

(30. Lema)

Kuşların Risale-i Nur İle Alakadarlığı[değiştir]

“Sen, bir mektubunda, şairane bir latîfeyi –yani kuşların, mektuplarını yazmak ve okumak zamanında yanınıza ve şakirdlerin yanına gelmelerini o latîfeyi– ciddi bir tarzda kardeşlerine yazdın. Halbuki o kuşlar, hal-i âlemi ve Risale-i Nur’un hâdisata karşı faydasını bilecek mahiyetinden uzaktırlar?”

Elcevap: Emir ve izn-i İlahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de emr-i İlahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevk eder. O sevk-i fıtrî ise kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp gelip yuvasına girer.

Evet nasıl ki küre-i arz, Risale-i Nur ve şakirdlerine gelen zulme itiraz etti ve cevv-i hava yağmursuzlukla ve soğukla Risale-i Nur’a gelen tazyikat ve müsadereyi tenkit etti ve bulutlar serbestiyetini yağmurlarla alkışladı, elbette kuş nev’i de alâkadar olabilir.

Evet, insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayetine ve cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmını hem küre-i arza hem nev-i beşere müstebidane, merhametsiz tahribatına karşı bu hayvanî kuşlar, tesirli bir surette istikbali tenvir eden Risale-i Nur’u elbette manen tebrik edip alkışlar diye suretindeki hâdise gerçi çok tatlı bir latîfedir fakat çok ince bir hakikat dahi içinde var.

(Emirdağ L. 1)


Ve en latîf bir emare de şudur ki dün birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, pencereye vurdu. Biz uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur olduk, dedim: “Pencereyi aç, o ne diyecek?” Girdi durdu tâ bu sabaha kadar; sonra o odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım dakikada döndüm. Baktım “Kuddüs Kuddüs” zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: “Bu misafir ne için geldi?” Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum, bir saat bana baktı. Ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım çıktım, yarım dakikada geldim; o misafir de kayboldu.

Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: “Ben bu gece gördüm ki merhum Hâfız Ali’nin (rh) kardeşi yanımıza gelmiş.” Ben de dedim: Hâfız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek. Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi dedi: “Hâfız Mustafa geldi.” Hem Risale-i Nur’un serbestiyetinin müjdesini hem mahkemedeki kitaplarını da kısmen getirdi hem serçe kuşunun ve benim rüyamın hem kuddüs kuşunun tabirini ispat etti ki tesadüf olmadığını gösterdi.

Acaba emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acib bir surette hem kuddüs kuşu garib bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve masum çocuğun rüyası tam tamına çıkması hem Risale-i Nur’un Hâfız Ali gibi bir zatın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir beşaret-i gaybiye olmasın? (Hâşiye: Hem bu kuşların Risale-i Nur’la alâkadarlıklarını teyid eden çok emareler var. Ezcümle: O kuşların alâkadarlığını gösteren mektup Milas’a gittiği aynı vakitte garib bir tarzda kuddüs kuşu o mektubun mealini vaziyetiyle teyid ettiği gibi; aynı mektup İnebolu’da geceleyin okunurken büyük bir gece kuşu hârika bir tarzda pencereye gelip kanadıyla vurup durup dinlemesi; aynı mektup Sava’da okunurken bir defa iki çekirge üstüne gelip durup neticeye kadar durmaları; bir defa da serçe ve bülbül kuşları aynı mektubun okunmasında pervane gibi uçup alâkadarlık göstermeleri ve Isparta’da Hüsrev’in evinde aynı mektup okunurken bülbül kuşu hilaf-ı âdet salona gelmesi, alâkadarlığını göstermesi gibi çok emareler, bu keramet-i Nuriyeyi teyid ediyor.)

Evet bu mesele, küçük bir mesele değil; kâinat ve hayvanat ile dahi alâkadardır. Evet, Risalei’n-Nur serbestiyetinden ben Risale-i Nur’un bir şakirdi olmak itibarıyla, kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi, binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şakirdleri ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın istifadeleri buna kıyas edilsin.

Evet, dinin ve şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve mi’rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arzı ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-i Kur’aniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Emirdağı’nda kardeşiniz

Said Nursî

(Sikke-i T. G.)


Latîf ve manidar bir tevafuktur ki dünkü gün masumların mecmuası elime geçti, açtım. O mecmuanın başında, o masumların bir kumandanı hükmünde ve Medrese-i Nuriye’nin kahramanlarından Marangoz Ahmed’in gayet ziynetli ve nakışlı ve dikkatli yazdığı Küçük Sözler, başında dercedilmiş gördüm. Mâşâallah Marangoz Ahmed dedim, masumların çavuşu olmuş. Aynı günde bir mektubu elime geçti, açtım. Marangoz Ahmed’in gönderdiğimiz mektupları arkadaşlara gecede okumak zamanında, iki çekirge mektubun başına gelip tâ bitinceye kadar dinlemelerini gördüm. Birkaç gün evvel biz mektubu yazarken iki güvercin, mektubun makbuliyetini ve müjdeci serçe ve kuddüs kuşlarının müjdelerini tasdik ettikleri gibi; Marangoz’un iki çekirgeleri de güvercinleri ve müjdeci kuşları tasdik ederek, biz dahi Risale-i Nur’u tanıyoruz diye lisan-ı halleri ifade ediyor diye latîf ve manidar tevafuk olmuş.

(Emirdağ L. 1)


Tevafuk eğer müteaddid tarzda ve ayrı ayrı cihette birbirini takviye edecek surette olsa kat’iyet ve sarahat derecesinde kanaat verebilir.

İşte hapisten sonra yazılan bir kısım mektuplarımız hem makbul hem çok ehemmiyetli hem bu zamanda halk onlara çok muhtaç olduğuna bir emare olarak, yazdığımız zaman –hilaf-ı âdet bir tarzda– serçe kuşunun ve kuddüs kuşunun ve güvercinlerin garib bir tarzda odama gelmeleri ve birbirine tevafuk etmesi ve Milas’ta ehemmiyetli bir kardeşimiz Halil İbrahim’in, kuddüs kuşu bahsi bulunan mektubu aldıkları zaman aynen, hilaf-ı âdet, kilitli bir odasını açarken kuddüs kuşu oda içerisinde uçmaya çalışması hem içinde bulunan mektubu hem bizim kuşlarımıza tevafuku ve Medrese-i Nuriye’deki şakirdlerin o mektuplarımızı okumak zamanında iki çekirge mektubun başına gelip dinlemeleri, sâbık kuşlarda tevafukatına bu küçük kuşlar dahi hem tasdik hem tevafuk ettikleri gibi; İnebolu’daki sadık kardeşlerimizin imzalarıyla yine mektubumuzu gecede okudukları zaman gayet heyecanlı bir tarzda bir gece kuşu onları korkutup pencereye el atıp iki kanadı ile pencereyi döverek lisan-ı hal ile ben de o mektupla alâkadarım, bizi alâkasız zannetmeyiniz diye yine sâbık aynı meseleye ve sâbık kuşların alâkadarlıklarına, büyük kuş da tam tevafuk ve tasdik ediyor.

Aynı meseleye bu kadar tevafukat (Hâşiye[3]) hem mektuplardaki mücmelen bahsedilen hakikatlerin çok ehemmiyetli olmasından ve nev-i beşerin bu asırdaki vaziyetine bakması noktasında, acaba kâinat kitabının hâdisat ve meseleleri birbiriyle münasebettarlığını düşünen ve hayali geniş bir ehl-i kalp ve fikir böyle dese hakkı yok mu ki:

Güya beşer gayet kesretli tayyareleriyle ve insan kuşlarıyla, kuşların âlemi olan cevv-i havadaki kuşları hem korkutup hem kuşlar âleminde acib bir heyecanla nev-i beşerin gidişatına karşı kuşlar dahi ciddi alâkadarlık gösterip insanların bu zalim, tahribatçı canavar kuşlarına karşı kimler mukabele edip onları zulümden, tahripten vazgeçirip beşerin menfaatinde ve saadetinde çalıştırmasına çalışan kimlerdir diye Risale-i Nur meselelerine alâkadarlık gösteriyorlar denilse yeri yok mu? İhtimal verilmez mi? Manasız bir hayal denilebilir mi?

(Emirdağ L. 1)


Haddimden yüz derece ziyade olan bu mektup muhteviyatını tevazu ile reddetmek bir küfran-ı nimet ve umum şakirdlerin hüsn-ü zanlarına karşı bir ihanet olması ve aynen kabul etmek bir gurur, bir enaniyet ve benlik bulunması cihetiyle, umum namına Risale-i Nur kâtibinin yazdığı bu uzun mektubu –on üç fıkraları ilâve edip– hem bir şükr-ü manevî hem gururdan hem küfran-ı nimetten kurtulmak için size bir suretini gönderiyorum ki Meyve’nin On Birinci Mesele’sinin âhirinde “Risale-i Nur’un Isparta ve civarı talebelerinin bir mektubudur” diye ilhak edilsin.

Ben bu mektubu, bu tadilat ile yazdığımız halde iki defa bir güvercin yanımızdaki pencereye geldi. İçeriye girecekti, Ceylan’ın başını gördü, girmedi. Birkaç dakika sonra başkası aynen geldi. Yine yazanı gördü, girmedi. Ben dedim: Herhalde evvelki serçe ve kuddüs kuşu gibi müjdecilerdir. Veyahut bu mektup gibi müteaddid mektupları yazdığımızdan, mübarek mektubun ta’dili ile mübarekiyetini tebrik için gelmişler, kanaatimiz geldi.

Said Nursî

(11. Şua)

Kuşları Öldürmek[değiştir]

Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felaketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tabi değildir ki aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalp, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir.

Mesela bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü bu musibet, o muhalefete cezadır.

(Katre, Mesnevi-i N.)

Kuşlar ve Uçaklar[değiştir]

Güya beşer gayet kesretli tayyareleriyle ve insan kuşlarıyla, kuşların âlemi olan cevv-i havadaki uşları hem korkutup hem kuşlar âleminde acib bir heyecanla nev-i beşerin gidişatına karşı kuşlar dahi ciddi alâkadarlık gösterip insanların bu zalim, tahribatçı canavar kuşlarına karşı kimler mukabele edip onları zulümden, tahripten vazgeçirip beşerin menfaatinde ve saadetinde çalıştırmasına çalışan kimlerdir diye Risale-i Nur meselelerine alâkadarlık gösteriyorlar denilse yeri yok mu? İhtimal verilmez mi? Manasız bir hayal denilebilir mi?

(Emirdağ L. 1)


Evet, insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayetine ve cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmını hem küre-i arza hem nev-i beşere müstebidane, merhametsiz tahribatına karşı bu hayvanî kuşlar, tesirli bir surette istikbali tenvir eden Risale-i Nur’u elbette manen tebrik edip alkışlar diye suretindeki hâdise gerçi çok tatlı bir latîfedir fakat çok ince bir hakikat dahi içinde var.

(Emirdağ L. 1)


Âyetü’l-Kübra Şuâı’nın madeni, üstadı, esası ve Âyetü’l-Kübra namında olan قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبٖيلًا… اِلٰى اٰخِرِ âyet-i ekberidir. Yani eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete karışsa idiler, intizam-ı kâinat bozulacaktı. Halbuki küçücük sineğin kanadından ve göz bebeğindeki hüceyrecikten tut tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ manzume-i şemsiyeye kadar her şeyde cüz’î küllî, küçük ve büyük en mükemmel bir intizam bulunması; şeksiz ve kat’î bir surette şeriklerin muhaliyetine ve ma’dumiyetine delâlet ettiği gibi Vâcibü’l-vücud’un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.

(15. Şua)

Kuşlar ve Bitkiler[değiştir]

Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dal’ında beyan edildiği gibi: Nasıl ki bülbülün güle karşı dasitane-i aşkı; taife-i hayvanatın, taife-i nebatata derece-i aşka bâliğ olan ihtiyacat-ı şedide-i aşk-nümayı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatın erzaklarını taşıyan kafile-i nebatata karşı ilan etmek için bir hatib-i Rabbanî olarak, başta bülbül-ü gül ve her neviden bir nevi bülbül intihab edilmiş ve onların nağamatı dahi nebatatın en güzellerinin başlarında hoşâmedî nevinden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkışlamadır.

(24. Mektup)


Râbian: Medrese-i Nuriye kahramanlarından Marangoz Ahmed’in bülbülü, Gül Fabrikasının mübarek gülcü kâtibinin bülbülünü tasdik etmesi pek latîf olmuş. Zaten baharda umum kuşlar namına nebatat kafilelerinin erzak-ı hayvaniyeyi getirmelerine karşı bülbüller bir hatiptir ki onları, kuşlar namına alkışlıyor. Risale-i Nur’un kuşlar tarafından alâkadarlıkları içinde elbette yine başta bülbül görünmek lâzım geliyordu ki göründü.

(Emirdağ L. 1)


Mesela, meşhur bülbül kuşu (Hâşiye[4]) gülün aşkıyla maruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimal ediyor:

Birincisi: Hayvanat kabileleri namına, nebatat taifelerine karşı olan münasebat-ı şedideyi ilana memurdur.

İkincisi: Rahman’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanat tarafından bir hatib-i Rabbanîdir ki Rezzak-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilan-ı sürur etmekle muvazzaftır.

Üçüncüsü: Ebna-yı cinsine imdat için gönderilen nebatata karşı hüsn-ü istikbali, herkesin başında izhar etmektir.

Dördüncüsü: Nev-i hayvanatın nebatata derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebatatın güzel yüzlerine karşı mübarek başları üstünde beyan etmektir.

Beşincisi: Mâlikü’l-mülki Zülcelali ve’l-cemali ve’l-ikram’ın bârgâh-ı merhametine en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir yüzde takdim etmektir.

(24. Söz)

Diğer Bahisler[değiştir]

Yine insanın fıtratında acib bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Mesela, balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünkü insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir. Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki iki cihanın güneşi olur. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm gibi.

(Habbe, Mesnevi-i N.)


Maahâzâ masnudaki kemalât, tamamen Sâni’deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman “Bu, kuş değildir.” der. Çünkü sinekteki şeyler onda yoktur.

(Zerre, Mesnevi-i N.)


Evet kasr-ı hayat, inhidama başlamış. Ömür kuşu da,(Tayyaresi de) şimşek gibi geçmekte olup, seni kabir yuvasında nerede ise hemen hemen yumurtlamak üzeredir. Zamanın seli dahi, o derece sür'atle dolaplarını çeviriyor ki, akılları dehşette bırakıyor. Ve küre-i arz sefinesi de, feza-yı gayr-ı mütenahî içinde bulut sür'ati gibi akıp gitmektedir.

(Zeylül Habab, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Kuşçuk: İpek böceği bir kelebek (pervane) türüdür.
  • Sinek: Bediüzzaman'ın küçük kuşlar, yavru kuşlar ve sinekler için kullandığı orijinal bir ifade.
  • Yumurta
  • Kanat

Kaynakça[değiştir]

  1. https://en.wikipedia.org/wiki/Bird
  2. Sekiz sene kemal-i sadakatle bu fakire hizmet eden Süleyman’ın bahçesidir ki bir veya iki saat zarfında şu Söz orada yazıldı.
  3. Bu mektubu Üstadımızdan yeni almıştık. Ben yani Hüsrev okuyordum, arkadaşım Tahirî yazıyordu. Gül kahraman kuşu odamızın penceresine konup Hüsrev’in başını görmekle bırakıp gitti.
    Hüsrev, Tahirî
  4. Bülbül şairane konuştuğu için şu bahsimiz de bir parça şairane düşüyor. Fakat hayal değil, hakikattir.