Kün Feyekun

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Kün Feyekun (كُنْ فَيَكُونْ) (Allah) "Ol!" (der ve) "Olur" anlamında Kur'an'ın 8 ayetinde geçen bir ifadedir. Bu ayetlerden biri olan Yasin suresinin 82. ayetinin meali "Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı "Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir." şeklindedir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Ve o iki ilaç ise biri sabır ile tevekküldür. Hâlık’ının kudretine istinad, hikmetine itimattır. Öyle mi? Evet, emr-i “كُنْ فَيَكُونُ”e mâlik bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müthiş bir musibet karşısında اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ deyip itminan-ı kalp ile Rabb-i Rahîm’ine itimat eder. Evet ârif-i billah, aczden, mehafetullahtan telezzüz eder. Evet, havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: “En leziz ve en tatlı haletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp validemin tatlı tokadından korkarak yine validemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.” Halbuki bütün validelerin şefkatleri ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçi yapmışlar.

(7. Söz)


Hem bütün mahlukatın secde-i kübrasını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlukat gibi her senede, her asırdaki enva-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya, birer muntazam ordu, belki birer mutî nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden “Emr-i kün feyekûn” ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevalde gurûb seccadesinde ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip secde ettikleri…

Hem Emr-i “كُنْ فَيَكُونُ”den gelen bir sayha-i ihya ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup kıyam edip kemer-beste-i hizmet-i Mevla oldukları gibi şu insancık onlara iktidaen o Rahman-ı Zülkemal’in, o Rahîm-i Zülcemal’in bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip sücuda gitmek, yani bir nevi mi’raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddi hakikat olduğunu elbette anladın.

Demek şu beş vakit, her biri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı olduklarından, borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ مُعَلِّمًا لِعِبَادِكَ لِيُعَلِّمَهُمْ كَيْفِيَّةَ مَعْرِفَتِكَ وَ الْعُبُودِيَّةَ لَكَ وَ مُعَرِّفًا لِكُنُوزِ اَسْمَائِكَ وَ تَرْجُمَانًا لِاٰيَاتِ كِتَابِ كَائِنَاتِكَ وَ مِرْاٰتًا بِعُبُودِيَّتِهٖ لِجَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنٖينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ اٰمٖينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمٖينَ

(9. Söz)


Mesela, nasıl şu zamanda manevra meydanında harp usûlünde “Silah al, süngü tak!” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir bayram gününde resmigeçit için “Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız!” emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultan-ı Ezelî’nin nihayetsiz enva-ı cünudundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi, şuursuz nebatat taifesi dahi hıfz-ı hayat cihadında “Emr-i kün feyekûn” ile “Müdafaa için silahlarınızı ve cihazatınızı takınız!” emr-i İlahîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.

(10. Söz)


Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını, bütün cesetlerinin taburlarında kemal-i intizamla zerratı “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zat-ı Zülcelal; tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi?

(10. Söz)


İşte bak, misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan, bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, “Emr-i kün feyekûn”e mâlik Sâni’-i Zülcelal’ine ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi ona müekkel melek dahi ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.

(14. Söz)


Öyle de “Emr-i kün feyekûn”e mâlik, güneşler ve yıldızlar emirber neferi hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, her şeye her şeyden daha ziyade yakın olduğu halde, her şey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse zulmanî ve nurani, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususi ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında mürur edip tâ ism-i a’zamına mazhar olan arş-ı a’zamına urûc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir.

(16. Söz)


Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’cazlı misallerinden şu:

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمٖيمٌ

قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ

Yani, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikat’inin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi bir zat, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizamı altına getirebilir.” Sen ey insan, desen: “İnanmam.” Ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin.

Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misal bütün hayvanat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemal-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letaifini “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misal zevi’l-hayat envalarını, taifelerini icad eden bir Zat-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad suretinde denilir mi? Denilse eblehçesine bir divaneliktir.

(25. Söz)


Mesela

لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

Kesretli tabaka olan avam tabakasının şundan hisse-i fehmi: “Cenab-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.”

Daha mutavassıt bir tabaka, şundan “İsa aleyhisselâmın ve melaikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin uluhiyetini nefyetmektir.” Çünkü muhal bir şeyi nefyetmek, zahiren faydasız olduğundan belâgatta medar-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte cismaniyete mahsus veled ve validi nefyetmekten murad ise veled ve validi ve küfvü bulunanların nefy-i uluhiyetleridir ve mabud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki Sure-i İhlas herkese hem her vakit fayda verebilir.

Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: “Cenab-ı Hak mevcudata karşı tevlid ve tevellüdü işmam edecek bütün rabıtalardan münezzehtir. Şerik ve muînden ve hemcinsten müberradır. Belki mevcudata karşı nisbeti, hallakıyettir. “Emr-i kün feyekûn” ile irade-i ezeliyesiyle, ihtiyarıyla icad eder. İcabî ve ıztırarî ve sudûr-u gayr-ı ihtiyarî gibi münafî-i kemal her bir rabıtadan münezzehtir.”

(25. Söz)


Hem semavat ve arzı halk eden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?

Der: Haşirde sizi ihya edecek zat, öyle bir zattır ki bütün kâinat, ona emirber nefer hükmündedir. “Emr-i kün feyekûn”e karşı kemal-i inkıyad ile serfürû eder. Bir baharı halk etmek bir çiçek kadar ona ehven gelir. Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir zattır. Öyle bir zata karşı, مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ deyip kudretine karşı taciz ile meydan okunmaz.

(25. Söz)


Amma vücudundan evvel her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahittir. Zira her bir tohum ve çekirdekler, “kâf-nun” tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur.

(26. Söz)


Altıncı Temsil: “İtaat” sırrını gösterir. Mesela, bir kumandan “Arş!” emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.

Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bi’t-tecrübe her şeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk’ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususi kemali, istidatlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.

İşte bütün kâinatın “Kün” emrine itaati, bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen “Kün” emr-i ezelîsine mümkinatın itaati ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemicdir. Latîf su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

(29. Söz)


Evet, nasıl ki bir acemi, ham, âmî, âdi hem kör bir adam Avrupa’ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse üstadane kemal-i intizam ile her bir sanatta, her bir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, sanatlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki o adam, kendi başıyla işlemiyor. Belki bir üstad-ı küll, ona ders verir, işlettirir. Hem nasıl ki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gayet sanatlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: “O adam, gayet mu’cizekâr bir zatın menşe-i mu’cizatı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır.”

Aynen öyle de havanın zerreleri, her biri birer mektubat-ı Samedaniye, birer antika-i sanat-ı Rabbaniye, birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebatat ve eşcar, ezhar ve esmardaki harekât ve hidematları; bir Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in, bir Fâtır-ı Kerîm-i Zülcemal’in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ve toprağın zerreleri dahi her biri birer ayrı makine ve tezgâh, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasını ilan eden birer ayrı ilanname ve kemalâtını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sümbüllerine, ağaçlarına menşe ve medar olmaları “Emr-i kün feyekûn”e mâlik, her şey emrine musahhar bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kere iki dört eder gibi kat’îdir. Âmennâ.

(30. Söz)


İkinci Temsil: Nasıl ki bir sultanın unvanlarından olan “kumandan-ı a’zam” unvanı, devair-i askeriyenin serasker dairesi gibi küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz’î ve hususi her bir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Mesela bir nefer; o kumandanlık unvan-ı a’zamının numunesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda; çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa o vakit kumandanlık numunesini ve cilvesini mülazım dairesinde görür. O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur ve hâkeza… Yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık unvanını görür.

Şimdi bir neferi o kumandan-ı a’zam, bütün devair-i askeriyeye taalluk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devairi görüp ve görünecek bir makam vermek istese elbette o kumandan-ı a’zam, o neferi onbaşı dairesinden tut tâ daire-i a’zamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.

Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki padişah eğer âciz olmazsa, surî olduğu gibi manevî cihetinde de iktidarı olsa o vakit ferik, müşir, mülazım gibi eşhası tevkil etmez. Bizzat her yerde bulunur. Yalnız bazı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar, çok dairelerde bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.

Şu temsil ile baktığımız hakikat ise acz, onun içinde olmadığı için doğrudan doğruya her bir dairede emir ve hüküm kumandan-ı a’zamdan geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

İşte şu temsil gibi Hâkim-i arz ve semavat “Emr-i kün feyekûn”e mâlik Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında cereyan eden ve kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan, evamir ve kumandanlığının şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata kadar olan tabakat-ı mahlukat ve tavaif-i mevcudatta küçük büyük, cüz’î küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.

(31. Söz)


Evet, bir Kadîr-i Zülcelal ve “Emr-i kün feyekûn”e mâlik bir Hakîm-i Zülkemal, gözümüzün önünde kemal-i hikmet ve intizam ile kameri arza bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile arzı güneşe rabtetmiş ve güneşi seyyaratıyla beraber arzın sürat-i seneviyesine yakın bir sürat ile ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şemsü’ş-şümus tarafına bir hareket vermiş ve donanma elektrik lambaları gibi yıldızları, saltanat-ı rububiyetine nurani şahitler yapmış; onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zat-ı Zülcelal’in kemal-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki cehennem-i kübrayı elektrik lambalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’al etsin; hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan cennetten yıldızlara nur verip cehennemden nâr ve hararet göndersin. Aynı halde o cehennemin bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahbes yapsın.

(1. Mektup)


Evet, nass-ı hadîs ile nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın icma ve tevatür ile kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinatın Hâlık’ının kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni’-i Hakîm’inin bütün esması bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle, bir âlem-i bekayı bilbedahe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene baharda, rûy-i zeminde ayakta duran hadd ü hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini “Emr-i kün feyekûn” ile ihya edip ba’sü ba’de’l-mevte mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler numunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemal-i şefkatle gayet hârika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez enva-ı ziynet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daimenin bilbedahe âhiretin vücudunu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı kâinat’ın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimî olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, bilbedahe işaret ve delâletiyle bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki dünyanın vücudu kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler.

(26. Lem'a)


En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlık’ının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluklar, bazen sanat ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek tavuktan sanatça ileri geçmezse de geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahut bütünü birden bir tek zata verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi bu şık vâcibdir, zarurîdir.

Çünkü bir tek zata, yani bir Kadîr-i Ezelî’ye verilse; madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi, her şeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde her şeyin miktarı taayyün ediyor. Ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, nihayetsiz sanatlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîm’in bir kibrit çakar gibi “Emr-i kün feyekûn” ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’a’nın âhirinde ispat edildiği gibi hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen hârikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Mesela, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse o koca kitap, birden her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de o Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhitinde, her şeyin suret-i mahsusası bir miktar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak “Emr-i kün feyekûn” ile o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi gayet kolay ve suhuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî’ye ve Alîm-i külli şey’e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i sanatını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir.

Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise her halde onlar icad etse elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envaından numuneler, içinde vardır. Âdeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor.

Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için hadsiz hadd ü hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde, bir tek şekil ve miktarda sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen اِنَّ الَّذٖينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu âyet-i azîmenin sırrıyla (Hâşiye[1]) bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise bilbedahe esbab, bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek, sahib-i hakikileri başkadır.

Evet, öyle bir sahib-i hakikileri var ki مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sırrıyla bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı, bir tek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. “Emr-i kün feyekûn”e mâlik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden ve ilminde her şeyin planı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her şeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyarat mutî bir ordusu olduğu gibi zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.

(26. Lem'a)


İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultan’a intisap edersin ki zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi belki yüz derece o medeni hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeler içinde sarıp, muhafaza için küçük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçaların icadı “Kün” emrinde bulunan “kâf-nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki Kur’an der: “Hâlık emreder, meydana gelir.” Madem sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

(26. Lem'a)


İsm-i Kayyum’un bir cilve-i a’zamına işaret eden

لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ

مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

لَهُ مَقَالٖيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i a’zamın bir vechi şudur ki:

Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları sırr-ı kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler.

Nasıl ki mesela, havada –tayyareler yerinde– binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür. Öyle de o Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, her birini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde “Emr-i kün feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, her bir mevcudun zerreleri dahi yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar.

(30. Lem'a)


Sonra ism-i Hakem’in cilve-i a’zamı arkasından bak ki ism-i Adl’in cilve-i a’zamıyla (İkinci Nükte’de izah edildiği vechile) bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayret-engiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki ecram-ı semaviyeden biri, bir saniye de muvazenesini kaybetse yani ism-i Adl’in cilvesi altından çıksa yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek. İşte bütün mevcudatın daire-i a’zamı, Kehkeşan’dan yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar her bir dairesini, her bir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın “Emr-i kün feyekûn”den gelen emirlere kemal-i musahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor.

(30. Lem'a)


Eşyanın icadı, ya ademden olur ya terkip suretinde sair anâsırdan ve mevcudattan toplanır. Eğer bir tek zata verilse o vakit her halde o zatın her şeye muhit bir ilmi ve her şeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir ademden çıkarmak ise bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın âyinesindeki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Sâni’in ilminde planları ve programları ve manevî miktarları bulunan eşyayı, “Emr-i kün feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır.

(2. Şua)


Ve başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi belki yüz derece o medeni hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandıkçıkların icadı “kâf-nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki Kur’an der: “Bir emir ile yapılır.”

(4. Şua)


Evet, bu kelime ile ve بِيَدِهٖ مَقَالٖيدُ كُلِّ شَىْءٍ cümlesiyle yani “Her şeyin anahtarı onun elindedir.” nihayetsiz geniş ve hadsiz hârikalı bir hüccet-i rububiyet ve vahdeti, bütün bütün kör olmayana gösterir. Mesela, hadsiz o hazine ve ambarlardan yalnız buna bak ki:

Her biri bir koca ağacın veya bir parlak çiçeğin cihazatını ve mukadderatının programını taşıyan küçücük mahzencikler olan çekirdekler ve tohumların anahtarları elinde bulunan bir Mutasarrıf-ı Hakîm bir çekirdeğin kapıcığını “Uyan!” emriyle ve irade anahtarıyla tam mizan-ı nizamla açtığı gibi zemin hazinesini dahi yağmur anahtarıyla açarak, mahzencikleri ve nebatatın nutfeleri olan bütün habbeleri ve hayvanatın menşeleri ve kuşların ve sineklerin su ve havadan nutfeleri olan bütün inkişaf emrini alan katreler mahzenciklerini beraber, hatasız açtığı vakitte, kâinatta küllî ve cüz’î, maddî ve manevî bütün hazine ve depoları hikmet ve irade ve rahmet ve meşiet eliyle her birine mahsus bir anahtarla açtığını bilmek ve görmek istersen, senin bir nevi mahzenciklerin olan kendi kalbine ve dimağına ve cesedine ve midene ve bahçene ve zeminin çiçeği olan bahara ve ondaki çiçeklere ve meyvelere bak ki kemal-i nizam ve mizan ve rahmet ve hikmetle bir dest-i gaybî tarafından “Emr-i kün feyekûn” tezgâhından gelen ayrı ayrı anahtarlarla açıyor. Bir dirhem kadar bir kutucuktan bir batman, belki bazen yüz batman taamları kemal-i intizam ile çıkarıyor, zîhayatlara ziyafet veriyor.

(15. Şua)


İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuz Birinci Mektup’un Bir ve İkinci Lem’alarını hâvi kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki haleti düşündüm. Dedim: Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor:

Sen bir sefineye râkibsin ki o azametli sefinen baş döndürücü süratle, feza-yı nâmütenahîde koşturuluyor. Bu sefineyi böyle fırıl fırıl çeviren Kādir-i Kayyum, sana musahhar ettiği, muntazam tulû ve gurûb eden şems ile incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i semavî vaziyetini gösteren kamer gibi azîm cisimleri de istihdam ediyor. Bir küre “Kün feyekûn” emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyarat birbirine karışacak, nizam-ı âlem bozulacak, her şey harap olacak. كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ sırrı zahir olacak.

...

Hulusi

(Barla L.)


Kur'an Hazineleri "Kaf-Nun"dadır

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﺍِﻧﻤَّﺎَ ﺍَﻣْﺮُﻩُ ﺍِﺫَﺍ ﺍَﺭَﺍﺩَ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﺍَﻥْ ﻳَﻘُﻮﻝَ ﻟَﻪُ ﻛُﻦْ ﻓَﻴَﻜُﻮﻥُ

âyet-i kerimenin işaretiyle emr ile icad oluyor. Ve kudret hazineleri "Kâf-Nun"dadır. Bu sırr-ı dakikin vücuh-u kesiresinden birkaç vechi risalelerde zikredilmiştir. Burada huruf-u Kur'anın, hususan surelerin başlarındaki mukattaat-ı hurufun hâsiyetlerine ve fezaillerine ve tesirat-ı maddiyelerine dair vürud eden hadîsleri şu asrın nazar-ı maddîsine takrib etmek için, maddî bir misal üzerinde o sırrın tefhimine çalışacağız. Şöyle ki:

Zât-ı Zülcelal olan sahib-i arş-ı a'zamın manevî bir merkezi, âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmündeki olan küre-i arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı İlahîsi var:

Birisi: Hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîz ve Muhyi'nin mazharıdır.

İkincisi: Fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.

Üçüncüsü: İlim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur.

Dördüncüsü: Emr ve iradenin arşıdır ki, unsur-u havadır.

Basit topraktan hadsiz hacat-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan maadin ve hadsiz muhtelif nebatatın basit bir unsurdan kemal-i intizamla, vahdetten hadsiz kesret, basitten nihayetsiz muhtelif enva', sade bir sahifede hadsiz muntazam nukuş gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun hususan hayvanatın nutfelerinin, su gibi basit bir madde iken hadsiz mu'cizat-ı san'atının muhtelif zîhayatlarda o suyla tezahürü gösteriyor ki; bu iki arş misillü, nur ve hava dahi besatetleriyle beraber Nakkaş-ı Ezelî'nin ve Alîm-i Zülcelal'in kalem-i ilm ve emr ve iradesine -evvelki iki arş gibi- acaib-i mu'cizatının mazharlarıdırlar. Nur unsurunu şimdilik bırakıp, mes'elemiz münasebetiyle, küre-i arza göre emr ve irade arşı olan unsur-u hava içinde emr ve iradenin acaibini ve garaibini örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:

Biz nasıl ağzımızdaki hava ile hurufat ve kelimatı ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. Yani havada âdeta zamansız, bir anda bir kelime, bir habbe olup hariç havada sünbüllenir. Küçük, büyük hadsiz aynı kelimeyi câmi' bir havayı sünbül veriyor. Unsur-u havaiyeye bakıyoruz ki: O derece emr-i "Kün Feyekûn"e muti' ve müsahhar ve emirberdir ki; güya her bir zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler. Zamansız en uzak zerreden emr-i "Kün"den cilveger olan bir iradenin imtisalini, itaatini gösterir. Meselâ: Âhize ve nâkile radyo makineleri vasıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşerî bütün küre-i arzın her tarafında, radyo âhizeleri bulunmak şartıyla, zamansız aynı nutuk aynı anda her yerde işittirilmesi; emr-i "Kün Feyekûn"ün cilvesine ne derece kemal-i imtisal ile herbir zerre-i havaiyede itaat ettiğini gösterdiği gibi, havada sebatsız vücudları bulunan hurufatın kudsiyet keyfiyetiyle bu sırr-ı imtisale göre çok tesirat-ı hariciyeye ve hasiyat-ı maddiyeye mazhar olabilirler. Âdeta maneviyatı maddiyata inkılab ve gaybı şehadete tahavvül ettirir bir hasiyet onlarda görünüyor. İşte bunun gibi hadsiz emarelerle gösteriyor ki; mevcudat-ı havaiye olan hurufun, hususan huruf-u kudsiyenin ve Kur'aniyenin hususan evail-i suredeki şifre-i İlahiyenin hurufatı muntazam ve nihayetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrat-ı havaiye de kudsiyet noktasında emr-i "Kün Feyekûn"ün cilvesine ve irade-i ezeliyenin tecellisine mazhar hurufatın maddî hassalarını ve hârika ve mervî faziletlerini teslim ettirir.

İşte bu sırra binaendir ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bazan kudret eserini sıfat-ı irade ve sıfat-ı kelâmdan gelir gibi tabiratı, gayet derecede sür'at-i icad ve gayet derecede inkıyad-ı eşya ve müsahhariyet-i mevcudattan başka; ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani emr-i tekvinîden gelen hurufat, maddî kuvvet hükmünde vücud-u eşyada hükmeder. Ve emr-i tekvinî âdeta ayn-ı kudret, ayn-ı irade olarak tezahür eder. Evet emr ve iradenin bu gayet hafî ve vücud-u maddîleri gayet gizli ve havayı âdeta nim-manevî, nim-maddî nev'indeki mevcudatta emr-i tekvinî ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor. Belki ayn-ı kudret olur. Âdeta maneviyatla maddiyatın mabeyninde berzahî olan mevcudata nazar-ı dikkati celb etmek için, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan

ﺍِﻧﻤَّﺎَ ﺍَﻣْﺮُﻩُ ﺍِﺫَﺍ ﺍَﺭَﺍﺩَ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﺍَﻥْ ﻳَﻘُﻮﻝَ ﻟَﻪُ ﻛُﻦْ ﻓَﻴَﻜُﻮﻥُ

ferman ediyor.

İşte evail-i suredeki ﺍﻟٓﻢٓ، ﻃَﺲٓ، ﺣَﻢٓ gibi huruf-u kudsiye-i şifriye-i İlahiye, hava zerratı içinde, zamansız münasebat-ı dakika-i hafiye tellerini ihtizaza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını ve ferşten arşa manevî telsiz telefon muhaberat-ı kudsiyeyi îfa etmeleri, o şifre-i kudsiye-i İlahiyenin şe'nindendir ve vazifesidir ve gayet makuldür.

Evet havanın herbir zerresi ve bütün zerratı telsiz, telefon, telgraflar gibi aktar-ı âlemde münteşir zerreler, emirleri imtisal ettiklerini ve elektrik ve seyyalat-ı latifeye âhize ve nâkilelik vazifesi gibi, sair vezaif-i havaiyeden başka bir vazifesini bir hads-i kat'î ile, belki müşahede ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Ağaçların rûy-i zeminde muntazam bir ordu hükmünde, hava-yı nesimînin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaziyet-i meşhudesi, bana iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î bir kanaat vermiş.

Demek havanın rûy-i zeminde çevik ve çalak bir hizmetkâr olması ve rûy-i zemindeki Rahman-ur Rahîm'in misafirlerine hizmet ettiği gibi, o Rahman'ın emirlerini tebliğ etmek için bütün zerratı telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer hükmünde, evamir-i kudsiyeyi nebatata ve hayvanata tebliğ eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa nefes, yani âb-ı hayat olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatı olan hararet-i gariziyeyi iş'al vazifesini yaptıktan sonra, çıkıp ağızda hurufatın teşekkülüne medar olduğu gibi, pek çok muntazam vazifeleri emr-i "Kün Feyekûn" ile icra eder.

İşte havanın bu hâsiyetine binaendir ki; mevcudat-ı havaiye olan hurufat, kudsiyet kesbettikçe yani âhizelik vaziyetini aldıkça, yani Kur'an hurufatı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve surelerin başlarındaki hurufat daha ziyade o münasebat-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan vücud-u havaîleri bu hasiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihniyeleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hasiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek o harflerin okunmasıyla ve yazılmasıyla maddî ilâç gibi şifa ve başka maksadlar hasıl olabilir.

Said-ün Nursî

(Latif Nükteler)


Sonra sol tarafıma bakıyorum görüyorum ki: Nihayetsiz bir acz ve o hadsiz aczden neş’et eden derin bir yaram var ki o mutlak aczimle, kalp ve ruhumun ve aklımın cihetinden hadsiz darbeler bana vurulabilir. Şu elem ise lezzet-i hayat-ı dünyeviyeyi cidden izale eder. Eğer teslimiyetle Kur’an-ı Kerîm’in dersini dinlesem o aczim, bir tezkereye döner. Beni sırr-ı tevekkül ile öyle bir Kadîr-i Mutlak’a istinada davet eder. Ve öyle bir nokta-i istinadı buldurur ki o noktada bütün a’dadan emn ü emanı temin eder. Evet “Emr-i kün feyekûn”e mâlik ve bütün eşya ona musahhar ve hâdim olan bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden adam, ne gibi şeyden perva eder. Yoksa müthiş aczimle, merhametsiz ve hadsiz düşmanlar içinde pek çok ızdırap çekmeye mecbur kalacağım.

(Nur'un İlk Kapısı)


İkinci olan tılsım-ı imanî ile o darağacını yani zeval ve firakın ellerini tutup tazelenen güzel manzaralar üstünde yapılmış bir salıncak hükmüne getirir. Yani nehr-i zaman ve bahr-i dünyada tazelenen elvah-ı sanat-ı Rabbaniyeyi seyretmek için bir merkeb-i seyir ve tenezzüh olur.

Kur’an-ı Hakîm’in bir ilacıyla o acz yarası, tevekkül gülüne ve teslim çiçeğine döner. Bütün ağırlıklarımı, beni kaldıran tevekkül sefinesine koyup aczin iz’acatından beni kurtarıyor. “Emr-i kün feyekûn”e mâlik olan bir Sultan-ı cihan’a, acz tezkeresiyle istinad eden bir insana, ne gibi bir şey ağır olabilir?

(Nur'un İlk Kapısı)


Dördüncüsü:

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

Bu âyetlerin sarahatine göre, her şeyin vücudu “Kün” emriyle bağlı olduğu gibi bütün eşyanın icad ve sonradan ihyaları, bir nefs-i vâhidenin icad ve ihyası gibidir. Demek icad, Cenab-ı Hakk’a isnad edilirse bu kadar rahat ve kolay olur. Amma esbaba veya eşyanın kendilerine isnad edildiği zaman, bütün ukalânın ve eblehlerin hükümlerinden neş’et eden muhalatı kabul etmeleri lâzım gelir.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


Mesele böyle olduğu halde, haşeratın zevk ve heveslerini tatmin için her bir noktasında bin türlü i’caz nükteleri bulunan o küre-i arz mağazasındaki eşyanın Sâni’i ya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, kemalsizdir ki bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor. Bu bâtıl ihtimal, ispata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir. Veya o hazine sahibi o hazineyi âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten kalan insanlara İlahî ve Rahmanî bir sofra olarak yaratmıştır. O hazine-i gaybda eşyanın icadı “Kün” emri ile bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri santral gibi Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü’l-vücud’un yed-i kudretindedir.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


İ’lem ey esbaba müptela insan! Bil ki sebebin halkı ve sebebiyetinin takdiri ve müsebbebin vücuduna lâzım olan şeylerle teçhizi, kudretine nisbetle zerreler ve şemsler müsavi olan zatın “Kün” emriyle müsebbebi halk etmesinden daha kolay daha ekmel daha a’lâ değildir.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Sinek, örümcek, pire gibi küçük hayvanlar; fil, camus, deve gibi büyük hayvanlardan daha zeki, hilkatçe daha güzel, sanatça daha tam oldukları halde bunların ömrü kısa onlarınki uzun, bunların zahiren menfaatleri yok onlarınki var. İşte bu hal, hilkat-i eşyada Sâni’in külfeti olmadığına ve her şeyin vücuda gelmesi ancak “Kün” emriyle olduğuna bâhir bir bürhandır.

يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

(Zerre, Mesnevi-i N.)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hak kâinatı teşkil eden zerratı, şeriat-ı fıtriyesine musahhar ve mutî ve evamir-i tekviniyesine de münkad ve mümtesil kılmıştır. Bir arı “Kün” emrine imtisalen matlub bir şekle girdiği gibi herhangi bir hayvan da aynı emre imtisalen irade edilen vaziyetlere girer.

(Zerre, Mesnevi-i N.)


Esma-i İlahiye mazâmininde (içlerinde) mutalsım olan künuz-u mahfiyenin anahtarlarına bir hazinesin. Evet, ne zaman ki sen kendinde bir acz-i bilâ-nihayeyi gördün; o zaman Hâlıkının kudret-i bilâ-gayesini müşahede etmişsin. Hem ne vakit sen kendinde nihayetsiz bir fakr ve fâkatı gördün. O zaman râzıkının gına-yı bilâ-nihayetini görmüşsün ve hakeza, bu minval üzere gider. Âdeta onun esmasının cilveleri, nuranî harfler olup, senin hâlâtının zulümatında yazılıdırlar. Karanlığın derecesi ne kadar şiddetli olur ise, nurdan olan bir yazının nuraniyetinide o derece izhar eder. Şu halde sen, birinci vecih itibariyle, ancak hâmil ve kabil ve mazharsın. Senden sana bir şey yoktur, belki ancak "kün feyekûn" lisanına bir kaside-i manzumesin.

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey müslümanları dünyaya davet eden gafil! Bil ki; hata ediyorsun!.. Evet ey gafil, zannediyor musun ki, insandan bizzat istenen şey, yalnız dünyanın imareti; ve sanayiin ihtiraı; ve rızkı tahsil; ve saire gibi dünyaya ait şeylerdir. Halbuki, emr-i "kâf ve nûn" mabeyninde olan sahib-ül mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına; ve insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanına; hem de vücud ve kevn ve vaki'de olan her şey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

Yahut acaba zu'm ediyor musun ki; seni sun'-u Hâlıkanesiyle yapan ve her zaman vücudunun tazelenmesiyle daima seni ve sende değişmekte olan zerrat-ı vücudunu san'at içinde halkeden bir zat, onun nizam-ı mülkü içinde senin yaptığın tasniatına veya kendi tasarrufatı içindeki faaliyetinde senin tavassutuna muhtaç olsun?!.

Evet, beşerin eliyle yapılan bütün masnuat, bir tek ağacın, yahut tek bir arının hilkatına veyahut bir tek gözün veya bir lisanın san'atına müsavi gelmediğini görmüyor musun?

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Hem şu âlem-i kevnde müşahede ettiğimiz her bir şey, mutlaka gayet san'atlı bir şekilde yapılmış olup san'atın eseri, o şeyin üstünde o derece zâhir ve aşikârdır ki; nerede ise nutka gelip konuşacak. İşte masnuatı bu tarzda görüp de sani'i görmemek, (yani iman etmemek) ve mümkinatın cinsinden olan bir şeyi, diğer bir şeye sani' tevehhüm etmek, küfrün ve dalaletin gayet şeni' ve bâtıl bir suretidir. Çünkü mümkin ve hâdis bir şeyin, diğer bir şeye hakikî sani olmaktan gayr-ı mahdud derecede zaif ve âcizdir. Zira her bir şeyin, (hususan nebatat ve hayvanat cinsinden olsa,) yapılması ve inşa edilmesi için; ilaç ve macunları terkib etmeye mahsus kullanılan mizanlar gibi; muhtelif âletlerin ve mütenevvi cihazatın ve hassas mizanların maddeten bulunması lâzımdır. Eğer bu âlât ve edevat bulunmazsa, masnuat vücuda gelemez.Ve dolayısıyla o mezkûr âlât ve mizanlar, maddî ve camid bir şeyin elinde ve yanında bulunmadığı malûmdur. Halbuki her masnuun yanında ve beraberinde ve üstünde ve içinde ve altında ve önünde ve arkasında bir şey vardır. Hem o masnua lâzım olacak vücud ve beka gibi her şeyi de, o şeyle beraberdir. İşte o şey ise hazineleri kâf u nûn arasında bulunan bir zatın envar-ı kudretinin lemeat-ı tecelliyatından ancak bir parıltıdır.

(Şu'le, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Birçok nimetler vardır ki, -ağaçtan semerin çıkması gibi- bütün kâinattan ince bir nizam, dakik bir mizan ile sıkıştırılıp sağılan birer katre gibidir.

İşte madem ki o nimet, birbirinden nihayet derece uzak olan kâinatın bütün eczalarından hakikat olarak sağılmış bir katre gibidir. O Halde, elbette o nimetin mün'imi, öyle bir zat olabilir ki; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olup, istediği şekilde sıkar ve ondan baran-ı nimetini ibadına inzal buyurur. Ki zâhir ve hak ve gözle görünen de budur. Öyleyse o, öyle bir Mün'imdir ki, onun hazineleri kâf ü nun arasındadır. O halde, o nimet, öyle bir zattan olabilir ki, 'Kün' emrini kâinata bir masdar yapmış ve yapıyor da... Şu halde, nimet de şükran da yalnız ona mahsustur.

(Şule, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Mesela, bir kumandan arş emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte itaat sırrı.

Zira her şeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlakā kemali, mutlak vücuddur. Hususi kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has vücuddur. Bütün kâinatın kün emrine itaati, bir zerre neferi itaati gibidir. Kün emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab mümtezic, mündemicdir.

(Sünuhat)


دِلِ شَانْ اٰيٖينَۀِ اٰيَتِ لَوْحِ مَحْفُوظْ § زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلِ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ

...

بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَا حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَۀِ كُنْ فَيَكُونْ

(Barla L.)

İlgili Kategori[değiştir]

  1. Yani Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar bir sineği halk edemezler.