Fatiha Suresi

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Fatiha sayfasından yönlendirildi)

Önceki Sure: Yok (Fatiha Suresi Kur'an'ın ilk suresidir) ← Kur'ânBakara: Sonraki Sure

Bu sureyi Fâtiha suresi okuma sayfasında mealiyle beraber okuyabilirsiniz

Başlangıç anlamında Fatiha kelimesi için Başlangıç sayfasına gidin

Bediüzzaman'ın keşfettiği tevafuk mu'cizesine uygun olarak talebesi tarafından yazılmış Kur'an'dan Fatiha suresi. Satır başlarında aynı hizada tevafuk eden elifler kırmızıyla yazılmıştır.

Fâtiha (الفاتحة) Suresi Kur'ân-ı Kerim'in 1. suresi olup Kur'ân'ın en başında ve Bakara suresinden önce yer alır. Fatiha, başlangıç demektir. Tamamı nazil olan ilk suredir. Mekke devrinin ilk yıllarında tamamı bir defada inmiştir. Alimler Hicr suresinin 87. ayetinde geçen "Seb'ul Mesânî" (tekrarlanan yedi) ifadesiyle genellikle Fatiha'nın kast edildiğini söyler. İçinde Bediüzzaman'ın da olduğu bazı alimler ise bu ifadenin ayrıca Fatiha'nın 2 defa nazil olmasına da işaret ettiği kanaatindedir. Buna göre Medine döneminde bir defa daha nazil olmuştur. Başında “Elhamdülillah” olan beş sureden biridir.

Tek başına kılınan namazlarda Fâtiha okumak:

  • Hanefîlere göre sünnet, nâfile ve vitir namazının her rek‘atında, farz namazların ise ilk iki rek‘atında vâciptir.
  • Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre farz ve nâfile bütün namazların her rek‘atında farzdır.

Cemaatle kılınan namazlarda imamın arkasında Fâtiha okumak:

  • Hanefîler’e göre imam ister açıktan ister gizli okusun ona uyan kimsenin Fâtiha’yı okuması gerekmez ve okumak mekruhtur.
  • Şâfiîler’e göre imama uyan kimsenin kıraatin hem açıktan hem de sessiz olduğu rek‘atlarında Fâtiha okuması farzdır. Bu yüzden Şâfiîlerde imamın açıktan okuduğu rek‘atlarda cemaatin de okuması için imam Fatiha'dan sonra kısa bir ara verir.
  • Mâlikî ve Hanbelîlere göre imamın açıktan okuduğu rek‘atlarda cemaat dinlemelidir, sessiz okuduğu rek‘atlarda Fâtiha’yı okumak ise menduptur.

Fâtiha’nın arkasından “âmin” demek dört mezhebe göre de sünnettir.

Aralarında İmam Ebu Hanife'nin de bulunduğu bir gurup fakihe göre besmele, Fatiha'dan ve diğer surelerden bir ayet değildir, sadece Neml suresinin 30. ayetinde geçen besmele ayettir. Diğerleri sure başlarında teberrüken yazılmıştır. Onun için namazda sesli okunmaz. Aralarında İmam Şafii'nin de bulunduğu diğer bir gurup fakihe göre besmele Fatiha ve diğer surelerin ilk ayetidir. Şafiiler besmeleyi namazda sesli okurlar.

Fatiha'nın ayetleri:

  • Hanefîler’e göre besmele Fâtiha’ya dahil değildir; birinci âyet الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ, son âyet ise غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ dir.
  • Şâfiîler’e göre Fatiha'nın 1. ayeti besmeledir; son âyeti ise صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile başlar, وَلَا الضَّالِّينَ ile biter. Genel kabul gören İmam-ı Şafii'nin görüşüdür ve Fatiha'nın ayetleri Kur'an'da bu şekilde belirtilmiştir.
  • Fatiha'nın sonunda söylenmesi sünnet olan “âmin” sözü Fâtiha’dan bir kelime olmadığı gibi Kur’an’dan bir âyet de değildir.[1]

Risale-i Nur'da Fatiha hakkındaki dersler:

  • Şafiîler, Hanefîlere göre çoğunlukla köylülüğe yakın olduğundan ve toplum hayatı daha zayıf olduğundan imam arkasında Fatiha’yı birer birer okumaları ve Hanefilerin çoğunluğu şehirliliğe daha yakın olduğundan ve bir cemaat, bir şahıs hükmüne girdiğinden imam arkasında Fatiha okumamaları tam hak ve hikmettir.
  • Şafiî mezhebinde Cuma namazının bir şartı 40 adamın imam arkasında Fatiha okuması olduğundan ve Bediüzzaman Şafiî olduğundan sürgünde bulunduğu yerde cuma kendisine farz değildi. Yine Şafiilerde imamın arkasında Fatiha okumak farz olduğundan Bediüzzaman herkesin arkasında mezhebine göre namaz kılamıyordu ve Fatiha’nın yarısını okumadan imam rükûya gidiyordu. Bu yüzden Cuma cemaatlerine her zaman katılamamıştır.
  • Fatiha Suresini müsenna senasıyla ifade eden Hicr 87 ayeti Kur’an’ın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve 6 iman rüknüyle beraber hakikat-i İslâmiyet olan yedi esası, Kur’an’ın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden Risalei’n-Nur’a cifirce işaret eder.
  • Fatiha'da hemze Besmele dahil edildiğinde 18 defa geçer ve 18 bin âlemin sayısına tevafuk ederek her bir harfinin her bir âlemin anahtarı olduğuna îma eder. Hemze, Besmele dahil edilmediğinde 14 defa geçer ve Fatiha'nın 7 âyetinin müsennâ olarak iki defasına işaretle iki defa inmesine ve namazda tekrarlanmasına îma eder.
  • Fatiha'da (Besmele sayılırsa) Lafzullah, Rahman, Rahim, İyyake, Sırat ve Aleyhim kelimeleri 2'şer defa geçer ve Fatiha'nın iki defa inmesine ve Fatiha'nın Kur'an'ın hem başında hem sonunda iki kere okunması gerektiğine ve her hayırlı işin hem başında hem sonunda iki kere okunmasının sünnet olduğuna îma eder.
  • Fatiha'da hemze ile sakin elif toplam 30 defa geçer. Besmele sayılmazsa lam ile elifler de toplam 30 defa geçer. Bu iki rakam 30 cüz Kur'an'a ima eder. 23 defa geçen lam ise vahyin 23 senesine işaret eder. 13 defa geçen Elif-lam (ال), hem ال ile başlayan 13 sureye hem de yedi adet الٓمٓ + altı adet الٓرٰ ile başlayan toplam 13 sureye işaret eder.
  • Fatiha'da bulunan toplam 15 mim (م) harfi, الٓمٓ ve حٰمٓ ler ve bir الٓمٓرٰ ile beraber toplam 15 surenin başına işaret eder.
  • Fatiha'daki harflerin ebcedi hesabı (10 bine yakın) ile 7 (ayet sayısı) çarpılınca 70 bin edip Kur'an'ın yaklaşık kelime sayısına işaret eder.
  • Fatiha'nın harflerinin ebcedi makamı 10.212'dir. Felak suresinin harflerinin ebcedi makamı 10.200 küsura; tüm Kur'an'da geçen ب nin 10 bin, hem ت nin 10 bin adedine tevafuk eder.
  • Fatiha'nın 10.000 adetinin 7 (ayet sayısı) ile çarpımı Kur'an'ın kelime sayısı 70.000'e tevafuk ederek Fatiha'nın küçük bir Kur'an olduğuna imza basar.
  • Fatiha, Kur'an'ın bir timsali, fihristi ve haritasıdır. Fatiha küçük bir Kur'an'dır.
  • Besmele ile Fatiha'da hemze 18 defa geçerek hem Besmele'nin ebced makamına hem de 18 bin âlemin adedine tevafuk eder.
  • Fatiha'daki hemze ile sakin elif toplam 30 defa geçerek 30 cüz Kur'an'a işaret eder.
  • Besmele'siz Fatiha'da hemze 14 defa geçerek Seb'ul-mesanî'nin müsenna olan 7 adet ayetlerini göstererek 2 defa nüzulüne ve namazda tekerrürünü îma eder.
  • Fatiha'da sakin elif 13 ve ل 23 defa geçerek Fatiha'nın bir hesap ile 36 kelimelerine tevafuk eder ve 5 farz namazda revatibinde ve revatib hükmündeki 2 rekat teheccüd namazında 24 saat zarfında 36 defa Fatiha'nın tekrarlanmasına îma eder.
  • Fatiha'da Besmele'siz ل ile elif toplam 30 defa geçerek lâm'ın ebcedî makamı olan 30'a, Besmele'siz Fatiha'nın 30 kelimesine ve 30 cüz Kur'an'ın adedine tefavuk eder ve 30 cüz Kur'an'ın esaslarının Fatiha'da bulunduğuna işaret eder.
  • Fatiha'daki ب, ه ve ح 5'er defa geçerek hem birbirine, hem 5 farza, hem 5 erkân-ı İslâmiyeye ve Lafzullah gibi Fatiha'nın ekser kelimelerinin beşer harflerine ve Fatiha'da 5 esma-i hüsnanın adedine tevafuk eder.
  • Fatiha'da د ve و 4'er defa geçerek dört rekat namazda dört Fatiha vücubunu ve dörtlükle iştihar eden çok mühim İslâmî dörtleri îma eder.
  • Fatiha'da ت, ك ve س 3'er defa geçerek ت 3 defasıyla 1200 adet ederek Kur'an'ın 1200 sene kadar galibane vaziyetine ve sonra tedafü vaziyetine işaret eder.
  • Fatiha'da ك 3 defa geçer. Ebced makamı olan 20 ile toplansa 23 ederek vahyin 23 senesine tevafukla îma eder.
  • Fatiha'da س 3 defa geçer. Ebced makamı olan 60 ile toplansa 63 ederek Peygamberimizin ömrüne tevafuk eder.
  • Fatiha'da Besmele'siz غ, ط, ض, ص ve س 2'şer defa geçerek hem birbirine, hem Fatiha'da Besmele ile beraber 2 defa Lafzullah, 2 kere Rahman, 2 kere Rahîm, 2'şer kere عَلَيْهِمْ, صِرَاط ve اِيَّاكَ kelimelerine tevafuk ederek Seb'ul-mesanî'nin manasının teyid eder ve Fatiha'nın 2 defa nüzulünü, Kur'an'ın hem başında hem sonunda 2 kere vücub-u tilavetini ve her hayırlı işin hem başında hem sonunda 2 kere okunmasının sünnet olmasına ima eder.
  • Kur'an Fatiha'da, Fatiha Sure-i Kevser'de münderic olduğundan Kevser Suresi 13 elifi ile Fatiha'nın 13 ال ı gibi 13 parmakla 13 meşhur surelerin başlarına parmağını basar.
  • Muhtasar bir hatim hükmünde olan 3 İhlas 1 Fatiha her zaman okunabilir.
  • Rivayete göre Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.
  • 1547 veya 1577'yi gösteren صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ve 1506 veya 1507'yi gösteren الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ahir zamanda bir taifenin dinsizlikle ne zamana kadar mücadele edeceğine ve birçok ayette geçen ve ebcediyle ve manasıyla Risale-i Nur'a bakan “sırat-ı müstakim” kelimesi Risale-i Nur talebelerinin âhir zamanda bir hizb-i makbul olacağını işaret eder.
  • Fatiha'nın sonundaki وَلَا الضَّٓالّٖينَ tabiatçıların, غَيْرِ الْمَغْضُوبِ esbabperestlerin ve اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ehl-i Kur’an’ın (peygamberler, şehitler, salihler, alimler) yoluna işaret eder.
  • Fatiha, Yâsin ve Kur'an hatmi hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlandığında hepsine ayrı ayrı aynı hediye ulaşır ve uzaktan da ruhlarına gelir.
  • Her vakit tekrar edilen Fatiha ve İhlas Sureleri gibi hakaikleri başka dil ile ifade etmek çok zararlıdır.
  • İmam-ı A’zam'ın diğer imamlara muhalif olarak namazda Fatiha yerine Farsça tercümesine caizdir demesi 5 cihetle hususi bir fetvadır; iman zayıflığı ve Arapça düşmanlığıyla bu fetvaya yapışmak dalalettir.
  • Fatiha'nın başındaki اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ'ın en kısa manası şudur: "Ne kadar hamd ve medih varsa kimden gelse kime karşı da olsa ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a ki Allah denilir." Bu da Kur'an'ın ifadelerinin başka dile tam çevrilemeyeceğini ve insanların tercümesinin Kur'an yerine geçemeyeceğini gösterir.
  • Kur'an ayetlerinde geçen 3 bismillah kelimesinden biri Fatiha suresinin 1. ayetindedir (diğerleri Hud 41 ve Neml 30).
  • Dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan seyyahın basamaklarını ders veren 7. Şua'da 18 mertebe kat eden ve imanını kuvvetlendirip gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden yolcu adam kendi ruhuna "Fatiha'nın başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp aradığımız yaratıcımızı aradığımızdan sormalıyız" der.
  • نَعْبُدُ ifadesinde "Biz (sana kulluk ederiz)" anlamı katan baştaki "Nun" harfi (1) Yeryüzündeki tüm mü'minler, (2) Tüm varlıklar ve (3) Maddi ve manevi zerrelerimiz ve tüm cihazlarımız olmak üzere 3 cemaate bakar.
  • Namazın sonundaki "Amin" kelimesi, başta tüm namaz kılan ehl-i tevhid olmak üzere yukarıdaki tüm 3 cemaati ve dua ve söylediklerimizi onların tasdik ettiğini bize gösterip cüzi ibadet ve duamızı külliye çevirir. Bir “Âmin” milyonlarla “Âmin” hükmüne geçebilir.
  • Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin kaynağı اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ... ayetidir.
  • Bediüzzaman daha 8-9 yaşındayken çocukluk itibarıyla elinden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolduğunda Gavs-ı Geylanî'ye “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” derdi ve bin defa Hazret-i Şeyh himmet ve duasıyla imdadına yetişmiştir.

Bilgiler[değiştir]

İsminin Anlamı ve Kaynağı: Fâtiha, başlangıç anlamına gelir ve sure ismini Kur'ân'ın ilk suresi olmasından almıştır.

Diğer İsimleri: El-Fatiha (Kur'an'ın ilk sûresi olduğu için açış yapan, açan manasına), Fatiha-i Şerife, Esseb'u'l-Mesânî, Seb'ul Mesânî ve'l Kur'anu'l Azim (ilk defa inen ve namazların her rek‘atında ve çeşitli vesilelerle tekrarlanan yedi âyet), Mesnâ (7 ayeti 2 defa nazil olduğu için), Fâtihatü’l-kitâb, Elham (halk ağzında), Ümmü’l-Kur’ân (Kur’an’ın aslı, özü), Ümmü’l-kitâb (ana kitap), el-Esâs (dinin asıllarını ihtiva eden), el-Vâfiye ve el-Kâfiye (ana hatlarıyla İslâm'ı anlatan), el-Kenz (birçok esrarı taşıdığı için)

Kur'ân'daki Sırası: 1

Kur'ân'daki Yeri: 1. cüz, 0. sayfa

Mekkî/Medenî: Mekkî (ilk nazil oluşu), Medenî (ikinci nazil oluşu)[1]

Nuzül (İnme) Sırası: 5

Kendisinden Önce Nazil Olan Sure: Müddessir

Kendisinden Sonra Nazil Olan Sure: Tebbet

Nuzülü (İnme) Hakkındaki Bilgiler: Mekke devrinin ilk yıllarında tamamı bir defada inmiştir. Bediüzzaman Seb'u-l Mesani ifadesini zikrederek 2 defa nazil olduğunu söyler.

Uzunluğu: 1 sayfa

Ayet Sayısı: 7

Şâfiîler’e göre 1. ayet besmeledir, son âyeti ise صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile başlar, وَلَا الضَّالِّينَ ile biter. Hanefîler’e göre besmele Fâtiha’ya dahil değildir; birinci âyet الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ, son âyet ise غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ dir. Sonunda söylenen “âmin” sözü Fâtiha’dan bir kelime olmadığı gibi Kur’an’dan bir âyet de değildir.[1]

Satır Sayısı: 7

Kelime Sayısı: 30[2], 25[3]

Harf Sayısı: 130[4], 113 veya 139[5]

Fasıla Harfleri: Mim, Nun

Bölüm (Ayn Durakları) Sayısı: 1

Secde Ayeti: -

Allah lafzı sayısı (Besmele hariç): 1

Rahman ismi sayısı (Besmele dahil): 2

Rahim ismi sayısı (Besmele dahil): 2

Rab ismi sayısı: 1

İçinde Kur'an kelimesi geçen ayetler: -

Hizb-ül Kur'an'da Geçen Ayetler Listesi: Fatiha Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri (7 ayet - tüm sure)

Bu ayetleri okumak için: Hizb-i Azam-ı Kur'an, Fatiha Kısmı

Münâcât-ül Kur'an'da İktibas Edilen Ayetler: 2., 3. ve 4. ayetler

Risale-i Nur'da Geçen Ayet Sayısı: 7 (Surenin tüm ayetleri) (Bkz. Fatiha Suresinin Risale-i Nur'da Geçen Ayetleri listesi)

Risale-i Nur'da Tamamı Geçen Ayetler: 1.-7. (Surenin tüm 7 ayeti)

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bediüzzaman'ın yaptığı Fatiha suresi tefsiri için İşarat-ül İ'caz adlı kitabının ilgili kısmına bakın

Fatiha-i Şerife’nin Bir Muhtasar Hülâsası adlı kısım için 15. Şua'nın Birinci Makamının İkinci Kısmına bakın

Namazda Fatiha Okumak[değiştir]

İşte akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müştak olan ruh-u beşer, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Lâyezal’in arş-ı azametine yüzünü çevirip bu fânilerin üstünde ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ‌ deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevla için el bağlayıp Daim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ‌ demekle; kusursuz kemaline, misilsiz cemaline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ demekle, muînsiz rububiyetine, şeriksiz uluhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek…

...

Hem Fatiha ile başlamak, yani bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan nâkıs, fakir mahlukları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm-i Kerîm olan Rabbü’l-âlemîn’i medh ü sena etmek…

Hem اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına terakki etmek, yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, ezel ve ebed sultanı olan Mâlik-i Yevmi’d-din’e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ demekle bütün mahlukat namına kâinatın cemaat-i kübrası ve cemiyet-i uzmasındaki ibadat ve istianatı ona takdim etmek…

Hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden, nurani yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek…

(9. Söz)


İşte bunun gibi ahkâm-ı İlahiye, mezheplere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur.

Mesela, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle İmam-ı Şafiî’ye ittiba eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kādıyü’l-Hâcat’ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için imam arkasında Fatiha’yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

İmam-ı A’zam’a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum namına söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ı kalp edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

(27. Söz)


İşte derecata göre bir âmî, bir çekirdek kadar bu kudsî hakikatten hisse alsa ruhen terakki etmiş bir kâmil insan, bir hurma ağacı kadar hisse alır. Fakat daha terakki etmeyen bir adam Fatiha okurken bu manaları kasden hatıra getirmemeli, tâ huzura zarar olmasın. Eğer o makama terakki etse zaten o manalar kendilerini gösterirler.

(Hâşiyecik): Bu hâşiyedeki “kasden” kelimesinin izahını Üstadımızdan sorduk. Aldığımız cevabı aynen yazıyoruz:

Üçüncü Medrese-i Yusufiyedeki Risale-i Nur talebeleri namına Ceylan

Teşehhüd ve Fatiha kelimelerinin geniş ve yüksek manaları kasdî değil belki dolayısıyla meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet veren tafsilatı değil belki mücmel ve kısa manaları gafleti dağıtır, ubudiyeti ve münâcatı parlatır görüyorum. Namazın ve Fatiha ve teşehhüdün pek yüksek kıymetlerini tam gösterir. İkinci Kısmın âhirinde “kasden meşgul olmamak”tan murad ise o manaların tafsilatıyla bizzat iştigal, bazen namazı unutturur, huzura belki dokunur. Yoksa dolayısıyla ve muhtasar bir tarzda büyük faydalarını hissediyorum.

(15. Şua)


Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahirî bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nur’u benim malım zannedip Risale-i Nur’un nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: “Said cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor.” gibi tenkitleri var.

Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki meselede büyük mazeretlerim var.

Evvela: Ben Şafiî’yim. Şafiî mezhebinde cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i A’zamîyi takliden bazen sünnet olarak kılıyordum.

Sâniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men’ettikleri için –hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş– hem yirmi beş senedir ben münzevi yaşadığım için kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha’nın yarısını okumadan, imam rükûya gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.

(Emirdağ L. 1)


Bütün bu haller gösteriyor ki: Üstadımızın fıtratında inziva daima hüküm sürmüştür. Fakat ihtiyarlığında pek çok yardıma, hizmete, sohbete muhtaç olduğu bir vakitte bunun devam etmesi için bir nevi hastalık haleti verilmiş. Beş dakika konuşsa şiddetli bir hararet başlıyor, sesi çıkmıyor. Hattâ Şafiî mezhebinde olduğu için namazda Fatiha’yı kendisi işitecek derecede okuması lâzım gelirken hastalık sebebiyle sesi çıkmadığından mezheb-i Hanefî’yi takliden namazlarını eda ediyor. Bu hastalığına dair, iki mühim doktorun iki raporu var. İstenilirse gösterilecektir.

(Emirdağ L. 2)


Evet mazînin sahralarında keşmekeşinize sebebiyet veren her birinizdeki meyl-ül ağalık ve fikr-i hod-serâne ve enaniyet; şimdi ise istikbâlin saadet-saray-ı medeniyette, fikr-i îcada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâb edecektir. Hatta diyebilirim ki: Başkalarının sükûtî medreselerine nisbet, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb'usan-ı ilmiyeyi gösteriyor. Ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltılarınız, mezheben ve medreseten ve kavmiyeten mahiyetinizdeki isti'dad-ı meşrutiyet sırrına kaderin bir imâ ve nişanı vardır.

ﻭَ ﺍَﻥْ ﻟَﻴْﺲَ ﻟِﻠْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺳَﻌَﻰ

nın başka ünvanı olan teşebbüs-ü şahsîye müşevvik var.

(Divan-ı Harb-i Örfi)


Amma اَنْعَمْتَ kelimesi ve bunun mazî siğasıyla zikredilmesindeki ma'na ise; ni'meti taleb edip istemenin yoluna ve onun vesilesine işaret etmek içindir... Ve اَنْعَمْتَ deki ت nin Allah'a olan hitabı içerisindeki ona nisbet edilmesinde; kendisine de (yani, Fatihayı okuyana da) şefaatçi olduğunu bildirir. Gûya ki, Fatihayı -namazda- okuyan kimse der ki: "Ya İlahî! İn'am etmek senin şanındandır. Hem de fazl-u ihsanınla o in'amı -geçmişte- yapmışsın. Layık ve müstehak olmadığım halde, bana da o inamdan nasip buyur!" (Amin!)

...

Hem yine bunun mazi fiili sigasıyla olan zikrinde; Cenab-ı Mun'im-i hakikînin ni'metleri verme, lâkin geri almama adetini izhar eylemek suretiyle; istenilen şey'in vesilesine remzetmek içindir. Yani ki fatihayı okuyan kimse, sanki diyor: "Ya Rabb, in'am etme senin şanın olduğu için; geçmişte de hep bu in'amı yapmışsın, ne olur bana da o in'amdan lutfeyle!"

(İ.İ. Badıllı)

Seb'ul Mesani ve'l-Kur'anu'l-Azîm/Müsenna (Hicr 87)[değiştir]

وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى âyetidir. Şu cümle Kur’an-ı Azîmüşşan’ı ve Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi Kur’an’ın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-i İslâmiyet olan yedi esası, Kur’an’ın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden ve سَبْعَ الْمَثَانٖى nuruna mazhar bir âyinesi olan Risalei’n-Nur’a cifirce dahi işaret eder. Çünkü اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz beş (1335) adediyle Risalei’n-Nur’un Fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin Fatiha Suresi’yle El-Bakara Suresi’nin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üç yüz otuz beş veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emaredir.

(1. Şua)


Fatiha'da Besmele ile "hemze" olan (elif) on sekiz olup 18 bin âlemin adedine tevafuk işaretiyle, her bir harfi her bir âlemin anahtarı olduğuna îma etmekten hâlî değildir. Ve (hemze) ile (sakin elif) بِسْمِ 'deki gizli hemze sayılmamak şartıyla otuzdur. Otuz cüz Kur'an'a remz eder. (Hemze), Besmele'siz on dört olmak haysiyetiyle şu سَبْعُ الْمَثَانٖى 'nin yedi adet âyeti müsennâ olarak iki defasına işaretle iki defa nüzulüne ve namazda tekerrürüne îma eder.

...

Besmele'siz س iki, ص iki, ض iki, ط iki, غ iki olup birbirine tevafukla beraber; Fatiha Besmele ile beraber iki defa Lafzullah, iki kere رحمٰن , iki kere رحيم , iki kere اِيَّاكَ , iki kere صِرَاطْ , iki عَلَيْهِمْ müsennâ olarak سَبْعُ الْمَثَانٖى 'de ikişer adetlerine muvafakat işaretiyle Fatiha'nın iki defa nüzulünü ve Kur'an'ın hem evvelinde hem âhirinde iki kere vücub-u tilavetini ve her umûr-u hayriyenin hem başında hem âhirinde iki kere sünnet kıraatını îma ederler.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Besmele ile Fatiha'da hemze 18, Besmele'nin makam-ı ebcedîsine inzimam ile 18 bin âlemin adedine tevafuk sırrıyla her bir elifi bir âlemin anahtarına îmadan hâlî olamadığı gibi, hemze ile sakin elif 30 olarak 30 cüz Kur'an içimizde münderic olduğu ve Besmele'siz hemze 14 olmakla şu Seb'ul-mesanî'nin müsenna olan 7 adet âyâtını göstererek 2 defa nüzulüne ve namazda tekerrürünü îma ettiği gibi, sakin elif 13, ل 23 olup Fatiha'nın bir hesap ile 36 kelimelerine tevafuk sırrıyla 5 farz namazda revatibinde ve revatib hükmündeki 2 rekat teheccüd namazında 24 saat zarfında 36 defa Fatiha'nın tekerrürüne îma etmek, bu kudsî şifre-i İlahiyenin şe'ninden olduğu gibi, Besmele'siz ل ile elif ikisi 30 olup lâm'ın ebcedî makamı olan otuza tevafuk ederek Besmele'siz Fatiha'nın 30 kelimatına mutabakat ve 30 cüz Kur'an'ın adedine muvafakat sırrıyla, 30 cüz Kur'an'ın esasları Fatiha'da bulunduğuna bu kudsî şifre-i İlahiyenin işaratından olmakla beraber, ل ın 23 adedi nüzul-ü vahyin 23 senesine tevafuku elbette böyle kudsî bir şifrenin işaratıdır denilebilir. İşte Fatiha'da ال lafzı bu vazifeyi gördüğü gibi, 13 ال ile Altıncı Remz'in fihristesinde beyan edildiği gibi 13 ال ile en meşhur suver-i Kur'aniyenin ال ile başlayan 13 surenin başına tevafukla işarî mu'cizane ifade ediyor ki, "Kur'an bendedir, ben onun fihristesiyim."

Fatiha'daki ب 5, ه 5, ح 5. Hem birbirine, hem 5 farza hem 5 erkân-ı İslâmiyeye ve Lafzullah gibi Fatiha'nın ekser kelimelerinin beşer harflerine ve Fatiha'da 5 esma-i hüsnanın adedine tevafukları hem د 4, و 4 dört rekat namazda dört Fatiha vücubunu ve dörtlükle iştihar eden çok mühim İslâmî dörtleri îma etmek ت 3, ك 3, س 3 olmakla ت 3 defasıyla 1200 adet ederek Kur'an'ın 1200 sene kadar galibane vaziyetine ve sonra tedafü vaziyetine,

اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبٖينًا

âyetinin makam-ı ebcediyle verdiği habere tevafuk sırrıyla işaret etmek bu kudsî şifre-i İlahiyenin şe'nindendir. ك in 3 tekerrürü makam-ı ebcedîsine zammedilse 23 olup nüzul-ü vahyin 23 senesine tevafukla îma etmek, س ebcedî makamı 60 olup 3 tekerrürü 3 olarak zammedilse mehbit-i vahiy olan Zât-ı Nebeviyenin ömrüne tevafukla îma etmesi sair işaratın teyidiyle elbette kabul edilir. Besmele'siz س 2, ص 2, ض 2, ط 2, غ 2 olarak birbirine tevafukla beraber Fatiha'da Besmele ile beraber 2 defa Lafzullah, 2 kere Rahman, 2 kere Rahîm, 2 kere اِيَّاكَ, 2 صِرَاط, 2 عَلَيْهِمْ ikişer adedine ve Seb'ul-mesanî'nin manasının teyidiyle beraber Fatiha'nın 2 defa nüzulünü ve Kur'an'ın hem evvelinde hem âhirinde 2 kere vücub-u tilavetini ve her umûr-u hayriyenin hem başında hem âhirinde 2 kere sünnet-i kıraatını îma etmek, bu kudsî ve parlak şifre-i İlahiyenin şe'nindendir.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Bu münasebetle Fatiha'nın şu letafetini bir derece izah için deriz ki:

Madem Kur'an, Fatiha'da icmalen münderic olduğunu ehl-i tahkik zevk-i şuhudî ile hükmetmişler.

Ve madem Kur'an'da Fatiha'nın bir ismi "Seb'ul-mesanî ve'l-Kur'anu'l-azîm"dir.

Ve madem surelerin başında mukattaat-ı hurufla başlayan mühim sureler, الٓمٓ ler ve الٓرٰ lar ve حٰمٓ lerdir.

Ve madem Fatiha-i Şerife'de on üç ال lafzı tekerrür ediyor.[6] yani لام ،ألف zikredilmiş.

Ve madem o meşhur surelerin başında mukattaat-ı huruftan on üç defa لام،ألف ism-i hecaisiyle okunuyor ve ال suretiyle yazılıyor.

Ve madem Fatiha müteaddid vecihler ile o meşhur الٓمٓ ler ve الٓرٰ lar ve حٰمٓ lere bakıyor.

Ve madem o meşhur surelerde on beş defa م ism-i hecaisiyle zikredilmiş ve on üç defa ال ism-i hecaileri ile tekrar edilir. Ve Fatiha'da dahi on beş م tekerrür ediyor ve o surelerdeki on beş م e tevafuk ediyor. Ve Fatiha'da on üç defa ال tekerrür etmekle o surelerdeki on üç defa ال adetlerine tevafuk ediyor.

Elbette bütün bu tevafuk Fatiha'da o surelere karşı olan on üç ال den on üç işaret parmakları hükmünde olan on üç ال tekrar edilmiştir.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Fatiha-i Şerife: Hurufatının ebcedî hesabı olan on iki bin iki yüz on iki (12212) adedi ise mecmu-u Kur'an'da hem ب hem ت 11 bin adetlerine tevafuk etmesiyle beraber, başka sırları gösteren küsurattan sarf-ı nazar edilmiştir. Fatiha'nın on bin huruf-u adedini yedi adet âyetine darb etmesiyle mecmu-u kelimat-ı Kur'aniye adedi olan 70 bine muvafık gelmesiyle ehl-i hakikat indinde muhakkak ve hadîsçe musaddak olan "Fatiha, Kur'an kadardır." ve "Kur'an, Fatiha'da mündericdir." ve bu indirac sırrına binaen "Fatiha, Tenzil'de 'Es-seb'ul-mesanî ve'l-Kur'anu'l-azîm' namıyla teşhir edilmiş." diye olan meşhur hükmün ispatını îma ve ihtar eder.

...

(Sakin elif) on üç, ل yirmi üç olup Fatiha'nın bir hesapla otuz altı kelimelerine tevafuk işaretiyle, beş farz namaz ve revatibinde ve revatib hükmündeki iki rekat teheccüd namazında yirmi dört saatte otuz altı defa Fatiha'nın tekerrürüne îma eder. Besmele'siz ل ile ا ikisi otuz olup ل ın ebcedî makamı olan otuza muvafakatla ve Besmele'siz Fatiha'nın otuz kelimatına mutabakatla beraber otuz cüz Kur'an'ın adedine ve yalnız ل , Besmele'nin on dokuz hurufuna tevafuk işaretiyle otuz cüz Kur'an'ın esasları bu "Es-seb'ul-mesanî ve'l-Kur'anu'l-azîm" namıyla müştehir olan Fatiha'da münderic ve dâhil olduğunu îma eder. Hem ل ın yirmi üç adedi, nüzul-ü vahyin yirmi üç senesine remzeder.

(Rumuzat-ı Semaniye)

Fatiha'nın Kur'an'ın Fihristesi ve Timsali Olması[değiştir]

Nasıl ki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadatın envaını şâmil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.

(9. Söz)


Üslub-u Kur’an’ın o kadar acib bir cemiyeti var ki bir tek sure, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur’anîyi içine alır. Bir tek âyet, o surenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu her birisi birer küçük sure, surelerin çoğu her birisi birer küçük Kur’an’dır. İşte şu, i’cazkârane îcazdan büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir.

Çünkü herkes, her vakit Kur’an’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen her vakit bütün Kur’an’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’an’dan mahrum kalmamak için her bir sure, birer küçük Kur’an hükmüne, hattâ her bir uzun âyet, birer kısa sure makamına geçer. Hattâ Kur’an Fatiha’da, Fatiha dahi Besmele’de münderic olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise ehl-i tahkikin icmaıdır.

(25. Söz)


Fatiha-i Şerife hurufatının ebcedî hesabı olan 10212 adedi mecmu-u Kur'an'da ب nin 10 bin, hem ت nin 10 bin aded-i tekerrürlerine tevafuku, hem Fatiha'nın o 10 bin adedi 7 adet âyetine darbedilmesiyle mecmu-u kelimat-ı Kur'aniye adedi olan 70 bine muvafık gelmesiyle, ehl-i hakikat indinde muhakkak ve hadîsçe musaddak olan "Fatiha Kur'an kadardır ve Kur'an Fatiha'da mündericdir ve

اَلسَّبْعُ الْمَثَانٖى وَالْقُرْاٰنُ الْعَظٖيمُ

Fatiha'dır." diye olan meşhur hükmün ispatını îma edip ihtar eder. Suver-i Kur'aniyenin başlarında olan mukattaat-ı huruf gayet manidar ve esrarlı bir şifre-i İlahiye olduğu gibi, Fatiha hurufu belki Kur'an'ın umum hurufatı kudsî ve ayrı ayrı mütenevvi binler İlahî şifreler olduğunu Rumuzat-ı Semaniye ile dikkat edenler hissedebiliyor. Ve bilhassa Fatiha-i Şerife'nin hurufu daha zahir ve nuranî bir şifre olduğunu ehl-i keşif görmüşler ve emareleri de vardır.

Ezcümle: Besmele ile Fatiha'da hemze 18, Besmele'nin makam-ı ebcedîsine inzimam ile 18 bin âlemin adedine tevafuk sırrıyla her bir elifi bir âlemin anahtarına îmadan hâlî olamadığı gibi, hemze ile sakin elif 30 olarak 30 cüz Kur'an içimizde münderic olduğu ve Besmele'siz hemze 14 olmakla şu Seb'ul-mesanî'nin müsenna olan 7 adet âyâtını göstererek 2 defa nüzulüne ve namazda tekerrürünü îma ettiği gibi, sakin elif 13, ل 23 olup Fatiha'nın bir hesap ile 36 kelimelerine tevafuk sırrıyla 5 farz namazda revatibinde ve revatib hükmündeki 2 rekat teheccüd namazında 24 saat zarfında 36 defa Fatiha'nın tekerrürüne îma etmek, bu kudsî şifre-i İlahiyenin şe'ninden olduğu gibi, Besmele'siz ل ile elif ikisi 30 olup lâm'ın ebcedî makamı olan otuza tevafuk ederek Besmele'siz Fatiha'nın 30 kelimatına mutabakat ve 30 cüz Kur'an'ın adedine muvafakat sırrıyla, 30 cüz Kur'an'ın esasları Fatiha'da bulunduğuna bu kudsî şifre-i İlahiyenin işaratından olmakla beraber, ل ın 23 adedi nüzul-ü vahyin 23 senesine tevafuku elbette böyle kudsî bir şifrenin işaratıdır denilebilir. İşte Fatiha'da ال lafzı bu vazifeyi gördüğü gibi, 13 ال ile Altıncı Remz'in fihristesinde beyan edildiği gibi 13 ال ile en meşhur suver-i Kur'aniyenin ال ile başlayan 13 surenin başına tevafukla işarî mu'cizane ifade ediyor ki, "Kur'an bendedir, ben onun fihristesiyim."

(Rumuzat-ı Semaniye)


Bu münasebetle Fatiha'nın şu letafetini bir derece izah için deriz ki:

Madem Kur'an, Fatiha'da icmalen münderic olduğunu ehl-i tahkik zevk-i şuhudî ile hükmetmişler.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Hâtimesinde, Kur’an-ı Hakîm’in tevafukat cihetinde i’cazî nüktelerinden gayet parlak bir nükte-i i’caziyesini beyan edip Kur’an Fatiha’da, Fatiha Besmele’de, Besmele Elif Lâm Mim’de bir cihette dercedildiğini beyan ediyor.

(Fihrist (Lem'alar))


Evet nasıl ki Fatiha Kur’an’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir.

(İşaratül İ'caz)


Hem Sure-i Kadr yüz on dört (114) harfiyle, yüz on üç (113) surelerin adedine bir fark ile tevafuku manidardır. Güya benden başka yüz on iki (112) sure ile bir de küçük bir Kur'an olan Fatiha geleceğine bir îmadır.

(Rumuzat-ı Semaniye)

Besmelenin Fatiha'nın Fihristesi Olması (Fatiha 1)[değiştir]

Üslub-u Kur’an’ın o kadar acib bir cemiyeti var ki bir tek sure, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur’anîyi içine alır. Bir tek âyet, o surenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu her birisi birer küçük sure, surelerin çoğu her birisi birer küçük Kur’an’dır. İşte şu, i’cazkârane îcazdan büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir.

Çünkü herkes, her vakit Kur’an’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen her vakit bütün Kur’an’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’an’dan mahrum kalmamak için her bir sure, birer küçük Kur’an hükmüne, hattâ her bir uzun âyet, birer kısa sure makamına geçer. Hattâ Kur’an Fatiha’da, Fatiha dahi Besmele’de münderic olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise ehl-i tahkikin icmaıdır.

(25. Söz)


Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellisi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zat-ı Ehadiyeti mülahaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ demeye, küre-i arz vüs’atinde bir kalp bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen cüz’iyatta zahir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi her bir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zat-ı Ehad’i mülahaza ettirmek için hâtem-i rahmaniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor; tâ külfetsiz herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deyip doğrudan doğruya Zat-ı Akdes’e hitap ederek müteveccih olsun.

İşte Kur’an-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki kâinatın daire-i a’zamından mesela, semavat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder; tâ ki zahir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Mesela, hilkat-i semavat ve arzdan bahsi içinde hilkat-i insandan ve insanın sesinden ve simasındaki dekaik-ı nimet ve hikmetten bahis açar; tâ ki fikir dağılmasın, kalp boğulmasın, ruh mabudunu doğrudan doğruya bulsun. Mesela

وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ

âyeti mezkûr hakikati mu’cizane bir surette gösteriyor.

Evet, hadsiz mahlukatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedâhil daireler gibi en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envaı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet ne kadar olsa yine kesret içinde bir vahdettir, hakiki hitabı tam temin edemiyor. Onun için vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır. Tâ ki kesreti hatıra getirmesin. Doğrudan doğruya Zat-ı Akdes’e karşı kalbe yol açsın.

Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalpleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemal ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine îsal eder ve Zat-ı Ehadiyeyi mülahaza ettirir ve ondan اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki hakiki hitaba mazhar eder.

İşte Bismillahirrahmanirrahîm Fatiha’nın fihristesi ve Kur’an’ın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle, bu mezkûr sırr-ı azîmin unvanı ve tercümanı olmuş. Bu unvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envar-ı rahîmiyeti ve şefkati görür.

(14. Lem'a)


Hâtimesinde, Kur’an-ı Hakîm’in tevafukat cihetinde i’cazî nüktelerinden gayet parlak bir nükte-i i’caziyesini beyan edip Kur’an Fatiha’da, Fatiha Besmele’de, Besmele Elif Lâm Mim’de bir cihette dercedildiğini beyan ediyor.

(Fihrist (Lem'alar))


Sizi kudsî hizmetinizde, alâ kadri’t-tâka takibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşrapa vererek muhtaçlara gıda, zayıf ve marîzlere ilaç, zalim ve kâfirlere semm-i kātil olan mâ-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. Sizin kudsî hizmetinizle, irşadınızla açılan hakikat ufkuna bakınca, Kur’an’ın hudutları tayin ve tahdid edilmeyecek kadar vâsi bir havz-ı ekber olduğunu; Fatiha Besmele’sinin ب menbaından gelen, her birisi ayrı lezzette, ayrı şiddette, ayrı kuvvette, sureler namında yüz on dört âb-ı hayat şubelerinin kevser musluğundan bu havuza akmakta olduğunu görür gibi oluyoruz.

...

Hulusi

(Barla L.)

3 İhlas 1 Fatiha'nın Muhtasar Bir Hatim Olması[değiştir]

Üçüncü Sualiniz: Üç İhlas bir Fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdid edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.

(Barla L.)

Elhamdülillah İle Başlayan Sureler (Fatiha 2)[değiştir]

Makam-ı medhin binler misallerinden, başında “Elhamdülillah” olan beş surede beyanat-ı Kur’aniye güneş gibi parlak, (Hâşiye[7]) yıldız gibi ziynetli, semavat ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette cennet gibi güzeldir.

(25. Söz)


اَلْحَمْدُ: Evvela: Bu kelimeyi mâkabline bağlattıran cihet-i münasebet “Rahman” “Rahîm”in delâlet ettikleri nimetlerin hamd ve şükür ile karşılanması lüzumundan ibarettir.

Sâniyen: Şu اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümlesi, her biri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak üzere, Kur’an’ın dört suresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de “neş’e-i ûlâ ile neş’e-i ûlâda beka, neş’e-i uhra ile neş’e-i uhrada beka” nimetlerinden ibarettir.

(İşarat-ül_İ'caz)

Fatiha'nın Sevabı[değiştir]

Hem mesela, insafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Mesela “Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas, sülüs-ü Kur’an”, “Sure-i İza zülzileti’l-ardu, rubu’” “Sure-i Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn, rubu’”, “Sure-i Yâsin, on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır.

İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kur’an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur.”

Elcevap: Hakikati şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in her bir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sümbüllenir, bazen on tane verir, bazen yetmiş, bazen yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazen bin beş yüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazen on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazen otuz bin (mesela, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadirde okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla beraber elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevap ile bazı surelerle muvazeneye gelebilir.

Mesela, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sümbül vermiş farz etsek, her bir sümbülde yüzer tane olmuş ise o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Mesela, birisi de on sümbül vermiş, her birinde iki yüz tane vermiş. O vakit bir tek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkeza kıyas et.

Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nurani, mukaddes bir mezraa-i semaviye tasavvur ediyoruz. İşte her bir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sümbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yâsin, İhlas, Fatiha, Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn, İza zülzileti’l-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve âyetlerle muvazene edilebilir.

(24. Söz)

Fatiha Okuyup Tefe'ül Etmek ve Himmet İstemek[değiştir]

Sâniyen: Bu yaz mevsiminde hakaik-i Kur’aniyeye nisbeten, meyveler hükmünde tevafukata dair, hurufat-ı Kur’aniyenin nüktelerini beyan ediyorduk. Şimdi mevsim değişmiş, huruftan ziyade hakaike ihtiyaç vardır. Gelecek yaza kadar muvakkaten o kapıyı ihtiyarımızla çalmayacağız. Fakat o hurufa ait beyanat ne derece hak olduğunu, Mevlana Câmî’nin Divan’ıyla kardeşlerimle tefe’ül ettik. Dedik: Yâ Câmî! Bu hurufat-ı Kur’aniyeye dair beyan ettiğimiz nüktelere ne dersin? Bir Fatiha okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi:

جَامٖى اَزْ خَطِّ خُوشَشْ پَاكْ مَكُنْ لَوْحِ ضَمٖيرْ

كٖينْ نَه حَرْفٖيسْتْ كِه اَزْ صَفْحَۀِ اِدْرَاكْ رَوَدْ

Yani “Bu huruf öyle harf değildir ki akıl ve idrak sahifesinden gitsin. Öyle kudsî harf, öyle güzel şirin hat, daima kalbimin sahifelerinde yazılmalı, silinmemeli.” Acibdir ki bütün Divanında bu fala benzer mealde yazı göremedik. Demek bu fal, Hazret-i Câmî’nin kerametinden bir nebze oldu.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said

(Barla L.)


Üstadımız kendisi söylüyor ki:

Ben sekiz dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarîkatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdad ederken ben, akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî!” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risalet’ten (asm) sonra Şeyh-i Geylanî’ye hediye ediliyordu. Ben üç dört cihetle Nakşî iken Kādirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarîkatla iştigale, ilmin meşguliyeti mani oluyordu.

(8. Lem'a)

Fatiha'daki Gaybi İşaretler, Tevafuklar ve Ebced[değiştir]

اَلصَّالِحَاتِ deki ت, âhirdeki “ta”lar ekseriyetçe vakfa rast gelmesiyle cifirce ه sayılabilir, اِلَّا beraberdir. Bu noktada bin üç yüz elli sekiz (1358) bu zamanımızı gösterir. Ve telaffuzca ه okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan, şeddeler sayılmazsa ve اِلَّا beraber değil, iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i salih ile beraber bir taife-i azîme, hasarat-ı azîmeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip Fatiha’nın âhirinde صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ bin beş yüz kırk yedi (1547) veya bin beş yüz yetmiş yedi (1577) gösterdiği zamana hem

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ

birinci cümle, bin beş yüz (1500) makamıyla âhir zamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına ve ikinci cümle, bin beş yüz altı (1506) makamıyla galibane mücahedenin tarihine ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş (1545) makamıyla pek az bir farkla hem Fatiha’nın hem Ve’l-Asrı Suresi’nin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip tevafuk eder.

Demek bu hadîs-i şerifin üç cümlesinden her birisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ şedde sayılmazsa bin beş yüz altmış bir (1561) makamıyla hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ –şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ lâmdır– bin beş yüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrub edip farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem’a-i i’caziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.

(Kastamonu L.)


İkinci Sual: İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’nde, Fatiha’nın âhirinde sırat-ı müstakim ashabı ki اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyetiyle tarif edilen taife içinde hem لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى … الخ hadîsinin âhir zamanda gösterdikleri mücahidler içinde ve hem Ve’l-Asrı Suresi’nin اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا dan başlayan üç cümlenin mana-yı işarîsinde hususi bir surette bir ferdi, Risale-i Nur’un has şakirdleri olduğuna sebep nedir ve vech-i tahsisi nedir?

Elcevap: Sebebi ise Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’aniyenin muammalarını hall ve keşfetmiştir ki her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp tereddütlerden kurtulamayıp bazen imanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansalar o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmi Sekizinci Mektup’taki İnayat-ı Seb’a’da bir kısmına işaret edilmiş. İnşâallah bir zaman o tılsımlar, müstakil bir risalede cem’edilecek.

(Kastamonu L.)


ثَلَاثُونَ kelimesi, cifr hesabı bin seksen yedi (1087) eder ki, tarihçe hilafet-i Abbasiyenin inkırazıyla hilafet-i Osmaniyenin takarruruna kadar olan zaman-ı fetret tayyedilse bin seksen küsur kalır. Eğer nâkıs hilafetler sayılsa, ثَلَاثُونَ سَنَةً deki "sene" lafzı ilâve olur. O halde bin ikiyüz iki (1202) eder ki, "Rumuzat-ı Semaniye-i Kur'aniye Risaleleri"nde hem اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ, hem Fatiha, hem Sure-i Nasr, hem Sure-i Alak gibi çok yerlerde aynen hilafetle beraber Devlet-i İslâmiyenin hem terakki, hem galibiyet devresi olan bin iki yüz iki (1202) tarihini gösterir. Hem nâkıs hilafetle beraber bütün müddet-i hilafet-i İslâmiye bin iki yüz ikidir ki, tam tamına tevafukla haber verir.

وَ اِنِ اسْتَقَامَتْ اُمَّتٖى فَلَهَا يَوْمٌ وَ اِلَّا فَنِصْفُ يَوْمٍ

Hadîsinin mu'cizane ihbar-ı gaybîsini izah eder. Yani bu hadîs kıyametten değil, belki galibane hâkimiyet-i İslâmiyeden haber veren Onsekizinci Lem'ada ve başka yerde bu hadîsin üç lem'a-i i'caziyesini beyan ettiğimden burada kısa kesiyoruz.

(Sikke-i T. G.)


م in dahi on üç tekerrürü vardır. Kur'an sureleri içinde on üç surenin başında elif-lâm ism-i hecaileriyle bulunmakla beraber, Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ 'de çendan ism-i hecaisiyle bulunmaz. Fakat öteki surelerin aynı şeklinde الم yazıldığından on dört sure olur. Şu Sure-i Alak aynen Fatiha gibi on dört لا den on dört parmaklarıyla o şifre-misal on dört surelerin başlarına işaret ediyor ve gösteriyor.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Üç اَرَاَيْتَ dahi:

اَرَاَيْتَ الَّذٖى يُكَذِّبُ بِالدّٖينِ

Ve

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ

Ve اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ surelerinin başlarına istifham ile işaret ediyor.

Şu surede altı kelime ikişer defa zikriyle, Fatiha-i Şerife'nin altı kelimesinin ikişer defa tekerrürüne tevafukla, mühim esrara medardırlar.

Bu surede اِقْرَاْ iki, خَلَقَ iki, عَلَّمَ iki, يَعْلَمُ iki, نَاصِيَة iki, نَدْعُ، يَدْعُ ile iki.

İşte bu altı ikiler sırsız ve hikmetsiz değiller.

(Rumuzat-ı Semaniye)


İşte sair remizlerde beyan edilen sair surelerin tevafukatı gibi şu Sure-i Nasr'ın bir hâdiseye dair tevafukat-ı harfiyesi dahi hem müteaddiddir, hem surenin manasına müeyyiddir, hem makama mutabıktır, hem işaret ettiği aynı hâdiseye Sure-i Kevser ve Fatiha ve Alak gibi sureler ve âyet-i اِنَّٓا فَتَحْنَالَكَ gibi âyetler aynı hâdiseye tevafukla işaret ediyorlar. Ve böyle bir işaret ise delâlet derecesinde kuvvetlidir denilebilir.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Hem

اَلنَّاسَ يَدْخُلُونَ فٖى دٖينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا

bin iki yüz yirmi iki (1222) makam-ı ebcedî adediyle Sure-i Kevser ve Sure-i Fatiha ve âyet-i

اِنَّا فَتَحْنَالَكَ فَتْحًا مُبِينًا

gibi müteaddid sadık şahitlerin şehadetlerine istinaden ve işaretlerine binaen bu sure o adet ile fütuhat-ı Kur'aniyenin devamı ve insanların fevc fevc İslâmiyet'e dâhil olmaları tâ 1222'ye kadar istimrarına ve ondan sonra tevakkufuna işaret ediyor.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Besmele'siz Sure-i Kevser'de hecai hurufat içinde ikişer kardeş sayılan harflerden her bir iki kardeşten en güzelini ve en manidarını almış, öteki kardeşini bırakmış.

Mesela, iki kardeş olan ز،ر den ر var, ز yok. ش،س 'dan ش var, س yok. ض،ص dan ص var, ض yok. ظ،ط dan ط var, ظ yok. غ،ع dan ع var, غ yok. ق،ف dan ف var, ق yok. ن،م dan ن var, م yok; gibi zarif ve muntazam ve manidar bir intihab var.

Hem Kur'an'ın bir misal-i musağğarı olan Kevser'de tekerrür eden hurufat, surelerin başlarına bâhusus mukattaat-ı hurufla başlayan surelerin başlarına, Fatiha misillü hafî işaretleri var. Fakat Fatiha-i Şerife'nin işâratı sarahate yakındır.

Mesela:

اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ

âyeti doğrudan doğruya Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hitap edip Kevser'i ihsan ettiğine delâlet etmekle, elbette o muhatabın medar-ı imtiyazı olan has isimlerine îmaen اَعْطَيْنَاكَ 'deki ى،ط; طٰهٰ ve يٰسٓ'e işaretle Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın meşhur iki ismini ve iki surenin başlarına ve isimlerine işaret ediyor.

Hem Kevser'de elif tekerrürü on ikidir. اَللّٰهْ lafzının aslı اَلْاِلٰهْ olmak cihetiyle elifin Kevser'de tekerrürü on üç olmakla; yedi الٓمٓ altı الٓرٰ 'nın mecmu-u adedi olan on üçe tevafukla o surelerin başlarının başlarına küçücük fihristecik nevinden işaretleri var deriz. Çünkü elifin ism-i sarîhi o surelerde zikretmesiyle ve Fatiha-i Şerife'de on üç yine on üç sureye sarahate yakın işaret etmekle Kur'an Fatiha'da, Fatiha Kevser'de dâhil olmak sırrıyla Kevser'in bir manası Kur'an olmak cihetiyle deriz ki:

Kevser'de elifin on üç defa tekerrürü, Fatiha'da on üç defa ال tekerrürü gibi nısf-ı Kur'anı teşkil eden o on üç surenin isimlerine işaret ederek başlarına parmak basıyor.

Bu münasebetle Fatiha'nın şu letafetini bir derece izah için deriz ki:

Madem Kur'an, Fatiha'da icmalen münderic olduğunu ehl-i tahkik zevk-i şuhudî ile hükmetmişler.

Ve madem Kur'an'da Fatiha'nın bir ismi "Seb'ul-mesanî ve'l-Kur'anu'l-azîm"dir.

Ve madem surelerin başında mukattaat-ı hurufla başlayan mühim sureler, الٓمٓ ler ve الٓرٰ lar ve حٰمٓ lerdir.

Ve madem Fatiha-i Şerife'de on üç ال lafzı tekerrür ediyor.[8] yani لام ،ألف zikredilmiş.

Ve madem o meşhur surelerin başında mukattaat-ı huruftan on üç defa لام،ألف ism-i hecaisiyle okunuyor ve ال suretiyle yazılıyor.

Ve madem Fatiha müteaddid vecihler ile o meşhur الٓمٓ ler ve الٓرٰ lar ve حٰمٓ lere bakıyor.

Ve madem o meşhur surelerde on beş defa م ism-i hecaisiyle zikredilmiş ve on üç defa ال ism-i hecaileri ile tekrar edilir. Ve Fatiha'da dahi on beş م tekerrür ediyor ve o surelerdeki on beş م e tevafuk ediyor. Ve Fatiha'da on üç defa ال tekerrür etmekle o surelerdeki on üç defa ال adetlerine tevafuk ediyor.

Elbette bütün bu tevafuk Fatiha'da o surelere karşı olan on üç ال den on üç işaret parmakları hükmünde olan on üç ال tekrar edilmiştir.

(Rumuzat-ı Semaniye)


El-Felak'ın hurufatının ebcedî makamı olan on bin iki yüz (10200) küsur olmakla Fatiha-i Şerife'nin dahi hurufatının ebcedî makamı olan on bin iki yüz on iki (10212) adedine tevafuk etmesiyle, her bir sure umum sureler ile münasebettar olduğunu îma eder.

Sure-i En-Nâs: Harflerinin birer adet fark ile muntazaman bir'den on ikiye kadar terakki etmesi; mesela ق bir, ه iki, ح üç, ى dört, ر beş,[9] Besmele'deki م ler beraber altı âyetin adedine muvafık olarak م altı, و yedi, (sakin elif) sekiz, ن dokuz,[10] س on, (elif) on bir, ل on iki[11] gelmesi ve Sure-i İhlas'ın on iki ل ına muvafakatı, ateşîn hurufatına bir ışık daha katarlar.

Kur'an'ın âhirki suresi olan Sure-i En-Nâs'ın aded-i hurufatı yüz dört (104) olmakla, yüz dört (104) suhuf ve kütüb-ü enbiyanın adedine tevafuk etmekle, Kur'an-ı Hakîm, umum suhuf-u enbiyanın esaslarını câmi' olduğuna gizli bir îmadır.

Ebcedî hesabıyla şu surenin aded-i hurufatı beş bin beş yüz elliden (5550) bir noksandır. Şu adet Sure-i El-Felak ile Fatiha'nın nısfı olmakla beraber, îma ettiği sırları şimdilik izah edemiyoruz.

Fatiha-i Şerife: Hurufatının ebcedî hesabı olan on iki bin iki yüz on iki (12212) adedi ise mecmu-u Kur'an'da hem ب hem ت 11 bin adetlerine tevafuk etmesiyle beraber, başka sırları gösteren küsurattan sarf-ı nazar edilmiştir. Fatiha'nın on bin huruf-u adedini yedi adet âyetine darb etmesiyle mecmu-u kelimat-ı Kur'aniye adedi olan 70 bine muvafık gelmesiyle ehl-i hakikat indinde muhakkak ve hadîsçe musaddak olan "Fatiha, Kur'an kadardır." ve "Kur'an, Fatiha'da mündericdir." ve bu indirac sırrına binaen "Fatiha, Tenzil'de 'Es-seb'ul-mesanî ve'l-Kur'anu'l-azîm' namıyla teşhir edilmiş." diye olan meşhur hükmün ispatını îma ve ihtar eder.

Suver-i Kur'aniye'nin başlarında olan mukattaat-ı huruf, gayet manidar ve esrarlı bir şifre-i İlahiye olduğu gibi, Fatiha hurufatı belki Kur'an'ın umum hurufatı dahi kudsî ve ayrı ayrı mütenevvi binler İlahî şifreler olduğunu Yedinci, Sekizinci Remiz'lerde işaret edilen sırlar ve tevafuklar teyid ediyorlar.

Fatiha-i Şerife'nin hurufatı yüz otuz ve kelimatı bir hesap ile otuz altı ve bir vecihle otuz olarak otuz cüz Kur'an'a fihriste cihetiyle Kur'an Fatiha'da bulunduğuna îma eder.

Besmele, Şafiî mezhebince her surenin bir âyeti olduğu gibi, Fatiha'nın da bir âyetidir. Hanefîce Besmele Fatiha'nın cüzü değil. Bahsimizde iki mezhebe riayet edeceğiz. Harflerin adedi şudur:

Besmele ile: "Hemze" denilen müteharrik (elif) on sekizdir, (sakin elif) on üçtür, ل yirmi üçtür, م on beştir, ر sekizdir, ع altıdır, ن on bir, ى on altı, ه beş, ب beş, ح beş, د dört, و dört, ت üç, ك üç, س üç, ص iki, ض iki, ط iki, غ iki, ق bir, ذ bir.

Besmele'siz: Fatiha'da "hemze" denilen (elif) on dört, (sakin elif) on birdir. ل on dokuz, م on iki, ن on, ر altı, ع altı, ى on beş, ه dört, ب dört, د dört, و dört, ح üç, ك üç, ت üç, س iki, ص iki, ض iki, ط iki, غ iki, ق bir, ذ birdir.

Fatiha'da Besmele ile "hemze" olan (elif) on sekiz olup 18 bin âlemin adedine tevafuk işaretiyle, her bir harfi her bir âlemin anahtarı olduğuna îma etmekten hâlî değildir. Ve (hemze) ile (sakin elif) بِسْمِ 'deki gizli hemze sayılmamak şartıyla otuzdur. Otuz cüz Kur'an'a remz eder. (Hemze), Besmele'siz on dört olmak haysiyetiyle şu سَبْعُ الْمَثَانٖى 'nin yedi adet âyeti müsennâ olarak iki defasına işaretle iki defa nüzulüne ve namazda tekerrürüne îma eder.

(Sakin elif) on üç, ل yirmi üç olup Fatiha'nın bir hesapla otuz altı kelimelerine tevafuk işaretiyle, beş farz namaz ve revatibinde ve revatib hükmündeki iki rekat teheccüd namazında yirmi dört saatte otuz altı defa Fatiha'nın tekerrürüne îma eder. Besmele'siz ل ile ا ikisi otuz olup ل ın ebcedî makamı olan otuza muvafakatla ve Besmele'siz Fatiha'nın otuz kelimatına mutabakatla beraber otuz cüz Kur'an'ın adedine ve yalnız ل , Besmele'nin on dokuz hurufuna tevafuk işaretiyle otuz cüz Kur'an'ın esasları bu "Es-seb'ul-mesanî ve'l-Kur'anu'l-azîm" namıyla müştehir olan Fatiha'da münderic ve dâhil olduğunu îma eder. Hem ل ın yirmi üç adedi, nüzul-ü vahyin yirmi üç senesine remzeder.

ب beş, ه beş, ح beş olup hem birbirine hem beş farza ve beş erkân-ı İslâmiyeye ve Lafzullah gibi Fatiha'nın ekser kelimelerinin beşer harflerine ve Fatiha'da beş esma-i hüsnanın adedine muvafakatla beraber, üç beşler birbirine muvafık ve otuz cüz Kur'an'a remz eden on beş م ve on beş ى nin her birinin adetlerine tevafuk işaretiyle o mütevafıkların mecmuu kırk beş olduğundan ömr-ü Nebevînin kırk beşinci senesinde birinci defa Fatiha'nın nüzulüne îma etmek o kudsî harflerin şe'nindendir.

Ve د dört, و dört olup hem birbirine hem د ın ebcedî makamına tevafukla beraber, mecmuu sekiz defa tekerrür eden ر ya muvafakatla besmele ile beraber, Hanefî mezhebince Fatiha'nın sekiz âyetine ر gibi işaret edip dörder rekat namazda dört Fatiha vücubunu ve dörtlükle iştihar eden çok mühim dörtlere îma ederler.

ت üç, ك üç, س üç olup birbirine tevafukla beraber, ت üç defasıyla bin iki yüz (1200) sene kadar Kur'an'ın galibane vaziyetine işaret ve ondan sonra âlem-i küfrün galebesine îma etmekle beraber, bin iki yüz (1200) sene kadar Kur'an'ın galibane fütuhatı devamına ve ondan sonra tedafü vaziyetine girmesine işaret eden

اِنَّا فَتَحْنَالَكَ فَتْحًا مُبٖينًا

âyetine Fatiha'nın şu ت 'si üç adedi ile tevafuk ederek aynı işareti veriyor.

ك in ebcedî makamı yirmi olup üç tekerrürü üç sayılsa yirmi üç olur. Nüzul-ü vahyin yirmi üç senesine tevafuk ediyor. س ebcedî makamı altmış olup üç tekerrürü üç sayılsa medar-ı vahiy olan zat-ı nebevînin ömrüne tevafukla beraber çok sırları îmadan hâlî değildir.

Besmele'siz س iki, ص iki, ض iki, ط iki, غ iki olup birbirine tevafukla beraber; Fatiha Besmele ile beraber iki defa Lafzullah, iki kere رحمٰن , iki kere رحيم , iki kere اِيَّاكَ , iki kere صِرَاطْ , iki عَلَيْهِمْ müsennâ olarak سَبْعُ الْمَثَانٖى 'de ikişer adetlerine muvafakat işaretiyle Fatiha'nın iki defa nüzulünü ve Kur'an'ın hem evvelinde hem âhirinde iki kere vücub-u tilavetini ve her umûr-u hayriyenin hem başında hem âhirinde iki kere sünnet kıraatını îma ederler.

ع altı, Besmele'siz ر nın altı adedine muvafakatla beraber, altı rükn-ü imanî gibi İslâm ıstılahatında mühim çok altıları îma eder.

Fatiha harflerinin latîf tevafukat ve zarif işaretlerinden başka çok letaif-i bedîiyeleri var. Ezcümle:

Sure-i En-Nâs gibi harfleri birer adet farkla bir'den on dokuza kadar terakki ediyorlar.

Mesela ق bir, غ iki, ك üç, و dört, ه beş, ع altı, ر sekiz, Besmele'siz ن on, (sakin elif) on bir, Besmele'siz م on iki, Besmele dâhil olsa (sakin elif) on üç, Besmele'siz (hemze) on dört, ى on beş, Besmele ile ى on altı, بِسْمِ 'deki gizli hemze sayılmazsa (hemze) on yedi, sayılsa on sekiz, Besmele'siz ل on dokuzdur. Altı ism-i a'zam adediyle

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

'in adedine tevafuk eder.

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ بِحُرْمَةِ سَبْعَ الْمَثَانٖى اِجْعَلْ فَاتِحَةَ اَعْمَالِنَا مِفْتَاحَ الْفَاتِحَةِ اَعْنٖى

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ وَاجْعَلْ خَاتِمَةَ اُمُورِنَا فَاتِحَةَ الْفَاتِحَةِ اَعْنٖى

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى خَاتَمِ الْاَنْبِيَاءِ وَفَاتِحَتِهِمْ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَاَصْحَابِهٖ ذَوِى الْفُتُوحَاتِ الْمَادِّيَّةِ وَالْمَعْنَوِيَّةِ

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا بِسِرِّ سُورَةِ الْفَاتِحَةِ

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ الْفَاتِحَةِ وَسِرِّ ‌ـ﴿اِنَّٓا اَعْطَيْنَا‌ـ﴾ وَسِرِّ ‌ـ﴿اِنَّا فَتَحْنَا‌ـ﴾ اِفْتَحْ لِمُسْتَنْسِخِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَائِهِ اَبْوَابَ رَحْمَتِكَ وَعِنَايَتِكَ وَكَرَمِكَ وَجَنَّتِكَ اٰمٖينَ

س ع

Ben, bu nüshanın tashihinden tesemmüm hastalığıyla çok yoruldum.

Ehl-i vukufun: "Nurların Remizler kısmını cezbe halinde yazmış." demelerine bir derece hak verdim.

Fakat Kur'an'ın tercümesini Kur'an yerinde camilerde hâfızlara okutmak planını işiten bîçare Said, bu israflı tafsilata manen mecbur oldum.

Said Nursî

(Rumuzat-ı Semaniye)


Şu Sure-i Kevser'e dair remizde on üç defa 13 rakamıyla beyan edilen sırrın hülâsası şudur ki:

Nasıl ki Fatiha-i Şerife 13 ال ile 13 meşhur suver-i Kur'aniye olan yedi الٓمٓ , altı الٓرٰ 'nın mecmu-u adedine tevafukla 13 ال ler ile o 13 surenin başlarına işaret edip parmaklarını bastığı gibi ve Fatiha'da bulunan 15 م ile الٓمٓ ve حٰمٓ ler ve bir الٓمٓرٰ ile beraber 15 surenin başına işaret edip mimlerine parmağını bastığı misillü Kur'an Fatiha'da, Fatiha Sure-i Kevser'de münderic olduğunun sırrıyla Sure-i Kevser dahi 13 elif ile Fatiha'nın 13 ال i gibi 13 parmakla 13 meşhur surelerin başlarına parmağını basıyor ve kendi de küçük bir Kur'an olduğunu gösteriyor.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Suretü'l-Felak hurufatının intizamı çok işaretli olduğunu gösteriyor. Ezcümle: Elif 6, ق 6, ل 6 olarak birbirine tevafuku, Besmele ile 6 adet âyetlerine muvafakatı, 6666 olan âyât-ı Kur'aniyenin 4 altılarına gizli îma etmek bu sırlı surenin şe'nindendir. س 3, د 3, ف 3 birbirine tevafuku ve surenin hurufatı 99 olmakla 99 esma-i hüsnanın adedine tevafuk sırrıyla bütün esma-i hüsna ile bir istiaze-i câmia hükmünde olduğunu îma etmekle beraber, hurufatın ebcedî makamı olan 10200 küsur olmakla Fatiha-i Şerife hurufatının makam-ı ebcedîsi olan 10212 adedine tevafuk etmesiyle her bir sure umum surelerle münasebetdar olduğunu îma etmesi, intizamını ve işaretli olduğunu gösteriyor.

Suretü'n-Nas hurufatı tekerrür noktasında gayet muntazam 1'den 12'ye kadar terakki ediyor. Mesela: ق 1, ه 2, ح 3, ى 4, ر 5, م 6, و 7, ن 9, س 10, Elif 11, ل Sure-i İhlas'ın lâmı gibi 12 olması muntazam bir letafeti gösteriyor. Kur'an'ın şu en âhir suresinin hurufatı 104 olmakla, suhuf ve kütüb-ü enbiyanın 104 adedine tevafuku; Kur'an-ı Hakîm suhuf ve kütüb-ü enbiyanın esaslarını câmi' olduğuna en âhirki surenin hurufatıyla gizli bir îma ettiğini gösteriyor.

Fatiha-i Şerife hurufatının ebcedî hesabı olan 10212 adedi mecmu-u Kur'an'da ب nin 10 bin, hem ت nin 10 bin aded-i tekerrürlerine tevafuku, hem Fatiha'nın o 10 bin adedi 7 adet âyetine darbedilmesiyle mecmu-u kelimat-ı Kur'aniye adedi olan 70 bine muvafık gelmesiyle, ehl-i hakikat indinde muhakkak ve hadîsçe musaddak olan "Fatiha Kur'an kadardır ve Kur'an Fatiha'da mündericdir ve

اَلسَّبْعُ الْمَثَانٖى وَالْقُرْاٰنُ الْعَظٖيمُ

Fatiha'dır." diye olan meşhur hükmün ispatını îma edip ihtar eder. Suver-i Kur'aniyenin başlarında olan mukattaat-ı huruf gayet manidar ve esrarlı bir şifre-i İlahiye olduğu gibi, Fatiha hurufu belki Kur'an'ın umum hurufatı kudsî ve ayrı ayrı mütenevvi binler İlahî şifreler olduğunu Rumuzat-ı Semaniye ile dikkat edenler hissedebiliyor. Ve bilhassa Fatiha-i Şerife'nin hurufu daha zahir ve nuranî bir şifre olduğunu ehl-i keşif görmüşler ve emareleri de vardır.

Ezcümle: Besmele ile Fatiha'da hemze 18, Besmele'nin makam-ı ebcedîsine inzimam ile 18 bin âlemin adedine tevafuk sırrıyla her bir elifi bir âlemin anahtarına îmadan hâlî olamadığı gibi, hemze ile sakin elif 30 olarak 30 cüz Kur'an içimizde münderic olduğu ve Besmele'siz hemze 14 olmakla şu Seb'ul-mesanî'nin müsenna olan 7 adet âyâtını göstererek 2 defa nüzulüne ve namazda tekerrürünü îma ettiği gibi, sakin elif 13, ل 23 olup Fatiha'nın bir hesap ile 36 kelimelerine tevafuk sırrıyla 5 farz namazda revatibinde ve revatib hükmündeki 2 rekat teheccüd namazında 24 saat zarfında 36 defa Fatiha'nın tekerrürüne îma etmek, bu kudsî şifre-i İlahiyenin şe'ninden olduğu gibi, Besmele'siz ل ile elif ikisi 30 olup lâm'ın ebcedî makamı olan otuza tevafuk ederek Besmele'siz Fatiha'nın 30 kelimatına mutabakat ve 30 cüz Kur'an'ın adedine muvafakat sırrıyla, 30 cüz Kur'an'ın esasları Fatiha'da bulunduğuna bu kudsî şifre-i İlahiyenin işaratından olmakla beraber, ل ın 23 adedi nüzul-ü vahyin 23 senesine tevafuku elbette böyle kudsî bir şifrenin işaratıdır denilebilir. İşte Fatiha'da ال lafzı bu vazifeyi gördüğü gibi, 13 ال ile Altıncı Remz'in fihristesinde beyan edildiği gibi 13 ال ile en meşhur suver-i Kur'aniyenin ال ile başlayan 13 surenin başına tevafukla işarî mu'cizane ifade ediyor ki, "Kur'an bendedir, ben onun fihristesiyim."

Fatiha'daki ب 5, ه 5, ح 5. Hem birbirine, hem 5 farza hem 5 erkân-ı İslâmiyeye ve Lafzullah gibi Fatiha'nın ekser kelimelerinin beşer harflerine ve Fatiha'da 5 esma-i hüsnanın adedine tevafukları hem د 4, و 4 dört rekat namazda dört Fatiha vücubunu ve dörtlükle iştihar eden çok mühim İslâmî dörtleri îma etmek ت 3, ك 3, س 3 olmakla ت 3 defasıyla 1200 adet ederek Kur'an'ın 1200 sene kadar galibane vaziyetine ve sonra tedafü vaziyetine,

اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبٖينًا

âyetinin makam-ı ebcediyle verdiği habere tevafuk sırrıyla işaret etmek bu kudsî şifre-i İlahiyenin şe'nindendir. ك in 3 tekerrürü makam-ı ebcedîsine zammedilse 23 olup nüzul-ü vahyin 23 senesine tevafukla îma etmek, س ebcedî makamı 60 olup 3 tekerrürü 3 olarak zammedilse mehbit-i vahiy olan Zât-ı Nebeviyenin ömrüne tevafukla îma etmesi sair işaratın teyidiyle elbette kabul edilir. Besmele'siz س 2, ص 2, ض 2, ط 2, غ 2 olarak birbirine tevafukla beraber Fatiha'da Besmele ile beraber 2 defa Lafzullah, 2 kere Rahman, 2 kere Rahîm, 2 kere اِيَّاكَ, 2 صِرَاط, 2 عَلَيْهِمْ ikişer adedine ve Seb'ul-mesanî'nin manasının teyidiyle beraber Fatiha'nın 2 defa nüzulünü ve Kur'an'ın hem evvelinde hem âhirinde 2 kere vücub-u tilavetini ve her umûr-u hayriyenin hem başında hem âhirinde 2 kere sünnet-i kıraatını îma etmek, bu kudsî ve parlak şifre-i İlahiyenin şe'nindendir.

İşte Fatiha'nın binler esrarından yalnız hurufatına ait 1000 esrarından böyle numune olursa, o Fatiha ne kadar muazzam bir hazine-i esrar olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ümmet-i Muhammediye bütün namazlarında Fatiha okumasının hikmetini fehmet.

اَللّٰهُمَّ بِحُرْمَةِ فَاتِحَةَ اِجْعَلْ فَاتِحَةَ اَعْمَالِنَا مِفْتَاحَ الْفَاتِحَةِ اَعْنٖى بِسْمِ اللّٰهِ وَاجْعَلْ خَاتِمَةَ اُمُورِنَا فَاتِحَةَ الْفَاتِحَةِ اَعْنٖى اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

(Rumuzat-ı Semaniye)

Fatiha'nın Sonunda İşaret Edilen 3 Yol (Fatiha 7)[değiştir]

Bu risalenin telifinden sekiz sene evvel İstanbul’da, ramazan-ı şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılab edeceği bir hengâmdadır ki Fatiha-i Şerife’nin âhirinde صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّٓالّٖينَ ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hâdise-i misaliye, rüyaya benzer bir hâdise gördüm ki:

Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var ne ziya ne âb-ı hayat. Hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesîm, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünelvari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki benden evvel o tahte’l-arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.

Ey hayali ile benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo (Hâşiye[12]) gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhîlerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Gitgide baktım ki benim elime iki şey verildi. Biri, bir elektrik; o tahte’l-arz tabiatın zulümatını dağıtır. Diğeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrik ile o âlet, Kur’an’ın hazinesinden size verilmiştir.” Her ne ise çok zaman öylece gittim. Baktım ki öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillah dedim.

Sonra baktım ki ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda bir sâik beni sevk ediyordu. Bu defa tahte’z-zemin değil belki seyr ü seyahatle yeryüzünü katedip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acayip ve garaibi görüyordum ki tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, her şey bana müşkülat peyda eder. Fakat yine Kur’an’dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Gitgide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise… O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesîmi teneffüs ederek Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım, biri var ki beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi yine beni bir anda o müthiş sahraya getirdi. Baktım ki yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latîf bir nesîm en leziz bir âb en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki o asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin cilveleridir.

İşte وَلَا الضَّٓالّٖينَ ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki onda, hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülat olduğunu hissettiniz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ ile işaret olunan ikinci yol, esbab-perestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi yalnız akıl ile fikir ile hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-vücud’un marifetine yol açanların mesleğidir.

اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile işaret olunan üçüncü yol ise sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’an’ın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa en rahat en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nurani bir meslektir.

(30. Söz)


Fatiha’nın Âhirinde İşaret Olunan Üç Yolun Beyanı

Ey birader-i pür emel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz, etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde karanlıklı bir bulut tabakası atılmış hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü.

Müncemid bir sakf olmuş fakat alt yüzü açıkmış, o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız, sıkıyor zulmet bizi.

Sıkıntı da boğuyor, havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var: Bir âlem-i ziyadar, bir kere seyrettimdi bu zemin-i mecazî.

Evet, bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider; o da devr-i âlemdir, seyahate çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi!

Bak şu deryanın dağvari emvacına! O da bize kızıyor. İşte elhamdülillah öteki yüze çıktık, görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of! Tekrar buraya döndük şu zemin-i vahşetzar, bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnaktar eder kalpteki gözü

Bir âlem-i ziyadar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber, bu yol-u pür-hatarkâr. İkinci yolumuzu:

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bînaz ve pür-niyazî.

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi

Kur’an onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak hâ şurada tünelvari mağaralar, tahte’l-arz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiat da şu müthiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvari o madde-i Kur’anî ışığıyla sezmiştim. İşte gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık, bak şu zemin-i pür-nâzı

Bu feza-yı latîf, şirin. Yahu başını kaldır! Bak semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Davet ediyor bizi.

Şu şecere-i tûba, meğer o Kur’an imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.

O şecere-i semavî, bir timsali zeminde olmuş şer’-i enveri. Demek, zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz: Şu dağlar üstünde durmuş olan şehbazi

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i a’zama, Muhammedü’l-Hâşimî (asm) davet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesîm orada; nur u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü’l-Kamer olan Kur’an-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi!..

فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun, mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz yazı.

Yüzde biri kurtulur; Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yol, sehildir hem karib-i müstakimdir. Zayıf, kavî müsavi. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki şehit olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet, deha-yı fennî: Evvelki iki yoldur ona meslek ve mezhep. Fakat hüda-yı Kur’anî: Üçüncü yoldur, onun sırat-ı müstakimi îsal eder o bizi.

اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَاالضَّٓالّٖينَ ۞ اٰمٖينَ

(Lemeat)


Şu âhir-i Feth’in işaret-i gaybiyesini teyid eden hem Fatiha-i Şerife’deki sırat-ı müstakim ehli ve صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyetindeki murad kimler olduğunu beyan eden hem ebedü’l-âbâdın pek uzun yolunda en nurani, ünsiyetli, kesretli, cazibedar bir kafile-i rüfekayı gösteren ve ehl-i iman ve ashab-ı şuuru şiddetle o kafileye tebaiyet noktasında iltihak ve refakate mu’cizane sevk eden şu âyet فَاُولٰٓئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَ الصِّدّٖيقٖينَ وَ الشُّهَدَٓاءِ وَ الصَّالِحٖينَ وَ حَسُنَ اُولٰٓئِكَ رَفٖيقًا yine âhir-i Feth’in âhirki âyeti gibi ilm-i belâgatta “maârîzu’l-kelâm” ve “müstetbeatü’t-terakib” tabir edilen mana-yı maksuddan başka işarî ve remzî manalarla hulefa-i erbaa ve beşinci halife olan Hazret-i Hasan’a (ra) işaret ediyor. Gaybî umûrdan birkaç cihette haber veriyor. Şöyle ki:

Nasıl ki şu âyet, mana-yı sarîhi ile nev-i beşerde niam-ı âliye-i İlahiyeye mazhar olan ehl-i sırat-ı müstakim olan kafile-i enbiya ve taife-i sıddıkîn ve cemaat-i şüheda ve enva-ı salihîn ve sınıf-ı tabiîn “muhsinîn” olduğunu ifade ettiği gibi âlem-i İslâm’da dahi o taifelerin en ekmeli ve en efdali bulunduğunu ve Nebiyy-i âhir zaman’ın sırr-ı veraset-i nübüvvetten teselsül eden taife-i verese-i enbiya ve Sıddık-ı Ekber’in maden-i sıddıkıyetinden teselsül eden kafile-i sıddıkîn ve hulefa-yı selâsenin şehadet mertebesiyle merbut bulunan kafile-i şüheda وَ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ sırrıyla bağlanan cemaat-i salihîn ve اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ sırrını imtisal eden ve sahabelerin ve Hulefa-yı Raşidîn’in refakatinde giden esnaf-ı tabiîni ihbar-ı gaybî nevinden gösterdiği gibi…

وَالصِّدّٖيقٖينَ kelimesiyle mana-yı işarî cihetinde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan sonra makamına geçecek ve halifesi olacak ve ümmetçe “Sıddık” unvanıyla şöhret bulacak ve sıddıkîn kafilesinin reisi olacak Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık’ı ihbar ediyor.

وَالشُّهَدَٓاءِ kelimesiyle Hulefa-yı Raşidîn’den üçünün şehadetini haber veriyor ve Sıddık’tan sonra üç şehit, halife olacaklar. Çünkü “şüheda” cem’dir. Cem’in ekalli üçtür. Demek Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali radıyallahu anhüm Sıddık’tan sonra riyaset-i İslâmiyet’e geçecekler ve şehit olacaklar. Aynı haber-i gaybî vuku bulmuştur.

Hem وَالصَّالِحٖينَ kaydıyla Ehl-i Suffa gibi taat ve ibadette Tevrat’ın senasına mazhar olmuş ehl-i salahat ve takva ve ibadet, istikbalde kesretle bulunacağını ihbar etmekle beraber…

وَ حَسُنَ اُولٰٓئِكَ رَفٖيقًا cümlesi sahabeye, ilim ve amelde refakat ve tebaiyet eden tabiînlerin tebaiyetini tahsin etmekle, ebed yolunda o dört kafilenin refakatlerini hasen ve güzel göstermekle beraber…

Hazret-i Hasan’ın (ra) birkaç ay gibi kısacık müddet-i hilafeti, çendan az idi. Fakat اِنَّ الْخِلَافَةَ بَعْدٖى ثَلَاثُونَ سَنَةً hükmüyle ve o ihbar-ı gaybiye-i Nebeviyenin tasdiki ile ve اِنَّ ابْنٖى حَسَنٌ هٰذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّٰهُ بِهٖ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظٖيمَتَيْنِ hadîsindeki mu’cizane ihbar-ı gaybi-yi Nebevîyi tasdik eden ve iki büyük ordu, iki cemaat-i azîme-i İslâmiyenin musalahasını temin eden ve nizâı ortalarından kaldıran Hazret-i Hasan’ın (ra) kısacık müddet-i hilafetini ehemmiyetli gösterip, hulefa-i erbaaya bir beşinci halife göstermek için ihbar-ı gaybî nevinden mana-yı işarîsiyle ve وَ حَسُنَ اُولٰٓئِكَ رَفٖيقًا kelimesinde beşinci halifenin ismine ilm-i belâgatta “müstetbeatü’t-terakib” tabir edilen bir sır ile işaret ediyor.

İşte mezkûr işarî ihbarlar gibi daha çok sırlar var. Sadedimize gelmediği için şimdilik kapı açılmadı. Kur’an-ı Hakîm’in çok âyâtı var ki her bir âyet çok vecihlerle ihbar-ı gaybî nevindendir. Bu nevi ihbarat-ı gaybiye-i Kur’aniye binlerdir.

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

(7. Lem'a)


Bu tarzdaki salavatın namaza tahsisi hikmeti ise meşahir-i insaniyenin en nurani en mükemmeli en müstakimi olan enbiya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-i uzmaya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır.

Ve bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem’den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.

Evet, kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrut gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi; kafile-i kübranın Nuh aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar.

Bir tek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet eder. Fatiha’da صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ o kafileye ve غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّالّٖينَ muarızlarına bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte ise Fatiha’nın âhirinde daha zahirdir.

(6. Şua)


صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ: Kur’an’ın inci gibi lafızlarının dizilmesi, bir hayta bir çeşide bir nakşa münhasır değildir. Belki zuhurca, hafâca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüplerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zaten i’cazın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardadır.

Evet صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile mâkablindeki her bir kelime arasında bir münasebet vardır.

...

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ile alâkadardır. Çünkü اَلَّذٖينَ den irade edilen “enbiya, şüheda, suleha, ulema” rahmettirler.

مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ ile alâkası vardır. Çünkü nimet-i kâmile ancak dindir. نَعْبُدُ ile alâkası var. Çünkü ibadette imamlar, bunlardır.

نَسْتَعٖينُ ile var. Çünkü tevfike ve ianeye mazhar bunlardır.

اِهْدِنَا ile var. Çünkü hidayette mukteda-bih onlardır.

صِرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ile vardır. Çünkü doğru yol ancak onların mesleğidir.

طَرٖيقْ veya سَبٖيلْ kelimelerine صِرَاطْ kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir.

Ma’hud ve malûm olan şeylerde kullanılması usûl ittihaz edilen esma-i mevsuleden اَلَّذٖينَ tabiri, onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki onları taharri ve talep etmeye ve aramaya lüzum yoktur. Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şana mâliktirler. Cem’ sîgasıyla اَلَّذٖينَ nin zikri, onlara iktida ve tabi olmak imkânının mevcudiyetine ve onların mesleklerinde butlan olmadığına işarettir. Çünkü ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır, tevatürde butlan yoktur.

...

İhtar: Başka bir surede zikredilen فَاُولٰٓئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖينَ وَالصِّدّٖيقٖينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِحٖينَ olan âyet-i kerîme, buradaki اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyet-i celilesini beyan eder. Zaten Kur’an’ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder.

(İşarat-ül İ'caz)


Yedinci Kelime

صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:

Evvela: عَلَيْهِمْ kimlerdir diye مِنَ النَّبِيّٖنَ وَالصِّدّٖيقٖينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِحٖينَ âyeti beyan ederek, nev-i beşerde istikamet nimetine mazhar dört taifeyi beyan içinde, o taifelerin reislerine اَلنَّبِيّٖنَ ile Muhammed aleyhissalâtü vesselâma, وَالصِّدّٖيقٖينَ ile Ebubekir-i Sıddık radıyallahu anh’a, وَالشُّهَدَٓاءِ ile Ömer ve Osman ve Ali radıyallahu anhüme işaret edip Peygamber’den (asm) sonra Sıddık (ra) sonra Ömer (ra) Osman (ra) Ali (ra) üçü hem şehit hem halife olacaklar diye gaybî ihbarla bir lem’a-i i’caz gösterir.

Sâniyen: Nev-i beşerin en yüksek en müstakim en sadık bu dört taifesi; Âdem (as) zamanından beri hadsiz hüccetler, mu’cizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlar ile bütün kuvvetleriyle dava edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-i tevhid, elbette güneş gibi kat’îdir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, yüz binler mu’cizelerle ve hadsiz hüccetlerle doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud ve vahdet-i Hâlık gibi müsbet meselelerde ittifakları ve icmaları öyle bir hüccettir ki hiçbir şüpheyi bırakmaz.

Acaba kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkati ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidatça en cem’iyetli ve yükseği olan nev-i beşerin en müstakimleri, en sadık ve musaddak mürşidleri ve kemalâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icma ve ittifakla iman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikati tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstahak olmaz mı?

Sekizinci Kelime

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّٖينَ dir. Bundaki hüccete kısa bir işarettir:

Evet, tarih-i beşer ve kütüb-ü mukaddese tevatürlere ve küllî ve kat’î hâdisat ve malûmat ve müşahedat-ı beşeriyeye istinaden bi’l-ittifak, sarîh ve kat’î bir surette haber veriyorlar ki:

Sırat-ı müstakim ehli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) binler vakıatta istimdadlarına hârika bir tarzda gaybî imdat gelmesi ve onların istedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hâdisatta aynı zamanda gazap gelmesi ve semavî musibet başlarına inmesi kat’î, şeksiz gösterir ki bu kâinatın ve içindeki nev-i beşerin Hakîm ve Âdil ve Muhsin ve Kerîm ve Aziz ve Kahhar bir Mutasarrıfı, bir Rabb’i var ki Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Salih gibi (aleyhimüsselâm) çok nebilere pek hârika bir surette tarihî ve geniş hâdiselerle muzafferiyet ve necatları vermiş. Ve Semud ve Âd ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere dahi peygamberlere isyanlarına mukabil dünyada dahi bir ceza olarak başlarına dehşetli, semavî musibetler indirmiş.

Evet, Âdem (as) zamanından beri, beşeriyette iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikamet yolunu takip ile nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakiki güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden hem kâinat sahibinin lütuflarına hem iki cihanın saadetine mazhar olup beşeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle manevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı, bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevî cehennemde olup âhirette daimî bir azap çekmeye kendini müstahak eder.

İşte Fatiha-i Şerife’nin âhirinde اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّٖينَ âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi ders veriyor. Ve Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı, bu âyettir. Madem yüzer muvazenelerle Nurlar, bu âyeti tefsir etmişler; biz dahi izahını ona havale ederek bu kısa işaretle iktifa ederiz.

(15. Şua)


Fatiha’nın âhirinde, ehl-i hidayet ve istikamet ve ehl-i dalalet ve tuğyanın muvazenesine işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin menbaı olan âyetin bir hakikatini Sure-i Nur’dan

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ … الخره

âyeti ve arkasında اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ مَوْجٌ … الخره âyetiyle beraber pek acib bir tarzda o muvazeneyi mu’cizane ifade ederler.

Birinci Âyet-i Nur –Birinci Şuâ’da ispat edilmiş ki– on işaretle Risale-i Nur’a bakıyor, mu’cizane Kur’an’ın o tefsirinden gaybî haber veriyor. Ve Risale-i Nur’a Nur namı verilmesine en birinci sebep olmasından, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bir kısmında bir seyahat-i hayaliye temsilinde, bu acib âyetin “nur” kelimesinde “nun-u na’büdü” mu’cizesi gibi bir manevî mu’cizesinin beyanına binaen, Âyetü’l-Kübra Risalesi’nde dünya seyyahı, Hâlık’ını aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve enva-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yol ile ve kat’î bürhanlarla Hâlık’ını ilmelyakîn ve aynelyakîn bildiği gibi; o aynı seyyah asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek kâh Kur’an hikmetine kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak hakikatleri vakide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübra’da kısmen haber vermiş.

İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat ve bir temsil manasında olan seyahat-i hayaliyesiyle girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan numune için yalnız üç tabakasını, Fatiha âhirindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir misalini, gayet muhtasar beyan edeceğiz. Sair meşhudatını ve muvazenelerini, Risale-i Nur’un muvazenelerine havale ederiz.

(15. Şua)


Fatiha’da “sırat-ı müstakim” ashabının taife-i kübrasını tarif eden اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz bin beş yüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadîsin îmasını teyid edip remiz derecesine çıkarıyor.

Ve müteaddid âyât-ı Kur’aniyede “sırat-ı müstakim” kelimesi, bir mana-yı remziyle Risaletü’n-Nur’a manaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile Risaletü’n-Nur şakirdlerinin taifesi, âhir zamanda o taife-i kübra-i a’zamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def’aten birden ihtar edildi.

(Kastamonu L.)


Sonra o halde

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ

صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nurani, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, salihîn kafilelerini gördüm ki istikbal zulümatını dağıtıp ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor.

Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nurani kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre miktar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ulemaü’s-sû tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sûu aldatmıştır.

Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa muvakkat bir zarafet gösterir fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabani ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder.

Öyle de şeair-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlahiye, hayattar ve sevaptar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak –bir derece– görünür fakat ciltten cüda olmuş bir meyve gibi o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalp ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider; nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…

(29. Mektup)

Fatiha Suresini Okuyup İnsanlara Bağışlamak[değiştir]

Birinci Sual: Denildi ki: “Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur’anî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazen hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz’î bir tek hediye, ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmek ve her birisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir.”

Elcevap: Fâtır-ı Hakîm nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (asm) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi öyle de okunan bir Fatiha dahi mesela umum ehl-i iman emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor.

Hem nasıl ki bir lamba yansa mukabilindeki binler âyineye, her birine tam bir lamba girer. Aynen öyle de bir Yâsin-i Şerif okunsa milyonlar ruhlara hediye edilse her birine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.

(1. Şua)


Şu eserimde üstadım, Kur’an’dır. Kitabım, hayattır. Muhatabım, yine benim. Sen ise ey kāri müstemisin. Müstemiin tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek ramazanın feyzi (*[13]) olduğundan, ümit ederim ki inşâallah din kardeşimin kalbine tesir eder de lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fatiha okur.

(Lemeat)


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir akrabasına mesela okuduğu bir Fatiha-i Şerife’den hasıl olan sevapta istifade etmekte, bir ile bin müsavidir. Nasıl ki ağızdan çıkan bir lafzın işitilmesinde, bir cemaat ile bir fert bir olur. Çünkü latîf şeyler matbaa gibidir. Basılan bir kelimeden bin kelime çıkar.

Ve keza nurani şeylerde vahdet ile beraber tekessür olduğuna, yani bir nurani şeyde bin sevap bulunduğuna bir işarettir.

(Hubab, Mesnevi-i Nuriye)


İşte böyle bir kahraman vârisi kaybettim. Ruhuna el-Fatiha.

Said Nursî

(Barla L.)


Vasiyetnamenin Hâşiyesidir

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men’edildiği cihetle anladı ki bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki a’zamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda, şan şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından a’zamî ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki a’zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

Said Nursî

(Emirdağ L. 2)


Biz de Üstadımızdan sorduk:

Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız dedi ki: Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi enaniyet ve benliğin verdiği gafletle; heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta hem garpta hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.

Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek, dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri

(Emirdağ L. 2)


Üstadımız kendisi söylüyor ki:

Ben sekiz dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarîkatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdad ederken ben, akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî!” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risalet’ten (asm) sonra Şeyh-i Geylanî’ye hediye ediliyordu. Ben üç dört cihetle Nakşî iken Kādirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarîkatla iştigale, ilmin meşguliyeti mani oluyordu.

(8. Lem'a)


"Ey benim kitabıma nazar eden zat! Şayet ondan bir şey istifade ettiysen; hiç olmazsa beni bir Fatiha veya halis bir dua ile fisebilillah faydalandırman gerektir."

Said-i Nursî

(Lemalar, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Kur'an'ın Cümle ve Kelimelerinin Birbirine Bakması[değiştir]

Eğer denilse: Bazı muhakkik ulema demişler ki: “Kur’an’ın bir suresine değil, bir tek âyetine hattâ bir tek cümlesine hattâ bir tek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş.” Bu sözler mübalağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde Kur’an cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?

Elcevap: İ’caz-ı Kur’an’da iki mezhep var.

Mezheb-i ekser ve racih odur ki Kur’an’daki letaif-i belâgat ve mezaya-yı maânî, kudret-i beşerin fevkindedir.

İkinci mercuh mezhep odur ki Kur’an’ın bir suresine muaraza, kudret-i beşer dâhilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu’cize-i Ahmediye (asm) olarak men’etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir fakat eser-i mu’cize olarak bir nebi dese ki: “Sen kalkamayacaksın!” O da kalkamazsa mu’cize olur. Şu mezheb-i mercuha, Sarfe mezhebi denilir. Yani Cenab-ı Hak cin ve insi men’etmiş ki Kur’an’ın bir suresine mukabele edebilsinler. Eğer men’etmeseydi cin ve ins bir suresine mukabele ederdi.

İşte şu mezhebe göre “Bir kelimesine de muaraza edilmez.” diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü madem Cenab-ı Hak, i’caz için onları men’etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da izn-i İlahî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.

Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi o ulemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince vechi vardır ki:

Kur’an-ı Hakîm’in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur bir kelime, on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasıl ki İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirde, Fatiha’nın bazı cümleleri içinde ve

الٓمٓ

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ

cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı numuneleri göstermişiz.

Mesela, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek; bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır.

Hem nasıl ki insanın başındaki göz bebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebatını ve vezaif-i acibesini ve gözün o vezaife karşı vaziyetini bilmekle oluyor.

Öyle de ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur’an’ın kelimatında pek çok münasebatı ve sair âyetlerdeki cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip bir harf-i Kur’an’da, bir sahife kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler. Hem madem Hâlık-ı külli şey’in kelâmıdır; her bir kelimesi, kalp ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i manevîye kalp ve bir şecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.

İşte insanın sözlerinde, Kur’an’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’an’da, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit lâzım ki öyle yerli yerine yerleşsin.

(19. Mektup)

Fatiha'nın Başka Dil İle İfadesi[değiştir]

Mühim bir sual: Bazı ehl-i tahkik derler ki: Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve sair tesbihlerin her biri müteaddid cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini tenvir eder, manevî gıda verir. Manaları bilinmezse yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir libastır; değiştirilse her taife kendi lisanıyla o manalara elfaz giydirse daha nâfi’ olmaz mı?

Elcevap: Elfaz-ı Kur’aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid libas değil; cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.

Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir haleti çok defa tetkik ettim gördüm ki o halet, hakikattir. O halet şudur ki:

Sure-i İhlas’ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalp gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder ve hâkeza…

Gitgide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latîfeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lafızlar ile kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.

İşte kendim tecrübe ettiğim şu halet gösteriyor ki ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır.

Çünkü menba-ı daimî olan elfaz-ı İlahiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâekall on sevabı zayi olması ve huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etmediğinden gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur.

Evet, nasıl İmam-ı A’zam demiş: “‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ tevhide alem ve isimdir.” Biz de deriz: Kelimat-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi mana-yı lügavîsinden ziyade, mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır. Öyle ise değişmeleri şer’an mümkün değildir.

Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyet’le geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!

Hem “Sübhanallah” diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizaç eden meal-i icmalî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bâhusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok ehemmiyetlidir.

Elhasıl, zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de daimî, ulvi, kudsî ifade edemezler.

Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve vaaz ile o ihtiyaç mündefi olur.

Elhasıl: Lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfaz-ı Kur’aniyenin i’cazı öyle bir tarzdadır ki kabil-i tercüme değildir! Belki “Muhaldir.” diyebilirim. Kimin şüphesi varsa i’caza dair Yirmi Beşinci Söz’e müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayattar, çok cihetlerle teşaub etmiş âyâtın hakiki manaları nerede?

(26. Mektup)


Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi ecnebileri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki:

“Londra’da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek, bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor?”

Elcevap: Bu kıyasın o kadar zahir bir farkı var ki hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki “diyar-ı İslâm”da mesağ olamaz.

Hem Frengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenü’ş-şer ihtiyar edilmiş.

Diyar-ı İslâm’da ise muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâm’a lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyet’e ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ şu memleketin maâbid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar.

Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime Frengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hakketmektir; bu tahkire karşı titreyen, mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.

Ehl-i ilhada kapılan ulemaü’s-sû, milleti aldatmak için diyorlar ki:

İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?

Elcevap: İmam-ı A’zam’ın bu fetvasına karşı, başta a’zamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir. Mu’zam-ı ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususidir:

Birincisi: Merkez-i İslâmiyet’ten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikiye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i cennetten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fatiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile maânî-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki zaaf-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!

(29. Mektup)


Mesela اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun en kısa manası, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:

كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلٰى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّٰى بِاللّٰهِ

Yani “Ne kadar hamd ve medih varsa kimden gelse kime karşı da olsa ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a ki Allah denilir.”

İşte “ne kadar hamd varsa” “el-i istiğrak”tan çıkıyor. “Her kimden gelse” kaydı ise “hamd” masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef’ulün terkinde, yine makam-ı hitabîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor. “Ezelden ebede kadar” kaydı ise fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için o manayı ifade ediyor. “Has ve müstahak” manasını “lillah”taki “lâm-ı cer” ifade ediyor. Çünkü o “lâm” ihtisas ve istihkak içindir. “Zat-ı Vâcibü’l-vücud” kaydı ise vücub-u vücud, uluhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zat-ı Zülcelal’e karşı bir unvan-ı mülahaza olduğundan “lafzullah” sair esma ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i a’zam olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi; Vâcibü’l-vücud unvanına dahi o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.

İşte اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir mana-yı zahirîsi şöyle olursa başka bir lisana o i’caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?

Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî Arabî’den başka bir tek lisan var, o da hiçbir vakit Arap lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi’ ve i’cazdarane olan lisan-ı nahvî ile mu’cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-ı Kur’aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir?

Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki: Her bir harf-i Kur’an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazen bir tek harf, bir sahife kadar hakikatleri ders verir.

(29. Mektup)

Fatiha'da Gaybdan Hitaba Geçilmesi (Fatiha 5)[değiştir]

ك: اِيَّاكَ نَعْبُدُ zamirinde iki nükte vardır:

Birincisi: Mâkablinde zikredilen sıfât-ı kemaliyenin ك zamirinde müstetir ve mutazammın olduğuna işarettir. Çünkü o sıfatların birer birer ta’dadından hasıl olan büyük bir şevk ile gaybetten hitaba, yani ism-i zahirden şu ك zamirine iltifat ve intikal olmuştur. Demek ك zamirinin mercii, geçen sıfât-ı kemaliye ile mevsuf olan zattır.

İkincisi: Elfaz okunurken manalarını düşünmek, belâgat mezhebinde vâcib olduğuna işarettir. Çünkü manalar düşünülürse nâzil olduğu gibi okunur ve o okuyuş; tabiatıyla, zevkiyle hitaba incirar eder. Hattâ اِيَّاكَ نَعْبُدُ yu okuyan adam, sanki اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ cümlesindeki emre imtisalen okuyor gibi olur.

...

İhtar: اِيَّاكَ nin takdimi, ihlası vikaye etmek içindir ve zamir-i hitap da ibadetin sebep ve illetine işarettir. Çünkü hitaba incirar eden geçen sıfâtla muttasıf olan zat, elbette ibadete müstahaktır.

(İşarat-ül İ'caz)


Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

Fatiha-i Şerife’de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuâatı ile onu görmek ve tanımak gibi Hâlık’ımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

(7. Şua)


Hem اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına terakki etmek, yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, ezel ve ebed sultanı olan Mâlik-i Yevmi’d-din’e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ demekle bütün mahlukat namına kâinatın cemaat-i kübrası ve cemiyet-i uzmasındaki ibadat ve istianatı ona takdim etmek…

(9. Söz)

Bir Fatiha İçinde Binler Fatiha Olması[değiştir]

Ve Hazret-i Kur’an’ı, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i’caz-ı manevîsini göstermesiyle ve umum kâinata bakan kelâm-ı ezelî olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur’un Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Rumuzat-ı Semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nur Gül Fabrikasının serkâtibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirdlerin fevkalâde gayretleriyle asr-ı saadetten beri böyle hârika bir surette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kādir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “Yaz!” emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz’daki yazılan Kur’an gibi yazılması ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hak kelâmullah olduğunu ve bütün semavî kitapların en büyüğü ve en efdali ve bir Fatiha içinde binler Fatiha ve bir İhlas içinde binler İhlas ve hurufatının birden on ve yüz ve bin ve binler sevap ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve hârika bir surette tarif ve ispat eden;...

(11. Şua)

Nun-u Na'büdü (Fatiha 5)[değiştir]

Bu manayı tenvir için kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki:

Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından نَعْبُدُ sîgasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki:

Namaz kıldığım o Bayezid Camii’ndeki cemaatle iştirakimi ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi.

Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi rûy-i zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâbe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip tahiyyatta getirdiğim اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esved’e tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki: Dâhil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:

Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.

İkinci Daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin unvanlarıdır. O halde “Allahu ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı vücudiyemden tâ havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latîfe-i Rabbaniyem اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-i uzmayı niyet ederek demişti.

Elhasıl نَعْبُدُ nun’u, şu üç cemaate işaret ediyor.

İşte bu halette iken birden Kur’an-ı Hakîm’in tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, şahsiyet-i maneviyesi, haşmetiyle temessül ederek يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabını, manen herkes gibi ben de işitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّىْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهٖ kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:

Madem bütün âlemlerin Rabb’i, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak o hitap, o suretle onlara ediliyor.

O vakit her bir âyât-ı Kur’aniye; gayet haşmetli ve vüs’atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celal sahibi Mütekellim-i Ezelî’den ve makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ı Âlîşanından aldığı bir kuvvet, ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak hem pek parlak bir nur-u i’cazı içinde gördüm.

O vakit, değil umum Kur’an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.

O ayn-ı hakikat olan hayalden نَعْبُدُ nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’an’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.

Kalp ve hayal, o Nun-u Na’büdü’den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Aynı نَعْبُدُ ve نَسْتَعٖينُ de Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu göstermek lâzımdır ki sizin ile gelebileyim.”

O vakit kalbe şöyle geldi ki: De o mütehayyir akla:

Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârane, intizam-perverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bi’l-hak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki bunları ibadete sevk edip istihdam ediyor.

Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara; her birinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi ihtiyacatı var ve vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları, ummadığı yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor.

İşte şu mevcudatın bu hadsiz fakr u ihtiyacatı ve bu fevkalâde ianat-ı gaybiye ve imdadat-ı Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki her şey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ der.

O vakit akıl “Âmennâ ve saddaknâ” dedi.

(29. Mektup)


اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ dir. Bundaki hüccete işaretten evvel hakikatli bir seyahat-i hayaliyeyi Yirmi Dokuzuncu Mektup’un izahına binaen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:

Bir zaman, Kur’an’ın mu’cizelerini ararken; Risale-i Nur’da, hususan İşaratü’l-İ’caz tefsir-i Nurî’de ve Rumuz-u Semaniye’de beyanları gibi Sure-i Feth’in âhirindeki âyette dört beş mu’cize ve ihbar-ı gaybîyi, hattâ اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ cümlesinde bir tarihî mu’cizeyi, hattâ çok kelimelerinde müteaddid i’caz lem’alarını ve bazı harflerinde mu’cizane nükteleri bulduğum bir zamanda, namazda Fatiha’yı okurken نَعْبُدُ نَسْتَعٖينُ deki “nun”un bir mu’cizesini bana bildirmek için bir sual kalbime geldi: Neden اَعْبُدُ اَسْتَعٖينُ yani “Ben ibadet ve istiane ederim.” denilmedi? Nun-u mütekellim-i maalgayr ile yani “Biz sana ibadet ve istiane ederiz.” demiş?

Birden o “nun” kapısıyla bir seyahat-i hayaliye meydanı açıldı. Namazdaki cemaatin azîm sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mu’cize olduğunu şuhud derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:

Ben o zaman İstanbul’da Bayezid Camii’nde namaz kılarken اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ dedim. Baktım, o camideki cemaat, benim gibi diyerek bu davama ve اِهْدِنَا daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı.

Gördüm ki İstanbul’un bütün mescidleri, büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deyip benim davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, âmin diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı.

Gördüm ki âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâbe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ اِهْدِنَا deyip her biri umum namına hem dua hem dava hem tasdik eder hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem bu kadar azîm bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken bir perde daha açıldı.

Gördüm ki kâinat, bir cami-i ekber ve bütün mahlukat taifeleri, bir salât-ı kübrada cemaat ile her biri kendine mahsus bir ibadetle ve hal dili ile bir nevi namaz kılıyorlar gibi Mabud-u Zülcelal’in muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için her biri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken birden bir perde daha açıldı.

Gördüm ki nasıl bir insan-ı ekber olan kâinat, lisan-ı hal ve çok eczaları, istidat ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve zîşuur mevcudatları, lisan-ı kāl ile اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ diyorlar ve Hâlık’ının merhametkârane rububiyetine karşı ubudiyetlerini gösteriyorlar. Aynen öyle de birer küçücük kâinat hükmünde o cemaat-i uzmada her bir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Hâlık’ının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ diyerek emir ve irade-i İlahiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının inayetine ve rahmetine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar, gördüm.

Hem namazdaki cemaatin kudsî sırrını hem nun’un güzel mu’cizesini hayretle müşahede edip nun kapısıyla girdiğim gibi çıktım, Elhamdülillah dedim. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım. Şimdi mukaddime bitti, sadede geliyoruz.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ nün işaret ettikleri hüccete gayet kısa bir işarettir:

Evvela: Biz, gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallakıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkârane, müdebbirane bir rububiyet-i mutlaka hadsiz zîhayatların istianelerine ve fiilen ve halen ve kālen istimdadlarına ve dualarına kemal-i hikmet ve inayet ile imdat ve her birine fiilen cevap vermek tezahürü içinde bir uluhiyet-i mutlaka, bir mabudiyet-i âmmenin tecelliyatı, umum mahlukatın, hususan zîhayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve iman gözü gördüğü gibi bütün semavî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.

Sâniyen: نَعْبُدُ nun’unun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten her biri ve umumu beraber, çeşit çeşit, fıtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meşgul olmaları; şeksiz, bedahetle bir mabudiyete karşı şâkirane bir mukabele ve bir Mabud-u Mukaddes’in mevcudiyetine hadsiz ve şüphesiz bir şehadettir.

Ve نَسْتَعٖينُ “nun”unun remziyle mezkûr üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan tâ bir cesetteki zerrelerin cemaatinden her bir taifenin, her bir ferdin fiilî ve halî istianeleri ve duaları var. Ve onların muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir şefkatli müdebbire, şüphesiz şehadet eder. Mesela, Yirmi Üçüncü Söz’ün dediği gibi zemindeki umum mahlukatın üç nevi duaları pek hârika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-i Rahîm ve Mücîb’e kat’î şehadet eder.

Evet, tohumlar ve çekirdekler istidat lisanıyla her biri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlık’ından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi; bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîm’e zahir şehadet eder.

İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kāl ile edilen duaların bütün nevileri hususan enbiyaların aleyhimüsselâm ve havasların hârika bir surette makbuliyeti اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki hüccet-i vahdaniyete şehadet eder.

(15. Şua)


Cem’ sîgasıyla zikredilen نَعْبُدُ deki zamir, üç taifeye işarettir:

Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata râcidir ki bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur.

İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur.

Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tabi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.

...

نَسْتَعٖينُ: وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ de müstetir zamir, نَعْبُدُ nun fâili gibi o üç cemaatten her birine râcidir. Yani bizim vücudumuzun zerratı veya ehl-i tevhid cemaati veyahut kâinat mevcudatı, bütün hâcat ve maksatlarımıza, bilhassa en ehemm olan ibadetimize, senden iane ve tevfik istiyoruz.

(15. Şua)


Ve en son ömrümde en ziyade kıymettar manevî bir hazineyi kaybetmekteki manevî eleme karşı, Nur’un has şakirdlerinin her birisi şirket-i maneviye sırrıyla umum namına dahi dua ile ve amel-i salih ile çalıştıklarından hem El-Hüccetü’z-Zehra’da hem Nur Anahtarı’nda izah edilen teşehhüdde ve Fatiha’da bütün mevcudat ve zîhayat cemaatinin dualarına ve tevhiddeki davalarına iştirak suretiyle hususan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübarekât ve tebrikat ve havadan şükür ve ibadetin temessülleri ve nur unsurundan maddî ve manevî tayyibatlar, güzellikler tarzında, teşehhüdde ve Fatiha’da kâinattaki bütün nimetlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlukatın hususan zîhayatların küllî ibadetleri ve bütün istianeleri ve doğru yolda giden bütün ehl-i hakikate ve ehl-i imanın yolundan gidenlere manevî refakat etmekle onların dualarına ve davalarına tasdik suretinde âminlerle iştirak ederek, âmin demekle hissedar olmanın küllî sırrı o gece imdadıma geldi.

(Emirdağ L. 2)


Arkadaş! نَعْبُدُ deki “nun”un ifade ettiği cem’ ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı bir mescid şekline getirir. Ve bütün mü’minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları hâvi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.

Ve keza لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle o halkanın sağ tarafı olan mazi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanın oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de o cemaat-i uzma içinde bulunarak şu kubbe-i minayı dolduran yüksek, İlahî ve tatlı sadâlarına iştirak ettiğini tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadâları dinlesin.

(Katre, Mesnevi-i Nuriye)

Amin[değiştir]

اٰمٖينَ dir. Buna kısacık bir işaret:

Madem نَعْبُدُ نَسْتَعٖينُ deki “nun” üç cemaat-i azîmeyi, bilhassa âlem-i İslâm camiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor. Biz dahi bu “Âmin” kelimesiyle, o cemaat-i muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o “Âmin” ile bir rica etmemizle, bizim cüz’î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir.

Demek uhuvvet-i imaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibarıyla ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha’daki “Âmin” külliyet kesbeder, milyonlarla “Âmin”ler hükmüne geçebilir.

(15. Şua)

Fatiha ve Kelime-i Şehadet[değiştir]

İşte namazdaki Fatiha, nasıl İkinci Kısım’da işaratıyla, teşehhüdde ‌اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ taki hakikat-i tevhid davasına kat’î hüccetleri gösterir, hadsiz imzalar basar. Bu Üçüncü Kısım’da dahi yine teşehhüdde وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ‌ ta hakikat-i risalet davasına kuvvetli şahitleri getirip nihayetsiz tasdik imzalarını bastırır.

(15. Şua)

Risale-i Nur'daki Bütün Muvazenelerin Esasının Fatiha'da Olması[değiştir]

Fatiha’nın âhirinde, ehl-i hidayet ve istikamet ve ehl-i dalalet ve tuğyanın muvazenesine işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin menbaı olan âyetin bir hakikatini Sure-i Nur’dan

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ … الخره

âyeti ve arkasında اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ مَوْجٌ … الخره âyetiyle beraber pek acib bir tarzda o muvazeneyi mu’cizane ifade ederler.

Birinci Âyet-i Nur –Birinci Şuâ’da ispat edilmiş ki– on işaretle Risale-i Nur’a bakıyor, mu’cizane Kur’an’ın o tefsirinden gaybî haber veriyor. Ve Risale-i Nur’a Nur namı verilmesine en birinci sebep olmasından, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bir kısmında bir seyahat-i hayaliye temsilinde, bu acib âyetin “nur” kelimesinde “nun-u na’büdü” mu’cizesi gibi bir manevî mu’cizesinin beyanına binaen, Âyetü’l-Kübra Risalesi’nde dünya seyyahı, Hâlık’ını aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve enva-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yol ile ve kat’î bürhanlarla Hâlık’ını ilmelyakîn ve aynelyakîn bildiği gibi; o aynı seyyah asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek kâh Kur’an hikmetine kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak hakikatleri vakide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübra’da kısmen haber vermiş.

İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat ve bir temsil manasında olan seyahat-i hayaliyesiyle girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan numune için yalnız üç tabakasını, Fatiha âhirindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir misalini, gayet muhtasar beyan edeceğiz. Sair meşhudatını ve muvazenelerini, Risale-i Nur’un muvazenelerine havale ederiz.

(15. Şua)


Fezailini tariften âciz bulunduğumuz fakat okuması ruhumuzda pek büyük bir inşiraha vesile olan ve maddî elemlerimizi sürura kalbeden ve iman bahçesinden hadsiz meyveleri getiren bu üç küçük risaleden birisi, zamanımızdaki mevcud küfür, dalalet, tabiat karanlıklarını dağıtacak ve izale edecek on bir hüccet-i tevhidi; ikincisi, Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin menbaı ve esası ve üstadı içinde bulunan Fatiha-i Şerife’nin imanî ve kudsî hüccetlerini hâvi bir şirin tefsirini; üçüncüsü, yine Afyon Medrese-i Yusufiyesinde siz sevgili üstadımızın kalb-i mübareklerine hutur eden risalet-i Muhammediyeye (asm) dair kısmının gayet parlak ve tam bir itminan temin eden bir mükemmel tercümesini beyan buyuruyordu.

(15. Şua)

Sırat-ı Müstakim (Fatiha 6)[değiştir]

Ana Madde: Sırat-ı Müstakim

الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Azizim bilmiş ol ki: "Sırat-ı müstakim" ise: Hikmet, iffet ve şecaat'ın özü ve hülasası olan "ADL" dir. (Ahenkli, müvazeneli, dengeli harekettir.) Bu üç şeyde, insandaki üç kuvvenin, her birisinin üçer mertebesinin vasatıdırlar. Yani orta derecelisidirler.

Bu mânânın izahı şöyledir:

Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, vaktaki ruhu, değişken ve çok şeylere muhtaç ve tehlikelere mar'uz olan insan bedeninde iskan eyledi. O bedenin veya içindeki Ruh'un idamesi için "ÜÇ KUVVE" yi onun içine tevdi buyurdu.

BİRİNCİ KUVVE: Menfaatları, yararlı şeyleri cezbeden Behimî (hayvanî) olan "Şeheviyye" kuvvesi...

İKİNCİ KUVVE: Zararlı şeyleri ve tahribci işleri def' edip iten Sebü'î (yırtıcı) olan "Gadabiyye" kuvvesidir.

ÜÇÜNCÜ KUVVE: Menfaat ve zararların arasını fark edip ayıran Melekî (Melaikeye mahsus) "Akliye" kuvvesidir.

Lâkin Cenab-ı Hâkim-i Hakîm, sair hayvanat'ın kuvvelerini bir tahdit altında bulundurduğu halde, müsabaka ile terakki edebilmesi sırrıyla, beşer'in tekemmülünü iktiza eden hikmetiyle; insanın bu kuvvelerine amelî sahada -din ve şeriatla bir hudut tayin etmiş ise de- amma fıtratça, yani yaradılışça bir hadd, bir sınır tayin etmiş değildir.

Evet, amelî saha'da din ve Şeriat, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlere girmelerini yasaklayıp, Hadd-ı Vasat çizgisi üzerinde bulunmalarını emretmiştir. Bu husustaki açık emir, فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ayetidir. (Mânâsı: Sana emrolunduğu gibi dosdoğru istikamet çizgisi üzerinde bulun!)

İşte, bu üç Kuvvelerin önünde fıtri bir tahdid, bir engel bulunmadığından, herbirisinde bu üç çeşit mertebeler hasıl olmaktadır. Bu mertebelerden "TEFRİT" mertebesi, eksiklik ve noksanlıktır. İFRAT mertebesi ise, ziyadelik ve aşırılıktır. Amma "ADL" mertebesi, bunların vasatı, Yani, ikisinin ortasıdır.

İşte, Kuvve-i akliyenin mertebeleri:

1- Tefrit mertebesi: Gabavet ve geri zekalılıktır.

2- İfrat mertebesi: Şaşırtıcı cerbezekârlık ve demogojidir ki; akı kara, karayı ak göstermek gibi işlerin mantık dışı ve mânâsızlarıyla uğraşan ve bulaşan bir zekadır.

3- Adl olan vasat mertebesi: Bu mertebe Hikmettir ki;

وَ مَنْ يُوءْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا

ayeti, onun mahiyetini beyan ve tefsir eyler.

Bu taksimattan sonra, şunu da bil ki: Bu "Üç kuvve"lerin asılları i'tibarıyla, nasıl ki her birisi mezkûr mertebelere ayrılıp çeşitleniyor.. Öyle de, bu çeşitlerin fer'lerinden her bir dalı dahi, o üç mertebelere ayrılıp tenevvu' edebiliyor.

Mesela: "halk-ı ef'al" meselesinde; (Yani insanın ve hayvanın fiil ve hareketlerinin kimin icad ve yaratmasıdır" diye olan, kader ve cüz'-i ihtiyarî meselesinde) Ehl-i Sünnet mezhebi, cebr ile i'tizalin vasatıdır, ortasıdır.

Keza, "İtikad" da; "Tevhid" mezhebi, "Ta'til" ve" Teşbih"in[14] vasatıdır.

İşte buna göre, ehl-i Tevhid ve ehl-i hak mezhebi, itikadda "Sırat-ı mustakîm" olan vasat mezhebidir. Daha bu kıyas üzerinde misaller çoğaltılabilir.

KUVVE-İ ŞEHEVİYENİN MERTEBELERİ:

Bu kuvvenin "tefrit" mertebesi, "HUMÛD" dur. Yani, sönüştür ki, hiçbir şeye iştiha ve iştiyakı olmaz. "İfrat mertebesi ise, "FÜCÛR" dür ki, helal haram demeden neye rast gelse, iştihası kabarır.

Amma bu kuvvenin "Vasat"ı ise, "İFFET" dir ki, helale rağbet edip, haramdan kaçar... Ve daha bu asıl ve köke göre; Yemek, içmek, giymek ve saire gibi bütün fer' ve ayrıntılarını kıyasla.

KUVVE-İ GADABİYENİN MERTEBELERİ

1- Tefrit mertebesi: "Cebanet"tir ki, hiç korkulmayacak şeylerden de korkar, evham'a kapılır.

2- İfrat mertebesi: "Tehevvür"dür ki; istibdad, tehakkûm ve zulm'ün menşei ve babasıdır.

3- Vasat mertebesi: "Şecaattır ki; aşk u şevk ile İslâmiyet namusunun himayesi (izzet ve şerefinin korunması) ve Kelime-i Tevhid'in yüceltilmesi uğrunda ruh u canını bezledip feda eyler. Ve daha sair teferruatlarını bu misallere kıyas eyle!

İşte, -görüldüğü üzere- her "üç kuvve" nin ifrat ve tefrit mertebeleri olan "Altı yan"ları zulüm; "üç vasat" mertebeleri de, Adl ve âdalettir ki, sırat-ı müstakimdir. Yani

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

ayetine tabi' olarak âmeldir.. Ve bu Sırat-ı Müstakim köprüsü üstünden geçen adam, Cehennem'in üstüne uzatılıp konulmuş olan "Sırat Köprüsü"nden de geçmiş olur.

(İşaratül İ'caz)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

Bedîüzzaman Hazretleri 1952 yılında İstanbul’da Fatih Türbesi’nde, cuma namazından çıktıktan sonra Fatiha okurken

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Hamdele: Fâtiha sûresinin başlangıç cümlesi olan Elhamdülillâh cümlesinin kısaltılmış şekli.
  • Hicr 87: Seb'ul Mesânî ifadesinin geçtiği ayet
  • Besmele: Fatiha'nın başında yer alan ve Şafilere göre ayet olan, Hanefilere göre ayet olmayan Bismillahirrahmanirrahim ifadesi
  • Sırat-ı Müstakim: Fatiha'nın 6. ayetinde geçen "doğru yol" anlamındaki ifade.

İlgili Kategoriler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 https://islamansiklopedisi.org.tr/fatiha-suresi
  2. https://nurpedia.org/wiki/Risale:29._Mektubun_8._K%C4%B1sm%C4%B1_(Rumuzat-%C4%B1_Semaniye)#Birinci_Par%C3%A7as%C4%B1
  3. https://en.wikipedia.org/wiki/Al-Fatiha
  4. https://nurpedia.org/wiki/Risale:29._Mektubun_8._K%C4%B1sm%C4%B1_(Rumuzat-%C4%B1_Semaniye)#Birinci_Par%C3%A7as%C4%B1
  5. https://en.wikipedia.org/wiki/Al-Fatiha
  6. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 'da لِلّٰهِ lafzında hemze, hatten ve lafzen tayyedildiği için oradaki ال sayılmaz.
  7. Şu tabiratta o surelerdeki bahislere işaret var.
  8. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 'da لِلّٰهِ lafzında hemze, hatten ve lafzen tayyedildiği için oradaki ال sayılmaz.
  9. شَرِّ deki ر bir olmak cihetiyledir.
  10. اَلْخَنَّاسِ daki nun ن bir sayılsa, اَلْجِنَّةِ deki iki sayılsa dokuz olur. Yoksa (sakin elif) gibi sekiz veya س gibi on olur.
  11. اَلَّذٖى de lâm bir sayılsa on ikidir, iki sayılsa on üç olur.
  12. Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun?”
    Ben de derim ki: Kur’an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem onların üstadı dahi benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde, ayağımı da ıslatamadı. Evet büyük bir padişahın, onun kanununu ve evamirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.
  13. Hattâ tarihi نَجْمُ اَدَبٍ وُلِدَ لِهِلَالَىْ رَمَضَانَ çıkmış. Yani “Ramazanın iki hilâlinden doğmuş bir edep yıldızıdır.” (Bin üç yüz otuz yedi eder.)
  14. Ta'til ve Muattıla mezhebi: Yirmibeşinci Söz'ün, Birinci Şulesinin, Birinci Şuanın, Beşinci noktasının ikinci misalinde izahı yapıldığı üzere, şöyledir:
    Allah'ın bütün fiil ve işlerini sebeplere isnad edip; kâinatta her iş ve emr'in Allahü taalanın irade ve kudretiyle olan icad ve idaresini inkâr eden ve bunu sebeplere ve tabiatlara bağlayan kör ve sağır bir kısım felsefecilerin mesleği) Mütercim
    ("Teşbih" ise, Allaha ait sıfatları, mahlukatınkine benzeten ve ona göre batıl yorumlarla izahlarda bulunan bir diğer anlayışsız, idraksız felsefeci gurubunun mezhebidir.) Mütercim