Eşek Arısı

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Eşek Arısı, Yabani Arı, Zenbur veya Sarıca (Arı) genellikle bal arısına göre daha büyük, iğnesini sokması insanda ağır alerjilere ve hatta nadir vakalarda ölüme yol açan, bal arıları gibi sokunca ölmeyen ve bal yapmayan sosyal arılara (ve yakın akrabası olan böceklere) verilen genel isimdir. Yuvaların içi, çiğnenmiş bitkisel maddelerin tükürükle karışmasından oluşmuş, kağıda benzer peteklerle döşelidir.[1][2][3][4][5][6]

Bediüzzaman "mızraklı sinek eşkiyaları" olarak adlandırdığı yabani arıların dizginini Cenab-ı Allah çekmeseydi ve pireler gibi insana hücum etseydi insanları çok hırpalayacaklarını söyler. Hubb-u câh hissinin (şöhret ve makam sevgisi) meşru olan cihetini tarif ederken ısırıcı yabani eşek arılarını kaçırıp mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbedeceğini misal olarak verir. Kur'an kelamını insanın kelamının mertebesiyle kıyas ederken Hâlık-ı Zülcelalinin kelâmını melaike misal olarak adlandırır ve insanın kelamını tezvirkârane ve hayalî tarzda ya da hevesat düğümleri içinde sihirbaz üflemeleri nev'inden olan zenbur (Eşek arısı) vızıltılarına benzetir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Evet arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki; (Haşiye:Evet sineğin küçücük bir taifesi baharın âhirinde, badem ve zerdali ağaçlarının dallarında siyah bir kütle halinde halkolunup, dala yapışık olup kalırlar. Mütemadiyen pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi, sair sinekler etrafına toplanır, emerler. Diğer bir başka taifesi de nebatatın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdam olunuyorlar. Sinek taifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceği şâyan-ı temaşa olduğu gibi; sinek taifelerinden yaldızlı, altun gibi parlak kısmı da şâyan-ı dikkattir. Mızraklı sinek eşkiyaları hükmünde olan yabani arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlık-ı Rahman onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı taifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler; Nemrud'u öldürdükleri gibi, nev'-i insanı da hırpalayacaktılar.

ﻭَﺍِﻥْ ﻳَﺴْﻠُﺒْﻬُﻢُ ﺍﻟﺬُّﺑَﺎﺏُ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻨْﻘِﺬُﻭﻩُ

âyetinin mana-yı işarîsini tefsir ederdi.

İşte bunlar gibi yüz namdar hasiyetli taifeleri bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki, mezkûr azîm âyet onu mevzu' yapmış.

ﻳَﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺿُﺮِﺏَ ﻣَﺜَﻞٌ

ilh... demiş.) muhtelif müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurub damlatırlar. O semmli müteaffin maddeleri, ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi olduklarını isbat ederler. Bu küçücük ferdlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. "Küçüklüğümüze bakma, taifemizin azametine bak. Sübhanallah!" diye lisan-ı hal ile söylerler.

(Latif Nükteler)


Hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:

Sevab-ı uhrevî için dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasında gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur.

Mesela Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa raks edip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyet’in kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

İşte aynen bu misal gibi âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; Frenk-meşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise ecnebilerin nâşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Her bir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise bu camide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.

Eğer İslâmiyet’in bir sırr-ı esası olan ihlas ve rıza-yı İlahî cihetinde, Kur’an-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mal ondan sudûr etse, lisan-ı hali manen âyât-ı Kur’aniyeyi okusa o vakit manen âlem-i İslâm’ın her bir ferdinin vird-i zebanı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنٖينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duasında dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalaletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i salihînin cadde-i nuranilerini terk edip heveskârane, heva-perestane, riyakârane, şöhret-perverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkiye düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmî ve cahil de olsa aklı derk etmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse soğuk görür, manen nefret eder.

İşte hubb-u câha meftun ve şöhret-perestliğe müptela adam –ikinci adam– hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقٖينَ sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa fakat ihlası ve rıza-yı İlahîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla; bir nevi meşru makam-ı manevî hem muhteşem bir makam kazanır ki o hubb-u câh damarını kemaliyle tatmin eder. Bu adam az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabani eşek arılarını kaçırıp mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki daima dualarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâm’ın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’maline geçirilir.

Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhret-perestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle, âlem-i İslâm’ın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadığım için o ikazım dahi onu uyandırmadı.

(29. Mektup)


İşte bir kelâm için "kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş ve hangi makamda söylemiş?" olan tabakalara bak!

Evet, bir kelâmın ulüvv-ü mertebesinin menbaları ve onun kuvveti ve hüsn ü cemali dörttür: 1- Mütekellim.. 2- Muhatab.. 3-Maksad.. 4- Makamdır. Yoksa ediblerin 'yalnız makamdır' deyip sapıttıkları gibi değildir. Hem bir kelâmın lafzı, o kelâmın cesedi değil, belki libasıdır. Ve onun içindeki manası ise, onun ruhu değil, belki bedenidir. Fakat o kelâmın ve sözün hayatı ise, ancak mütekellimin niyetinden ve hissiyatından can alır. Ve onun niyet ve hissine göre hayatlanır. Amma kelâmın ruhu ise, ancak mütekellim tarafından içine nefh edilen manadır.

İşte eğer kelâm, emir veya nehiy ise; elbette mütekellimin derece ve makamına göre irade ve kudreti tazammun edecektir. Ve mütekellimin derecesinin ulviyeti nisbetinde o kelâmın ulviyet ve kuvveti de tezauf eder.

Evet temenninin ebatılından neş'et eden fuzuliyane ve gayr-ı mesmu' bir emir nerede? Ve kudret ve iradeyi tazammun eden hakikî ve nâfız bir emir nerede?

İşte bak! يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَائَكِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى emri nerede? Ve beşerin cemadata karşı mecnunların hezeyenvarî اُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ olan boş hitabı nerede?

Ve keza haşmetli bir kumandanın mutî' olan büyük ordusuna "Arş" deyip, 'Allah'ın düşmanlarına hücum' diyerek ve o orduyu hücuma geçirip, o düşmanı mağlub ettiren bir emri nerede? Sonra aynı bu "Arş" emri, hakîr ve bir tek neferi dahi tahrik edemiyen bir neferden sudur etmesi nerede?!.

Hem hakikî bir malikin ve hükmü nafiz, emri müessir bir âmirin ve iş başında işleyen mahir bir san'atkârın ve bilfiil ihsan ve in'am eden bir mün'imin yaptığı işlerinin tasvirini yapmak üzere: «Bu işleri böyle böyle yaptım ve bunları onun için, şunları da bunun için yapıyorum» demesi gibi, 'Sizin dünya hanenize arzı, yani toprağı serip gökleri o hanenizde dam yaptım' demesi nerede?..Ve sonra bir serserinin ve bahsettiği şeylerle hiç teması olmayan bir gevezenin fuzuliyane olan bir tasviri nerede?

Hem gökteki hakikî yıldızların aynıları nerede? Ve o yıldızların cam parçaları içinde görünen ve varlıklarıyla yoklukları müsavi olan geçici, seyyal, küçücük timsalleri nerede?

Evet, Şems ve Kamer'in Hâlık-ı Zülcelalinin kelâmının melaike misal kelimeleri nerede? Sonra beşerin tezvirkârane ve hayalî tarzda zenbur (Eşek arısı) gibi vızıltıları nerede?

Hem her bir lafzı, hitab-ı ezelîyi tazammun etmekle beraber ilim, kudret ve iradeyi de içine alarak, Arş-ı Rahman'dan nur saçarak gelen ve hidayetin sadefleri olan ve imanın hakaiki ve metin esasları bulunan elfaz-ı Kur'aniye nerede? Sonra insanın hevaî ve hevesi, manasız ve boş elfazı nerede?

(Katre, Mesnevi (Badıllı))


Evet, bilmiş ol ki: Kelâmın yükseklik, kuvvet, hüsün ve cemal tabakalarının menbaları dörttür. 1- Mütekellim, 2-Muhatab, 3- Maksad, 4- Makam'dır. Yoksa üdebanın sapıttıkları gibi, yalnız makam değildir.

Öyle ise, مَنْ قَالَ وَ لِمَنْ قَالَ وَ لِمَا قَالَ وَ فِيمَا قَالَ ye bak. Yani kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş, hangi makamda söylemiş ise ona bak.

Binaenaleyh, kelâm eğer emir ve nehy ise, elbette mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun edecek ve ona göre kuvvet ve ulviyeti de tezauf edecektir. Evet bir fuzulînin, temenninin ebatılinden, arzusundan neş'et eden gayr-ı mesmu' (kale alınmayan) suret-i emri nerede? Ve kudret ve iradeyi mutazammın olan hakikî ve nâfiz bir emir nerede?

İşte bak:

يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَكِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى

فَقَالَ لَهَا وَ ِلْلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ

Yani (birinci âyette) "Ey arz! Suyunu yut! Ey sema, yağmurunu kes! ilh..." (İkinci âyette:) "Cenab-ı Kadir-i Kayyum, semavat ve zemine; ister istemez emrime râm olunuz" dedi. Onlar da "Semi'na ve ata'na emrinize hazırız" dediler olan emr-i İlahîsi nerede?!, ve beşerin cemadata karşı mecnunların hezeyanvarî bir surette

اُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ

olan fuzuliyane hitabı nerede?

Hem büyük bir ordu emrine münkad bir kumandanın 'Arş' emriyle o orduyu Allah'ın düşmanlarına hücum ettirmesi nerede? Ve şu emir, ne kendisine ve ne de emrine hiç ehemmiyet verilmeyen hakir bir neferden sudur etmesi nerede?!.

Evet, bak

اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

nun irade-i ezeliye-i nafizesi nerede?. Beşer kelâmı nerede?

Hem hakikî bir malikin ve hükmü nafiz, emri müessir bir âmirin tasviri ve iş başında bir saniin ve ihsanını dağıtmakta olan bir muhsinin beyanı ki, san'atını yaparken ve ihsanını dağıtırken yaptığı fiillerini tasvir edip göstermek istediğinde: "İşte bunu, şunun için yaptım ve bunları şunlar için yapacağım" demesi nerede?!.

Evet, şu hakikatin tavsif ve beyanı için gelecek âyâta bak:

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ .. وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَ اَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَ اَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ .. تَبْصِرَةً وَ ذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ .. وَ نَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَ حَبَّ الْحَصِيدِ .. وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ .. رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَ اَوْحَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذَلِكَ الْخُرُوجُ

ye dikkat et!.. Ve sonra, söylediği sözler, işleriyle hiç teması olmayan bir fuzulînin aynı o fiilleri tasvir etmesi nerede?

Evet yıldızların aynıları nerede?. Sonra küçücük cam parçalarında görünen ve varlık ile yokluk arasında mütereddid, küçücük, geçici, seyyal timsalleri nerede?

Evet, Hâlık-ı Şems ve Kamer'in envar-ı hidayeti ilham eden melaike-misal kelâmının kelimatı nerede?. Sonra beşerin hevesat düğümleri içinde sihirbaz üflemeleri nev'inden olan zenbur-misal müzevver kelimeleri nerede?!.

(14. Reşha, Mesnevi (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]