Risale:Zehrenin Zeyli (Mesnevi Badıllı)
Önceki Risale: Zehre ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Zerre: Sonraki Risale
ZEHRENİN ZEYLİ[değiştir]
ZEHRE'YE ZEYL OLMUŞ KÜÇÜK BİR PARÇADIR
Bu çok kıymettar zeyl, Rumî 1327 tarihinde, Arabî müstakil bir risale halinde ve "Zehre'nin Bir Zeyli" ismi altında neşredilmiştir. Bilâhare Hazret-i Üstad (R.A.) -İşarat-ül İ'caz, Kızıl Îcaz, Hutbe-i Şamiye, Reçetet-ül Ülema ve Reçetet-ül Avam ve elyazı Ta'likat kitabları hariç- bütün Arabî risalelerini Mesnevî-i Nuriye şeklinde tasnif ettikleri zaman, çok kavî bir ihtimal ile, bu eser Üstadımızın eline o sıra geçmemiş olsa gerektir. Yoksa mahrem olup saklanacak ve neşredilmeyecek bir tarafı yoktur. Ben de, onun tercüme ve neşrinde bir mahzur değil; çok büyük faideler mülahaza ettiğim için, tercüme ederek Zehre'nin arkasına ilhak ettim. (Mütercim)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَي نِعْمَتِهِ بِاِنْزَالِ الْقُرْآنِ وَ عَلَي رَحْمَتِهِ بِاِرْسَالِ سَيِّدِ الْاَنَامِ عَلَيْه وَ عَلَي آلِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ
1. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, Cenab-ı Fatır-ı Hakîm (C.C.) birçok galî esrar ve âlî hikmetler için; nebatat ve hayvanatı, bâhusus onların küçücüklerini kendi tasarrufat-ı kudretine en geniş meydanlar ve sıfâtının tecelliyatına en çok mazharlar ve esmasının cilvelerine ağleb aynalar kılmıştır. Bundandır ki, nebatat âdeta küre-i arzın birer çekirdeği; hayvanat dahi âlemin birer semeresi olmuşlardır. Hem çekirdekler ağacın küçültülmüş birer enmuzeci olduğu gibi; semere de o ağacın birer misal-i musağğarıdır. Demek bir ağaca, esmadan ne ki tecelli ederse, çekirdek ve meyvesine de aynı o isimler tecelli ederler.
İşte mademki, hilkat ve hayatın gaye ve maksadları; celal, cemal ve kemal-i mutlak sahibi olan bir zatın esmasına mazhariyetten ibarettir.
Elbette hikmet-i ezeliyeye en muvafık olarak; inayet-i ezeliye, nebatat ve hayvanatın cüz'iyatlarının, hususan dakiklerinin teksiriyle kendini gösterecektir.
Bu hakikata bir misal olarak rivayet edilmiş ki; Hazret-i Musa (A.S.) kendisine hücum eden üvez ve sivrisineklerin kesretinden Cenab-ı Hakk'a şikayet ederek; onların bu kadar teksirlerindeki hikmeti sual etmiş. Cenab-ı Hak, Hazret-i Musa'ya (A.S.) vahyetmiş ki: "Ya Musa! Sivrisinekler, benden çok defa sual ediyorlar ki; "Ya Rab bu insanı şu cesametiyle beraber niçin halketmişsin ki, senden gaflet ediyor. Eğer yalnız onun başını sivrisinek halketseydin, yüzbin sivrisineğe baliğ olurdu ki, kendi âlemlerinde senin hamd ü şükrünle tesbih ve ihvanları arasında sana zikrederlerdi. Hem lisan-ı kal ve halleriyle esma-i hüsnanın ve nukuş-u san'atının cilvelerine mazhar olurlardı."
Evet, semavat tabakaları üzerinde yıldızlar mürekkebiyle yazılan manevî bir Kur'an, kendini gözlere tekvinî azamet ve ceberût ayatıyla okuttuğu zaman, aynen onunla başbaşa ve müvazi olarak senin gözbebeğindeki hüceyrenin bir zerresi üstünde atom zerratıyla yazılı bulunan bir Kur'an da, kendini ilim ve hikmet âyetleriyle okutmaktadır.
Binaenaleyh sen o büyük birinci Kur'an'dan
سُبْحَانَهُ مَا اَعْظَمَ شَاْنُهُ
zikrini işittiğin vakit, bu ikinci küçük Kur'an'dan da
سُبْحَانَهُ مَا اَدَقَّ حِكْمَتَهُ وَمَا اَلْطَفَ صَنْعَتَهُ
latif nağmesini işiteceksin. İşte madem ki her iki Kur'an müsavi oldular; ve hikmet ise, her iki Kur'an'dan birisinin nüshalarını teksir etmek iktiza etti; ve madem büyük Kur'an'ın nüshalarını teksir etmekte temaşa edenler için bir faide yoktur! Elbette küçük Kur'an'ın nüshalarını teksir etmek; Melaike, cin ve ins ve sairlerden gayr-ı mahdud mütefekkirlerin mütalaaları için lâzımdır. Hem bir kitabın nüshalarını çoğaltmak ise, o kitab bir kitab halinde kalmayıp belki birçok kitablar halinde tenevvü' edecek ve pek çok faydalara medar olup üstünde birçok mefahim husulpezir olacaktır. Şu halde o kitaba birçok emsal iltihak ederek onun hüsn-ü cezaleti ziyadeleşecektir.
Evet, eğer küçük kitabın birçok sure ve nüshaları büyük Kur'an'ın bazı harflerinde dercedilmiş olmasaydı; küçüğü büyüğe, küçüklüğüyle beraber ve küçülüp inceleştiği nisbette tefevvuk edip üstün gelecekti.
Hem küçücük mahlukatın teksirinin bir hikmeti de budur ki: Tecelliyatın en etemmi, ehadiyet tecellisidir; ve san'atların en mükemmeli de, büyüğü bütün nukuşuyla birlikte küçükte dercetmektir.
Evet nebatata nisbetle meyve ve çekirdekler, küre-i arza nisbetle nebat ve hayvan, âleme nisbetle insan ve peygamber ve insana nisbetle de kalb ve sır, birer muhtasar enmuzeçtirler ki; bunlar asıl ve küll ve muhit üzerine mütecelli olan bütün esmanın birer cami' mazharı oluyorlar.
Evet nasıl ki meselâ, bir semere, ağaçtan bir cüz' olmakla; o ağacın bir küllü hükmünde olup, bu cihetten vâhidiyete işaret ettiği gibi; öyle de her bir semere, ağacın birer cüz'îsi gibi olmakla da; o ağacın tamamını içinde saklamak cihetiyle, onun bir küllîsi olur ve bu cihetten ehadiyete remzeder. Yani ki vâhidiyet; ehadiyetin kesret ve cüz'iyat aynalarında tecellisi hengâmında vahdetin şahidi olmuş oluyor.
Şu hakikatın anlaşılması için şu misale bak: Meselâ
وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي
nasıl ki gündüzde her yeri kaplayan ziya, vâhidiyetin misali olduğu gibi; her bir parlak zerre, katre, göl, deniz ve seyyar yıldızların içlerindeki güneşin timsali de ehadiyetin tecellisine misaldir.
Evet meselâ sen, kendi aynanın içinde; aynanın renginde ve onun vaziyetinin iktizasına göre güneşi gördün. Sonra başka aynaların içinde de başka başka şekillerde yine nazenin güneşi gördükten sonra, elbette bir düşünüp güneşin âlemi dolduran ziyasına bakacaksın. Bak ziya ise, ondan gelen cilvelerle; bütün aynalarda görünen güneşçikler, bir tek güneşten olup güneşin vahdetine ve tevehhüm ettiğin gibi kesret, mütecellide ve görünende olmadığına sana göstererek vahdetin misalini irae edeceklerdir. Öyle ise kesret ve aynalar, şu beyti lisan-ı halleriyle inşad edip tegannî etmektedirler:
عِبَارَاتُنَا شَتَّي وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَي ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
İşte şu esrardan hadsî bir yakîn ile anlaşılıyor ki; Fatır-ı Hakîm (C.C.) (hikmetini tecelli ettirip, san'atını dakikleştirerek) kudretinin en latif şekliyle ve inayetinin en etemm tarzıyla ve rahmetinin en mükemmel şekliyle ve hikmetinin en dakik tavrıyla âlemin hey'et-i mecmuasından küre-i arza ve küre-i arzdan zîhayat mahluklara ve zîhayatlardan nev'-i insana ve bir ferd-i insandan onun kalbine ve insan nev'inden o nev'in kalbi, belki âlemin kalbi ve çekirdeği ve Fâtır-ı Âlem'in muhabbetinin timsali ve rahmetinin misali olan birisine müteveccih olmaktadır. İşte o âlî, gâlî, mutahhar, münezzeh kalb ise, Seyyidimiz ve Seyyid-ül Enam Hazret-i Muhammed'dir (Aleyhi Salavatün ve Teslimatün biadedi Semerati Şeceret-il Âlem). Zira âlem, Hakikat-ı Ahmediye'nin çekirdeğinden yaratıldığı gibi, ondan ve onun için halkedilen âlem, en kâmil ve mükemmel olan semere-i Muhammed'de (A.S.M.) nihayet buluyor.
2. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey mevcudatın bazıları hakkında israf ve abesiyet tevehhümüne düşen gafil! Bil ki; her bir mevcudun inşa-yı vücudundaki kemal-i nizam ve mizan şu vehmi tardediyor. Çünkü nizam bir hayttır, iptir; cüz'î eczalar ve fer'î tafsiller üzerine terettüb eden gayeler, o haytta dizilmiş ve diziliyor.
Evet, bir zat bir sarayın binasında takib ettirdiği intizamın delâletiyle; bütün o sarayın tefasilindeki gayeleri müraat ettiği halde, sonra sarayın bütün cüz'î gayeleri onunla gaye olabilen ve o sarayın mecmuuna bakan küllî bir gayeyi terketmesi kat'iyyen muhaldir.
Eğer bu mes'elenin tahkikini istersen; Dinle ey bir kalb-i şehidi ve bir sem'-i hadidi bulunan arkadaş! İşte her şeyin pek çok dakik ve nâzik gayeleri vardır ki; o şey kendi malikinin enva-i tecelliyat-ı esmasına mazhariyetince ve Malikinin o şeydeki malikiyet ve tasarrufu miktarınca malikine.. zîhayata ait olanı ise, ancak onun cüz'î telebbüsü miktarıncadır.
Hem her bir şey, hadsiz zevil-ukûl arasında müşterek bir tefekkür hedefi oluyor, öyle ise, o şeyde asla abesiyet düşünülemez. Meselâ şayet bu şey, burada bu anda onu mütalaa etmezse de, elbette o zevil-ukuller onu mütalaa ederler. Bununla beraber her şeyin, herkesin bütün her şeyden istifade cihetleri nihayet kesrettedir. Hem Allah'ın askerleri dahi sonsuz ve adedsizdir.
وَمَا يَعْلَمُ جُنُودَ رَبِّكَ اِلَّا هُوَ
Demek saray-ı kâinatta ne ki varsa, onun üzerine hadsiz nazarlar bilâ-müzahamet toplanmaktadır. İşte o nazarlar ise, ecnas ve envaıyla kâinatı doldurup Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve takdis eden sayısız ve hesabsız melaikeler.. ve aksam ve esnafıyla mütefekkir ve mütehayyir olan nihayetsiz cânn taifesi.. ve tavaif ve kabileleri ile kâinatı tekbir ve tehlil nağmeleriyle lebaleb eden ruhanî ve saire cinsleridir ki; eşyanın kesafet ve katılığı onları eşyanın cevflerini görmekten men'edemez; ve bir şeyin şuhudu, diğer şeyleri görmekten onları meşgul etmez bir tarz-ı hayattadırlar. Fakat bütün bu müşahedelerin en fevkindeki müşahede ise, her şeyin Sanii olan Zat-ı Zülcelal'in kendi san'atına karşı olan müşahede ve rü'yetidir. Ve keza insanlardan pek çok uyanık mü'minlerin nazarları, hattâ belki havaslarıyla mütehassis ve müteessir olan hayvanatın dahi nazarları vardır.
Eğer desen: Kâinat kitabının hangi âyetleridir ki, insandan başka böyle kâinat kitabının âyetlerinden ibret almakla, onlarda hayrete dalarak tefekkür ve tesbih eden taifelerin vücuduna delâlet etsin!.. Veya o kitabdan hangi satırdır ki, ona işaret ediyor?
Elcevab: O kitabın hikmet sahifesinden mizan satırındaki nizam âyetidir.
Acaba görmez misin ki, meselâ sen bir temsil mahalline gitsen (yani tiyatro ve piyes gibi şeylerin oynandığı bir yere) ve görsen ki; o salonun sahnesinde nazarların hayrete dalacağı pek çok garaib envaları ve kulakların çok hoşuna giden kesretli oyun sınıfları; ve akıl ve hayalin çok mütelezziz olacakları pek çok sihir ve şa'beze ve hokkabazlık kısımları ve hakeza, insanın hadsiz letaif ve havass ve hissiyatının mütelezziz olacak, her çeşit oyun garaibleri bulunuyor. Sonra o temsil yerinin salonuna baktın, gördün ki; kör, sağır, havass ve hissiyatı meflûç bir kaç çoluk çocuk bulunuyor. Onlardan pek azı o garib şeylerden telezzüz edebiliyor. Elbette zaruret-i örfiye ile düşünüp teyakkun edeceksin ki; bu perdelerin arkasında ve şu duvara asılan hicabların ardında çeşitli ezvak ve meşrebler sahibi pek çok akıllı zîşuur kimseler vardırlar ve selim duygulara sahibdirler. Ve bu mecliste, ibda' ve teşhir edilen her şeye müştakane bakıp tenezzüh etmek için gelmişler.. ve hem seni de, oynanan temsili de görmektedirler. Fakat sen onları görmeyecek bir tavır ve vaziyettedirler.
İşte eğer temsilin sırrını anladınsa, dar-ı dünyadaki şu masnuata bak ki; bir kısmı zerabi-i mebsuse (yani döşenmiş, bezenmiş haliçeler) ve bir kısmı füruş-u merfua (yani yüksek koltuk ve döşekler) ve bir kısmı dikilmiş kaftanlar ve bir sınıfı dizilmiş inci ve hülyeler ve bir taifesi neşredilmiş sahifeler gibidir. Hem onlardan bir kısmı bezenmiş, süslenmiş ezahir ve semerat, yani çiçekler ve meyvelerdir ki; renk, tat ve kokularıyla zîhayatları ve muhtaç olanları kendi nefislerine davet ediyorlar. Hem nakış ve zinet ve san'atlarıyla ehl-i akıl ve ehl-i ibreti çağırmaktadırlar. Ve keza onlardan bir kısmı da nebatattır ki, kendi vazife-i hilkatları yolunda intişar için etrafa tohumlar saçmakta; ve bir kısmı da hayvanat olup vazife-i ubudiyetleri için ayakları üstünde hal-i kıyamdadırlar. Halbuki bunların ekserisi kendilerine tevdi' edilen yüce mehasin ve yüksek letaiflere şuurları ermez. Şu halde o letaif ve mehasini, yalnız onları taşıyan âmî ve acemî hameleleri için değil; belki ancak onlardan başka bir kısım semî' ve basîrlerin istifadeleri içindir.. ve hakeza, kâinat kitabının sahaifinde dizilmiş daha hadsiz ve hududsuz eşya ve mevcudat vardır.
İşte bütün bu celbedici haşmet ve şu cezbedici zinet ve çeşitli taltifler ve sevdirilmekler ve şu enva-i tahabbübat ve taarrüfat ve bu aksam-ı taahhüdat ve taammüdat (yani kasdî in'amlar ve ihsanlar) hem bu esnaf-ı tezeyyünat ve tebessümat; ve şu işaretler ve cilve ve cümbüşler eşkali ve daha bunlar gibi lisan-ı haller ki, nerede ise lisan-ı kal ile nutka gelecek olan mevcudatın vücudlarıyla beraber; şu dünya sahasında, zâhir nazarda ins ve cinden başka, ehl-i ibret ve bisaret görünmüyor. Halbuki gaflet ve dalâlet, ins ve cinnin ekserisini de kör ve sağır çocuklar haline getirmiş, tabiat tağutunun zulümatı içinde felç olup körleşmişlerdir.
Öyle ise, bir hads-i sâdık ve zaruret-i kat'iye ve bedahet-i akliye ile lâzımdır ki; şu kainat ins ve cinden başka ve maada, ehl-i ibret ve ashab-ı tesbih olan zevi-l ervah ile lebaleb dolu bulunsun.
İşte şu geçmiş hakikata dair bak, hakikî söz yalnız onun sözü olan Sahib-ül Mülk kendi Kur'an'ında ferman ettiği şu âyete dikkat et:
3. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; cüz'iyatta ve emsalleri çoğaltmakta kudretin tasarrufu tavassu' ettiği miktarca, tek tek ferdlere karşı inayetin derecesi dahi o kadar daha kuvvetleşir. Öyle ise ey insan, deme: Ben bir deniz içinde bir katreyim, denizin büyüklüğü ve genişliği beni nazar-ı inayetten setredip unutturur. Kellâ! öyle değil.. Belki deniz, senin bütün emsalinde cari olan bir nizam-ı kavi ve nafizin kuvvetiyle, senin onda muhat olduğun ve perdelerine sarıldığın nisbette sana ebedî bir şâhid-i mahfuzdur.
Çünkü bir şeyin küçüklük ve gizlilik ve muhatiyet derecesi ile, ona karşı ihtimamkârlık ve ihmalden masuniyet ve müdahale-i gayrdan ve tesadüfün oyuncaklığından mahfuziyeti ziyadeleşerek, onun üstünende mahlukiyet ve mec'uliyetin zuhuru tezayüd ediyor.
Görmüyor musun ki, muhitin ortasındaki merkez noktası, başkasının tasallutundan ve haricî hücumlardan en mahfuz ve masûn odur. Hem tesadüflerin oyuncaklıklarından ve fırtınaların ta'cizinden en mahfuz çekirdekler olduğu gibi, çekirdeğe karşı olan ihtimam dahi o nisbette daha eşeddir.
İşte ey insan! Sen küre-i arzın bir çekirdeğisin. Küre-i arz da âlemin bir yumurtasıdır. Bu sırdandır ki Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan,
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضَ
zikrini çok tekrar eder. Âdeta arzı, her şeyin halk ve icadına bir ünvan yapar.
4. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey arkadaş! Havass-ı hamse-i insaniyenin[1] yapılış ve san'atında olan kemal-i hikmet içindeki kemal-i nimete; ve kemal-i nizam içindeki kemal-i hikmete; ve kemal-i mizan içindeki kemal-i nizama bak, gör, ibret al! Zira onların Fâtırı, onları öyle bir vaziyette yaratmış ve onların Sanii, onları öyle cihazlarla techiz etmiştir ki; o havas ile insan, umum enva-i semerat ve çiçekler ve ses ve kokular ve sairenin bütün hususiyatını hissedip zevkediyor. Hattâ o hasselerden biri olan insanın kuvve-i zaikasında öyle muntazam dakik ve nazik hissiyat vardır ki; umum meyve ve semeratın bütün cinsleri, nevileri ve sınıflarının yekûn tatları adedince ayrı ayrı zaika mizancıkları vardır. Ve hakeza kuvve-i samia hassesinin dahi çeşit çeşit ses ve nağmelerin hususiyatı adedince ince mizancıklara maliktir. Ve daha sair havass-ı zâhireyi bunlara kıyas et. Hususan havass-ı bâtına daha çok zengin ve daha ziyade cihazata maliktirler.
İşte bu sırdandır ki, insanın camiiyet-i fıtratı bu insanı Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in (C.C.) hadsiz enva-i tecelliyat-ı esmasına mazhar etmiş ve onu Cenab-ı Mün'im-i Kerîm'in (Amme nevâlühü) sayısız elvan-ı nimetlerini tadabilecek dereceye iblağ etmiştir.
Şu halde ey insan! Sen umumî bir telefon santralı gibisin. Nasıl ki santralda bir vilayetin umum mevkilerinin muhaberelerine medar birer hususî anahtar vardır. Öyle de, sen dahi Cenab-ı Allah'ın umum enva-ı nimetinin lezzetlerini hissedecek ve onun hadsiz aksam-ı tecelliyatına mazhariyetinin lezzetini zevkedecek olan senin başına ve latifelerine takılmış hususî anahtarlar vardır. Öyle ise sen, onları onun mizan-ı şeriatıyla tatbik-i hareket etmek suretiyle Bâri'lerinin rızası dairesinde ve razı olduğu şekilde isti'mal etmelisin.
İşte iki şahsın aynı Cennet içinde ve aynı mekânda bulundukları halde, lezaizlerinin nihayet derece mütefavit olmasının imkânı bu sırdandır. Hem
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
hadîs-i şerifinin müjdesiyle, a'lâ ile edna arasında içtima' mümkün olmasının sırrı da bundan ileri gelmiştir.
5. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ayrı ayrı ve çeşit çeşit eşyanın ihtilat ve karışıklıklarında nizam ve mizana münafi gibi görünen müşevveşiyet ise, tesadüfün onlar içinde oynadığından değildir. Belki o vaziyet, nizamın zâhirî suretinden huruc ile, nakş-ı kitabet haline gelmesidir. Lakin o kitabet ise; ayine-i vehm içinde onların ters yüzüne bakan nazar-ı zâhirî-i ümmî için kolay kolay okunacak şeyler değildir.
Görülmüyor mu ki; o çeşitli ve ayrı ayrı şeyler, meselâ eğer tohum iseler, tenebbüt edip nebat haline geldikleri zaman, bir nizam-ı tamm onlardan inkişaf ediyor. Öyle ise onların arasında olan cem' ve toplanmakla hasıl olan karışık vaziyeti de, kalem-i kader için garib bir kitabet-i kudsiye olduğunu gösterir.
6. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nübüvvet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) hatemiyetine bir hüccet-i katıa budur ki: Dinin bütün hududlarını, onların her birisinin umum kaideleri çerçevesinde öyle bir hadde îsal etmiştir ki, ondan daha geniş, daha ekmel ve daha etemm bir şekil düşünülemez.
Evet meselâ bakınız, tevhid ve rububiyet mes'elesinde Kur'an'ın lisanıyla diyor:
بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ
وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاةٌ بِيَمِينِهِ
هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ
وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
âyetleri gibi dinin hakikatlarıyla; daire-i vahdet ile daire-i Rububiyetin şuunât ve icraatını kemal-i muvafakat içinde ve vakiin tasdiki altında izah ve beyan ediyor.
Hem o din, katiyyetle hükmediyor ki; maddenin inkısam edip yayıldığı en son nihayetlerinde; ve hudud-u maddiyatın yayılıp reside olduğu olan cevahir-i ferde (atom) ve zerreden tut, tâ âlemin en büyük semereleri olan güneşler ve seyyarelere kadar her şey o sufûf-u azîm-i ubudiyetin kıyamında ayakları mütesavi olarak yanyana ve omuz omuzadırlar.. Ve kendilerinin sıfatlarından münezzeh ve hudud ve levazımatlarından mukaddes olan Hâlıklarının emirlerini imtisal etmekte aynı seviyede ve yanyanadırlar.
Hem yine o Hatem-i Rüsül, kendi dini ve Kur'an'ı ile haşir ve tevhid mes'elesinde öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki; bilbedahe daha onun fevkinde bir mertebe ve bir had olamaz. Ve hakeza o zat, dinin tek tek bütün mes'elelerini öyle bir hadd-i bâlâya reside kılmıştır ki; başkasıyla o dinin itmam ve ikmali gayr-ı mümkündür. Öyle ise kıyamete kadar devam ve ebediyet, onun ve dininin hakkıdır.
7. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Benim kalbim, bazan Arabî eninatı arasında, Türkî olan muhitin tehyiciyle Türkçe olarak ağlıyor. Ben de o ağlamalarımı aynen yazıyorum. İşte:
İstemem zail olanı istemem, faniyim fani olanı istemem
Âcizim âciz olanı istemem, ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem
İsterim, fakat bir yar-ı baki isterim.
Zerreyim fakat bir Şems-i Sermed isterim
Hîç-i der hîçem fakat bu mevcudatı birden isterim.
Beni dünyaya çağırma, ona geldim fena gördüm
Dema gaflet hicab oldu ve nur-u Hak nihan gördüm
Bütün eşya vü dünyayı birer düşman muzır gördün
Lezaiz ger desen tattım, zevalinde elem gördüm
Vücud desen onu giydim, âh ademde çok azab gördüm
Hayat desen onu onsuz azab ender azab gördüm
Evet vakta onun nuru nazarımdan nihan oldu
Akıl ayn-ı ikab oldu, bekayı bir bela gördüm
Kemal aynı heba oldu, ömür nefs-i heva gördüm
Amel ayn-ı riya oldu, eviddayı adüvv gördüm
Evet onsuz ulûm evhama kalboldu, hikem ayn-ı sakam gördüm
Bu nurlar zulümat oldu, bu ahyayı mevat gördüm.
Bu eşya düşmanım oldu ve her şeyde zarar gördüm
Emel ayn-ı elem oldu, vücudu pür-adem gördüm
Visal ayn-ı zeval oldu, bekasız şey elem gördüm
Eğer Allah'ı bulmazsan, bütün eşya sana zıddır
Zarar ender zarar ayn-ı zarar gördüm.
Eğer bulsan muhakkak terk-i eşyada bulursun sen
O nur ile cenneti dünyada gördüm
Bütün emvat birer zîruh göründü
Bu asvatı birer ezkâr gördüm
Bütün şeyler birer munis göründü
Birer lezzet bütün âlâmda gördüm
Hayat mir'at-ı zat-ı Hak göründü
Fenada bir beka-i baki gördüm
Bütün zerrat birer lisan göründü
Lisan ve gözlerinden akar gördüm
Şehadet şehdini, tevhidi gördüm.
وَ فِي كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَي اَنَّهُ وَاحِدٌ
8. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey dünyevî lezzet ve saadeti gaflette ve dine karşı lâkaydlıkta tevehhüm edip arayan biçare insan! Bil ki; ben bu hususta kendimi bir defa tecrübe ettim; Manen gördüm ki: Ben pek yüksek olan bir dağın başından, öbür dağın başına kadar uzanan gayet azîm bir köprü üstündeyim. O köprünün altında da gayet derin bir dere vardır. Ve bize dünyayı ve içindekilerini karanlığa boğan müdhiş bir zulümat da her tarafı istilâ etmişti.
Ben o acib vaziyette iken, mazî olan sağ tarafıma baktım. Pek müdhiş bir adem zulümatını gördüm. Sonra müstakbel olan sol tarafıma nazar ettim, tehdid edici dehşetli dağdağalar, fırtınalar gördüm. Sonra alt tarafıma baktım, gördüm ki; esfel-i safilîne kadar giden bir derinlik var görünüyor. Sonra yukarıya başımı kaldırdım gördüm ki; pek karanlık, kesif, boğucu, yağmursuz, sağır bir bulut tabakası vardırki; Gam ve keder, yütüm ve ye's ve be's yağdırıyor. Sonra ön tarafıma nazarımı gönderdim, gördüm ki; o müdhiş zulümat dalgaları arasında; parçalamak için dişlerini bileyen ifritler, akrepler, ejderhalar ve kurtlar var. Sonra dönüp arkama baktım, gördüm ki, ne bir meded ve ne mugis ve ne de bir muîn var.
İşte ben, o tecrübemden pek pişman, nâdim, me'yus ve medhuş iken; birden hidayet-i Rabbaniye imdada yetişti, gözümü açtırdı. Baktım gördüm ki, âlem üstünde kamer-i İslâmiyet doğmuş, pertev-efşan olmuştur. Kur'an güneşi dahi her tarafı ziyasıyla aydınlatmıştır. İşte ben (bu nur ile) hayat köprüsünü gördüm ki, bir yoludur, niam-ı Sübhaniye bahçeleri arasından geçerek rahmet-i Rahman'ın cennetinde nihayet buluyor. Ve mazi olan sağ tarafım ise, sulehalarla müzehher ve enbiya ve evliyalarla münevver ve müsemmer olmuş bostanlardır ki, onların altında dehir ve çağların nehirleri akmakta olduğu halde, onlar beka içinde ebediyete mazhar olmuş nuranî ve hayattardırlar. Sol taraf olan istikbalim ise, Cenab-ı Hannan u Mennan'ın rahmetiyle ümidler, emeller ve hayallerin onda çiçekler açtığı firdevslerdir. Üst taraf ise, ab-ı hayatı üstümüze ifaza eden rahmet bulutları ve onların arasında envar-ı hidayet ve saadet ile tebessüm eden şems-i Kur'an görünmektedir. Amma ön tarafımda gördüğüm şeyler ise, kardeşlerim ve ahbablarım olan kâinat mevcudatı ve munis hayvanatıdır ki, dalâlet zulmeti onları vahşi ve muvahhiş tasvir etmiş idi.
İşte şu vakıa, gelecek âyet-i kerimeyi başımız üstünde her zaman tilavet etmektedir:
يَا نُورَ النُّورِ بِحَقِّ اِسْمِكَ النُّورِ اَخْرِجْنَا مِنَ الظُّلُمَاةِ اِلَي النُّورِ
9. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey mecnun ve mahzun Said! Bil ki; senin meselin şöyle ebleh bir çocuğa benzer ki: O çocuk bir deniz sahilinde oturmuş, güneşe karşı cilvelenen kabarcıkların zevaline daim ağlıyor. Her bir kabarcık zevale erdikçe, o da onun üstünde ağlamasını tazeliyor. Biçare zanneder ki, kabarcığın içinde tebessüm eden güneşciğin intifası, o kabarcığın zeval ve tahavvülüne bağlıdır. Hem bazan hababın içine bazı kesif maddelerin karışmasıyla, içindeki güneşçiğin bulanmasına ayrıca ağlıyor. O miskin ebleh, başını bir kaldırıp bakmıyor ki, tâ bütün bu deniz yüzünde ve dalgalarının yanağında ve katrelerin gözbebeklerinde görünen o timsalcikler, öyle bir güneşin envarının müteceddid cilveleridir ki, onun meraya-yı tecelliyatının zeval bulmasıyla; kendisine de zeval rüzgârlarının dokunmasından münezzeh olduğunu düşünebilsin de: Şu görünen firak ve zevallerin kendileri dahi, elem verici birer zeval ve elîm birer firak olmadığını anlasın. Evet o daimî olan cemal; mehasin ve cilveleriyle birlikte, kendi şuûnunun teceddüdü ve aynalarının taaddüdü içinde kemal-i haşmetiyle sabit ve daimîdir. Fakat onun ayna ve mezahirleri ise, vazifelerini yerine getirmek için, oynaya oynaya meydana çıkar, vazifesi tamam olup bitince de, güle güle perde-i hafada kaybolurlar.
İşte aynen bu temsil gibi, sen dahi ey biçare! dünya denizinin sahilinde oturup, zîcemal ve zîhüsün olan ehl-i kemalin ufûllerine, hem ni'met semeratının vakt-i muayyenesi gelince de zevale ermelerine müteellimane ağlıyorsun. Gafletle zu'mediyorsun ki; o cemaller, o zîcemallerin kendi mülkü ve o semereler de ağacının malı imişde, tesadüfün fırtınaları gelmiş, mülk ve mallarını onlardan gasbederek ademlerin zulümatına atmaktadır. Yahu, hiç düşünmüyor musun ki; senin meftun ve mübtela olduğun şeyin yüzünü nur-u hüsün ile güzelleştiren zat odur ki, bütün kâinat bostanlarındaki çiçekleri nurlandırmış ve bütün âşık bülbüllerin kalblerini onlara karşı şevke getirmiştir.
Evet ey miskin-i biçare! Daha sen, ne zamana kadar kendi elindeki semerenin zevaline ağlayacaksın!. Gözünü aç.
olan zatın, o semerenin ağacını ibkasındaki nimetlerinin tevatür ve devamına bak. Sonra şayet o ağaç akamete uğrarsa, küre-i arzın aktarındaki, onun emsaline nazar et de, O zatın çok vâsi' olan daire-i in'amatını düşün. Hattâ şayet sene ve zamanın dahi kuru ve kurak geçseler de; sen, seneler ve mevsimlerin değişip tazelenmesi içinde, onun daire-i ihsanatının teceddüdüne bak!.. Sonra onun, idame-i ihsanının hattâ âlem-i misal ve berzahı da içine alan dairesine bak, tâ senin âlem-i şehadette müşahede ettiğin manzaraların emsalleri, oralarda daha şa'şaalı devam etmekte olduklarını göresin. Sonra da, senin, küre-i arz bahçesinde ünsiyet peyda ettiğin nimet ve semeratın eşbah ve benzerlerini, âlem-i âhirette daha a'lâ ve ekmel bir tarzda in'am etmesinin geniş ve ebedî in'amat dairesine bak. Sonra ve sonra.. ve hakeza!..
İşte madem öyledir. Ni'mete bakarken, sakın gaflet ile in'amı düşünmeden bakma! Tâ ki, ağlamakla teşeffi etmeye muhtaç olmayasın. Belki nimetten in'ama ve in'amın devamına ve in'amdan da mün'ime ve onun feyzinin genişliğine ve rahmetinin kemaline bak, şükrederek gül.. ve onun fazlıyla ferahlan ve mes'ud ol!..
Hem ey miskin, daha sen ne zamana kadar zail bir cemalin firakından mahzun kalarak gözlerin yaş akıtıp kalbin titreyecek!. Ey biçare dön, kendine gel. Ezelî, ebedî, sermedî, Kayyum-u Baki, hudûs ve zevalden mukaddes ve tebeddül ve tagayyürden münezzeh olan Zat-ı Zülcelal-i Vel-ikram'ın envar-ı cemalinin mazharları, aynaları, ma'kesleri ve mecraları hükmünde olan devair-i mütedahile-i muhitaların kesret ve vüs'atine bak!.. Tâ ki, senin meftun olduğun ve muhabbetiyle sersem olduğun şeyleri; teceddüd-ü emsal ve teradüf-ü eşkalleriyle, ayrı ayrı lezzetleri sana tattırsınlar da, Firak elemlerini de unuttursunlar.
Evet o dairelerin küçüklük ve büyüklükte tefavütleri, bir kısmı senin yüzüğünün hatemi kadar küçük olduğu halde, bir kısmı ise daire-i kehkeşandan daha büyüktürler. Hem zeval ve beka noktasında bir kısmı bir an veya bir dakikada zeval bulanı olduğu gibi, bir kısmı da dehirler ve ebedler kadar uzundur. Öyle ise aynanın içinde tecelli edip parlayan şeyi, aynanın malı olarak zannetme ki, aynanın ölümü veya kırılmasıyla içindekine ağlamayasın.
Şimdi gel! Başını, kalbinin dürbünü tarafına eğerek dünyadan çevir, tâ ki, tecellidar Şems-i Cemal'i göresin.. ve tâ bilesin ki; bütün aynalarda gördüklerin ve sevdiklerin ne varsa, ancak O'nun birer âyeti ve alâmetidir.
Evet, gökyüzünü misbahlarla, yeryüzünü çiçeklerle tezyin etmek, elbette onun ayat-ı cemalindendir. Hem insanı ahsen-i takvim üzere yaratmak ve âlem kitabını en bedi' bir surette nakşetmek elbette onun ayat-ı hüsnündendir. Hem kendi cemal- i mücerredinin envarıyla, enbiyanın ervahını işrak, evliyanın esrarını tenvir ve âriflerin kalblerini tezyin etmek, yine ancak O'nun beha ve ihsanının ayatındandır. (C.C.)
10. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey ene! Görüyorum ki, sen bir acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak olup, hudud ve kuyud sana darlaşarak; âdeta cüz'iyatın kum taneleri arasında kaybolan bir zerre veya hâdisatın dağları onun üstünde teraküm etmiş bir karınca veya hâdisat ve tesadüflerin fırtınasına maruz bir arı gibi olduğun halde; kendin ile, onun kudret ve gınasına hiçbir cihette nihayet olmayan ve esma ve sıfatının tecelliyatına asla bir kayıd ve bir had bulunmayan ve bütün mahlukat, onun kabza-i kudretinde emirber nefer gibi olan ve bütün semavat onun elinde matvî bulunan ve kâinatın hiçbir zerresi onun izin ve emri haricinde hareket edemiyen ve onun daire-i uluhiyet ve memleketinde hiçbir iştirak yeri bulunmayan ve daire-i rububiyet ve ceberutiyet-i mutlakasında hiçbir ihtilaf ve münazaa bulunmayan ve kâinatta ondan gayrı bir ilahın olması muhal ender muhal olan bir zat arasında bir tenasüb, bir münasebet görmüyorsun?!.
Evet, eğer senin dünyadaki vazifelerin; Fâtırının rububiyetine, onunla beraber iştirak etmek olsaydı, onunla muamelelerde belki bir münasebettarlık lâzım gelirdi. Lâkin heyhat, sivrisineğin elleri nerede ve şu âlemlerin kametine göre biçilmiş, kesilmiş, mutarrez gömleklerin dokumasına ulaşmak nerede?
Belki senin yaradılışındaki vazifen ve mahiyetindeki istidadının gaye-i kemali ise, mahviyet üzerine tenebbüt eden ve hem mahviyetten başlayıp mahbubiyette nihayet bulan ve şu ikisiyle ancak semere verebilen yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise, rububiyet ve malikiyetin zıddıdır. Demek, burada görünen münasebetsizlik, münasebetin tâ kendisidir. İşte sen, rububiyet ve malikiyetten uzaklığına olan ilminin derecesine göre, bir abd-i mahbub ve merhum olursun.
Hem zıddiyet itibariyle de ubudiyet, rububiyetin bir mir'atı olduğundan; âdeta sahife-i zulmet üstünde huruf-u nuriyenin kitabeti gibi, ne kadar ubudiyetteki mahviyet ademine yaklaşılırsa, o derece Vâcib-ül Vücud'un vücub-ü vücud cilvelerinin meratib-i âliyeleri onun üstünde tezahür edeceklerdir. (Celle Celâlühü velâ ilahe illâ hû)
11. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey bazı fezail-i a'mal hakkında vürûd eden rivayetler hakkında mübalağa tevehhümüne düşen adam bil ki; meselâ bazı rivayetler vardır ki, diyor: "Kim şu ameli böyle işlerse, ins ve cinnin sevabı kadar ona sevab verilecek." Hattâ, bu yüzden bazıları demişler ki: "Bu gibi hadîslerden murad, yalnız tergib ve teşviktir." Ve bazısı da "sevabın mutlak çokluğu muraddır" demişler.
Fakat (geçen derslerde de geçtiği gibi,) bana inkişaf eden şudur: Bu gibi müteşabihattaki kaziye mutlakadır, vaktiyyedir. (Yani mutlak olup, bazı evkata mahsustur.) Bazı vakitlerde ve bazı ferdlerde o hükmün tek bir ferdine rastlansa, o gibi rivayetin doğruluğu için kâfidir. Yoksa o gibi kaziyeler, daimî ve küllî değillerdir. Çünkü o gibi rivayetlerdeki hakikatın doğruluk ve sıhhati için (Burada) zikredilmemiş bazı maruf şartlar vardır. Şayet o kaziyeler külliye dahi olsalar, ancak mümkin birer kaziye olabilirler. Hem dahi o kaziyeler, ihlas ve kabulün kayıd ve şartlarına bağlı olduğundan daimî olamazlar.
Şimdi, şu anda bana açıldı ki; sevab, Allah'ın bir fazl ve feyzidir. Abdin nazarı ise; tecelliyat-ı feyzine nihayet olmayan Cenab-ı Hakk'ın; devamına nihayet olmayan dar-ı bekadaki nihayet ihtiyacat sahibi olan kendi ibadına i'ta ettiğini ihata edemez. Evet hangi sevab ve feyze canib-i Hak Teala'dan ona bakılırsa, mutlaka onda nihayetsizlikten bir cihet bulunur ki, ilm-i abdin ihata ettiği bütün her şey, onunla müvazene edilse, yine o cihet ziyade gelecektir.
Meselâ rivayet edilmiş ki: "Her kim bu duayı okusa, ona Musa ve Harun (Aleyhimesselâmların) sevabı verilecektir." İşte bundan murad şudur ki: Yani şu mütenahî âlemde, mütenahî olan nazarınızla gördüğünüz ve tasavvur ettiğiniz kadarıyla (ve size göre) bir âyetin nefs-ül emirdeki kıraatının sevabına, -fakat sevab, Cenab-ı Allah'a bakması nokta-i nazarından, ihlas ve kabul şartıyla- sevabları ziyade gelmez demektir.
Hem de teşbih ise, keyfiyete değil, kemiyete bakar. Öyle ise, güneşe mukabil bir katre su, denize diyebilir: "Güneşin ziya ve elvanını almakta senin geniş yüzün, benim gözbebeğimden ziyade değildir."
Evet sevab-ı a'mal, âlem-i ıtlaka baktığı için, o âlemin bir zerresi bu âlemden bir âlemi içine alabilir. Nasıl ki bir zerrecik cam parçası, gök âlemini yıldızlarıyla beraber içine almaktadır.
Hem bazı olur ki, bir adam, bir halet-i kudsiye içinde bir kelime-i tayyibeden rahmetin bir hazinesini bulup açabilir. Sonra o zat, başkaları da kendine kıyas ederek, şahsî olan o kaziyeyi mutlakiyet ile ta'bir edip küllî ve âmm telakki eyler.
وَالْعِلْمُ عِنْدَ عَلَّامِ الْغُيُوبِ وَمُقَلِّبِ الْقُلُوبِ
Önceki Risale: Zehre ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Zerre: Sonraki Risale
- ↑ Havass-ı hamse: Kulak, göz, burun, ağız ve akıldır. (A.B.)