Namaz

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Gezinti kısmına atla Arama kısmına atla

Namazlar hakkındaki maddelerin listesi için Namaz (Tavzih) sayfasına gidin

"Namaz dinin direğidir" hadisi

Namaz veya Salat İslâm’ın beş rüknünden (şartından) biri ve tüm ibadetlerin hülasasıdır. Namaz şükür türlerinin en kapsamlısı ve umumi fihristesi, tüm ibadet türlerinin fihristi, İslâmiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat ve hasenatın fihristesidir. Namaz; oruç, hac, zekât ve diğer hakikatlerı içerdiği gibi şuurlu ve şuursuz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin numunelerini de içerir. Mesela secdede, rükûda, kıyamda olan meleklerin ibadetlerini ve taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir. Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir bağdır ve her ruhu kendine çeker. Namaz, Cenab-ı Allah tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Namaz dinin direği olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’den hemen bütün ilâhî dinlerde namaz ibadetinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Salât (namaz) kelimesi ve türevleri Kur’an’da sözlük ve terim anlamında doksan âyette doksan dokuz defa geçer

İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren namaz ibadeti vardı ve beş vakit namaz farz kılınmadan önce sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit namaz kılınıyordu. İslâmiyet’te bugün bilinen şekliyle beş vakit namaz hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi‘râc gecesinde farz kılınmıştır. Farz namazlar 5 vakit namaz, Cuma namazı (erkeklere), cenaze namazı (farz-ı kifaye) ve kaza namazlarını; vacip namazlar vitr ve bayram namazı ile bozulan nâfile namazın kazâsını ve adak namazını; nafile namazlar ise bunları dışında kalanları (mesela namazın sünnetleri, evvabin, teheccüd, işrak, duha, yağmur, istihare, ay ve güneş tutulması, hacet, tesbih, tahiyyetü’l-mescid ve ihrama giriş namazları ve abdest ve gusülden sonra kılınan namaz) içerir.

Namaz müslüman, âkıl (aklı yerinde) ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) olanlara farzdır. Hayız ve lohusa halindeki kadınlar namaz kılmazlar ve bu dönemlerde kılınmayan namazların kazası da gerekmez. Peygamberimiz çocukların yedi yaşına gelince velisi tarafından yavaş yavaş namaza alıştırılmasını, on yaşına ulaştığında bu hususta daha titiz davranılmasını, hatta hafif zorlayıcı tedbirlere başvurulmasını tavsiye etmiştir.

Namazın şartları Hadesten Tahâret (abdestli ve gusül abdestli olmak), Necâsetten Tahâret (kişinin üzerinde ve namaz kıldığı yerin temiz olması), Setr-i Avret (örtülmesi gereken yerleri örtmek), İstikbâl-i Kıble (kıbleye yönelmek), Vakit (vaktinde kılmak) ve Niyet; namazın rükünleri ise İftitah Tekbiri (namaz başlangıcındaki tekbir), Kıyam (ayakta durma), Kıraat (Kur'an okuma), Rükû (eğilme), Secde (yere yatma) ve Ka‘de-i Ahîre'dir (namazın son rekatında oturma). Ta‘dîl-i erkân (namazın rükünleri düzgün, yerli yerinde ve düzenli olarak yapmak) ve namazdan kendi fiiliyle çıkmak fıkıh alimlerinin bir kısmına göre namazın farz veya vâcipleri arasında yer alır.

Hanefi mezhebine göre namazın başlıca vacipleri namaza Allahüekber gibi tekbir ifade eden bir cümle ile başlamak (diğer üç mezhepte farzdır), namazların bütün rek‘atlarında Fâtiha sûresini okumak (fıkıh alimlerinin çoğunluğuna göre farzdır), farz namazların ilk iki rek‘atında, vâcip ve nâfile namazların ise her rek‘atında Fâtiha sûresinden sonra Kur’an’dan bir miktar okumak (çoğunluğa göre sünnettir), farz olan kıraati ilk iki rek‘atta yerine getirmek, Fâtiha sûresini Kur’an’dan okunacak âyetlerden önce okumak, secdede alınla birlikte burnu da yere koymak, üç ve dört rek‘atlı namazlarda ikinci rek‘atın sonunda oturmak, namazların ilk ve son oturuşlarında teşehhüdde bulunmak (ettehiyyatü okumak), namazın sonunda sağ ve sol tarafa selâm vermek (çoğunluğa göre farzdır), farz olan fiilleri sırayla yapmak, farz olan fiili geciktirmemek ve ta‘dîl-i erkâna uymaktır (Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a ve diğer mezheplere göre farzdır).

Hanefî mezhebine göre namazın belli başlı sünnetleri 5 vakit farz namaz ve cuma namazı için ezan okunması ve kāmet getirilmesi, iftitah tekbiri için erkeklerin ellerini kulak hizasına, kadınların omuz hizasına kadar kaldırması (Mâlikîler ve Şâfiîler’e göre erkekler ellerini omuz hizasına kadar kaldırırlar, Hanbelîler’e göre isteğe bağlıdır), kıyamda erkeğin sağ elini sol elinin üzerine koyarak göbek altında bağlaması, kadının aynı şekilde göğsünün üstünde bağlaması (Mâlikîler’e göre namazda iki elin yana salıverilmesi menduptur), iftitah tekbirinden sonra Sübhâneke duasını okumak (Mâlikîler’e göre mekruhtur), Fâtiha sûresinin sonunda âmin demek (Hanefîler’e ve Mâlikîler’e göre âmin ifadesi gizli söylenir. Şâfiîler ve Hanbelîler’e göre kıraatin gizli yapıldığı namazlarda gizli, açıktan yapıldığı namazlarda açıktan söylenir), Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre birinci rek‘atta, Şâfiîler’e göre her rek‘atta kıraate başlarken besmeleden önce istiâze (euzu...) cümlesini söylemek, kıyamdayken ayakların arasında mesafe bırakmak, (Hanefîler’in dışındaki mezheplere göre) her namazın birinci ve ikinci rek‘atında Fâtiha sûresinden sonra Kur’an’dan bir miktar okumak (Hanefîler’e göre vâciptir), rükûda iki eli diz kapaklarına koymak ve rükûda en az bir kere “sübhâne rabbiye’l-azîm” demek, farz namazların üçüncü ve dördüncü rek‘atlarında Fâtiha sûresini okumak (Şâfiîler’e göre farzdır) ve rükû ve secde yaparken tekbir almaktır. Namaz kılarken yerine getirilmesi faziletli kabul edilen ve namazın âdâbı olarak isimlendirilen bazı davranışların Hanefî literatüründe mendup (müstehap) şeklinde adlandırıldığı görülür.

Namazı bozmamakla birlikte namaz için gerekli saygı, tâzim ve sükûnet haline aykırı olan ve ibadetin gerektirdiği kalp huzuruna ve huşûa engel olacak davranışlar mekruh olarak nitelendirilmiştir. Namazda namazı bozan şeylerden de sakınmak gerekir.

Namazların tek başına kılınması mümkün olmakla birlikte Hz. Peygamber, cemaatle kılınan namazın tek başına kılınan namazdan yirmi yedi veya yirmi beş derece daha faziletli olduğunu belirtmiştir. Hanbelîler’e göre cemaatle namaz kılmak erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler’e göre farz-ı kifâyedir. Hanefî ve Mâlikîler’e göre ise cuma dışındaki farz namazları cemaatle kılmak gücü yeten erkekler için müekked sünnettir.

Resulullah Efendimiz'in (asm) “salât-ı kübrâ”sı ise, Allah'a karşı yaptığı kulluğu, kâinat çapındaki namazı ve duâsı manasındadır. Kıyamete kadar bütün ümmetinin namazını ve duâlarını temsil eder. Salât-ı Kübrâ, bir mânasıyla bütün peygamberlerin duâsını ve ibadetlerini içine alır. Salât-ı Kübrâ, sadece kendisi için değil, bütün ümmetinin kıyamete kadar ihtiyaçları için ve hatta semâvât ve arz namına Allah'a müracaatıdır.[1] [2]

Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti

  • Namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.
  • Namazını kıldıktan sonra başkalarına yük olmamak için rızkını aramak da ibadettir.
  • Namazın manası Cenab-ı Hakk’ı tesbih (Subhanallah), tekbir (Allahu Ekber) ve şükürdür (Elhamdülillah). Bu üçü namazın çekirdekleri hükmündedirler ve bu nedenle namazın içinde ve tesbihatında çokça tekrarlanırlar.
  • Namaz bütün ibadet çeşitlerini içinde barındırır ve bütün mahlukat türlerinin çeşit çeşit ibadetlere işaret eden kudsi bir haritadır.
  • Namaz kalbin gıdası ve ruhun âb-ı hayatıdır ve latîfe-i Rabbaniyenin hava-yı nesîmini cezb ve celbeder.
  • Peygamberimize güvenip ibadette kusur ve tembellik etmek hatadır (Mesela bazı Alevilerin “Namazımız kılınmış” demesi gibi)
  • 1. Dünya savaşında milletimizin çektiği meşakkatin sebebi başka namazı olmak üzere erkan-ı İslamiyedeki kusurumuzdu. Cenab-ı Allah ceza olarak savaşta 5 senede 24 saatte daima talim ve meşakkatle bir nevi namaz kıldırdı.
  • Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.
  • Risale-i Nur'da kardeşlik mertebesinin hâssası ve şartı hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek ve yedi kebairi işlememektir.
  • Şükür çeşitlerinin en kapsamlısı ve genel fihristesi namazdır.
  • Tarîkat ve hakikatta adab ve evrad, namaz gibi farzların içindeki hakiki zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani tekkesi camideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalıdır. Camideki namazı çabuk resmî kılıp hakiki zevkini ve kemalini tekkede bulmayı düşünen hakikatten uzaklaşıyor.
  • Farz namazını kılmayan birinin bu tembelliği kendisine büyük bir sıkıntı verir, o sıkıntıdan namaz ibadetinin olmamasını temenni eder, bundan manen Allah'a düşmanlık ve onu inkar arzusu uyanır ve bir şüphe ile Allah'ın varlığını inkara yönelebilir.
  • Cenab-ı Hakk başta namaz bizim ibadetimize muhtaç değildir ama biz manen hastayız ve ibadete muhtacız.
  • İbadeti ve namazı terk eden adam mevcudatın hukukuna girmiş olur çünkü mevcudatın kemalleri Allah'a bakan yüzlerinde ibadet ile ortaya çıktığından ibadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder.
  • Namaz hasenata fihristedir.
  • Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir bağdır ve her ruhu kendine çeker.
  • Namaz, Cenab-ı Allah tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir.
  • Namaz, kalplerde Allah'ın büyüklüğünü yerleştirir ve aklı ona yönelterek İlahi adalet kanununa itaat etmek ve Allah'ın koyduğu düzene uymak için yegâne İlahî bir vesile olur.
  • Namaz dinin direği ve kıvamıdır.
  • Bediüzzaman "Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!" dersini vermiştir.
  • Bediüzzaman 5 farz namazını kılan ve yedi kebairi terk eden zatları şu manevî münasebet ve görüşmek neticesi olarak âhiret kardeşliğine kabul ettiğini beyan etmiştir.
  • 2. Dünya savaşı esnasında merakından cemaati belki de namazı terk eder derecede ifratla tam namaz vaktinde konuşan radyoyu dinleme hatasına düşenler olmuştur.
  • Kur’an imandan sonra namaza emreder.
  • Peygamberimiz dünyanın en büyük siyasî hâdisesi olan Bedir Savaşında sahabelere nöbetleşe cemaatle namaz kıldırmış, yani vâcib olmayan, özellikle savaş zamanında terk edilebilen “cemaatle namaz kılmak” gibi bir hayrı dünyanın en büyük siyasî olayına tercih etmiştir.
  • Peygamberimiz ubudiyet cihetiyle iman ehlinin kalplerini bayram, cuma ve cemaat namazlarında birleştiriyor.
  • Kâinat bir büyük cami gibidir ve bütün mahlukat türleri büyük bir namazda her biri kendine mahsus bir ibadetle ve hal dili ile bir nevi namaz kılmaktadır.
  • İmandan gelen kardeşlik ve İslam'dan gelen vahdet ile her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidindeki milyonlarca müslümanın Fatiha’daki “Âmin”leri külliyet kazanır ve her bir ferdin "Amin"i milyonlarla “Âmin”ler hükmüne geçebilir.
  • Namazda ettehiyyatü ve Fatiha kelimelerinin yüksek manaları kasdî değil dolayısıyla düşünülmelidir. Namazda bu manalar ayrıntılarıyla değil kısa bir tarzda düşünülmelidir.
  • Fatiha'daki "Na'büdü" (kulluk ederiz) kelimesinde "biz" anlamı katan nun harfinin ifade ettiği cemaat fikri namaz kılan müslüman için yeryüzünü bir mescid şekline getirir ve bütün mü’minlerden oluşan saflarda namaz kıldığını hatırlatır.
  • Namazı vaktin evvelinde Kâbe’yi hayalen nazara almakla kılmak güzeldir.
  • "Hz. İsa'nın (as) Hz. Mehdi’ye namazda uyması"nı haber veren hadis İsevilik dininin İslâmiyet hakikatı ile birleşip İsevilerin Kur’an hakikatlarına uyacaklarına işaret eder.
  • Namaz kılan veya abdest alan birisinin haberi olmadan namazı veya abdesti bozan bir hali varsa bile o kişinin namazına ve abdestine hiçbir zararı yoktur. Vesveseye düşülmemelidir.
  • Çoğu mensubu köylü olan Şafiî mezhebinde az bir kir (necaset) namaza manidir ama çoğu mensubu toplum hayatında olan Hanefî mezhebinde bir dirhem kadar necasete fetva vardır.
  • Özellikle namazda gelen vesveseleri aşmanın yolu onlarla uğraşmamaktır.
  • İslâm Deccalı namaz kılanlara ve camilere saldırmıştır.
  • İslam milletinin cemaatleri kendileri namaz kılmayıp günah işlese de başlarındakini dindar ve namazlı görmek ister.
  • Bediüzzaman'ın bir gün namazda söylediği "Subhane rabbiyel a'la" ibaresinin bir parça hakikati kendisine görünür ve “Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım bir sene ibadetten daha iyi idi.” der ve bunu namazları en yüksek derecede olan sahabelere neden yetişilemediğine bir delil olarak gösterir.
  • Peygamberimiz bir gün namaz kılarken namazını bölüp önünden geçen hırçın bir çocuk daha sonra yürümemiş öyle kalmış ve hırçınlığının cezasını bulmuş.
  • Hz. Ali namaz esnasında düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemesi ve huzuruna gaflet gelmemesi için Allah'tan bir muhafız ifriti istemiş.
  • 1. Dünya savaşından sonra Ruslara esir düşen Bediüzzaman esir kampına gelen ordu komutanına ayağa kalkmayınca komutan Bediüzzaman'a idam cezası verir ama son isteği olarak 2 rekat namaz kılarken komutan ayağa kalkmamasının hakaret için değil imanının gereği olarak yaptığı anlar ve cezayı iptal eder.
  • Bediüzzaman Şafiî olduğundan ve Şafiî mezhebinde cumanın bir şartın imamın arkasında 40 adamın Fatiha okuması olduğundan sürgünde olduğu yerde kendisine cumanın farz olmadığını, 25 yıldır inzivada yaşadığından kalabalık yerlerde huzur bulamadığını, herkesin arkasında mezhebince uyup namaz kılamadığını ve kendi mezhebinde namazda okunması farz olan Fatiha’yı tamamlayamadan imamın rükûya gittiğini söyler.
  • Bediüzzaman bir zaman dünyaya,toplum hayatına ve siyasete girmemek için çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp odasında namazını yalnız kılmayı tercih etmiştir.
  • Birisi zulmen mahkûm olmuşsa farz namazını kılmak şartıyla hapiste her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer.
  • Hapiste farz namazını kılan ve tövbe edenin her bir saati on saat ibadet hükmüne geçer.
  • Hapiste görevlilerin mahkumlara hizmetleri farz namazı kılmaları şartıyla sadaka hükmüne geçer.
  • Bediüzzaman hapishanedeki mahkumlara sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’an’dan bildiği sureleri okumalarını, manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmelerini, kazaya kalmış farz namazlarını kaza etmelerini ve birbirinin güzel huylarından istifade etmelerini tavsiye eder.
  • Nur talebeleri zulmen atıldıkları hapishanelerde çok sayıda mahkumun namaza başlamasına vesile olmuşlardır. Bediüzzaman Nur şakirdlerinin mahpuslara teselli vermek ve yüzde doksanına namaz kıldırmak hikmetiyle hapse girdiklerini beyan eder.
  • "Kim iki rekat namazı filan vakitte kılsa bir hac kadardır.” gibi hadislere göre 2 rekat namazın bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir, her bir 2 rekat namazda bu mana külliyet ile mümkündür ama her zaman ve her durumda gerçekleşmez.
  • Bir hurma çekirdeğinden mükemmel hurma ağacına kadar ne kadar mertebe varsa namazın derecelerinde de daha fazla mertebe vardır fakat bütün o mertebelerde namazın nurani hakikatının esası bulunur.
  • Her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı, Cenab-ı Allah'ın tasarrufunun büyük bir aynası ve o tasarruf içinde Allah'ın külli ihsanlarının yansıması olduğundan Allah'a o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim etmek ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasındaki toplamına karşı şükür ve hamd demek olan namaz emredilmiştir.
  • Dua bir kulluktur ve kulluğun meyvesi ahirettedir. Dünyevî maksatlar o nevi dua ve ibadetin vakitleridir; gayeleri değildir. Mesela, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir.
  • Bediüzzaman kendi zamanında meydana gelen bir depremin hikmetinin namaza ve niyaza uyandırmak için insanları sarsmak olduğunu söyler.
  • Gece ve gündüzde Zeynelâbidîn gibi bin rekat namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zatlar gelip geçmiştir.
  • Namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra edilen duaların kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kuvvetle umulur.
  • Sabah namazı vakti baharın başına, insanın ana rahmine düştüğü ana, semavat ve arzın altı gün yaratılışından birinci gününe benzer ve onlardaki ilahi şuunatı hatırlatır. İkinci sabah ise haşir sabahını hatırlatır.
  • Öğle namazı vakti yaz mevsiminin ortasına, gençlik kemaline, dünyanın ömründeki insanın yaratılış devrine benzer ve onlardaki rahmet tecellilerini ve nimet feyizlerini hatırlatır.
  • İkindi namazı vakti güze, ihtiyarlık vaktine, Âhir Zaman Peygamberinin (asm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki ilahi şuunatı ve Rahmani in'amları hatırlatır.
  • Akşam namazı vakti güz mevsiminin sonunda pek çok mahlukatın batmasına, insanın vefatına ve dünyanın kıyamet başlangıcında harab olmasına bakar ve celali tecellileri bildirip insanı gaflet uykusundan uyandırır.
  • Yatsı namazı vakti gündüz âleminin bütün eserlerinin siyah kefen ile örtülmesini, kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, vefat etmiş insanın eserlerinin bakiyesinin de vefat edip unutulmasını ve imtihan yeri olan bu dünyanın bütün bütün kapanmasını hatırlatıp Kahhar-ı Zülcelal’in celalli tasarrufatını ilan eder.
  • Gece vakti hem kışı, hem kabri, hem berzah alemini bildirip insanın ruhunun rahmet-i Rahman’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Gecede teheccüd namazı ise kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir ve bütün bu inkılaplar içinde Allah'ın nihayetsiz nimetlerini hatırlatır.
  • Sabah namazından sonraki kerahat vaktinde uyumak rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine sebebiyet verir.
  • Duha vaktinden öğleden biraz sonraya kadar olan kaylule uykusu sünnettir.
  • İkindi namazından akşam namazına kadar olan vakitteki feylule uykusu ömrün noksaniyetine sebebiyet verir.
  • Kucağında Peygamberimiz yattığı için ikindi namazını kılmayan Hz. Ali, Peygamberimizin mu’cizesiyle dünyanın doğudan geri dönmesiyle ikindi namazını vaktinde kılmıştır.
  • Bediüzzaman yatsı namazından sabaha kadar hiç kimseyi yanına kabul etmezdi.
  • Fatiha suresinde 13 defa geçen sakin elif ile 23 defa geçen lam'ın toplamı 36 olup 5 farz namaz (20 defa (vitr dahil) veya 18 defa (Şafii mezhebinde vitr 1 rekat kılınabilir)), namazın sünnetleri (20 defa (Hanefi mezhebinde tüm sünnetler); 12 defa (gayrı müekkedler hariç); 10 defa (Şafii mezhebinde sabah 2, öğle 2+2, akşam 2 ve yatsı 2 rekat hesaplandığında) veya 16 defa (Şafii mezhebinde sabah 2, öğle 2+4, ikindi 4, akşam 2 ve yatsı 2 rekat hesaplandığında) ve 2 rekat teheccüd namazında (2 defa) 24 saatte 36 defa Fatiha'nın okunmasını îma eder.
  • Henüz kendisine farz olmadığı halde namaz kılan çocuklar vefat ettiklerinde büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için 33 yaşında olacaklardır.
  • Dinen 7 yaşına gelen bir çocuğa anne-babası namaz gibi farzlara alıştırmak için teşvikkârane emretmeli ve 10 yaşına girdiğinde şiddetle namaz kıldırmalı ve alıştırmalıdır.
  • Namaz mü'minin mi'racı, Cenab-ı Allah'ın huzuruna kabulü ve külli ibadet mertebelerinin bir gölgesine ve suretine mazhar olmasıdır.
  • Paygamberimiz salât-ı kübrada saadet-i ebediye için dua ediyor ve onun ibadeti kendisine ittiba eden ümmetinin ibadetlerini ve bütün peygamberlerin ubudiyet sırlarını içerir. Sanki tüm arz onun azametli namazıyla beraber namaz kılmaktadır.
  • Kevser suresindeki 857 (Miladi 1453) ebcedi hesabı İstanbul'un fethine müjde verir ve İstanbul'un yeryüzünde kılınan büyük namazın büyük bir mescidi olduğuna îma eder.
  • Günde 1 saat, 5 farz namaza abdestle beraber kâfi gelir ve 23 saatini kısacık dünya hayatına sarf edip 1 saati uzun ebedi hayata sarf etmeyen hem zarar eder hem de nefsine zulmeder. O nefsin sahibi olan Allah da o abdinin hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için dehşetli tehdit eder.
  • Bediüzzaman Kurtuluş savaşında zafere ulan Mecliste milletvekillerine bu zaferdeki nimetin devamı için şükür olarak namazlarını kılmaları gerektiğini hatırlatan bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. Bunun ardından namaz kılanlara altmış mebus daha katılır. M. Kemal Paşa Bediüzzaman'a "Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz" demesi üzerine Bediüzzaman hiddetle "Paşa! Paşa! İslâmiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur" der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.
  • Geçmiş günlerdeki namazın meşakkatini bugün düşünüp muzdarip olmak ve gelecek günlerdeki namaz hizmetini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek akıl karı değildir.
  • Bir hükmün hikmeti ayrı, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise tercihe sebeptir. Seferi olan birisi 4 rekatlık farzları 2 rekat kılar. Seferilik olsa ama hiç zorluk olmasa yine de namazlar kısaltılır. Seferilik olmasa ama yüz zorluk olsa yine de namaz kısaltılamaz. Seferilikte ulaşım vasıtasına değil mesafeye bakılır.
  • Namazda okunan Kur'an, tesbih ve zikirler cansız elbise değil canlı cilt hükmünde olduğundan ve bu lafızlar örfi manalarına alem (sembol) olduklarından Arapça asıllarından değiştirilemezler.
  • İmam-ı A’zam diğer imamlarına aksine olarak ihtiyaç durumunda uzak diyardakilere ve Arapça bilmeyenlere namazda Fatiha yerine Farsça tercüme okunmasına izin veren beş cihette hususi bir fetva vermiştir ama iman zayıflığından, menfi milliyet fikriyle, Arapça'ya düşmanlıkla ve dini tahrip niyetiyle namazdaki Fatiha ve diğer lafızları tercüme edip Arapça aslını terk etmek dini terk ettirmektir.
  • Risale-i Nur yolunun evradı sünnete uymak, farzları işlemek, büyük günahları terk etmek, bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.
  • İslamiyetin ilk zamanlarında Peygamberimiz Mescidü’l-Haram’da namaz kılarken kendisine eziyet eden Kureyş reislerine beddua etmiş ve bunlar Bedir savaşında öldürülmüşlerdir.
  • Bediüzzaman hanımlara geçinmek hatırına namazsız ve ahlâkını kaybetmiş koca aramalarının yanlışlığını hatırlatır.
  • “Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz.” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile şüphe ile münafık deyip cenaze namazını kılmamak olmaz. "La İlahe İllallah" diyenler kıble ehlidir, açıkça küfür sözler söylememişse veya tövbe etmişse cenaze namazı kılınabilir. Alevîlerin bir kısmının Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da münafık hakikatine dâhil olmamak lâzım gelir. Hz. Ali'nin 20 sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm yapıp hükümlerini kabul ettiği Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'a ilişmeseler ve Hz. Ali'nin o üç halifeye hürmet ettiği gibi onlar da hürmet etseler ve farz namazını kılsalar yeter.
  • Bediüzzaman talebelerine hocaların cuma ve cemaatlerine ilişmemelerini ve katılmasalar da katılanları eleştirmemelerini söyler. Mescide gidip gelirken büyük günahlara maruz kalınıyorsa kendi yerinde kalması lâzımdır.
  • Müslümanlar öyle bir cemiyettir ki mensupları her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.
  • Bir Bektaşî’ye namaz kılmamasının sebebi sorulunca Kur'an'da "Namaz kılmayın" cümlesinin geçmesini sebep olarak gösterir. Bu ayetin devamındaki "sarhoşken" ifadesi hatırlatılınca “Ben hâfız değilim.” diyerek sıyrılmaya çalışır. Mahkemede bu misali veren Bediüzzaman Risale-i Nur’un bir cümlesinin esas alınıp sonuna bakılmamasını hata olduğunu beyan eder.
  • Ebucehil Peygamberimizi secdede gördüğünde taşla ona vuracağını ilan eder ve büyük bir taş alıp gider. Peygamberimizi secdede görür and taşı atmak için kaldırdığı elleri yukarıda kalır ve ancak Peygamberimizin namazı bittikten sonra elleri çözülür. Yine Mekke müşriklerinden Velid İbn-i Mugire Peygamberimize secdede taş atmak için Mescid-i Harama gider ama gözü kapanır ve Peygamberimizi namazı bitirene kadar göremez.
  • Bediüzzaman Şafiî mezhebinden olduğundan için namazda Fatiha’yı kendisi işitecek derecede okuması lâzım gelirken hastalık sebebiyle sesi çıkmadığında mezheb-i Hanefî’yi takliden namazlarını eda etmiştir.
  • Muarızlarının çok olduğu gençlik döneminde Molla Said bir gün sabah namazına kalkamaz. Bunu öğrenen hasımları “Molla Said, namazı terk etmiştir.” diyerek halk arasında yayar. Molla Said geceleyin âdet edindiğim virdini terk ettiğinden Allah'ın hikmeti olarak bu durumun başına geldiğini söyler.
  • Molla Said gençliğindeyken bir gece rüyasında Abdülkadir-i Geylanî ona Mîran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya gitmesini, hidayete davet etmesini, zulümden vazgeçerek namaza başlamasını söylemesini ve bunları kabul etmezse onu öldürmesini söyler. Bediüzzaman derhal gider ve onu namaza davet eder. Mustafa Paşa'nın alimlerini münazarada mağlup edince Paşa namaza başlar.
  • Molla Said gençliğinde bir sebeple elleri kelepçelenerek götürülürken namaz vakti gelir. Jandarmalar ellerini açmayınca kelepçeleri açarak önlerine atar ve namazını kılar. Bediüzzaman bunu namazın kerameti olarak nitelendirir.
  • Bedîüzzaman Eskişehir hapishanesinde camide Cuma namazında görülür. Hapishane müdürü kontrole geldiğinde koğuşunda namaz kılarken bulur. Yine Denizli hapishanelerindeyken halk Bediüzzaman'ı iki üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür.
  • Bediüzzaman yanına gelen gençlere ve yollarda rastladığı memur ve işçilere namaz kılmaları halinde dünyevî meşgalelerinin âhiret hesabına geçeceğini telkin ederdi.
  • Bediüzzaman zehirlenip çok hasta olduğunda dahi namazını terk etmemiştir.

Diğer İsimleri

Salat

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği

Risale-i Nur'da namazın kıymetini ders veren temsilî bir hikâyecik içeren 4. Söz, namazın belirli beş vakite tahsis edilmesinin hikmetinin izah edildiği 9. Söz ve namazdan usanan nefse dersler içeren 21. Söz'ün 1. Makamı risaleleri mevcuttur. Ayrıca 11. Söz'de namazın çeşitli zikir ve hareketleriyle işaret ettiği vazifelerden ve makamatlardan bahsedilir

Namaz, Namazı Kılma ve Namazı Terk

Dördüncü Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدّٖينِ

Namaz, ne kadar kıymettar ve mühim hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:

Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, her birisine yirmi dört altın verip iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba hem gemi hem şimendifer hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.”

İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki sermayesi birden bine çıkar.

Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder, bir tek altını kalır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir, belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.”

Acaba şu adam inat edip o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat bir lezzet için sefahete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?

İşte ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

O hâkim ise Rabb’imiz, Hâlık’ımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu mütefavit derecede katederler. Bir kısım ehl-i takva, berk gibi bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kateder. Kur’an-ı Azîmüşşan, şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.

Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.

(4. Söz)


Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakiki bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

...

Ve o talim ve talimat ise –başta namaz– ibadettir.

...

Demek derd-i maişet için namazını terk eden, o nefere benzer ki talimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerîm’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için kendisi bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.

(5. Söz)


Ve o bilet, senet ise başta namaz olarak eda-i feraiz ve terk-i kebairdir. Öyle mi? Evet, bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla o uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd yolunda zâd u zahîre, ışık ve burak ancak Kur’an’ın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, sanat ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.

İşte ey tembel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terk etmek, ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faydası ne kadar çok, mühim ve büyük olduğunu, aklın varsa bozulmamış ise anlarsın.

(7. Söz)


Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek; hem kemaline karşı lafzen ve amelen “Allahu ekber” deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir.

Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki namazdan sonra, namazın manasını tekid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın manası, şu mücmel hülâsalarla tekid edilir.

...

Nasıl ki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadatın envaını şâmil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.

(9. Söz)


Şu bahtiyar cemaat, o resulü dinleyip Kur’an’a kulak verdiler. Kendilerini, enva-ı ibadatın fihristesi olan namaz ile birçok makamat-ı âliye içinde çok latîf vazifelerle telebbüs etmiş gördüler.

Evet, namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezaifi, makamatı mufassalan gördüler. Şöyle ki:

  • Evvelen: Âsâra bakıp gaibane muamele suretinde, saltanat-ı rububiyetin mehasinine temaşager makamında kendilerini gördüklerinden tekbir ve tesbih vazifesini eda edip “Allahu ekber” dediler.
  • Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleri olan bedayi’ine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle “Sübhanallah, Velhamdülillah” diyerek takdis ve tahmid vazifesini îfa ettiler.
  • Sâlisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zahir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve sena vazifesini edaya başladılar.
  • Râbian: Esma-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri, manevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar.
  • Hâmisen: Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektubat-ı Rabbaniyeyi mütalaa makamında, tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.
  • Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın sanatındaki latîf incelik ve nâzenin güzellikleri temaşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.

Demek, kâinata ve âsâra bakıp gaibane muamele-i ubudiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezaifi eda ettikten sonra Sâni’-i Hakîm’in dahi muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine çıktılar ki hazırane bir muamele suretinde evvela Hâlık-ı Zülcelal’in kendi sanatının mu’cizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ dediler. “Senin tarif edicilerin bütün masnuatındaki mu’cizelerindir.”

Sonra o Rahman’ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ dediler.

Sonra o Mün’im-i Hakiki’nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı şükür ve hamd ile mukabele ettiler, dediler: سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı halleri, şükür ve senanızı okuyorlar. Hem âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilanatıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cûd ve keremine şehadet etmekle senin şükrünü enzar-ı mahlukat önünde îfa ederler.”

Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemal ve celal ve kemal ve kibriyasının izharına karşı اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip tazim içinde bir aczle rükûya gidip mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.

Sonra o Ganiyy-i Mutlak’ın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı fakr u hâcetlerini izhar edip, dua edip istemekle mukabele edip وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ dediler.

Sonra o Sâni’-i Zülcelal’in kendi sanatının latîflerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı مَاشَاءَ اللّٰهُ deyip takdir ederek “Ne güzel yapılmış!” deyip istihsan ederek بَارَكَ اللّٰهُ deyip müşahede etmek, اٰمَنَّا deyip şehadet etmek; “Geliniz, bakınız!” hayran olarak حَىَّ عَلَى الْفَلَاحِ deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler.

Hem o Sultan-ı ezel ve ebed, kâinatın aktarında kendi rububiyetinin saltanatını ilanına ve vahdaniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

Sonra o Rabbü’l-âlemîn’in uluhiyetinin izharına karşı zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilandan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler.

(11. Söz)


Öyle ise hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.

...

Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?

...

Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarf etsen o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:

Birinci maden: Bütün bağındaki (Hâşiye: Bu makam, bir bağda bir zata bir derstir ki bu tarz ile beyan edilmiş.) yetiştirdiğin –çiçekli olsun, meyveli olsun– her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile bir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulattan kim yese –hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun– sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki sen, Rezzak-ı Hakiki namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan…

(21. Söz)


Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: Peygamber’e (asm) intisap edip onun kemalâtına istinad ederek onun pederane şefkatine itimat edip kusur ve hatîat etmemelisiniz, demektir. Evet, çoklar var ki büyüklerine ve mürşidlerine itimat edip tembellik eder. Hattâ bazen “Namazımız kılınmış.” der. (Bir kısım Alevîler gibi.)

(25. Söz)


Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi,

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

(Lemeat (Sözler))


Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvi, nurani ve faydalı bir nevi talimat-ı Rabbaniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenab-ı Hak onun keffareti olarak beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı.

(22. Mektup)


Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.

(Lemeat (Sözler))


Çünkü Bedîüzzaman Said Nursî’nin Birinci Millet Meclisinde beyan ettiği gibi “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.”

(Konferans (Sözler))


İkincisi: Belki tahattur edersin, Ankara’da divan-ı riyasetinde Mustafa Kemal’le münakaşa zamanında, ona karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Yüzüne şiddetli mukabele ettiğim halde bana karşı ihanet ve hakarete cesaret edemediği halde burada küçük bir zabit ve bir çavuş, o ihaneti ve hakareti yaptılar. Maksatları, beni hiddete getirip bir mesele çıkarmak olmasından, hıfz ve inayet-i İlahiye bana sabır ve tahammül verdi.

(Emirdağ L. 1)


Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok mebuslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hazır mebus dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset odasında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Birinci Desise” içinde bulunan “Mesela, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden ilâ âhir…” cümlesinden başlayan tâ “İkinci Desise”ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması…

(Emirdağ L. 1)


Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.

(26. Mektup)


Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

(28. Mektup)


Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve sünnet-i seniyeye ittiba, resmî hükmünde kalır; kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdab-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrad-ı tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz.

Âdab-ı tarîkat ve evrad-ı tasavvuf, o feraizin içindeki hakiki zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani tekyesi, camideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa camideki namazı çabuk resmî kılıp hakiki zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor.

(29. Mektup)


Hem mesela, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı ezel ve ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adâvet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza… Bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın.

(2. Lem'a)


Çok tembellerden ve târikü’s-salâtlardan işitiyoruz, diyorlar ki Cenab-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki Kur’an’da çok şiddet ve ısrar ile ibadeti terk edeni zecredip cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’aniyeye nasıl yakışıyor ki ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?

Elcevap: Evet, Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın. İbadet ise manevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi’ ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar manasız olduğunu anlarsın.

Amma Kur’an’ın terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar.

Öyle de ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı ezel ve ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevî bir zulüm eder. Çünkü mevcudatın kemalleri, Sâni’e müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve her biri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder.

Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor.

Mesela, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür; gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemal-i neşesinden gülen bir adam, kâinatı neşeli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam; mevcudatı, hakikat-i kemalâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.

Hem o târikü’s-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

Elhasıl: İbadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder –nefsi ise Cenab-ı Hakk’ın abdi ve memlûküdür– hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasıl ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi kâinatın kemalâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.

İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikati ifade etmek için Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, mu’cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-i belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.

(23. Lem'a)


Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık, bir sıhhattir. Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır.”

(25. Lem'a)


Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kalan ve o mahrumiyetten teessüf eden hasta! Bil ki hadîsçe sabittir ki müttaki bir mü’min, hastalık sebebiyle yapamadığı daimî virdinin sevabını, hastalık zamanında yine kazanır. Farzı, mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkül ile ve farzlarını yerine getirmekle o ağır hastalık zamanında sair sünnetlerin yerini hem hâlis bir surette, hastalık tutar.

(25. Lem'a)


... Ankara’da Divan-ı Riyasette Mustafa Kemal hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” Ona karşı: “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran...


... ve çarşıda, ramazanda, gündüzde rakı içip namaz kılmayanları hürriyet-i şahsiye var diye kendine kıyas edip ilişmediği halde, bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni kıyafetim için suçlandırmaya çalışan; elbette ölümün idam-ı ebedîsini ve kabrin daimî haps-i münferidini gördükten sonra mahkeme-i kübrada ondan bu hatası sorulacak.

(14. Şua)


A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.

...

Evet nasıl ki Fatiha Kur’an’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sair hakikatleri hâvi olduğu gibi idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin numunelerine de şâmildir. Mesela secdede, rükûda, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.

...

Sual: يُقٖيمُونَ nin fiil sîgasıyla zikrinde ne hikmet vardır?

Cevap: Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâm’a yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti, hayale götürüp tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.

Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaya sevk ettiren malûm âletin sesi gibi âlem sahrasında dağılmış insanları, cemaate davet eden ezan-ı Muhammedî’nin (asm) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, bir şevk husule gelir.

...

Sual: يُصَلُّونَ kelimesine bedel, itnablı وَيُقٖيمُونَ الصَّلَاةَ nin zikrinde ne hikmet vardır?

Cevap: Namazda lâzım olan ta’dil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi ikamenin manalarını müraat etmeye işarettir.

Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi öyle esrarı hâvidir ki her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir.

Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki her kalp kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münâcata mazhar olsun.

Namaz, kalplerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zaten insan medeni olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, amma iş işten geçer.

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ:

Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise:

Namaz عِمَادُ الدّٖينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslâm’ın kantarası yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.

(İşarat-ül İ'caz)


Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukûle “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse gerek Risaletü’n-Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can u dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.

Hulusi

(Barla L.)


Hoca Efendi Hazretlerinin âlî tavsiyeleri: Beş vakit namazını ta’dil-i erkân ile vaktinde kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme.

(Barla L.)


Beş farz namazını kılan ve yedi kebairi terk eden zatları şu manevî münasebet ve görüşmek neticesi olarak âhiret kardeşliğine kabul ediyorum.

(Barla L.)


Çünkü bunu kendimizde ve gördüğümüz dostlarımızda tecrübelerle müşahede ettik. Hattâ çokları meraklarından, cemaati belki de namazı terk eder derecede ifratla, tam namaz vaktinde konuşan radyoyu dinliyor.

(Kastamonu L.)


Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.

...

Ben de sizin gibiyim fakat safi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zat-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pür-nur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

...

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî hem vaveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyaz, birer tesbihe âğâz.

...

Vicdanda firdevslerin kapıları açılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpez namaz u niyaz.

(Lemeat)


Beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan men’etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerde maddî bir hastalık nevinde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki en ziyade merbut görülen bazı dostların bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terk etmek derecesinde ürkütmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla –başkalarına muhtaç olmayarak– bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.

(Emirdağ L. 1)


Hem o gayet müttaki Nur şakirdlerini kasden, sebepsiz sırf takvalarına ihanet için mağrib namazının vaktinde muhakeme edip namazlarını kazaya bırakarak acib bir zulmetmişler. Hem bütün bu Risale-i Nur eserlerini bir defa da Isparta, tamamen müsadere edip tetkikten sonra tekrar aynen iade etmiş.

(Emirdağ L. 2)


Hakikati şudur ki: Misafir sensin. İstanbul, âlem-i âhiret ve berzahtır. Sağ yol tarîk-i Kur’an’dır ki imandan sonra, salâta yani namaza emreder. Sol yol, tarîk-i ehl-i fısk ve tuğyandır. Ehl-i şuhud dediğimiz ehl-i hibre, enbiya ve evliyadır. Çünkü hakiki veli, zevk-i şuhudî sahibidir. Âmînin itikad ettiği gaybî şeyleri bazen veli, aynı şeyi gözüyle veyahut kalp ile görüyor. Silah ve zâd ise iman-ı billahtan neş’et eden tevekkül ve itimattır ki bütün mehalik ve hâcata karşı bir nokta-i istinad ve bir nokta-i istimdaddır.

Evet, bir Kadîr-i Hafîz-i Alîm’e ve bir Ganiyy-i Kerîm-i Rahîm’e tevekkül etmekte öyle bir nokta-i istinad ve bir nokta-i istimdad bulunuyor ki o noktalar, kelime-i tevhidin zımnında münderic; o da namazda mündemic; o da ubudiyetin içinde; o da teklifin zımnındadır.

(Nur'un İlk Kapısı)


Hem sonra, Namaz: Sultan-ı ezel ile abdi arasında âlî bir nisbet, ğalî bir münasebet ve nezih bir hizmet olduğundan; her bir ruh'un o nisbet ve münasebete karşı âşık olması sezadır, yerindedir. Namazın erkânı ise, "Futûhat-ı Mekkiye" sahibi Muhyiddin-i Arabî (K. S) ve emsalinin şerheyledikleri gibi; bir çok esrarı mütazammındır. İşte namazdaki o nuranî esrara karşı, elbette her bir vicdanın meftûn olup muhabbet etmesi gerekmektedir.

Keza Namaz: Sani-i Ezel'in gece ve gündüz içersinde beş defa kendi huzûrunun seradık ve hicaplarına yapılan da'vetlerdir, ki o namaz, mü'minin münacâtı için miracı hükmündedir. Öyle ise, her kalbin bu ilahî da'vetlere müştak olması lazımdır.

Ve keza, Namazda: Adalet-i İlahiye Kanununa karşı itaatı tesis etmek ve Rabbanî nizama imtisali temin etmek için, Kalblerde Sani'in azamet ve heybetini idame etmek ve akılları ona tevcih eylemek manaları da bulunmaktadır. İnsan ise, -insan olduğu ve fıtratıyla medenî bulunduğu için- o kudsî idameye daima muhtaçtır.

İşte, veyl ve hasaretler namazı terkedenler'in başına.. Ve hüsranlar, zarar ve ziyanlar ona karşı tenbellik edenlere.. ve cehaletler ve câmidlikler onun kıymetini bilmeyenlere olsun!.. Ve bu'd, aşağılık, kötülük, hakaretler de, namazı beğenmeyenlere olsun!..

(İ.İ. Badıllı)

Cemaatle Namaz

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesi’nde; sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmıştır. Yani vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen “cemaatle namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.

(Konferans (Sözler))


Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harap olmuş bir camiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan o camide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen ramazanda mescide gidemedim. Bazen yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.

(16. Mektup)


Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından نَعْبُدُ sîgasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki:

Namaz kıldığım o Bayezid Camii’ndeki cemaatle iştirakimi ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi.

Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi rûy-i zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâbe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip tahiyyatta getirdiğim اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esved’e tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki: Dâhil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:

Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.

İkinci Daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin unvanlarıdır. O halde “Allahu ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı vücudiyemden tâ havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latîfe-i Rabbaniyem اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-i uzmayı niyet ederek demişti.

Elhasıl نَعْبُدُ nun’u, şu üç cemaate işaret ediyor.

İşte bu halette iken birden Kur’an-ı Hakîm’in tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, şahsiyet-i maneviyesi, haşmetiyle temessül ederek يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabını, manen herkes gibi ben de işitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّىْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهٖ kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:

Madem bütün âlemlerin Rabb’i, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak o hitap, o suretle onlara ediliyor.

O vakit her bir âyât-ı Kur’aniye; gayet haşmetli ve vüs’atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celal sahibi Mütekellim-i Ezelî’den ve makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ı Âlîşanından aldığı bir kuvvet, ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak hem pek parlak bir nur-u i’cazı içinde gördüm.

O vakit, değil umum Kur’an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.

O ayn-ı hakikat olan hayalden نَعْبُدُ nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’an’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.

Kalp ve hayal, o Nun-u Na’büdü’den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Aynı نَعْبُدُ ve نَسْتَعٖينُ de Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu göstermek lâzımdır ki sizin ile gelebileyim.”

O vakit kalbe şöyle geldi ki: De o mütehayyir akla:

Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârane, intizam-perverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bi’l-hak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki bunları ibadete sevk edip istihdam ediyor.

Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara; her birinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi ihtiyacatı var ve vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları, ummadığı yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor.

İşte şu mevcudatın bu hadsiz fakr u ihtiyacatı ve bu fevkalâde ianat-ı gaybiye ve imdadat-ı Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki her şey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ der.

O vakit akıl “Âmennâ ve saddaknâ” dedi.

(29. Mektup)


Mehasin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki: Nebi aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalplerini iyd ve cuma ve cemaat namazlarında ittihat ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem’ediyor. Öyle bir surette ki şu insan, Mabud-u Ezelî’nin azamet-i hitabına, hadsiz kalplerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mabud-u Ezelî’nin uluhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor ve etrafıyla semavatın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan اَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihat ile kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı arz ve semavat’ın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihat ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihat edip içtima etse küre-i arz, tamamıyla büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekber’i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâm’ın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.

(17. Lema)


Âlem-i İslâmiyet’in en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rekat sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm) bir hadîs-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak biz de ruh u canımızla ittiba ediyoruz.

(Emirdağ-2 L.)

Namaz ve Hacer-ül Esved

Ana Madde: Hacer-ül Esved

Namaz ve Müslümanlar

Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki her bir asırda üç yüz elli milyon dâhil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsî programıyla birbirinin yardımına –dualarıyla ve manevî kazançlarıyla– koşuyorlar.

(14. Şua)


Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından نَعْبُدُ sîgasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki:

Namaz kıldığım o Bayezid Camii’ndeki cemaatle iştirakimi ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi.

Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi rûy-i zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâbe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip tahiyyatta getirdiğim اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esved’e tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki: Dâhil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:

Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.

İkinci Daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin unvanlarıdır. O halde “Allahu ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı vücudiyemden tâ havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latîfe-i Rabbaniyem اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-i uzmayı niyet ederek demişti.

Elhasıl نَعْبُدُ nun’u, şu üç cemaate işaret ediyor.

(29. Mektup)


Ben o zaman İstanbul’da Bayezid Camii’nde namaz kılarken اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ dedim. Baktım, o camideki cemaat, benim gibi diyerek bu davama ve اِهْدِنَا daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı.

Gördüm ki İstanbul’un bütün mescidleri, büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deyip benim davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, âmin diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı.

Gördüm ki âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâbe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ اِهْدِنَا deyip her biri umum namına hem dua hem dava hem tasdik eder hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem bu kadar azîm bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken bir perde daha açıldı.

Gördüm ki kâinat, bir cami-i ekber ve bütün mahlukat taifeleri, bir salât-ı kübrada cemaat ile her biri kendine mahsus bir ibadetle ve hal dili ile bir nevi namaz kılıyorlar gibi Mabud-u Zülcelal’in muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için her biri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken birden bir perde daha açıldı.

Gördüm ki nasıl bir insan-ı ekber olan kâinat, lisan-ı hal ve çok eczaları, istidat ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve zîşuur mevcudatları, lisan-ı kāl ile اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ diyorlar ve Hâlık’ının merhametkârane rububiyetine karşı ubudiyetlerini gösteriyorlar. Aynen öyle de birer küçücük kâinat hükmünde o cemaat-i uzmada her bir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Hâlık’ının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ diyerek emir ve irade-i İlahiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının inayetine ve rahmetine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar, gördüm.

Hem namazdaki cemaatin kudsî sırrını hem nun’un güzel mu’cizesini hayretle müşahede edip nun kapısıyla girdiğim gibi çıktım, Elhamdülillah dedim. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım.

...

Madem نَعْبُدُ نَسْتَعٖينُ deki “nun” üç cemaat-i azîmeyi, bilhassa âlem-i İslâm camiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor. Biz dahi bu “Âmin” kelimesiyle, o cemaat-i muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o “Âmin” ile bir rica etmemizle, bizim cüz’î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir.

Demek uhuvvet-i imaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibarıyla ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha’daki “Âmin” külliyet kesbeder, milyonlarla “Âmin”ler hükmüne geçebilir.

(Hâşiye): İşte derecata göre bir âmî, bir çekirdek kadar bu kudsî hakikatten hisse alsa ruhen terakki etmiş bir kâmil insan, bir hurma ağacı kadar hisse alır. Fakat daha terakki etmeyen bir adam Fatiha okurken bu manaları kasden hatıra getirmemeli, tâ huzura zarar olmasın. Eğer o makama terakki etse zaten o manalar kendilerini gösterirler.

(Hâşiyecik): Bu hâşiyedeki “kasden” kelimesinin izahını Üstadımızdan sorduk. Aldığımız cevabı aynen yazıyoruz:

Üçüncü Medrese-i Yusufiyedeki Risale-i Nur talebeleri namına Ceylan

Teşehhüd ve Fatiha kelimelerinin geniş ve yüksek manaları kasdî değil belki dolayısıyla meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet veren tafsilatı değil belki mücmel ve kısa manaları gafleti dağıtır, ubudiyeti ve münâcatı parlatır görüyorum. Namazın ve Fatiha ve teşehhüdün pek yüksek kıymetlerini tam gösterir. İkinci Kısmın âhirinde “kasden meşgul olmamak”tan murad ise o manaların tafsilatıyla bizzat iştigal, bazen namazı unutturur, huzura belki dokunur. Yoksa dolayısıyla ve muhtasar bir tarzda büyük faydalarını hissediyorum.

(15. Şua)


Ben şahidim ki ben, Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Hâşâ, Hazret-i Kur’an’ı Hazret-i Peygamber’in yazdığını ve İslâmiyet’in artık mülga olunacağını, medeniyetin ilerlediğini, bu asırda Kur’an’a ittiba etmek büyük bir hata ve gerilik olduğunu, hattâ bir gün bir muallimin yaptığı gibi İslâmlar namaz kıldıkları ve âhireti düşündükleri için daima muzdarip bir halde, ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslâm camilerinde daima bir ölgünlük havası estiğini, Hristiyanların kiliselerinde ise daima neşe ve canlı hayat bulunduğunu ve Hristiyanlar çalgı vesaire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neşe içinde geçirdiklerini söylüyorlar. Kalplerimizdeki iman ve İslâmiyet bağlarını koparmaya ve onun yerinde inkâr ve küfür yerleştirmeye çalışıyorlardı.

(14. Şua)


Arkadaş! نَعْبُدُ deki “nun”un ifade ettiği cem’ ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı bir mescid şekline getirir. Ve bütün mü’minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları hâvi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.

(Katre, Mesnevi-i N.)


Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi en uzak safların da âlem-i İslâm’ı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-i uzmaya dâhil olsun ki o cemaatin icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.

Mesela, namaz kılan اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği zaman, sanki o cemaat-i uzmayı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin.” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda bütün hâsseleri, latîfeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.

İhtar: Sath-ı arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-i uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile İlahî bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan hâlî değildir.

(Katre, Mesnevi-i N.)


İ’lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş!

اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ gibi mübarek kelimeler ile ilan ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin bir dava ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar çıkmaz milyonlarca mü’minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder.

Ve keza İslâmiyet’in hak ve hakikat olduğuna ve hükümlerinin doğru ve sadık olduklarına delâlet eden bütün deliller, şahitler, bürhanlar, senin o davanın ve itikadının hak olduğuna delâlet ederler.

Ve keza söylediğin o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlahiye terettüp eder.

Ve keza cumhur-u mü’minîn ve muvahhidînin o kelimat-ı mübarekeden kalben zevk ettikleri mâü’l-hayatı ve şarab-ı cenneti, sen de o mukaddes maşrapalardan içersin.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


Mehasin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki: Nebi aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalplerini iyd ve cuma ve cemaat namazlarında ittihat ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem’ediyor. Öyle bir surette ki şu insan, Mabud-u Ezelî’nin azamet-i hitabına, hadsiz kalplerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mabud-u Ezelî’nin uluhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor ve etrafıyla semavatın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan اَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihat ile kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı arz ve semavat’ın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihat ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihat edip içtima etse küre-i arz, tamamıyla büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekber’i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâm’ın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.

(17. Lema)

Namaz ve Kıble

Ana Madde: Kıble

Namaz, Hz. İsa ve Mehdi

İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa aleyhisselâmın kılıncı ile maktûl olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki o ruhanîler, din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek. Hattâ “Hazret-i İsa aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida eder, tabi olur.” diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-i Kur’aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.

(5. Şua)

Namaz, Abdest, Necaset ve Vesvese

Ana Maddeler: Abdest, Necaset ve Vesvese

Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de maânî-i mukaddesenin suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.

...

Mesela, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsü’l-emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir hem hasendir. Mutezile der: “Hakikatte kabih ve fâsiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin ve özrün var.” Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zahir-i şeriata muvafık olarak işlediğin ameline: “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de; gururlanma, ucbe girme.

(21. Söz)


Hem mesela, madem şeriat, tabiatın tecavüzatına set çekmekle onu ta’dil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbaı, köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgul olan Şafiî mezhebine göre “Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necaset zarar verir.” Ekseriyet itibarıyla hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre “Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var.”

İşte bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibarıyla ecnebi kadınlarla ihtilata, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptela olduğundan; sanat ve maişet itibarıyla, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için şeriat onların hakkında, o tecavüzata set çekmek için “Abdest bozulur, temas etme! Namazını iptal eder, bulaşma!” manevî kulağında bir sadâ-yı semavî çınlattırır. Amma o efendi, (namuslu olmak şartıyla) âdât-ı içtimaiyesi itibarıyla, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa müptela değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namıyla ona şiddet ve azîmet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuş ise abdestin bozulmaz. Hicab edip kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır.” der, onu vesveseden kurtarır.

(27. Söz)


O bîçareler “Kalbimiz Üstad ile beraberdir.” fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim safidir, Üstadımın mesleğine sadıktır.” demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu.” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.”

(29. Mektup)


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlup olur.

Ancak onları mağlup edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet, arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terk eder, giderler.

Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet, pis bir mendilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez. (Hâşiye: O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Mesela, sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlahîde, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevk eder. Mesela, âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.)

(Hubab, Mesnevi N.)


Ey kardeş bil ki; insan-ı gafilin acib cehaletinden en dalâletli hali ve kendi nefsine ettiği en zararlı şeyi budur ki; Bir tek ihtimal-i âik yüzünden, dokuz tane sevkedici ihtimal arasındaki büyük bir hayr-i azîmi terkeder. Hem dokuz ihtimal-i âik ve mühlik arasında bulunan bir tek sevkedici ihtimal ile büyük bir şerri irtikâb eyler.

Meselâ onu, namazın fiiline teşvik eden binler sebepler ve saikler varken, bir tek vehm-i şeytanî yüzünden namazı terkeder.

(Hubbe, Mesnevi N. (Badıllı))

Namaz ve Mahlukat

Ey aziz bil ki!

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.[3] Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.

...

Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş

كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ

Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)

(Hubbe, Mesnevi N. (Badıllı))


Ben de sizin gibiyim fakat safi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zat-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pür-nur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

(Lemeat)


Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin unvanlarıdır.

(29. Mektup)


Gördüm ki kâinat, bir cami-i ekber ve bütün mahlukat taifeleri, bir salât-ı kübrada cemaat ile her biri kendine mahsus bir ibadetle ve hal dili ile bir nevi namaz kılıyorlar gibi Mabud-u Zülcelal’in muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için her biri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken birden bir perde daha açıldı.

(15. Şua)

Namaz ve Deccal

O İslâm Deccalı “Sure-i وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ manasını merak edip soruyor.” diye çoklar nakletmişler. Garibdir ki bu surenin akibinde olan اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ suresinde اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına –cifir ile ve manasıyla– işaret ettiği gibi ehl-i salâta ve camilere tâğiyane tecavüz edeceğini gösteriyor. Demek o istidraclı adam, küçük bir sureyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.

(29. Mektup)

Namaz ve İdareciler

Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyor mu?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler, kılmazsa ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.

Bir zaman, Beytüşşebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız hem de eşkıya idiler.

(Hubab, Mesnevi N.)


S- Bazı nas, senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mal ve etvarı pis tefsir ediliyor. Zîrâ bazısı ramazanı yer, rakı içer, namazı terkeder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?

C- Evet, neam!.. Hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan, fezail-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat ve mehareti, tabir-i âherle fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem'edenler vezaife kifayet etmezler. Öyle ise, ya meharettir veya salahattır. San'atta meharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değil, belki şûn Türklerdir. Genç Türklerin râfızîleridir. Her şeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehadır.

Ey Kürdler (ve Türkler!) İnsaf ediniz! Bir râfızî bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi, yoksa o râfızîyi tahtie ile namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzım gelir?. Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te'dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruâsında şahane serbest olsun.

ﻟﺎَ ﻳَﺠْﻌَﻞْ ﺑَﻌْﻀُﻜُﻢْ ﺑَﻌْﻀًﺎ ﺍَﺭْﺑَﺎﺑًﺎ ﻣِﻦْ ﺩُﻭﻥِ ﺍﻟﻠَّﻪِ

nehyinin sırrına mazhar olsun.

(Münazarat)

Namazda Huşu ve Feyz

Fenn-i beyanda beyan olunduğu gibi “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani iki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir. Mesela, sen namazda, münâcatta, Kâbe karşısında, huzur-u İlahîde iken âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedai-yi efkâr, seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevk eder.

Senin başın, böyle bir tedai-yi efkâra müptela ise sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. “Aman ne kusur ettim!” deyip tetkikle meşgul olup durma. Tâ o zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zayıf tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise galiben ihtiyarsızdır. Hususan hassas asabîlerde daha galiptir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir. Şu yaranın merhemi şudur ki:

Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki şeytan ile melek-i ilham, kalp taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de tedai-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazen kalp yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

(21. Söz)


Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zatlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ الْاَعْلٰى derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım bir sene ibadetten daha iyi idi.” Namazdan sonra anladım ki o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.

(27. Söz)


Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken hırçın bir çocuk, namazını katedip geçtiğinden Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm اَللّٰهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.

(19. Mektup)


Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var.

(30. Lem'a)


(Hâşiye): İşte derecata göre bir âmî, bir çekirdek kadar bu kudsî hakikatten hisse alsa ruhen terakki etmiş bir kâmil insan, bir hurma ağacı kadar hisse alır. Fakat daha terakki etmeyen bir adam Fatiha okurken bu manaları kasden hatıra getirmemeli, tâ huzura zarar olmasın. Eğer o makama terakki etse zaten o manalar kendilerini gösterirler.

(Hâşiyecik): Bu hâşiyedeki “kasden” kelimesinin izahını Üstadımızdan sorduk. Aldığımız cevabı aynen yazıyoruz:

Üçüncü Medrese-i Yusufiyedeki Risale-i Nur talebeleri namına Ceylan

Teşehhüd ve Fatiha kelimelerinin geniş ve yüksek manaları kasdî değil belki dolayısıyla meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet veren tafsilatı değil belki mücmel ve kısa manaları gafleti dağıtır, ubudiyeti ve münâcatı parlatır görüyorum. Namazın ve Fatiha ve teşehhüdün pek yüksek kıymetlerini tam gösterir. İkinci Kısmın âhirinde “kasden meşgul olmamak”tan murad ise o manaların tafsilatıyla bizzat iştigal, bazen namazı unutturur, huzura belki dokunur. Yoksa dolayısıyla ve muhtasar bir tarzda büyük faydalarını hissediyorum.

(15. Şua)


Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali radıyallahu anh Celcelutiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani olunmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlahîden niyaz etmiş.

(Emirdağ-2 L.)


Ey târikü’s-salât! Misali anladınsa hakikati dinle:

O abd-i misafir sensin. Burdur, dünyadır. Antalya, kabir. Şam, berzah ve haşirdir. Yemen, mâba’dü’l-haşirdir. Yirmi dört lira da yirmi dört saattir. Sen o yirmi dört saatin yirmi üçünü şu hayat-ı fâniyeye bilâ-tereddüt ve bilâ-perva sarf ediyorsun. Pek uzun seferin için elzem-i zâd olan beş vakit namazın edasına, bir saatin sarfında tehavün gösteriyorsun. Yani ağır davranıyorsun. Hattâ sarf ettiğin vakitte bir hisse de dünyaya çıkarıyorsun ki namaz içinde dünyanı da düşünüyorsun.

(Nur'un İlk Kapısı)


İşte ey tembel nefsim! Bir nevi mi’rac hükmünde olan namazın hakikati; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zat-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelal’in huzuruna kabulündür. “Allahu ekber” deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir.

Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla “Allahu ekber, Allahu ekber” demekle kat’-ı meratibe ve terakkiyat-ı maneviyeye ve cüz’iyattan devair-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel bir unvanıdır. Güya her bir “Allahu ekber” bir basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir.

İşte şu hakikat-i salâttan manen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.

(16. Söz)

Namaz ve Bediüzzaman

Bedîüzzaman’ın akıllara hayret veren bir seciyesi

(Ehl-i Sünnet mecmuasının 15 Teşrin-i evvel 1948 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Ehl-i Sünnet gazetesi sahibi avukat bir zatın makalesidir.)

Ben Birinci Cihan Harbi’nde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bedîüzzaman da o gün esir düşmüştü. O Sibirya’ya gönderilmiş, en büyük esirler kampında idi. Ben Bakü’nün Nargin adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bedîüzzaman’ın önünden geçen Nikola Nikolaviç’e o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Başkumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahane ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü defasında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhavere geçiyor:

— Beni tanımadılar mı?

— Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çar’ın dayısıdır. Kafkas Cephesi Başkumandanıdır.

— O halde ne için hakaret ettiler?

— Hayır, affetsinler ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.

— Mukaddesat ne emrediyormuş?

— Ben Müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.

— Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı hem ordumu hem de milletimi ve Çar’ı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harp kurulunda isticvab edilsin.

Bu emir üzerine divan-ı harp kuruluyor. Karargâhtaki Türk, Alman ve Avusturya zabitleri, ayrı ayrı Bedîüzzaman’a rica ederek Başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevap bu oluyor:

— Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resulullah’a varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem.

Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus Çarı’nı ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemal-i şetaretle: “Müsaade ediniz, on beş dakika vazifemi ifa edeyim.” diye abdest alıp iki rekat namaz kılarken Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:

— Beni affediniz! Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini îfa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş, dinî salahatinizden (salihliğinizden) dolayı şâyan-ı takdirsiniz; sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz.

Bütün Müslümanlar için şâyan-ı misal olan bu salabet-i diniye ve yüksek seciyeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden anlatıyordu. Bunu duydukça ihtiyarsız olarak gözlerim yaşla doldu.

Abdurrahîm

Gazetenin bu fıkrasının yazılmasını Üstadımız emretmedikleri halde hem çok merak-âver hem çok ibret-amiz hem çok heyecan verici olmasından buraya yazılmıştır.

Hüsrev

(14. Şua)


Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahirî bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nur’u benim malım zannedip Risale-i Nur’un nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: “Said cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor.” gibi tenkitleri var.

Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki meselede büyük mazeretlerim var.

Evvela: Ben Şafiî’yim. Şafiî mezhebinde cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i A’zamîyi takliden bazen sünnet olarak kılıyordum.

Sâniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men’ettikleri için –hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş– hem yirmi beş senedir ben münzevi yaşadığım için kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha’nın yarısını okumadan, imam rükûya gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.

(Emirdağ L. 1)


Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki ben işâ namazından sonra tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim.

(Emirdağ L. 1)


Yirmi sene sıkıntılı ve sebepsiz bir nefiyden sonra tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek gurbeti, kimsesizliği tercih ederek tâ ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin. Ve çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan...

(Emirdağ L. 1)


Bütün bu haller gösteriyor ki: Üstadımızın fıtratında inziva daima hüküm sürmüştür. Fakat ihtiyarlığında pek çok yardıma, hizmete, sohbete muhtaç olduğu bir vakitte bunun devam etmesi için bir nevi hastalık haleti verilmiş. Beş dakika konuşsa şiddetli bir hararet başlıyor, sesi çıkmıyor. Hattâ Şafiî mezhebinde olduğu için namazda Fatiha’yı kendisi işitecek derecede okuması lâzım gelirken hastalık sebebiyle sesi çıkmadığından mezheb-i Hanefî’yi takliden namazlarını eda ediyor. Bu hastalığına dair, iki mühim doktorun iki raporu var. İstenilirse gösterilecektir.

(Emirdağ L. 2)


Bu defa da Şirvan’a gider. Zaten infirad eden böyle zatların muarızları pek çok bulunur. Bilhassa mücadele-i ilmiyede mağlup düşenlerden bazı zahir hocalar, Molla Said’i ahali nazarında küçük düşürmek için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Her hususatını tecessüs ettirirlerdi. Bir gün nasılsa kazaen sabah namazını geçirmiş. Buna vâkıf olan hasımları “Molla Said, namazı terk etmiştir.” diyerek ahali arasında işaada bulundular. Molla Said’den soruldu ki:

— Niçin herkes bunu böyle söylüyor?

Molla Said:

— Evet, esassız bir şey âlemin içinde çabuk yayılmaz. Hata bendedir. Onun için iki cezaya uğradım: Birisi Allah’ın itabı, diğeri nâsın ta’rizi. Bunun esas sebebi ise geceleyin âdet edindiğim vird-i şerifi terk ettiğimdir. İşte âlemin ruhu bu hakikate temas etmişse de tamamını kavrayamayarak ismini bilemeyip şu vechile hatayı isimlendirmişler, cevabını verir.

(İlk Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Tillo’da iken bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ks) Hazretlerini rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (ks) kendisine hitaben:

— Molla Said! Mîran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşiretine doğru Tillo’dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşa’nın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşa’nın nazar-ı dikkatini celbedince aşiret binbaşılarından Fettah Bey’den kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said’e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben:

— Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim! Demesinden paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said:

— Sana söyledim ya, onun için geldim, der. Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said’in kılıncına işaret ederek:

— Bu pis kılınçla mı?

Bedîüzzaman:

— Kılınç kesmez, el keser cevabında bulunur.

Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bedîüzzaman’a:

— Benim Cezire’de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehri’ne atarım.

Molla Said:

— Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden bir şey isterim ki o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan seni onunla öldüreceğim, der.

Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezire’ye giderler. Yolda Paşa kat’iyen Molla Said’le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkiye gelince yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar; uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezire âlimlerinin, kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezire âlimleri Molla Said’in şöhretini işittikleri için mebhut ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said’in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir iki âlimin çayını da içer, onlar fark edemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben:

— Ben okumuş değilim fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlup olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka iki üç bardak da sizin çayınızı içti.

Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karşı:

— Efendiler! Bendeniz vaad etmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh suallerinize muntazırım, der.

Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevap verdikten sonra, her nasılsa Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak:

— Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde farkına varmadınız, diyerek cevabını tashih eder.

Hocalar dediler:

— İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz!

Sonra o hocalardan bir kısmı Molla Said’den ders almaya gelirler.

Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

(İlk Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için kayıtların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince demir kayıtları bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

— Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! Derler. (*Bir gün Bedîüzzaman’a soruldu: Kaydı nasıl açtın?

Dedi: Ben de bilmem. Fakat olsa olsa namazın kerametidir.)

(İlk Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden Ankara Hükûmeti; Bedîüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara’ya davet ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de cevaben:

Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum, demiştir.

Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu Mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da alkışlarla karşılanır. Fakat ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusanda dine karşı gördüğü lâkaytlık ve Garplılaşmak bahanesi altında, Türk milletinin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. O beyanname şudur:

...

Bu mebusana hitap, namaz kılanlara altmış mebus daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir.

Bu parça, mebuslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde M. Kemal Paşa:

—Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der.

Bu söz üzerine Bedîüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:

—Paşa! Paşa! İslâmiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.

(İlk Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Bedîüzzaman hapiste iken bir gün, o zamanın Eskişehir Müddeiumumîsi Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne:

— Ne için Bedîüzzaman’ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm, der. Müdür de:

— Hayır efendim, Bedîüzzaman hapishanede, hattâ tecrittedir; bakınız, diye cevap verir.

Bakarlar ki Üstad yerindedir. Bu hârika vakıa adliyede şâyi olur. Hâkimler “Bu hale akıl erdiremiyoruz.” diye birbirlerine naklederler. (Hâşiye: Aynen bunun gibi bir vakıa da Bedîüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur. Üstadı, halk iki üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir. Hapishane Müdürüne pür-hiddet “Bedîüzzaman’ı sabah namazında dışarıya, camiye çıkarmışsınız!” der. Tahkikat yapar ki Üstad hapishaneden dışarı kat’iyen çıkarılmamış.

Eskişehir Hapishanesinde iken de bir cuma günü, hapishane müdürü, kâtip ile otururken bir ses duyuyor: “Müdür Bey! Müdür Bey!”

Müdür bakıyor. Bedîüzzaman yüksek bir sesle: “Benim mutlaka bugün Ak Cami’de bulunmam lâzım.”

Müdür: “Peki Efendi Hazretleri!” diye cevap veriyor. Kendi kendine: “Herhalde Hoca Efendi, kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor.” diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bedîüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Cami’ye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki Bedîüzzaman içeride yok. Hemen jandarmaya sorar “İçeride idi hem kapı kilitli!” cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bedîüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bedîüzzaman’ı yerinde göremeyip hemen hapishaneye döner, Hazret-i Üstadın “Allahu ekber” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hâdiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.))

(Eskişehir Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Bütün ahali, Üstadın numune-i imtisal iffet ve istikametini görerek, kendisine uhrevî ve manevî alâkadarlık gösterirlerdi. Üstad, âhiret hemşireliğine kabul ettiği hanımlara ve manevî evlat ve talebeleri addettiği masum çocuklara çok dua ederdi. Kadınların şefkat kahramanı olduğunu; bu zamanda, İslâm terbiyesi dairesinde hareket etmenin elzem olduğunu; yetişen masum evlatlarının uhrevî hayatlarından mes’ul ve eğer dindar yetiştirebilirlerse hissedar bulunduklarını, kendisinin çok hasta ve perişan olup dua etmelerini istediğini, ihtiyar hanımlara dua ettiğini, genç hanımlardan da namazını kılanlara dua edip âhiret hemşiresi kabul edeceğini kısaca söylerdi. Ve zaten fazla konuşmazdı. Mübarek taife-i nisa Said Nursî’nin yüksek bir ehl-i hak ve hakikat olduğunu, kalplerinin safvetiyle hissederlerdi.

...

Üstad, yanına gelen gençlere de daima Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden belki binlerce gençler intibaha gelmişlerdir.

Yine kırlarda ve yollarda rastladığı memur ve işçilere her birisine münasip ders verir, namaz kılmalarının ehemmiyetini söyler ve o zaman dünyevî meşgalelerinin âhiret hesabına geçeceğini telkin ederdi. Bilhassa bu nevi dersi “Din, terakkiye manidir.” diyenlerin fikirlerinin ancak birer hezeyan olduğunu gösterir. Bilakis hem o insan için hem vatan ve millet için iman nuruna mazhar olmak, maddî manevî saadet ve terakkiyi temin eder. Namazını kılıp istikametle hareket ettiği takdirde, dünyevî çalışma ve gayretinin âhiret hesabına geçip ebedî saadet ve nurları netice vermesi düşüncesi, ne kadar o vazifeyi iştiyakla severek yapmayı temin edeceği malûmdur.

İşte bu hakikati, bütün memurlar, sanatkârlar ve esnaf, rehber ittihaz etmeli ve bu ders, umuma telkin edilmelidir. Bu zikredilen bahis, deryadan bir katre nevinden Üstadın saymakla bitmeyen millete menfaattar hizmetinden bir cüzdür. İslâmiyet’e irtica, mü’minlere mürteci diyenlere yazıklar olsun!.. (Hâşiye: Dinî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden birkaç numune:

1- Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün Eskişehir’deki Yıldız Otelinde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen birkaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi: “Siz, farz namazlarınızı kılsanız o zaman fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünkü milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz.”

2- Yine bir gün, Eğirdir yolu altında oturmuş Rehber’i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip kebairden çekilmek şartıyla bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünkü on saatlik bir yolu bir saatte kestirmeye vesile olan tren yolunda çalıştığından mü’minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.

3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir’de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: “Bu tayyareler, bir gün İslâmiyet’e büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz, asker olduğunuz için her bir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir saati otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı îfa etsin.”

4- Hem Barla hem Isparta hem Emirdağ’da çobanlara derdi: “Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız siz farz namazınızı kılınız tâ hizmetiniz Allah için olsun.”

5- Yine bir gün, Eğirdir’de elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: “Bu elektriğin umum millete büyük menfaati var. O umumî menfaatten hissedar olabilmeniz için farzınızı kılınız. O zaman bütün sa’yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer.” demiştir.

Bu neviden on binler misaller var.

Daimî hizmetinde bulunan talebeleri)

(Emirdağ Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Bir siyasî memurun iğfali ve “İmhası için yukarıdan emir aldık.” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi “Cevşenü’l-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir.” derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı. Bu şiddetli hastalık zamanlarında aslâ namazlarını terk etmedi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında, tahammülü gayr-ı kabil bir hastalıkta iki üç gün farzını yatağında ancak kılabildi.

(Emirdağ Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Gençlik Rehberi’ni basan matbaacı ve sonra polisler dinlendi. Daha sonra Üstad, ehl-i vukuf raporuna karşı itiraz eyledi. İkindi namazı vakti geçmek üzere olduğundan Üstad, namaz kılmak üzere müsaade istedi. Mahkeme Reisi, Üstadın bu ricasını kabul ederek muhakemeye nihayet verdi.

Üstad, genç üniversitelilerin ve kendisini candan seven talebelerinin kolları arasında koridorlardan geçerken, binlerce halk tarafından alkışlanıyor, kendisi de iki eliyle sevgili talebelerini selâmlıyordu. Adliye binasının önünde üç dört bin kişi toplanmış, Üstadı görmek üzere bekliyorlardı. Üstad, binlerce halkın alkış tufanı arasında merdivenlerden indi. Bu arada heyecandan ağlayanlar da vardı. Bu izdiham arasında yaya yürümek kabil olmadığı için Nur talebeleri tarafından Üstad bir otomobile bindirilerek Sultan Ahmed Camii’ne gidilmiş ve cemaatle namaz kılınarak ikametgâhına götürülmüştü.

(Isparta Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Evet Bedîüzzaman, devletlere milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’an hakikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlup etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz, vazife-i İlahiyeye karışmayız.” demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zalimane muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle cuma namazına dahi gitmekten men’edilmiş ve bütün bu tarihî faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyidat altına alınmıştır.

(Bedîüzzaman ve Risale-i Nur, Tarihçe-i Hayat)

Namazın Sevabı ve Derecesi

Evet bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse hem hayatına hem istikbaline hem vatanına hem milletine hem akrabasına büyük bir faydası olması gibi o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını başta Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.

Evet o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse hem ziyadeleşir hem bâkileşir hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına hem vatanına hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.

Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.

...

İşte ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara manidir, meydan vermiyor.

...

Mahpuslara şefkatkârane hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve manevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte, az bir amel ile büyük bir kazanç var ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyan ile beraber dâhilde ve hariçte çalışanların –bir sadaka hükmünde– defter-i hasenatına yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garib olsa o sadaka-i maneviyenin sevabı çok ziyadeleşir.

İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Tâ ki o hizmeti, lillah için olsun. Hem bir şartı da sadakat ve şefkat ve sevinç ile ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.

(13. Söz)


Mesela “Kim iki rekat namazı filan vakitte kılsa bir hac kadardır.” İşte iki rekat namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Her bir iki rekat namazda bu mana külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır, külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek, şu nevi ehadîsteki külliyet ise imkân itibarıyladır.

(24. Söz)


İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyusiyetlere, imandan ve Kur’an’dan imdada yetişen kudsî teselliler ile bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tövbe edenin her bir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi her bir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o manevî ihtardan bildim. “Hadsiz şükür Rabb’ime!” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum.

(26. Lem'a)


Vâizlere aittir ki; Bunlar müderris-i umumîdir. Bunların nasayihinde kendimce bir te'sir hissetmedim. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum.

...

İkinci Sebep:

Bir şeyi terğip veya terhib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil etmekti. Meselâ. "Bir gece iki rekat namaz kılmak, haccı tavaf etmek; veya kim gıybet etse zina etmiş gibidir." derler.

(Divan-ı_Harb-i_Örfi)


Sakın deme: “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âmînin –velev hissetmezse– namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır, velev şuurun taalluk etmezse. Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur. Öyle de namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o meratibde, o hakikat-i nuraniyenin esası bulunur.

(21. Söz)

Namazda Vakit, Namazı Vaktinde Kılma ve Namazın 5 Vakte Tahsisi

9. Söz tamamen bu konu hakkındadır

Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.

Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin manayı bir parça fehmetmek için beş nükteyi nefsimle beraber dinlemek lâzım.

Birinci Nükte

Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek; hem kemaline karşı lafzen ve amelen “Allahu ekber” deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir.

Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki namazdan sonra, namazın manasını tekid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın manası, şu mücmel hülâsalarla tekid edilir.

İkinci Nükte

İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasıl ki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabb’ini bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalaletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbih ile “Sübhanallah” ile ilan etsin.

Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki abd, kendi zaafını ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde “Allahu ekber” deyip huzû ile rükûya gidip ona iltica ve tevekkül etsin.

Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr u ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabb’inin ihsan ve in’amatını, şükür ve sena ile ve “Elhamdülillah” ile ilan etsin.

Demek, namazın ef’al ve akvali, bu manaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlahîden vaz’edilmişler.

Üçüncü Nükte

Nasıl ki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadatın envaını şâmil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.

...

Demek şu beş vakit, her biri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı olduklarından, borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir.

(9. Söz)


Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Mesela, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder.

(23. Söz)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazı dualar icabete iktiran etmez diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksatlar ise namaz vakitleri gibi dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Mesela, şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususi dualara vakittir.

Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa zaten nurun alâ nur. Ve illâ icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin. Ancak henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır, diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddimesidir, neticesi değillerdir.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i N.)


Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi en uzak safların da âlem-i İslâm’ı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-i uzmaya dâhil olsun ki o cemaatin icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.

Mesela, namaz kılan اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği zaman, sanki o cemaat-i uzmayı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin.” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda bütün hâsseleri, latîfeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.

İhtar: Sath-ı arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-i uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile İlahî bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan hâlî değildir.

(Katre, Mesnevi-i N.)


Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı; iki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?

Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurûbuyla akşam namazı kılınır; öyle de yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir.

İbadet ve duanın sebebi ve neticesi, emir ve rıza-i İlahîdir; faydası, uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse yalnız onlar için yapılsa o namaz battal olur. Mesela, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur.

(Emirdağ-1 L.)


Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatın uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümam ve Fahr-ül İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî'ye git, istifta et, de ki; "Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur.

(Muhakemat)


Mesela: Burada iki adam var, sen onlara davetli.

Birinci: Pek müşa'şa', hem dahi cazibedar, eğlenceli heveskâr.. Seni bir ziyafete teşriflerle çağırır. Öbürüsü: Sadeli,

Fakirane bir yerde, hem basit bir çorbaya, seni umumla çağırır. Namaz vakti de gelmiş. Birinci davet için ki, o pek şa'şa'lı.

Cemaat ve sünneti, belki de hem namazı terkedersin gidersin. Zevksiz diğer davete, zevk-i ruhanî olan lezzet-i bîzevali;

İbadet ve sünneti terk etmezsin, gitmezsin. Birinci ziyafetse; şimdiki medeniyet. İkinci ziyafetse, avamî medeniyet o daha adaletli.

(Lemeat)


Arzımızı senevî, yevmî dairesinde, şu hayt-ı semavîdir, tutmuş da dönderiyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş, bırakmıyor isyanı.

Şeriat arştan indi, beşerden de çıkardı, nuranî bir ibadet. İbadetten beş namaz, başlarında ezanlar, namaz ile ezanı.

Dane dane olmuştur, birbirine muttasıl, hem âlem-i gayb ile, hem de Arş-ı âzamla, insan ile zemini, bağlatmış da tutturmuş, o beş hayt-ı nuranî.

Başı evkat-ı hamse, nihayeti arş ve gayb. Aynı zamanda olmuş, rabıta-yı ittisal. Şehâdeti gayb ile, zemin ile insanı, insanla âsumanı.

Bu beşler bu küreye, beş kemer hem tek kemer, hem ayrı hem muttasıl, hem kemerde... hem gömlek; iki kutbu iki el, üryan yoktur sükkânı.

Bir ân-ı vahidde, beşi birdir beraber, ziya-yı şemse benzer. Hem de ayrı ayrılar, kavs-ı kuzeh misali, o nuranî elvânı.

(Lemeat)

Namaz ve Zelzele

Ana Madde: Zelzele

Bu hâdise hem şiddetli kışta hem karanlıklı gecede hem dehşetli soğukta hem ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.

(14. Söz)

Sabah Namazı

Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına hem insanın rahm-ı madere düştüğü âvânına hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ihtar eder.

...

İkinci sabah ise sabah-ı haşri ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise haşrin sabahı da berzahın baharı da o kat’iyettedir.

...

İnsan fıtraten gayet zayıftır. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Halbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat edip arzuhal etmek, tevfik ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedaheten anlaşılır.

(9. Söz)


Bu hâdise hem şiddetli kışta hem karanlıklı gecede hem dehşetli soğukta hem ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.

(14. Söz)


Evet, muhaddisînin muhakkikîninden “El-Hâfız” tabir ettikleri zatlar, lâekall yüz bin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahipleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat’iyetinden geri kalmaz.

(19. Mektup)


Hattâ kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, tabiînin azîm imamlarından ve çok sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemanî, kat’iyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ne kadar mecnun gelmişse Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm sinesine elini koymuş ise kat’iyen şifa bulmuştur, şifa bulmayan kalmamış.

(19. Mektup)


Evet, o kadar acib fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidîn gibi bin rekat namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zatlar مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ sırrını göstermişlerdir.

(7. Lem'a)


Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve bir rivayet-i sahihada ism-i a’zam mertebesini taşıyan şu cümle-i tevhidiyenin on bir kelimesi var.

(20. Mektup)


Mesela

اَللّٰهُمَّ اِنّٖى اَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَ الْعَافِيَةَ لٖى وَ لَهُ فِى الدّٖينِ وَ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةِ

رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَ قِنَا عَذَابَ النَّارِ

gibi câmi’ dualarla dua etmek hem hulus ve huşû ve huzur-u kalp ile dua etmek hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde hem cumada, hususan saat-i icabede hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür.

(23. Mektup)


Re’fet اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَٓائِلُونَ kelimesinin manasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır.

Uyku üç nevidir:

Birincisi: Gayluledir ki fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır.

Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadîsçe sebebiyet verdiği için hilaf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddimatını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.

(28. Lem'a)


Madem Kur’an bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün taifeleriyle konuşur; elbette onlara göre müteaddid manaları ve küllî manasının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarîh veya vâcib veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden manayı tercih eder.

Mesela, bu âyette وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ dan ehemmiyetli bir sünnet olan iki rekat teheccüd namazını ve اِدْبَارَ النُّجُومِ dan, bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir sünnetini zikretmiş. Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var. Kardeşim, seninle konuşmak kesilmemiş.

(13. Şua)

Öğle Namazı

Zuhr zamanı ise yaz mevsiminin ortasına hem gençlik kemaline hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı nimeti hatırlatır.

...

Ve zuhr zamanında –ki o zaman– gündüzün kemali ve zevale meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâgilin tazyikinden muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in’amat-ı İlahiyenin tezahür ettiği bir andır.

Ruh-u beşer, o tazyikten kurtulup o gafletten sıyrılıp o manasız ve bekasız şeylerden çıkıp Kayyum-u Bâki olan Mün’im-i Hakiki’nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamdedip ve istiane etmek ve celal ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemal-i bîzevaline ve cemal-i bîmisaline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilan etmek demek olan zuhr namazını kılmak; ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip olduğunu anlamayan insan, insan değil.

(9. Söz)


Üçüncüsü: Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır.

(28. Lem'a)

İkindi Namazı

Asr zamanı ise güz mevsimine hem ihtiyarlık vaktine hem Âhir Zaman Peygamberinin (asm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ve in’amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder.

...

Asr vaktinde –ki o vakit– hem güz mevsim-i hazînanesini ve ihtiyarlık halet-i mahzunanesini ve âhir zaman mevsim-i elîmanesini andırır ve hatırlattırır. Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlahiyenin bir yekûn-ü azîm teşkil ettiği zamanı hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan, bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilan etmek zamanıdır.

Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp abdest alıp şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâki ve Kayyum-u Sermedî’nin dergâh-ı Samedaniyesine arz-ı münâcat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamdederek, izzet-i rububiyetine karşı zelilane rükûya gidip sermediyet-i uluhiyetine karşı mahviyetkârane secde ederek, hakiki bir teselli-i kalp, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyasında kemer-beste-i ubudiyet olmak demek olan asr namazını kılmak, ne kadar ulvi bir vazife, ne kadar münasip bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat eda etmek, belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu insan olan anlar.

(9. Söz)


Büyük bir nur lambası Güneştir ki Arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden Güneşin görünmesi, kucağında Peygamber’in (asm) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (ra) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edaen kılmış.

(22. Söz)


İkincisi: Feyluledir ki ikindi namazından sonra mağribe kadardır.

Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi; manevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

(28. Lem'a)

Akşam Namazı

Mağrib zamanı ise güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlukatın gurûbunu hem insanın vefatını hem dünyanın kıyamet iptidasındaki harabiyetini ihtar ile tecelliyat-ı celaliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

...

Mağrib vaktinde –ki o zaman– hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nâzenin ve güzel mahlukatının veda-i hazînanesi içinde gurûb etmesinin zamanını andırır. Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır. Hem dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lambasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır ve zevalde gurûb eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle ikaz eder bir zamandır.

İşte akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müştak olan ruh-u beşer, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Lâyezal’in arş-ı azametine yüzünü çevirip bu fânilerin üstünde ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ‌ deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevla için el bağlayıp Daim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ‌ demekle; kusursuz kemaline, misilsiz cemaline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ demekle, muînsiz rububiyetine, şeriksiz uluhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek…

Hem nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûya gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظٖيمِ deyip Rabb-i Azîm’ini tesbih edip hem zevalsiz cemal-i zatına, tagayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan edip hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ الْاَعْلٰى demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A’lâsını takdis etmek…

Sonra teşehhüd edip oturup bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezal’e hediye edip ve Resul-i Ekrem’ine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatini izhar edip ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmanesini müşahede edip Sâni’-i Zülcelal’in vahdaniyetine şehadet etmek…

Hem saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyatı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latîf, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubudiyet, ne kadar ciddi bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkiyane bir sohbet ve daimane bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir!

(9. Söz)


Nasıl ki güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder.

(23. Söz)


Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve bir rivayet-i sahihada ism-i a’zam mertebesini taşıyan şu cümle-i tevhidiyenin on bir kelimesi var.

(20. Mektup)

Yatsı Namazı

İşâ vakti ise âlem-i zulümat, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini hem vefat etmiş insanın bakiyye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhar-ı Zülcelal’in celalli tasarrufatını ilan eder.

...

İşâ vaktinde –ki o vakit– gündüzün ufukta kalan bakiyye-i âsârı dahi kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar. مُقَلِّبُ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ olan Kadîr-i Zülcelal’in o beyaz sahifeyi bu siyah sahifeye çevirmesindeki tasarrufat-ı Rabbaniyesiyle yazın müzeyyen yeşil sahifesini, kışın bârid beyaz sahifesine çevirmesindeki مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ olan Hakîm-i Zülkemal’in icraat-ı İlahiyesini hatırlatır. Hem mürur-u zamanla ehl-i kuburun bakiyye-i âsârı dahi şu dünyadan kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hâlık-ı mevt ve hayat’ın şuunat-ı İlahiyesini andırır. Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harap olup azîm sekeratıyla vefat edip geniş ve bâki ve azametli âlem-i âhiretin inkişafında Hâlık-ı arz ve semavat’ın tasarrufat-ı celaliyesini ve tecelliyat-ı cemaliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır. Hem şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakiki’si, Mabud ve Mahbub-u Hakiki’si o zat olabilir ki gece gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi suhuletle çevirir, yazar bozar, değiştirir. Bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak olduğunu ispat eden bir vaziyettir.

İşte nihayetsiz âciz, zayıf hem nihayetsiz fakir, muhtaç hem nihayetsiz bir istikbal zulümatına dalmakta hem nihayetsiz hâdisat içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, yatsı namazını kılmak için şu manadaki işâda İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ deyip Mabud-u Lemyezel, Mahbub-u Lâyezal’in dergâhına namaz ile iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde, bir Bâki-i Sermedî ile münâcat edip bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahman-ı Rahîm’in iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini görüp istemek…

Hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı, o dahi unutup dertlerini kalbin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette döküp hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel, son vazife-i ubudiyetini yapıp yevmiye defter-i amelini hüsn-ü hâtime ile bağlamak için salâta kıyam etmek, yani bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mabud ve Mahbub-u Bâki’nin ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîm’in ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîm’in huzuruna çıkmak…

Hem Fatiha ile başlamak, yani bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan nâkıs, fakir mahlukları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm-i Kerîm olan Rabbü’l-âlemîn’i medh ü sena etmek…

Hem اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına terakki etmek, yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, ezel ve ebed sultanı olan Mâlik-i Yevmi’d-din’e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ demekle bütün mahlukat namına kâinatın cemaat-i kübrası ve cemiyet-i uzmasındaki ibadat ve istianatı ona takdim etmek…

Hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden, nurani yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek…

Hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, hüşyar yıldızlar, birer nefer misillü emrine musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lambası ve hizmetkârı olan Zat-ı Zülcelal’in kibriyasını düşünüp ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip rükûya varmak…

Hem bütün mahlukatın secde-i kübrasını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlukat gibi her senede, her asırdaki enva-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya, birer muntazam ordu, belki birer mutî nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden “Emr-i kün feyekûn” ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevalde gurûb seccadesinde ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip secde ettikleri…

Hem Emr-i “كُنْ فَيَكُونُ”den gelen bir sayha-i ihya ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup kıyam edip kemer-beste-i hizmet-i Mevla oldukları gibi şu insancık onlara iktidaen o Rahman-ı Zülkemal’in, o Rahîm-i Zülcemal’in bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip sücuda gitmek, yani bir nevi mi’raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddi hakikat olduğunu elbette anladın.

(9. Söz)


Evet, muhaddisînin muhakkikîninden “El-Hâfız” tabir ettikleri zatlar, lâekall yüz bin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahipleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat’iyetinden geri kalmaz.

(19. Mektup)


Hattâ kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, tabiînin azîm imamlarından ve çok sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemanî, kat’iyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ne kadar mecnun gelmişse Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm sinesine elini koymuş ise kat’iyen şifa bulmuştur, şifa bulmayan kalmamış.

(19. Mektup)


Evet, o kadar acib fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidîn gibi bin rekat namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zatlar مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ sırrını göstermişlerdir.

(7. Lem'a)


Gördüm ki gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (asm) hayalen müşahede ettim.

(28. Lem'a)


Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki ben işâ namazından sonra tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim.

(Emirdağ L. 1)

Teheccüd/Gece Namazı

Ana Madde: Teheccüd Namazı

Gece vakti ise hem kışı hem kabri hem âlem-i berzahı ifham ile ruh-u beşer rahmet-i Rahman’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılabat içinde Cenab-ı Mün’im-i Hakiki’nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ü senaya müstahak olduğunu ilan eder.

(9. Söz)


Evet, o kadar acib fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidîn gibi bin rekat namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zatlar مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ sırrını göstermişlerdir.

(7. Lem'a)


Madem Kur’an bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün taifeleriyle konuşur; elbette onlara göre müteaddid manaları ve küllî manasının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarîh veya vâcib veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden manayı tercih eder.

Mesela, bu âyette وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ dan ehemmiyetli bir sünnet olan iki rekat teheccüd namazını ve اِدْبَارَ النُّجُومِ dan, bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir sünnetini zikretmiş. Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var. Kardeşim, seninle konuşmak kesilmemiş.

(13. Şua)


Fatiha'da Besmele ile "hemze" olan (elif) on sekiz olup 18 bin âlemin adedine tevafuk işaretiyle, her bir harfi her bir âlemin anahtarı olduğuna îma etmekten hâlî değildir. Ve (hemze) ile (sakin elif) بِسْمِ 'deki gizli hemze sayılmamak şartıyla otuzdur. Otuz cüz Kur'an'a remz eder. (Hemze), Besmele'siz on dört olmak haysiyetiyle şu سَبْعُ الْمَثَانٖى 'nin yedi adet âyeti müsennâ olarak iki defasına işaretle iki defa nüzulüne ve namazda tekerrürüne îma eder.

(Sakin elif) on üç, ل yirmi üç olup Fatiha'nın bir hesapla otuz altı kelimelerine tevafuk işaretiyle, beş farz namaz ve revatibinde ve revatib hükmündeki iki rekat teheccüd namazında yirmi dört saatte otuz altı defa Fatiha'nın tekerrürüne îma eder.

(Rumuzat-ı Semaniye)

Namaz ve Hapishane

Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek o halde hapis ve musibet müddetinin her bir saati, bazen bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî meyusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara keffareten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoşsohbet olduğu düşünülsün.

Dördüncü Söz’de denildiği gibi bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen; halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir, çünkü bin hissedar daha var.

Ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşif ile tasdik eden evliyadan ve asfiyadan hadd ü hesaba gelmez sadık muhbirler haber verdikleri halde; evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.

Bu meselede hapishane müdürleri ve ser-gardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları, Risale-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünkü bin mütedeyyin ve cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikadsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu, çok tecrübelerle görülmüş.

(11. Şua)


Evet bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse hem hayatına hem istikbaline hem vatanına hem milletine hem akrabasına büyük bir faydası olması gibi o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını başta Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.

Evet o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse hem ziyadeleşir hem bâkileşir hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına hem vatanına hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.

Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.

...

İşte ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara manidir, meydan vermiyor.

...

Mahpuslara şefkatkârane hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve manevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte, az bir amel ile büyük bir kazanç var ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyan ile beraber dâhilde ve hariçte çalışanların –bir sadaka hükmünde– defter-i hasenatına yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garib olsa o sadaka-i maneviyenin sevabı çok ziyadeleşir.

İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Tâ ki o hizmeti, lillah için olsun. Hem bir şartı da sadakat ve şefkat ve sevinç ile ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.

(13. Söz)


İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyusiyetlere, imandan ve Kur’an’dan imdada yetişen kudsî teselliler ile bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tövbe edenin her bir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi her bir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o manevî ihtardan bildim. “Hadsiz şükür Rabb’ime!” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum.

(26. Lem'a)


İşte ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur. Ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki yirmi senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza hem istikbalimize hem âhiretimize hem vatanımıza hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takip edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde, Kur’an’dan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mal-i saliha ile hapishane müdür ve alâkadarları, cani ve kātillerin başlarında zebani gibi azap memurları değil belki Medrese-i Yusufiyede cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

(11. Şua)


Evet, yirmi otuzdan ancak bir ikisi ta’dil-i erkân ile namazını kılan mahpuslar içinde birden Risale-i Nur şakirdlerinden kırk ellisi umumen bilâ-istisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal ile ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır ki bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir.

(13. Şua)


Üçüncüsü: Ziya. “Meyve”nin gençliğe ve namaza dair meselelerini kendine yazdı, namaza başladı. Fakat haylazlık yaptı, namazı ve yazıyı bıraktı. Birden o vakitte tokat yedi. Hilaf-ı âdet ve sebepsiz, başı üstündeki sepeti ve elbiseleri yandı. O kadar kalabalık içinde yanıncaya kadar kimse farkında olmaması kasdî bir şefkat tokadı olduğunu gösterdi.

Evet, doğrudur.

Ziya

Dördüncüsü: Mahmud. Ona “Meyve”den gençlik ve namaz meselelerini okudum ve dedim: “Kumar oynama, namaz kıl.” Kabul etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı ve kumar oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç dört defada daima mağlup olup fakir haliyle beraber kırk lira ve sakosunu ve pantolonunu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.

Evet, doğrudur.

Mahmud

Beşincisi: On dört yaşında Süleyman namında bir çocuk, ziyade haylazlık yapıp başkalarının da iştihalarını açıyordu. Ona dedim: “Uslu dur, namazını kıl. Senden büyük haylazların içinde bu halin, sana tehlike getirir.” O, namaza başladı fakat yine namazı terk ve haylazlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine müptela oldu, yirmi gündür yatağında yatmaya mecbur oldu.

Evet, doğrudur.

Süleyman

Altıncısı: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben hiddet ettim, çıktım gördüm ki hilaf-ı âdet Ömer’dir. Ben de hilaf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilaf-ı âdet olarak Ömer, başka hapse gönderildi.

(13. Şua)


Hapislerde, hususan Afyon hapsinde; eski zalim müstebitlerin aldatmak suretinde ara sıra af bahsini etmesinden bîçare mahpuslar benden soruyordular: “Acaba af olacak mı?”

Ben de derdim: “Bu zalimler aldatıyorlar. Fakat Nur şakirdleri madem mahpuslara teselli vermek ve yüzde doksanını namaz kıldırmak hikmetiyle üç defa hapse girdiler. Rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümit ederim ki hapislerin tam bir af ile çıkmasına bir alâmet olduğuna kuvvetle ümit ve müjde ediyorum.” Çok defa, çok adamlara bu teselliyi veriyordum.

(Emirdağ L. 2)


İkincisi: “Dinî tedrisata taraftar olmak bir suç gösterilmiş.”

Buna karşı deriz: Dünyada buna suç diyen hiçbir ehl-i iman bulunmaz. Hususan hapisteki olanlar içindeki bîçarelere teselli suretinde ders vermiş. Tedrisata taraftarlığını o zaman söylemiş. Bu ise o cümleyi de bütün bütün manasız olduğunu gösterir. Hattâ hapisteki üç yüz adamın az bir zamanda Risale-i Nur’la ıslah olması, cinayetlerden tövbe ederek ve bütün onlar namaz kılmaları, alâkadar memurların nazar-ı dikkatlerini celbetmiş. O memurların bir kısmı demişler: “On beş sene hapiste kalmasının faydası kadar, on beş hafta Risale-i Nur fayda vermiş.” Bunu hapisteki Rehber’i yazana söylemişler.

(Emirdağ L. 2)

Namaz ve Çocuk

Bu kardeşimiz bazı şeyler soruyor. Risale-i Nur suallere ihtiyaç bırakmıyor ve benim bedelime her şeye cevap veriyor. Yalnız çocuk taziyesine dair risalede يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ye dair sualinde bir kısım eski tefsirler demişler: “Cennette çocuktan gayet ihtiyara kadar herkes otuz üç yaşında olacak.”

Bunun hakikati Allahu a’lem şu olacak ki: Sarîh âyet وِلْدَانٌ tabiri ifade eder ki feraiz-i şer’iyeyi yapmaya mecbur olmayan ve mesnuniyet cihetiyle de yapmayan ve kable’l-büluğ vefat eden çocuklar cennete lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar. Fakat şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara, peder ve valideleri onları alıştırmak için teşvikkârane emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var.

Demek, vâcib olmadığı halde, nâfile nevinden yedi yaşından hadd-i büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar, mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuz üç yaşında olacaklar, diye bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler. Has iken âmm zannedilmiş.

(Emirdağ L. 2)

Namaz ve Mi'rac

Ana Madde: Mi'rac

Bir nevi mi’rac hükmünde olan namazın hakikati; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zat-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelal’in huzuruna kabulündür. “Allahu ekber” deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir.

Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla “Allahu ekber, Allahu ekber” demekle kat’-ı meratibe ve terakkiyat-ı maneviyeye ve cüz’iyattan devair-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel bir unvanıdır. Güya her bir “Allahu ekber” bir basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir.

İşte şu hakikat-i salâttan manen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.

İşte hacda pek kesretli “Allahu ekber” denilmesi, şu sırdandır. Çünkü hacc-ı şerif bi’l-asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta ferik dairesinde bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de bir hacı, ne kadar âmî de olsa kat’-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-i Azîm’i unvanıyla Rabb’ine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir.

Elbette hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i rububiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfak-ı azamet-i uluhiyet ve şeairiyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devair-i ubudiyet ve meratib-i kibriya ve ufk-u tecelliyatın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i rububiyet “Allahu ekber, Allahu ekber” ile teskin edilebilir ve onunla o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvire ilan edilebilir.

Hacdan sonra şu manayı, ulvi ve küllî muhtelif derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, husuf küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte şeair-i İslâmiyenin velev sünnet kabîlinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.

(16. Söz)


Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider.

(31. Söz)


Sâni’-i mevcudat ve Sahib-i kâinat ve Rabbü’l-âlemîn olan Hâkim-i ezel ve ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in –başta namaz olarak– esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki o marziyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-averdir ki tarif edilmez.

(31. Söz)


Hem Emr-i “كُنْ فَيَكُونُ”den gelen bir sayha-i ihya ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup kıyam edip kemer-beste-i hizmet-i Mevla oldukları gibi şu insancık onlara iktidaen o Rahman-ı Zülkemal’in, o Rahîm-i Zülcemal’in bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip sücuda gitmek, yani bir nevi mi’raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddi hakikat olduğunu elbette anladın.

(9. Söz)


Her mü’minin namazı, onun bir nevi mi’racı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise mi’rac-ı ekber-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmda söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teali edip genişlenir.

(6. Şua)


Madem hadîsçe namaz, mü’minin mi’racıdır ve mi’rac-ı ekberin cilvesine mazhardır.

...

اَلصَّلَوَاتُ dür ki hem umumî mi’rac-ı ekber-i Muhammedîde (asm) hem her mü’minin hususi mi’racı olan namaz teşehhüdünde, her gün hiç olmazsa on defa, yüz milyonlar ehl-i iman, o kudsî kelimeyi, Peygamber’in (asm) tebaiyetiyle dergâh-ı İlahîye takdim edip kâinatta ilan ederler.

(15. Şua)

Peygamberimizin Salat-ı Kübrası

Bab-ı şefkat ve ubudiyet-i Muhammediyedir (asm). İsm-i Mücîb ve Rahîm’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden is’af eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden, lisan-ı hal ve kāl ile istenilen her şeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hâşiye: Evet, bin üç yüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve onun kemalâtına şehadet eden ve kemal-i itaatle evamirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu, o zatın sıbgı ile sıbgalansa yani manevî rengiyle renklense ve o zat onların mahbub-u kulûbü ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette o zat, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir.

Hem ekser enva-ı kâinat o zatın birer meyve-i mu’cizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa elbette o zat, şu kâinat Hâlık’ının en sevgili mahlukudur.

Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir hâceti ki; o hâcet ise insanı esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kādıyü’l-Hâcat’tan isteyecek.), en sevgili bir mahlukundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’af etmesin; en yüksek duayı işitip kabul etmesin?

Evet mesela, hayvanatın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütuf ve suhuleti gösteriyor ki şu kâinatın mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmane bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlukatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikati On Dokuzuncu Söz’de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim:

Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: “Bir adada bir içtima var, bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor.” Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip fikren asr-ı saadete ve hayalen Ceziretü’l-Arab’a gidiyoruz. Tâ ki Resul-i Ekrem’i (asm) vazife başında ve ubudiyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O zat nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadıdır.

İşte bak! O zat öyle bir salât-ı kübrada, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki güya bu cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü ubudiyeti ise ona ittiba eden ümmetin ubudiyetini tazammun ettiği gibi muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder.

Hem o salât-ı kübrayı öyle bir cemaat-i uzmada kılar, niyaz ediyor ki güya benî-Âdem’in Hazret-i Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nurani ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler. (Hâşiye: Evet, münâcat-ı Ahmediye (asm) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salavatları onun duasına bir âmin-i daimî ve bir iştirak-i umumîdir. Hattâ ona getirilen her bir salavat dahi onun duasına birer âmindir ve ümmetinin her bir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmindir.

İşte bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı haliyle bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer namına Zat-ı Ahmediye (asm) istiyor ve beşerin nurani kısmı, onun arkasında âmin diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki şu dua kabule karin olmasın?)

Bak hem öyle beka gibi bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hal ile “Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.” diyorlar. Hem bak! Öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane saadet-i bâkiye istiyor ki bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki insanı ve bütün mahlukatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin!” dedirtiyor. (Hâşiye: Evet, şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın.

Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavatına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde ona karşı lâkayt kalsın, ehemmiyet vermesin.

Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayt kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin.

Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki şu kâinatın mevcudatı; esma-i İlahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faydasız, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı.

İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zat-ı Ahmediye’nin (asm) duasına âmin dedikleri gibi arş ve ferş ve serâdan süreyyaya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar. Zaten ubudiyet-i Ahmediyenin (asm) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidematı, bir nevi duadır. Mesela, bir çekirdeğin hareketi, Hâlık’ından bir ağaç olmasına bir nevi duadır.</ref>)

Bak, hem öyle Semî’ ve Kerîm bir Kadîr’den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm’den saadet ve bekayı istiyor ki bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafî bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ve icabet eder ki şüphe bırakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî’ ve Basîr’e mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hastır.

Acaba bütün benî-Âdem’i arkasına alıp şu arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (asm) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i kâinat (asm) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor, görüyorsun.

Eğer âhiretin hesapsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti. (Hâşiye: Evet, âhirete nisbeten gayet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde hadd ü hesaba gelmeyen hârika sanat numunelerini ve haşir ve kıyametin misallerini göstermek ve üç yüz bin kitap hükmünde olan muntazam enva-ı masnuatı, o tek sahifede kemal-i intizam ile yazıp dercetmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette latîf ve muntazam cennetin binasından ve icadından daha müşküldür.

Evet, cennet bahardan ne kadar yüksek ise o derece bahar bahçelerinin hilkati, o cennetten daha müşküldür ve hayret-fezadır, denilebilir.) Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir numunelerini icad eden Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir?

Demek nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.

Acaba hiç mümkün müdür ki bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat, misilsiz cemal-i rububiyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin? Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz (Hâşiye: Evet, inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir. Ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender muhal, bir zıt kendi zıddına inkılabıdır. Ve bu inkılab-ı ezdad içinde bi’l-bedahe bin derece muhal şudur ki zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Mesela, nihayetsiz bir cemal; hakiki cemal iken, hakiki çirkinlik olsun. İşte şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemal-i rububiyet, cemal-i rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve bâtıl misallerin en acibidir.).

Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.

(10. Söz)


İşte bak, o zat öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki güya benî-Âdem’in zaman-ı Âdem’den asrımıza, kıyamete kadar bütün nurani kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına “Evet, yâ Rabbenâ ver, biz dahi istiyoruz.” deyip iştirak ediyorlar. Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki insanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan a’lâ-yı illiyyîne yani kıymete, bekaya, ulvi vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki güya bütün mevcudata ve semavata ve arşa işittirip vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin” dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî’, Kerîm bir Kadîr’den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm’den hâcetini istiyor ki bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini –velev lisan-ı hal ile olsun– verir. Ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki şüphe bırakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî’ ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hastır.

(19. Söz)


İsrafil’in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı kübradan çekilmem, mecma-ı ekberden çekinmem.

(17. Söz)


Eğer istersen, salât-ı kübrada namaz kılar iken o zata bak! Öyle bir namaz ki, azamet-i vüs'atinden şu cezire, belki küre-i arz, iştirâk edip beraber namaz kılıyorlar. Hem bak! O zat, o namazı şöyle bir cemaat-i uzma içinde kılıyor ki, güya kendisi asrının mihrabında imam olarak durmuş, arkasında bütün efazıl-ı benî-Âdem, Âdem'den (A.S.) tâ asrımıza, tâ kıyamete kadar asırlar saflarında saf saf dizilip ona iktida edip duasına âmîn diyorlar. Hem dinle o zat, o cemaat-ı uzma ile kıldığı namazda ne yapıyor, işit. İşte bak, öyle azametli, şiddetli bir hacet-i amme için dua ediyor ki, sanki yer ve gökler, belki bütün mevcudat beraber duasına iştirak ederek, lisan-ı halleriyle "Oh, evet ya Rabbena duasını kabul et!.. Biz dahi, bize mütecellî olan bütün esma-i hüsnan ile beraber onun istediği muradının husûlünü istiyoruz." diyorlar. Hem o zatın tarz-ı tazarruatı içindeki tavrına bak! Nasıl şiddetli bir iştiyak içinde, büyük bir iftikar ile; ve hazin bir mahbubiyet içerisinde derin bir hüzün ile mutazarriâne yalvarıyor, öyleki; kâinatı heyecan ile ağlatıp, duasına iştirak ettiriyor. Hem sonra bak! Hangi maksad ve ne gibi bir gaye için tazarru' ediyor?! Evet o, öyle bir maksad için dua ediyor ki, eğer faraza o maksad husûl bulmazsa, insan belki âlem, belki bütün mahlukat manasız ve kıymetsiz kalıp, esfel-i safilîne sukut edeceği halde, o maksadın husûlü ile birden mevcudat makamat-ı kemalâtına terakki eder.

(Reşhalar, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Çünkü Kevser kime verilmiş ve ne için verilmiş sırrıyla Kevser'in evvelindeki اَعْطَيْنَاكَ kime verildiği için ondan ك i alır. Ne için verildiğine delâlet eden فَصَلِّ 'den neticeye işaret için ف yi alır. كَ الْكَوْثَرَ ف olur. Mecmuu sekiz yüz elli yedi (857) adediyle İstanbul'un fethine müjde veriyor ve fütuhat-ı Muhammediyeye (asm) dâhil olarak en muhteşem cevami-i İslâmiyeye merkez olup küre-i arzda kılınan salât-ı kübranın bir mescid-i ekberi olduğuna elbette îma eder.

(Rumuzat-ı Semaniye)

24 Saatte 1 Saat Namaz

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır hem faydasız gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.

(21. Söz)


Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, her birisine yirmi dört altın verip iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba hem gemi hem şimendifer hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.”

İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki sermayesi birden bine çıkar.

Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder, bir tek altını kalır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir, belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.”

Acaba şu adam inat edip o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat bir lezzet için sefahete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?

İşte ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

O hâkim ise Rabb’imiz, Hâlık’ımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu mütefavit derecede katederler. Bir kısım ehl-i takva, berk gibi bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kateder. Kur’an-ı Azîmüşşan, şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.

Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

(4. Söz)


Dördüncü Söz’de izahı bulunan, her gün yirmi dört saat sermaye-i hayatı Hâlık’ımız bize ihsan ediyor. Tâ ki iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın.

Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarf etmezsek ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusane hayatını geçirmek sebebiyle değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin.

Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek o halde hapis ve musibet müddetinin her bir saati, bazen bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî meyusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara keffareten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoşsohbet olduğu düşünülsün.

Dördüncü Söz’de denildiği gibi bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen; halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir, çünkü bin hissedar daha var.

Ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşif ile tasdik eden evliyadan ve asfiyadan hadd ü hesaba gelmez sadık muhbirler haber verdikleri halde; evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.

Bu meselede hapishane müdürleri ve ser-gardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları, Risale-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünkü bin mütedeyyin ve cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikadsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu, çok tecrübelerle görülmüş.

(11. Şua)


Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız gaflet ve tembellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?

(Hubab, Mesnevi-i N.)


Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’an’ın en sarîh ve en kat’î emri olan “salât” gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki o levazımattan lâekall onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarf etmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle yirmi üç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!

(Onuncu Risale, Mesnevi-i N.)

Namazdan Usanmama

21. Söz'ün 1. Makamı tamamen bu konu hakkındadır

Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”

...

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır hem faydasız gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.

...

Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.

....

Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarip olmak hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?

...

Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın.

...

Ey dünya-perest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun!

(21. Söz)

Namaz ve Seferilik

Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir.

(27. Söz)


Sordukları mesele-i şer’iye ise şimdiki mesleğimiz ve halimiz, o meselelerle meşgul olmaya müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar var ki: Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz ve takdim tehir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için onlara bina edilmez. Belki kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.

Eğer denilse ki: Tayyare ile ve şimendiferle bir saatte giden zahmet çekmiyor ki ruhsata müstahak olsun.

Elcevap: Tayyare ve şimendiferde abdest alıp vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkülat bulunduğu için ruhsata sebebiyet verir.

(Barla L.)


Memurat ve menhiyat-ı şer'iyede illet, emr-i İlahîdir ve nehy-i İlahîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taalluklarına ism-i Hakîm noktasında sebeb olabilirler.

Meselâ: Sefer eden, namazını kasreder. Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet seferdir, hikmet meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da namaz kasredilir. Sefer olmasa, hanesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünki meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir.

İşte bu kaide-i şer'iyeye binaen, ahkâm-ı şer'iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakiki illetlere bakar.

(9. Lem'a)

Namazdaki Kur'an, Tesbih ve Zikirler ve Onların Değiştirilmemesi

Bazı ehl-i tahkik derler ki: Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve sair tesbihlerin her biri müteaddid cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini tenvir eder, manevî gıda verir. Manaları bilinmezse yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir libastır; değiştirilse her taife kendi lisanıyla o manalara elfaz giydirse daha nâfi’ olmaz mı?

Elcevap: Elfaz-ı Kur’aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid libas değil; cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.

Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir haleti çok defa tetkik ettim gördüm ki o halet, hakikattir. O halet şudur ki:

Sure-i İhlas’ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalp gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder ve hâkeza…

Gitgide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latîfeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lafızlar ile kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.

İşte kendim tecrübe ettiğim şu halet gösteriyor ki ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır.

Çünkü menba-ı daimî olan elfaz-ı İlahiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâekall on sevabı zayi olması ve huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etmediğinden gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur.

Evet, nasıl İmam-ı A’zam demiş: “‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ tevhide alem ve isimdir.” Biz de deriz: Kelimat-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi mana-yı lügavîsinden ziyade, mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır. Öyle ise değişmeleri şer’an mümkün değildir.

Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyet’le geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!

Hem “Sübhanallah” diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizaç eden meal-i icmalî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bâhusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok ehemmiyetlidir.

Elhasıl, zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de daimî, ulvi, kudsî ifade edemezler.

(26. Mektup)


Fakat vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirakiyle o memurun verdiği emir; cami içinde, namazın tesbihatında iken “O misafirleri getiriniz!” diye jandarmalara emretmiş. Maksat da beni kızdırmak. Eski Said damarıyla bu fevka’l-kanun, sırf keyfî muameleye karşı kovmak ile mukabele etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki Said’in lisanında Kur’an’ın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etmez; belki o kılıncı böyle istimal edecektir. Fakat jandarmaların akılları başlarında olduğu için hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, camide, vazife-i diniye bitmeden ilişmediği için namaz ve tesbihatın hitamına kadar beklediler. Memur bundan kızmış “Jandarmalar beni dinlemiyorlar.” diye kır bekçisini arkasından göndermiş.

(28. Mektup)


Ehl-i ilhada kapılan ulemaü’s-sû, milleti aldatmak için diyorlar ki:

İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?

Elcevap: İmam-ı A’zam’ın bu fetvasına karşı, başta a’zamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir. Mu’zam-ı ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususidir:

Birincisi: Merkez-i İslâmiyet’ten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikiye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i cennetten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fatiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile maânî-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki zaaf-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!

(29. Mektup)


Evet, nasıl ki Dokuzuncu Söz’de, bu kelime iki arkadaşıyla bütün ibadatın fihristesi olan namazın çekirdekleri ve hülâsaları ve içinde ve tesbihatında tekrar ile namazın manasını takviye için سُبْحَانَ اللّٰهِ ۞ ‌‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ۞ اَللّٰهُ اَكْبَرُ üç muazzam hakikatlere ve insanın kâinatta gördüğü medar-ı hayret, medar-ı şükran ve medar-ı azamet ve kibriya, acib ve güzel ve büyük, pek çok fevkalâde şeylerden aldığı hayret ve lezzet ve heybetten neş’et eden suallerine pek kuvvetli cevap verdiği gibi On Altıncı Söz’ün âhirinde izah edilen şu:


...

İşte bu üç kudsî kelimeler gibi بِسْمِ اللّٰهِ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ve sair kelimat-ı mübareke, her biri erkân-ı imaniyenin birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen et hülâsası ve şeker hülâsası gibi hem erkân-ı imaniyenin hem Kur’an hakikatlerinin hülâsaları ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi Kur’an’ın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım surelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünuhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur’un dahi hakiki madenleri ve esasları ve hakikatlerinin çekirdekleridirler.

Ve velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarîkat-ı Muhammediyenin (asm) virdidirler ki her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü’minler beraber, o halka-i kübra-yı zikirde, ellerinde tesbihler سُبْحَانَ اللّٰهِ otuz üç, ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ otuz üç, اَللّٰهُ اَكْبَرُ otuz üç defa tekrar ederler.

İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hem Kur’an’ın hem imanın hem namazın hülâsaları ve çekirdekleri olan o üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuz üçer defa okumak ne kadar kıymettar ve sevaplı olduğunu elbette anladınız.

(11. Şua)

Namaz ve Erkan-ı İmaniye

İşte bu üç kudsî kelimeler gibi بِسْمِ اللّٰهِ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ve sair kelimat-ı mübareke, her biri erkân-ı imaniyenin birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen et hülâsası ve şeker hülâsası gibi hem erkân-ı imaniyenin hem Kur’an hakikatlerinin hülâsaları ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi Kur’an’ın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım surelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünuhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur’un dahi hakiki madenleri ve esasları ve hakikatlerinin çekirdekleridirler.

(11. Şua)


Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi,

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

(Lemeat (Sözler))


Nur Fabrikasının sahibi, Birinci Şuâ’nın Dördüncü Âyeti bahsinde, hakikat-i İslâmiyet’in yedi esası parlak bir surette ispat edildiği cümlesine dair soruyor ki: Erkân-ı İslâmiyeyi beş biliyoruz. Hem vücub-u zekât rüknü, risalelerde ne suretle izah edildiğini soruyor.

Elcevap: İslâm’ın rükünleri başkadır, hakikat-i İslâmiyet’in esasları yine başkadır. Hakikat-i İslâmiyet’in esasları; altı erkân-ı imaniye ile (Hâşiye: “Beraber” kelimesi Şuâ’da noksan olduğu için şüphe edilmiş.) ve esas-ı ubudiyet ki İslâm’ın beş rüknü olan (savm, salât, hacc, zekât, kelime-i şehadet) mecmuunun hülâsasıdır. Risale-i Nur, altı rükn-ü imaniye ile bu esas-ı ubudiyeti ispat edip سَبْعَ الْمَثَانٖى cilvesine mazhariyeti muraddır.

(Kastamonu L.)

Namaz ve Bektaşi Misali

Hattâ temsilde hata olmasın bir Bektaşî’ye: “Ne için namaz kılmıyorsun?” demişler. O da: “Kur’an’da لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ var.” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani وَ اَنْتُمْ سُكَارٰى yı da oku.” denildiğinde “Ben hâfız değilim.” demiş olması kabîlinden, Risale-i Nur’un bir cümlesini tutup o cümleyi ta’dil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanamemde, o iddianameye karşı mukayese edildiğinde bunun otuz kırk misali görülecektir.

(12. Şua)

Namaz ve Ezan

Ana Madde: Ezan

Namaz Tesbihatı

Ana Madde: Namaz Tesbihatı

Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek; hem kemaline karşı lafzen ve amelen “Allahu ekber” deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir.

Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki namazdan sonra, namazın manasını tekid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın manası, şu mücmel hülâsalarla tekid edilir.

(9. Söz)


Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

(26. Söz)


Mesela

اَللّٰهُمَّ اِنّٖى اَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَ الْعَافِيَةَ لٖى وَ لَهُ فِى الدّٖينِ وَ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةِ

رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَ قِنَا عَذَابَ النَّارِ

gibi câmi’ dualarla dua etmek hem hulus ve huşû ve huzur-u kalp ile dua etmek hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde hem cumada, hususan saat-i icabede hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür.

(23. Mektup)

Namazda Ta'dil-i Erkan

Ana Madde: Ta'dil-i Erkan

Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

(26. Söz)

Peygamberimiz ve Namaz

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken hırçın bir çocuk, namazını katedip geçtiğinden Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm اَللّٰهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.

(19. Mektup)


Tevatüre yakın meşhurdur ve âyât-ı Kur’aniye işaret ediyor ki: Bidayet-i İslâm’da Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Mescidü’l-Haram’da namaz kılarken rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da o vakit onlara beddua etti. İbn-i Mesud der ki: Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanların Gazve-i Bedir’de birer birer laşelerini gördüm.

(19. Mektup)


Hem –nakl-i sahih ile– bir defa, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm seferde namaz kılacak vaktinde atına dedi: “Dur!” O da durdu. Namaz bitinceye kadar hiçbir azasını kımıldatmadı.

(19. Mektup)


Manevî tevatüre yakın bir şöhretle ve ekser ehl-i tefsirin

اِنَّا جَعَلْنَا فٖٓى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ

وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدٖيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ

âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadîs imamları haber veriyorlar ki Ebucehil yemin etmiş ki: “Ben secdede Muhammed’i görsem bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış, Ebucehil’in eli çözülmüş. O ise ya Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın müsaadesiyle veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.

Hem yine Ebucehil kabilesinden –bir tarîkte– Velid İbn-i Mugire, yine Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı vurmak için büyük bir taşı alıp secdede iken vurmaya gitmiş; gözü kapanmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı Mescid-i Haram’da görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu, yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namazdan çıktı, ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.

(19. Mektup)


Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zat-ı Muhammediye (asm) ise onları menba-ı hakikisinden (Zat-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o zat, bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

(30. Lem'a)


Bilhassa o cemaat-i uzma önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru ve tezellül ile öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzün ile niyaz ve dua eder ki kâinat bile heyecana gelir; o zatın duasına iştirak eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki eğer o maksat husule gelmezse yalnız mahlukat değil âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i safilîne düşer. Çünkü o zatın matlubuyla mevcudat yüksek kemalâta erişir. Acaba o zat, o matlubu kimden istiyor? Evet, öyle bir zattan talep eder ki en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’î bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir.

(Reşhalar, Mesnevi N.)


Bak müezzin-i a’zama, Muhammedü’l-Hâşimî (asm) davet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

(Lemeat)


Sure-i El-Alak Hazret-i İbn-i Abbas radıyallahu anhümadan nakl-i sahih ile sabittir ki en evvel Hazret-i Cebrail aleyhisselâm

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ

suresini getirmiş. Bir rivayette tâ اَرَاَيْتَ kelimesine kadar en evvel nâzil olan odur. Bir vakit sonra Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken Ebu Cehil taarruz ettiği hengâmda اَرَاَيْتَ kelimesinden nihayete kadar nâzil olmuş.

(Rumuzat-ı Semaniye)

Mahlukatın Namazı

Şu rahmet-i İlahiyenin âsârıyladır ki her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar.

(17. Söz)


İşte bak, o zat öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

(19. Söz)

Namaz ve Risale-i Nur

On Dokuzuncu Mektup’u bir mecliste ve bir cuma gecesi okumak niyetiyle üzerime almıştım. Şiddetli yağmurlu bir gece idi. O mecliste okumak üzere elimi cebime koydum, o mübarek eser yerinde olmadığını hayretle gördüm. Eseri koyduğum cep yırtık ve delik olmadığı gibi ben de başka hiçbir yerde durmadığıma göre bu hale hayret etmemek kabil mi? O geceyi uykusuz geçirdim, müteessir oldum. Hazret-i Gavs’tan bu mübarek eseri istedim. Lillahi’l-hamd ertesi günü, bu eseri dinlemekle namaza başlamış olan bir muallim vasıtasıyla bulundu.

(Sikke-i T. G.)

Namaz ve Evlilik

Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan; serseriliğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakiki çocukların rızkını süt ile verdiği gibi onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek elbette Nur talebesinin kârı değil.

(Emirdağ L. 2)

Namaz ve Münafıklar

“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz.” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, ehl-i kıbledir. Sarîh küfür söylemese veyahut tövbe etse namazı kılınabilir.

O Aliköy’de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da münafık hakikatine dâhil olmamak lâzım gelir. Çünkü münafık itikadsızdır, kalpsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (asm) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.)

Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise değil Peygamber (asm) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar.

Hazret-i Ali (radıyallahu anh) yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebubekir, Ömer, Osman radıyallahu anhüme ilişmeseler Hazret-i Ali (radıyallahu anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi onlar da hürmet etseler farz namazını kılsalar yeter.

(Emirdağ L. 1)

Namaz ve Bidat

Sakın hocaların cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa namaz battal olur değil. Çünkü selef-i salihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa halvethanesinde bulunması lâzımdır.

(Kastamonu L.)

Namaza Davet

Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’an’ın en sarîh ve en kat’î emri olan “salât” gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


Tillo’da iken bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ks) Hazretlerini rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (ks) kendisine hitaben:

— Molla Said! Mîran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşiretine doğru Tillo’dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşa’nın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşa’nın nazar-ı dikkatini celbedince aşiret binbaşılarından Fettah Bey’den kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said’e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben:

— Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim! Demesinden paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said:

— Sana söyledim ya, onun için geldim, der. Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said’in kılıncına işaret ederek:

— Bu pis kılınçla mı?

Bedîüzzaman:

— Kılınç kesmez, el keser cevabında bulunur.

Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bedîüzzaman’a:

— Benim Cezire’de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehri’ne atarım.

Molla Said:

— Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden bir şey isterim ki o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan seni onunla öldüreceğim, der.

Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezire’ye giderler. Yolda Paşa kat’iyen Molla Said’le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkiye gelince yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar; uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezire âlimlerinin, kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezire âlimleri Molla Said’in şöhretini işittikleri için mebhut ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said’in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir iki âlimin çayını da içer, onlar fark edemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben:

— Ben okumuş değilim fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlup olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka iki üç bardak da sizin çayınızı içti.

Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karşı:

— Efendiler! Bendeniz vaad etmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh suallerinize muntazırım, der.

Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevap verdikten sonra, her nasılsa Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak:

— Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde farkına varmadınız, diyerek cevabını tashih eder.

Hocalar dediler:

— İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz!

Sonra o hocalardan bir kısmı Molla Said’den ders almaya gelirler.

Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

(İlk Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden Ankara Hükûmeti; Bedîüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara’ya davet ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de cevaben:

Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum, demiştir.

Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu Mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da alkışlarla karşılanır. Fakat ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusanda dine karşı gördüğü lâkaytlık ve Garplılaşmak bahanesi altında, Türk milletinin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. O beyanname şudur:

...

Bu mebusana hitap, namaz kılanlara altmış mebus daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir.

Bu parça, mebuslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde M. Kemal Paşa:

—Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der.

Bu söz üzerine Bedîüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:

—Paşa! Paşa! İslâmiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.

(İlk Hayatı, Tarihçe-i Hayat)


Üstad, yanına gelen gençlere de daima Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden belki binlerce gençler intibaha gelmişlerdir.

Yine kırlarda ve yollarda rastladığı memur ve işçilere her birisine münasip ders verir, namaz kılmalarının ehemmiyetini söyler ve o zaman dünyevî meşgalelerinin âhiret hesabına geçeceğini telkin ederdi. Bilhassa bu nevi dersi “Din, terakkiye manidir.” diyenlerin fikirlerinin ancak birer hezeyan olduğunu gösterir. Bilakis hem o insan için hem vatan ve millet için iman nuruna mazhar olmak, maddî manevî saadet ve terakkiyi temin eder. Namazını kılıp istikametle hareket ettiği takdirde, dünyevî çalışma ve gayretinin âhiret hesabına geçip ebedî saadet ve nurları netice vermesi düşüncesi, ne kadar o vazifeyi iştiyakla severek yapmayı temin edeceği malûmdur.

İşte bu hakikati, bütün memurlar, sanatkârlar ve esnaf, rehber ittihaz etmeli ve bu ders, umuma telkin edilmelidir. Bu zikredilen bahis, deryadan bir katre nevinden Üstadın saymakla bitmeyen millete menfaattar hizmetinden bir cüzdür. İslâmiyet’e irtica, mü’minlere mürteci diyenlere yazıklar olsun!.. (Hâşiye: Dinî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden birkaç numune:

1- Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün Eskişehir’deki Yıldız Otelinde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen birkaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi: “Siz, farz namazlarınızı kılsanız o zaman fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünkü milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz.”

2- Yine bir gün, Eğirdir yolu altında oturmuş Rehber’i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip kebairden çekilmek şartıyla bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünkü on saatlik bir yolu bir saatte kestirmeye vesile olan tren yolunda çalıştığından mü’minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.

3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir’de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: “Bu tayyareler, bir gün İslâmiyet’e büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz, asker olduğunuz için her bir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir saati otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı îfa etsin.”

4- Hem Barla hem Isparta hem Emirdağ’da çobanlara derdi: “Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız siz farz namazınızı kılınız tâ hizmetiniz Allah için olsun.”

5- Yine bir gün, Eğirdir’de elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: “Bu elektriğin umum millete büyük menfaati var. O umumî menfaatten hissedar olabilmeniz için farzınızı kılınız. O zaman bütün sa’yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer.” demiştir.

Bu neviden on binler misaller var.

Daimî hizmetinde bulunan talebeleri)

(Emirdağ Hayatı, Tarihçe-i Hayat)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler

İlgili Resimler/Fotoğraflar

İlgili Maddeler ve Kategoriler

  • Namazlar listesi
  • Ta'dil-i Erkan: Namazın şartlarından olup bazı alimlere göre farz, bazılarına göre vaciptir
  • Ezan: Namaz duyurusu
  • Namaz Tesbihatı: Namazdan sonra yapılan sünnet dua, tesbih ve zikirler
  • Abdest: Namaz için yıkanması gereken yerleri yıkamak
  • Şükür: Allah'ın ni'metlerine karşı teşekkür demek olup namaz en kapsamlı şükürdür
  • İbadet: Namaz, ibadetlerin fihristesidir.
  • Kamet: Farz namazlardan önce okunur
  • Kıyam: Namazda ayakta durmak
  • Rüku: Namazda eğilmek
  • Secde: Namazda yere kapanmak
  • Tahiyyat: Namazda son oturuş
  • Fatiha: Namazların bütün rek‘atlarında okunması fıkıh alimlerinin çoğunluğuna göre farz olan sure
  • Kıraat: Namazda Kur'an okumak
  • Kamet Duası: Kametten sonra okunması sünnet olan dua
  • Kıble: Namazda Kabe'ye yönelmek
  • Hacer-ül Esved: Bediüzzaman mü'minlerin şehadetlerinin Hacerü’l-Esved’e muhafaza için tevdi ettirilmesinden bahseder
  • Necaset: Namaza engel olan kirler
  • Mi'rac: Namaz mü'minin mi'racıdır
  • Cemaatle Namaz: Erkekler için Hanbelîler’e göre farz-ı ayın, Şâfiîler’e göre farz-ı kifâye ve Hanefî ve Mâlikîler’e göre müekked sünnettir
  • İmam: Namazı kıldıran kişi
  • Tesbih: Namazdan sonra zikirleri saymak için kullanılan eşya
  • İbadet: Namaz ibadetlerin fihristesidir
  • Huşu: Namazda namazdan başka bir şey düşünmeme ve başka bir şey ile meşgul olmama
  • Vakit: Namazın zamanı
  • Selam: Namaz sonrasında sağa ve sola verilir
  • Cami/Mescid: Namazların cemaatle kılındığı mekan
  • Seferilik: Namazı kısaltılma mazereti olan yolculuk durumu
  • Namazı Dosdoğru Kılın/Kılarlar Ayetleri Kategorisi: İçinde "Akîmussalât/Akamussalat" yani "Namazı dosdoğru kılın/kılarlar" ifadesi geçen ayetler.

Kaynakça