Cuma Namazı

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Cuma Namazı belli şartların gerçekleşmesi halinde Cuma günü öğlen namazı vaktinde farz olan bir ibadettir. Erkek, hür, mukim (seferi olmayan) ve mazeretsiz olmak gibi vücub şartlarında genellikle mezhebler arasında farklılık yoktur. Hastalık, hasta bakıcılık, kişiyi bitkin hale getiren yaşlılık, sağlığa zarar verecek ölçüde sıcak veya soğuk, aşırı derecede yağmur ve çamur, mal, can bakımından güvenliğin bulunmaması gibi durumlar mazeret sayılır. Sıhhat şartları arasında mezhepler arasında önemli görüş ayrılıkları vardır. Mesela Hanefi mezhebinde cemaat, imam dışında üç kişiden az olamazken Şâfiî mezhebinde namaz en az kırk kişiyle kılınmalıdır.[1] Bediüzzaman kendisinin Cuma namazına bazen iştirak etmemesinin sebebini izah ederken mensubu olduğu Şafii mezhebinde imamın arkasında kırk adamın Fatiha okuması vb. şartlar olduğunu, o yüzden Cuma namazının ona farz olmadığını, 25 senedir münzevi yaşadığı için kalabalık yerlerde huzur bulamadığını, okunması farz olan Fatiha'yı bazı imamların arkasında okumakta yetişediğini, Hanefi mezhebini takliden bazen sünnet olarak kıldığını beyan eder.

Bediüzzaman Risale-i Nur'da Nebi aleyhisselâmın ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalplerini bayram ve cuma ve cemaat namazlarında ittihat ettirdiğinden bahseder.

Ayrıca, Cuma namazındaki hutbenin hikmetinin zaruriyat ve müsellematı tezkir olup nazariyatı talim olmadığını, Arapça ibarelerin daha ulvi ihtar ettiği söyler ve bazı gafillerin hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi Arapçadan çıkarıp her milletin lisanıyla söyleme isteğini uygun bulmaz.

Bediüzzaman bidalara girmemek için Cuma namazına ve cemaatlere iştirak etmeyen talebelerine iştirak edenleri tenkit etmemelerini tavsiye etmiştir.

Eskişehir Hapishanesindeyken dışarı çıkmasına izin verilmemesine rağmen hapishane müdürünün şahitliğiyle Bediüzzaman Cuma Namazında Ak Camide görülmüştür.

Diğer İsimleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Cuma Namazına İştirak[değiştir]

Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarîkata mensup Müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, Hristiyan bile olsa onlarla medar-ı nizâ noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman hem mesleğimiz hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un âlem-i İslâm’da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için Risale-i Nur şakirdleri musalahakârane vaziyeti almaya mükelleftirler.

Sakın hocaların cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa namaz battal olur değil. Çünkü selef-i salihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa halvethanesinde bulunması lâzımdır.

(Kastamonu L.)

Bediüzzaman ve Cuma Namazı[değiştir]

Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahirî bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nur’u benim malım zannedip Risale-i Nur’un nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: “Said cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor.” gibi tenkitleri var.

Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki meselede büyük mazeretlerim var.

Evvela: Ben Şafiî’yim. Şafiî mezhebinde cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i A’zamîyi takliden bazen sünnet olarak kılıyordum.

Sâniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men’ettikleri için –hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş– hem yirmi beş senedir ben münzevi yaşadığım için kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha’nın yarısını okumadan, imam rükûya gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.

(Emirdağ L. 1)


Yirmi senede kaç vilayetin zabıtaları kıyafetime ilişmedi. Yalnız yirmi beş sene evvel Ankara Valisi Nevzad Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi hem muvaffak olamadı hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi. Hem Afyon Valisinin büyük bir memuru, cebren kıyafetime emir vermesine mukabil, Emirdağı’nın küçük bir adliye memuru ona mukabele edip “Kanun haricinde hiçbir şey yapamayız.” demiş, kanun-perestliğini göstermiş. Hem buranın kaymakamı evham etmeyip bana zulmetmediği için o vicdanlı zatın tebdiline çalıştılar. Hem camiye, cumaya gitmeye beni men’eden merdüm-girizlik hastalığı ile beraber, maddî birkaç hastalığa binaen, bir hafta rapor verip beni ifademi almaya sevk etmemek için doktorluk kanunu ile amel ettiğime binaen tâ Afyon’dan iki doktor gönderip onun raporunu bozmak, onu da mahkemeye vermek derecesinde keyfî kanunlara maruz olmuşuz.

(Emirdağ L. 1)


3– Üstadımız hastadır, hattâ cumaya dahi çıkamamaktadır. Ara sıra hava almaya pek ziyade muhtaç oluyor. Bu sebepten pek nadir olarak kendine mahsus bir odası bulunan ve otuz sene evvel on sene ikamet ettiği Barla köyüne gider, bir müddet kalır gelir. Bazen de burada yaz mevsiminde insanların bulunmadığı, şehrin haricindeki mahallere giderek iki üç saat teneffüs eder gelir. İhtiyarlığı, hastalığı dolayısıyla yayan yürüyememekte olduğundan ve halkın hürmetkâr vaziyetiyle rahatsız etmemesi için bu basit gidip gelmeyi otomobil ile yapar. Bunun haricinde hiçbir köye, meskûn hiçbir mahalle, hattâ otuz senelik dostları bulunan yerlere dahi mezkûr sebeplerle gitmiyor.

İşte hal ve vaziyet bundan ibarettir. Hakikat-i hal de budur.

Hizmetinde bulunan Tahirî, Zübeyr

(Emirdağ L. 2)


Evet Bedîüzzaman, devletlere milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’an hakikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlup etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz, vazife-i İlahiyeye karışmayız.” demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zalimane muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle cuma namazına dahi gitmekten men’edilmiş ve bütün bu tarihî faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyidat altına alınmıştır.

(Tarihçe-i Hayat)

Cuma Namazı ve Cemaat[değiştir]

Bil ki nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalalet, şer ve hasaret; onun muhalifindedir.

Mehasin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki: Nebi aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalplerini iyd ve cuma ve cemaat namazlarında ittihat ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem’ediyor. Öyle bir surette ki şu insan, Mabud-u Ezelî’nin azamet-i hitabına, hadsiz kalplerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mabud-u Ezelî’nin uluhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor ve etrafıyla semavatın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan اَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihat ile kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı arz ve semavat’ın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihat ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihat edip içtima etse küre-i arz, tamamıyla büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekber’i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâm’ın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.

İşte bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelal’e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamdediyoruz ki bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmına ümmet eylemiş.

(17. Lema)


Gayet vahşi bir adam muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın, devletin nizamatıyla ve kanun-u padişahî ile kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünür; hayrette kalır.

Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, cuma gününde dâhil olur. O cemaat-i müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Manevî ve semavî kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acib ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.

İşte aynı bu misal gibi Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mabud-u Ezelî’nin muntazam bir mescidi olan şu kâinata; mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin şeriat-ı fıtriye-i kübrasının manevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlahiyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “Tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, bir zîkudret ve müstakil bir kadîr telakki etmek; misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir!

(17. Lema)

Cuma Namazı Hutbesi[değiştir]

Ana madde için Hutbe sayfasına bakın

اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبٖيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani “Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuş ise haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez.

Mesela, bir adam sû-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse talakı vaki olur. Bir cinayet etse ceza görür. Fakat sû-i ihtiyarıyla olmazsa talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem mesela, bir içki müptelası zaruret derecesinde müptela olsa da diyemez ki: “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki sû-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlık’ının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale, o Hâlık’ın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf, o müdahale merduddur.

Mesela bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi, iki sebep için istihsan ediyorlar:

Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i İlahînin tebliğ makamı olduğundan o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.

İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyet’in zaruriyatı ve müsellematı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyenin –eğer mümkün olsaydı– tercümesi (Hâşiye[2]) belki müstahsen olurdu.

Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.

Halbuki bir âmî ne kadar cahil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyet’in umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor.” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Hakîm’in i’cazkârane, müfehhimane ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?

(27. Söz)


Talim-i Nazariyattan Ziyade, Tezkir-i Müsellemata İhtiyaç Var

Zaruriyat-ı dinî, müsellemat-ı şer’î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.

Matlub da hasıl olur. İbare-i Arabî (*[3]) daha ulvi ediyor tezkiri hem ihtarı.

Onun için cumada hutbe-i Arabiye; zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.

Nazariyatı talim onda maksud değildir. Hem İslâm’ın vahdanî simasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir, kabul etmez teksiri.

(Lemeat, Sözler)


111- Cumada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvi ihtar eder. Hadîs ile âyet muvazene edilse görünür ki beşerin en beliği dahi âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.

(Hakikat Çekirdekleri, Mektubat)


Keramet-i Gavsiye’yi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu bîçareden bahis edilişi, okumak hususunu düşündürüyor. Mübarek Ramazan (Hâşiye[4]) bir an evvel bu isyankârların, kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyette, süratle elimizden gitmektedir. İmam Ömer Efendi geçen sene “Ramazanın Hikmetleri” eserinin, ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu ramazanın birinci cuma hutbesinde, ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Hulusi

(Barla L.)


Beşincisi: Maslahat ki, bir hikmet-i mürecciha ise de, hüküm için illet değildir. Amma bu zamanın nazırı ise,.maslahatı hükme bir illet yapmış. Hem dahi bu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye teveccüh ediyor. Halbuki şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye nazırdır. Şayet dünyaya müteveccih olsa da, ancak ikinci derecede ve arazî bir surette dünyanın vesile-i âhiret olması cihetiyle ona bakar.

Ve keza, insanların mübtela olduğu çok işler var ki; umum-ül belva suretini almış, hattâ insanlarca zaruriyât derecesine gelmişlerdir. Halbuki o ihtiyaçları ise, su-i ihtiyardan tevellüd ettiklerinden ve gayr-ı meşru meyillerden doğdukları için; mahzuratı mubah kılamaz ve ruhsatlı ahkâma medar olamazlar.

Nasılki haram bir şarab ile (bilerek) kendini sarhoş eden bir kimse, sarhoşluk haletinde yaptığı tasarruflarından ma'zur olamaz ve hakeza!.. İşte şu zamanda böyle bir nazarla yapılan içtihadlar, elbette arziye olup semaviye olamazlar. Öyle ise Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın izni olmadan, onun ahkâmında ve onun ibadında yapılan herhangi bir tasarruf, merduddur.

Meselâ: Bazı gafiller, siyaset-i hazırayı avam-ı müslimîne de tefhim için hutbeyi arapçadan çıkarıp, türkçe lisanıyla okunmasını istihsan ediyorlar. Halbuki şu biçare gafil bilmez ki; siyaset-i hazıranın içine o kadar yalan, hile ve şeytanet girmiş; âdeta vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Şu halde şu vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, vahy-i İlahînin tebliğ makamına kadar çıksın.

Hem dahi bu cahil anlamaz ki, ümmetin ekseriyeti, yalnız zaruriyat-ı diniyenin ihtarına ve müsellematın tezkirine ve mü'minler mabeyninde hakaik-ı mütearife hükmüne geçmiş olan iman ve İslâmın erkânlarını ve ihlas ve ihsanın mertebelerini imtisal için teşvike ve ihtara muhtaçtırlar. Çünkü, Kur'anın sema' ve nağamatıyla bu mezkûr hakikatlar o kadar işitilmiş ve duyulmuş ki, adeta tahattur ve tezekkürde avam ile ulema bir olmuşlardır. Zira en acemi bir müslüman da, hutbe-i arabiyenin manasını bilmese de, icmalen bir mealini anlayabilir.

Hem o gafil düşünmez ki, hutbe-i arabiye vahdet-i İslâm simasında gayet müstakim, muhkem ve müzeyyen bir vesm-i semavîdir. Fakat onu tağyir etmekle çok çirkin ve dağınık bir ([5]) veşm halini alır. ([6])

(Mesnevi N. (Badıllı))

Bediüzzaman'ın Hapisteyken Cuma Namazına Gitmesi[değiştir]

Eskişehir Hapishanesinde iken de bir cuma günü, hapishane müdürü, kâtip ile otururken bir ses duyuyor: “Müdür Bey! Müdür Bey!”

Müdür bakıyor. Bedîüzzaman yüksek bir sesle: “Benim mutlaka bugün Ak Cami’de bulunmam lâzım.”

Müdür: “Peki Efendi Hazretleri!” diye cevap veriyor. Kendi kendine: “Herhalde Hoca Efendi, kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor.” diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bedîüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Cami’ye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki Bedîüzzaman içeride yok. Hemen jandarmaya sorar “İçeride idi hem kapı kilitli!” cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bedîüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bedîüzzaman’ı yerinde göremeyip hemen hapishaneye döner, Hazret-i Üstadın “Allahu ekber” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hâdiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)

(Tarihçe-i Hayat)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

Bedîüzzaman Hazretleri 1952 yılında İstanbul’da Fatih Türbesi’nde, cuma namazından çıktıktan sonra Fatiha okurken

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Hutbe: Cuma ve bayram namazı gibi bazı ibadet ve merasimlerde topluluğa hitaben yapılan konuşma.
  • Cuma: Bu namazın kılındığı gün
  • Cuma Suresi: Bu namaz hakkındaki ayetleri içeren sure
  • Cumua 9 ve Cumua 10: Cuma namazından bahseden ayetler

Kaynakça[değiştir]

  1. https://islamansiklopedisi.org.tr/cuma
  2. İ’caza dair olan Yirmi Beşinci Söz, Kur’an’ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.
  3. On sene sonra gelen bir hâdiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.
  4. Garibdir ki Hulusi’nin bu sözünü belki yirmi defa tekrar etmişim. Süleyman gibi dostlar şahittirler. Demek, bir hakikat var ki ikimizi böyle söyletmiş.
    Said
  5. "Vesm" ve "Veşm" lügatta nişanlama manasındadırlar. Ancak "Veşm" ateşle dağlamadır. (Mütercim)
  6. Mesnevî-i Arabi'de içtihada mani esbabın altısından beşi beyan edilmiş. Altıncısı yazılmamıştır. Demek ki, içine icmalen altıncı da girmiş oluyor. (Mütercim)