İhlas Suresi
Önceki Sure: Tebbet Suresi ← Kur'ân → Felak Suresi: Sonraki Sure
Bu sureyi İhlas suresi okuma sayfasında mealiyle beraber okuyabilirsiniz
İhlas ile ilgili tüm bahisler için İhlas (Tavzih) sayfasına gidin
İhlas (الاخلاص) Suresi Kur'ân-ı Kerim'in 112. suresi olup Tebbet ve Felak sureleri arasında yer alır. Tirmizi'de geçen bir hadiste Zilzâl sûresinin Kur’an’ın yarısına, İhlâs’ın üçte birine, Kâfirûn sûresinin de dörtte birine denk geldiği beyan edilmiştir. Hz. Peygamber’in namazlarda İhlâs sûresini birkaç defa okuyanları müjdelediği yolunda rivayetler bulunmaktadır. Yine Resûl-i Ekrem, Felak ve Nâs sûreleriyle birlikte İhlâs sûresinin de istiâze maksadıyla okunabileceğini ve kendisinin yatarken bu sûreleri okuduğunu bildirmiştir. İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri birlikte “muavvizât” adını alırlar.[1]
Risale-i Nur'da İhlas Suresi ve ayetleri hakkındaki dersler:
- Hadiste Yâsin suresini okumanın 10 defa Kur’an okumak kadar, Fatiha’nın Kur’an kadar, İhlas suresinin Kur'an'ın 3'te biri kadar, Zilzal suresinin Kur'an'ın 4'te biri kadar ve Kafirun suresinin yine Kur'an'ın 4'te biri kadar sevabı olduğuna rivayet vardır. Bediüzzaman 24. Söz'de güzel bir temsil ile bunun nasıl abartısız bir hakikat olduğunu izah eder. Mesela İhlas suresi besmele dahil 69 harftir. Hadiste 3 İhlas'ın bir Kur'an kadar olduğu rivayet edildiğinden 3 x 69 = 207 harf eder. Kur'an ise 300.620 harftir. 3 ihlas suresi, içindeki İhlas suresi normal sevaplı olacak şekilde Kur'an'ın sevaplarına denk olduğundan İhlas suresinin her bir harfinin sevabı= 300.620 / 207 = 1.452 yani yaklaşık 1.500 eder.
- Bediüzzaman sorulan bir soruya (verdiği cevapta Üç İhlas bir Fatiha kısa bir hatim olduğundan her vakit okunmasının gayet güzel olduğunu söyler.
- Bediüzzaman La ilahe illa hu ve Kul huvallahu ehad ayetlerindeki hüve lafzında keşfettiği zarif bir tevhid nüktesini Hüve nüktesi adlı kısa parçada izah eder.
- İhlas suresinde geçen Cenab-ı Allah'ın Ehad ve Samed isimlerine dair risalelerde pek çok ders vardır. Bir numunesi her bir canlı da hem ehadiyet sikkesi hem de samediyet turrası olduğunu izah eden 22. Söz'dür. Yine 32. Söz'ün 2. mevkıfı tamamen bu konu hakkındadır. 2. Şua'da ise İsm-i Azamın 7.si olarak Ehad ismi uzunca izah edilir.
- İhlas suresinde 3'ü müsbet, 3'ü menfi olmak üzere 6 cümle olduğu ve her bir cümlenin öteki cümlelere hem delil hem netice olduğu ve dolayısıyla İhlas suresinde 30 İhlas suresi kadar sureler olduğu 25. Söz'de izah edilir.
- 25. Söz'de Kur’an'ın her asırdaki her bir insan tabakasına hitap ettiği izah edilen kısımda misal olarak İhlas suresi verilir ve farklı insan tabakalarının "O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur." mealindeki 3. ve 4. ayetlerinden hisseleri ders verilir.
- İsm-i Azam'a dair olan 30. Lema'da Vâhid ve Ehad isimlerini içeren bir ism-i a’zam olan Ferd ismi izah edilir.
- Bediüzzaman en uzun âyet olan Müdâyene Âyeti (Bakara 282) sahifeler için ve en kısa sureler olan İhlas ve Kevser, satırlar için ölçü alındığında Kur'an'ın tevafuk mu'cizesinin ortaya çıktığını keşfetmiş ve talebelerine bu şekilde bir Kur'an yazdırmıştır.
- Bediüzzaman Besmelenin ebced makamının 1123 ettiğini, İhlas suresinin ebced makamının da 1003 ettiğini, 1000 defa besmele okumanın ism-i azam hükmünü verdiğini, 1003 defa İhlas suresi okumanın da buna tevafuk ederek bir hususi hatme ve kısa ve özet bir ism-i azam olduğunu, hadisçe 3 ihlas bir Kur'an hatmi olduğundan 1003 x 3 = 3009 hesabının Kur'an'ın sırlarını içeren Kevser suresinin 3000 adedine tevafuk ettiğini söyler.
- Bediüzzaman güzel bir islami adete binaen Kurban bayramının arefe gününde 1000 ihlas okumuş ve talebelerine tavsiye etmiştir. Hepsini arefe günü okuyamayanların arefeden bir gün evvel 500 ve arefe günü 500 olarak okuyabileceklerini hatırlatır.
- Bediüzzaman 26. Mektup'ta ezanı, namazın tesbihatını ve her vakit tekrar edilen Fatiha ve İhlas Sureleri gibi hakaikleri başka dil ile ifade etmenin çok zararlı olduğunu söyler.
- Hz. Ali'nin Risale-i Nur'a işaret ettiği kerametini beyan ettiği 28. Lema'da İhlas suresinin vefkinin 1351 (miladi 1935) ettiğini beyan eder. Bu rakam, Risale-i Nur hizmetiyle alakalı olan bu tarihe işaret eder.
- 10. Söz'ün tevafuklarının Kevser ve İhlas sureleriyle tevafukları vardır. İzahı buradadır.
- Bediüzzaman Rumuzat-ı Semaniye'de Kur'an'ın ayetlerinde, kelimelerinde, manalarında ve nazmında çok mucize yönleri ve sırlar bulunduğu gibi harflerinde de çom mucizevi yönler bulunduğunu beyan eder ve İhlas suresinden misaller verir.
- İhlas Suresinin harflerinin ebcedî makamı 1003'tür. Küsurat hesaba katılmazsa Nur, Hacc, Enfal, Nahl, İsra, Kehf, Enbiya, Mü'minûn, Zümer, Yusuf, Hûd, Yunus, Neml, Şuara ve Tâhâ surelerinin 1000 küsur kelime sayısına, Sebe', Hàkka, Mümtehine, İnsan, Tûr, Secde, Zariyat, Rahman, Tahrim, Talak ve Duhan surelerinin 1000 küsur harf sayısına tevafuk eder.
Bilgiler
İsminin Anlamı ve Kaynağı: Çok sayıdaki adları arasında, İslâm dininin temel ilkesi olan tevhid inancının veciz bir ifadesi olduğu için ad olarak verildiği anlaşılan İhlâs kelimesi riyâsız ve yapmacıksız inanış, çok samîmî bağlılık, katışıksız tam doğruluk, kulun bütün amel, ibâdet ve davranışlarının şirk ve riyâdan uzak olarak sâdece Allah için olması gibi anlamlara gelir.
Diğer İsimleri: “Kul hüvallāhü ahad” (İlk âyeti olduğu için), Özellikle Türk sözlü kültüründe “Kul hüvallah”, bunun da kısaltılmışı olan “Kul hü” şeklinde, “İhlâs-ı şerif”, Allah’ın birliği inancını öz olarak ifade ettiği için “tevhid”, aynı inancın İslâm’da temel akîdeyi oluşturması sebebiyle “esâs”, sûrede hiçbir şeyin Allah’a benzetilemeyeceği, O’nun her şeyden başka ve üstün olduğu anlatıldığı için “tecrîd”, Allah’a burada anlatıldığı şekilde inananlar bu sayede kurtuluşa erecekleri için “necât”, kişi bu sûrede anlatıldığı şekilde iman ettiği takdirde Allah’ın sevgisi ve dostluğunu kazanacağı için “velâyet”, fazla yaygın olmamakla birlikte “tefrid, mârifet, cemâl, nisbet, bereket, berâet, müzekkire, nûr, mânia, eman”. İhlâs sûresi Kâfirûn ile birlikte “İhlâseyn” ve “Mukaşkışateyn” (tedavi eden), Felak ve Nâs sûreleriyle birlikte “Muavvizât” (Buhârî) adlarıyla da anılır.
Kur'ân'daki Sırası: 112
Kur'ân'daki Yeri: 30. cüz, 604. sayfa
Mekkî/Medenî: Mekkî/Medenî[1]
Nuzül (İnme) Sırası: 22
Kendisinden Önce Nazil Olan Sure: Nas Suresi
Kendisinden Sonra Nazil Olan Sure: Necm Suresi
Nuzülü (İnme) Hakkındaki Bilgiler: [1]
Uzunluğu: 0,1 sayfa
Ayet Sayısı: 4
Satır Sayısı: 2
Kelime Sayısı: 15 (Rumuzat-ı Semaniye)[2], 15[3]
Harf Sayısı: 47 (Rumuzat-ı Semaniye)[4], 47[3]
Fasıla Harfleri: Dal
Bölüm (Ayn Durakları) Sayısı: 1
Secde Ayeti: -
Allah lafzı sayısı (Besmele hariç): 2
Rahman ismi sayısı (Besmele dahil): 1
Rahim ismi sayısı (Besmele dahil): 1
Rab ismi sayısı: -
İçinde Kur'an kelimesi geçen ayetler: -
Hizb-ül Kur'an'da Geçen Ayetler Listesi: İhlas Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri (4 ayet) (surenin tamamı alınmıştır)
Bu ayetleri okumak için: Hizb-i Azam-ı Kur'an, İhlas Kısmı
Münâcât-ül Kur'an'da İktibas Edilen Ayetler: 1. ve 2-4. ayetler (4 ayet)
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Sayısı: 4 (Bkz. İhlas Suresinin Risale-i Nur'da Geçen Ayetleri listesi)
Risale-i Nur'da Tamamı Geçen Ayetler: 1., 2., 3. ve 4. ayetler (Toplam 4 ayet)
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği
İhlas Suresinin Sevabı ve İhlas Suresinin Kur'an'ın 3'te 1'i Olması
Hem mesela, insafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Mesela “Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas, sülüs-ü Kur’an”, “Sure-i İza zülzileti’l-ardu, rubu’” “Sure-i Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn, rubu’”, “Sure-i Yâsin, on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır.
İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kur’an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur.”
Elcevap: Hakikati şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in her bir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sümbüllenir, bazen on tane verir, bazen yetmiş, bazen yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazen bin beş yüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazen on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazen otuz bin (mesela, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadirde okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla beraber elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevap ile bazı surelerle muvazeneye gelebilir.
Mesela, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sümbül vermiş farz etsek, her bir sümbülde yüzer tane olmuş ise o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Mesela, birisi de on sümbül vermiş, her birinde iki yüz tane vermiş. O vakit bir tek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkeza kıyas et.
Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nurani, mukaddes bir mezraa-i semaviye tasavvur ediyoruz. İşte her bir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sümbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yâsin, İhlas, Fatiha, Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn, İza zülzileti’l-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve âyetlerle muvazene edilebilir.
Mesela, Kur’an-ı Hakîm’in üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan Sure-i İhlas, Besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek, Sure-i İhlas’ın her bir harfinin haseneleri, bin beş yüze yakındır.
İşte Sure-i Yâsin’in hurufatı hesap edilse, Kur’an-ı Hakîm’in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif’in her bir harfi takriben beş yüze yakın sevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir.
İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen ne kadar latîf ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.
(24. Söz)
Ve ma‘nâsıyla da bin üç yüz elli üç (m. 1935) senesinin tarihinde “Bu İsm-i A‘zam'ın hâmili, yani İsm-i A‘zam'ı kendine muhâfaza edici ittihâz eden şahıs” demekle, o umûmî hitâbda böyle hususî bize bakıyor. Çünki, Lillâhilhamd, bin üç yüz elli üç (m. 1935) tarihinde her yirmi dört saatte yüz yetmiş bir def‘a اَلْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ olan İsm-i A‘zam'ı okuyorum. Ve kendimi onunla muhâfazaya çalışıyorum. Evet, Kasîde-i Ercûze’sinde Sekîne ta‘bîr ettiği İsm-i A‘zam'ı ve Celcelûtiye'sinde Süryânî ve Arabî olarak yine müteaddid tarzda اَلْأِسْمُ الْمُعَظَّمُ قَدْرُهُ اَلَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ gibi ta‘bîrle beyân ettiği esmâ-yı sitte-i meşhûreyi ki İsm-i A‘zam'dır, gösterdiği bin üç yüz elli üç (m. 1935) tarihinde yüz yetmiş bir def‘a esmâ-yı sittesi, Risâle-i Nûr müellifinin dâimî virdidir; ve o yüz yetmiş bir def‘a okuduğum esmâ-yı sitte ile beraber yetmiş bir âyeti yirmi dört saatte on dokuz def‘a okuyarak, yekünü bin üç yüz elli üçde bin üç yüz kırk bir eder ki, bu İsm-i A‘zam'a bin üç yüz kırkdan (m. 1922) beri devam ettiğimin tarihine tevâfuk ediyor. Hem bir def‘asında on dokuz âyet İsm-i A‘zam ile beraber on dokuz def‘a dâimî okunur. Ve âyetlerin tekrârâtının hurûfâtının adedi altı bin altı yüz altmış altı âyât-ı Kur’âniyeye tevâfuk ediyor. Sûre-i İhlâs’ın üç, Fâtiha-i Şerîfe’nin tekerrür-ü nuzûlü için iki olsa, yine tam tamına tevâfuk ediyor.
Üçüncü Sualiniz: Üç İhlas bir Fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdid edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.
(Barla L.)
Ve Hazret-i Kur’an’ı, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i’caz-ı manevîsini göstermesiyle ve umum kâinata bakan kelâm-ı ezelî olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur’un Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Rumuzat-ı Semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nur Gül Fabrikasının serkâtibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirdlerin fevkalâde gayretleriyle asr-ı saadetten beri böyle hârika bir surette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kādir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “Yaz!” emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz’daki yazılan Kur’an gibi yazılması ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hak kelâmullah olduğunu ve bütün semavî kitapların en büyüğü ve en efdali ve bir Fatiha içinde binler Fatiha ve bir İhlas içinde binler İhlas ve hurufatının birden on ve yüz ve bin ve binler sevap ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve hârika bir surette tarif ve ispat eden;
(11. Şua)
Hüve Nüktesi
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Çok aziz ve sıddık kardeşlerim!
Kardeşlerim, لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ daki هُوَ lafzında, yalnız maddî cihette bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede hava sahifesinin mütalaasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkülatlı, mümteni binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.
Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzım gelir ki ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilah gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.
Aynen öyle de emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan هُوَ lafzındaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin. Veyahut o هُوَ deki havanın belki unsur-u havanın her bir parçasının her bir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var.
İşte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinalar ve müşkülatlar aşikâre görünüyor.
Eğer Sâni’-i Zülcelal’e verilse hava bütün zerratıyla onun emirber neferi olur. Bir tek zerrenin muntazam bir tek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlık’ının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlık’a intisap ve istinad ile ve Sâni’inin cilve-i kudreti ile bir anda şimşek süratinde ve هُوَ telaffuzu ve havanın temevvücü suhuletinde yapılır. Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi kalem-i kaderin noktaları bulunur. Bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.
İşte ben لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ daki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalaa ederken bu mücmel hakikati, tam vâzıh ve mufassal aynelyakîn müşahede ettim. Ve هُوَ nin lafzında, havasında böyle parlak bir bürhan ve bir lem’a-yı vâhidiyet bulunduğu gibi manasında ve işaretinde gayet nurani bir cilve-i ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem işareti hangi zata bakıyor işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki hem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim.
Evet mesela, bir nokta beyaz kâğıtta, iki üç nokta konulsa karıştığı ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı ve bir küçük zîhayata, çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddid kelimelerin beraber çıkması ve girmesi intizamını bozup karışacağı halde; aynelyakîn gördüm ki:
هُوَ nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, her bir parçası hattâ her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizam ile taşıdığını hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp, hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çıktığı ve o her zerre ve her parçacık, bu acib vazifeleri görmekle beraber kemal-i serbestiyet ile cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor. Ben aynelyakîn müşahede ettim.
Demek, ya her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.
Öyle ise bu sahife-i havanın hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle Zat-ı Zülcelal’in hadsiz gayr-ı mütenahî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuunatında bir “levh-i mahv ispat” namında yazar bozar tahtası hükmündedir.
İşte hava unsurunun yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdaniyeti ve mezkûr acayibi gösterdiği ve dalaletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi unsur-u havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, cazibe, dâfia, ziya gibi sair letaifin naklinde şaşırmadan muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda, bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlahiyenin bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor.
Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, camid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakîn derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim. Ve her bir zerre ve her bir parça lisan-ı hal ile لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dediklerini bildim. Ve bu هُوَ anahtarı ile havanın maddî cihetindeki bu acayibi gördüğüm gibi hava unsuru da bir هُوَ olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar oldu.
Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı.
Umuma binler selâm…
(13. Söz)
Sadisen: “Hüve Nüktesi” pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir diye size gönderildi. Fakat o nüktenin âhirlerinde “Her zerre, cezbedarane hal diliyle
deyip gezer.” cümlesine “hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla” kelimeleri ilâve edilecek.
Dördüncü mektup olan Hüve Nüktesi ise: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ kelime-i kudsiyeleriyle maddî cihetinde هُوَ lafzında siz sevgili üstadımızın bir seyahat-i hayaliye-i fikriyelerinde, hava sahifesinin mütalaalarıyla görülen zarif bir nükte-i tevhidde; iman mesleğindeki gayet derecede kolaylık ile meslek-i dalaletteki nihayetsiz müşkülat kısa bir işaretle beyan edilmiş.
Kudret-i İlahiyenin bir arşı olan bir avuç toprakta konulan muhtelif tohumların mahiyetlerinde ve emir ve iradenin diğer bir arşı olan havanın bir parçasında neşv ü nema bulan هُوَ lafzında görülen hârikalar, esbaba verildikçe dehşetli müşkülatın zuhuru ve Vâhid-i Ehad’e verildikçe fevkalâde suhuletin vücudu hem ehl-i dalaletin hususan maddiyyun ve tabiiyyun meslek erbabına hem ehl-i imana gayet şirin, gayet güzel, gayet hoş hem gayet mukni ve müskit bir şekilde ispat edilerek bir risale kadar kıymeti bulunan hususan tahavvülat-ı zerrat hakkındaki Otuzuncu Söz’le, Tabiat Risalesi olan Yirmi Üçüncü Lem’a’nın bir nevi hülâsası olabilir kanaatini bize veren bu kıymettar yazılarınızla Risale-i Nur baştan başa her okuyanı hem tenvir edip yükseltiyor hem sevgili üstadımıza nihayetsiz minnettarlıklara vesile oluyor.
Hüsrev
(14. Şua)
Ehad ve Samed İsimleri
Hem her bir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni’e iki şahid-i sadık daha var.
Birisi; her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cümudiyeti ile beraber bir şuur-u küllî gösteren intizam-perverane nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. Demek, her bir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder.
Evet, her bir zîhayatta biri ehadiyet sikkesi, diğeri samediyet turrası bulunuyor. Zira bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde, Hayy-ı Kayyum’un tecelli-i ism-i a’zamını gösteriyor. İşte ehadiyet-i zatiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden bir sikke-i ehadiyeti taşıyor.
Hem o zîhayat, bu kâinatın bir misal-i musağğarı ve şecere-i hilkatin bir meyvesi hükmünde olduğu için kâinat kadar ihtiyacatını birden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, samediyet turrasını gösteriyor. Yani o hal gösteriyor ki onun öyle bir Rabb’i var ki ona, her şeye bedel bir teveccühü var ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı var. Bütün eşya, onun bir teveccühünün yerini tutamaz.
Hem o hal gösteriyor ki onun o Rabb’i, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiçbir şey ağır gelmez. İşte samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrası…
Demek, her bir zîhayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır. Evet, her bir zîhayat, hayat lisanıyla
okuyor. Bu iki sikkeden başka, birkaç pencere-i mühimme de var. Başka bir yerde tafsil edildiği için burada ihtisar edildi.
Madem şu kâinatın her bir zerresi, böyle üç pencereyi ve iki deliği ve hayat dahi iki kapıyı birden Vâcibü’l-vücud’un vahdaniyetine açıyor; zerreden tâ şemse kadar tabakat-ı mevcudat, Zat-ı Zülcelal’in envar-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin.
İşte marifetullahta terakkiyat-ı maneviyenin derecatını ve huzurun meratibini bundan anla ve kıyas et.
(22. Söz)
Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Mesela, adliye dairesinde “hâkim-i âdil” ve mülkiyede “sultan” ve askeriyede “kumandan-ı a’zam” ve ilmiyede “halife”… Daha buna kıyasen sair isim ve unvanlarını bilsen anlarsın ki bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve unvana sahip olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcud ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır; görünür, görür. Ve her bir mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.
Öyle de ezel ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve namları ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları ve haşmet-nüma icraatında ayrı ayrı fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri ve kudretinin tasarrufatında başka başka fakat birbirini ihsas eder unvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengârenk sanatında ve mütenevvi masnuatında çeşit çeşit fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyatı vardır.
Bununla beraber kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, esma-i hüsnadan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar.
Hem mahlukatın her bir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm her birisinde has bir tecelli, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim her şeye muhit ve âmm olduğu halde öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.
Hem bununla beraber Hâlık-ı Zülcelal, her şeye yakın olduğu halde yetmiş bine yakın nurani perdeleri vardır. Mesela, sana tecelli eden Hâlık isminin mahlukıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlık’ı olan mertebe-i kübra ve unvan-ı a’zama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlukıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.
Madem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuunat, birbirine bakar. Ve temessülat, birbiri içine girer. Ve unvanlar, birbirini ihsas eder. Ve zuhurat, birbirine benzer. Ve tasarrufat, birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri, birbirine imdat edip muavenet eder. Elbette gerektir ki Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir unvan ile bir rububiyetle ve hâkeza tanısa başka unvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Mesela, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki onun nazarı, daima karşısında هُوَ هُوَ اللّٰهُ okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dinlesin, işitsin. Onun lisanı لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ مٖيزَنَدْ عَالَمْ desin, ilan etsin.
İşte Kur’an-ı Mübin اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.
(24. Söz)
İkinci Mevkıf
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
Şu Mevkıfın üç maksadı var.
(32. Söz)
Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki hiçbir cihette ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus kaldığından; ehl-i tevhidin mesleğini, teşkikatıyla ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden şöyle ikinci bir sual ediyor. Diyor ki:
Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki:
Hâlık-ı âlem birdir, Ehad’dir, Samed’dir. Hem her şeyin Hâlık’ı odur. Ehadiyet-i zatiyesiyle beraber doğrudan doğruya her şeyin dizgini onun elinde, her şeyin anahtarı kabzasında, her şeyin nâsiyesini tutuyor. Bir iş bir işe mani olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir.” Böyle acib bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas bir tek zat, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?
Elcevap: Şu suale, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı ehadiyet ve samediyetin beyanıyla cevap verilir. Fikr-i beşer ise o sırra ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasadıyla bakabilir. Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfâtında misil ve misali yok. Fakat mesel ve temsil ile bir derece şuunatına bakılabilir. İşte biz de temsilat-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.
Birinci Temsil: Şöyle ki On Altıncı Söz’de ispat edildiği gibi bir tek zat-ı müşahhas, muhtelif âyineler vasıtasıyla külliyet kesbeder. Bir cüz’î-yi hakiki iken şuunat-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer.
Evet, nasıl cismanî şeylere cam ve su gibi maddeler âyine olup cismanî bir tek şey, o âyinelerde bir külliyet kesbeder. Öyle de nurani şeylere ve ruhaniyata dahi hava ve esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal süratinde birer vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ki o nuraniler ve o ruhanîler, hayal süratiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latîfede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her âyinede, nurani oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için cismaniyetin aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismanilerin akisleri ve misalleri, o cismaniyetin aynları olmadığı gibi hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar.
Mesela güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ her bir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, birer misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zatının bir nevi misali, her bir parlak cisimde bulunur. Faraza güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup her şeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ göz bebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir şey, bir şeye mani olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye set çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.
Acaba bir zatın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve camid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusu ile beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa o Zat-ı Zülcelal, ehadiyet-i zatiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?
İkinci Temsil: Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için her bir şecere, kâinatın hakaikine misal olabilir. İşte biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını, kâinata bir misal-i musağğar hükmünde tutup kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceğiz. Şöyle ki:
Şu ağacın lâekall on bin meyvesi var. Her bir meyvesinin lâekall yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek; bir anda, beraber bir sanat ve icada mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbanî ile şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında her bir meyvenin içinde her bir çekirdeğin yanında bulunur ki hiçbirinin bir şeyini, noksan bırakmayarak, birbirine mani olmayarak onunla yapılır.
Ve o bir tek cilve-i irade ve o kanun-u emrî; ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsa idi izi ve eseri görülecekti. Belki bizzat, tecezzi ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münafî olmuyor. Hattâ denilebilir ki o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye; her birinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın her bir cüzü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.
Madem bilmüşahede Zat-ı Ehad-i Samed’in irade gibi bir sıfatının bir tek cilve-i cüz’îsi, bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette Zat-ı Zülcelal’in tecelli-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.
On Altıncı Söz’de ispat ve izah edildiği gibi deriz ki madem güneş gibi âciz ve musahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnular ve şu çınar ağacının manevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve bir tek müşahhas cüz’î oldukları halde, pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda bir cüz-i ihtiyarî ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede kesbederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.
Acaba maddeden mücerred ve muallâ hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat onun envar-ı kudsiye-i esmaiyesinin kesif bir gölgesi ve zılali hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal nim-şeffaf birer âyine-i cemali hem sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir tek Zat-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zahir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş ona ağır gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi fert ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? Hiç eşya ondan gizlenebilir mi? Hiçbir iş, bir işe mani olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalır mı? İbn-i Abbas radıyallahu anhın dediği gibi “Her bir mevcuda bakar birer manevî basarı ve işitir birer manevî sem’i” bulunmaz mı? Silsile-i eşya, onun evamir ve kanunlarının süratle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevani ve avâik, onun tasarrufuna vesail ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait, sırf zahirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde, her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri, onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olabilir mi? Hem hiç maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mukayyedlerin, mahdudların hâssaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzi gibi emirler; maddeden mücerred ve Vâcibü’l-vücud ve Nuru’l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zat-ı Akdes’e lâhik olabilir mi? Acz, hiç ona yakışır mı? Kusur, hiç onun dâmen-i izzetine yanaşır mı?
(32. Söz)
Bir İhtar: Bu dokuz basamakların hakikatlerinin esası ve madeni ve güneşi, Sure-i İhlas’tan
âyetleridir. Sırr-ı ehadiyet ve samediyet cilvesinden gelen lem’alara kısa işaretlerdir.
Bu yedincinin mealine bir iki nükte ile gayet muhtasar bakıp tafsilini Risale-i Nur’a havale ederiz. Yani göz ve beyindeki acib vazifeleri gören bir zerre, bir yıldızdan ve bir cüz, küll mecmuundan mesela dimağ ve göz, insanın tamamından ve cüz’î bir fert, hüsn-ü sanatça ve garabet-i hilkatçe umum bir neviden ve bir insan, acib cihazlarıyla küllî cins-i hayvandan ve bir fihriste ve program ve kuvve-i hâfıza hükmünde olan bir çekirdek, mükemmel masnuiyeti ve mahzeniyetçe koca ağacından ve bir küçük kâinat olan bir insan, kemal-i hilkati ve cem’iyetli hârika cihazlarının binler acib vazifeleri görecek bir tarzda mahlukıyeti kâinattan aşağı değiller.
Demek zerreyi icad eden, yıldızın icadından âciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halk eden, elbette insanı kolayca halk eder. Ve bir tek insanı böyle mükemmel yaratan, herhalde bütün hayvanatı kemal-i suhuletle yaratabilecek ve gözümüz önünde yaratıyor. Ve çekirdeği bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavanin-i emriye, bir ukde-i hayatiye mahiyetinde yaratan, elbette bütün ağaçların hâlıkı olabilir. Ve âlemin bir nevi manevî çekirdeği ve cem’iyetli meyvesi olan insanı halk edip bütün esma-i İlahiyeye mazhar ve âyine ve bütün kâinatla alâkadar ve zeminin halifesi yapan zatın, elbette ve elbette öyle bir kudreti var ki koca kâinatı insan icadının kolaylığı ve suhuleti derecesinde halk edip tanzim eder.
Öyle ise zerrenin ve cüz ve cüz’î ve çekirdek ve bir insanın hâlıkı, sâni’i, rabbi kim ise elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın hâlıkı, sâni’i, rabbi aynen odur. Başka olması muhal ve mümtenidir.
(15. Şua)
Eskişehir Hapishanesinin Son Meyvesi
Otuz Birinci Lem’a’nın İkinci Şuâı
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şuâ, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.
Said Nursî
اَللهُ اَحَدٌ ism-i a’zamına dair yedinci nükte-i a’zam
ve altı ism-i a’zamın altı nüktesinin yedincisi
İHTAR
Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşâallah. Maatteessüf ben burada kimse ile görüşemediğimden kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve’yi ve âhirdeki hâtimeyi ve hâtimeden iki sahife evvelki meseleyi evvelce dikkatle okuduktan sonra, tamamını teenni ile mütalaa eyle.
Altı ism-i a’zamın altı nüktelerinin اَللهُ اَحَدٌ e dair yedinci nükte-i a’zamıdır
(2. Şua)
Bir İhtar: Bu dokuz basamakların hakikatlerinin esası ve madeni ve güneşi, Sure-i İhlas’tan
âyetleridir. Sırr-ı ehadiyet ve samediyet cilvesinden gelen lem’alara kısa işaretlerdir.
Bu yedincinin mealine bir iki nükte ile gayet muhtasar bakıp tafsilini Risale-i Nur’a havale ederiz. Yani göz ve beyindeki acib vazifeleri gören bir zerre, bir yıldızdan ve bir cüz, küll mecmuundan mesela dimağ ve göz, insanın tamamından ve cüz’î bir fert, hüsn-ü sanatça ve garabet-i hilkatçe umum bir neviden ve bir insan, acib cihazlarıyla küllî cins-i hayvandan ve bir fihriste ve program ve kuvve-i hâfıza hükmünde olan bir çekirdek, mükemmel masnuiyeti ve mahzeniyetçe koca ağacından ve bir küçük kâinat olan bir insan, kemal-i hilkati ve cem’iyetli hârika cihazlarının binler acib vazifeleri görecek bir tarzda mahlukıyeti kâinattan aşağı değiller.
Demek zerreyi icad eden, yıldızın icadından âciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halk eden, elbette insanı kolayca halk eder. Ve bir tek insanı böyle mükemmel yaratan, herhalde bütün hayvanatı kemal-i suhuletle yaratabilecek ve gözümüz önünde yaratıyor. Ve çekirdeği bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavanin-i emriye, bir ukde-i hayatiye mahiyetinde yaratan, elbette bütün ağaçların hâlıkı olabilir. Ve âlemin bir nevi manevî çekirdeği ve cem’iyetli meyvesi olan insanı halk edip bütün esma-i İlahiyeye mazhar ve âyine ve bütün kâinatla alâkadar ve zeminin halifesi yapan zatın, elbette ve elbette öyle bir kudreti var ki koca kâinatı insan icadının kolaylığı ve suhuleti derecesinde halk edip tanzim eder.
Öyle ise zerrenin ve cüz ve cüz’î ve çekirdek ve bir insanın hâlıkı, sâni’i, rabbi kim ise elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın hâlıkı, sâni’i, rabbi aynen odur. Başka olması muhal ve mümtenidir.
(15. Şua)
İhlas Suresinin 6 Cümlesi
Sonra kelâmların da:
Mesela قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber şirkin altı envaını reddeder. Her bir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur hem netice olur. Çünkü her bir cümlenin iki manası var. Bir mana ile netice olur, bir mana ile de delil olur. Demek, Sure-i İhlas’ta otuz Sure-i İhlas kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkeb sureler vardır.
Daha sen buna göre kıyas et.
(25. Söz)
O Kur’an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Bir tek katre, misal için bir tek Sure-i İhlas, fakat kısa bir tek remzi, nihayetsiz rumuzundan.
Bütün enva-ı şirki reddeder hem de yedi enva-ı tevhidi eder ispat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden:
Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey
Lâ Hüve İllâ Hû…
Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki:
İkinci cümle: اَللّٰهُ اَحَدٌ dir ki tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki:
Üçüncü cümle: اَللّٰهُ الصَّمَدُ dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki:
İkinci dürrü: Tevhid-i kayyumiyet. Evet, serâser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki:
Dördüncü: لَمْ يَلِدْ dir. Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.
Yani tagayyür ya tenasül ya tecezzi eden elbet, ne Hâlık’tır ne Kayyum’dur ne İlah…
Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki olmuştur beşer ekserisi gümrah…
Ki İsa (as) ya Üzeyr’in ya melaik ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh…
Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa olmaz İlah…
Yani ya müddeten hâdis ise ya maddeden tevellüd ya bir asıldan münfasıl olsa elbette olmaz şu kâinata penah…
Esbab-perestî, nücum-perestlik, sanem-perestî, tabiat-perestlik şirkin birer nev’idir; dalalette birer çâh…
Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ Bir tevhid-i câmi’dir. Ne zatında naziri ne ef’alinde şeriki ne sıfâtında şebihi لَمْ lafzına nazargâh…
Şu altı cümle manen birbirine netice hem birbirinin bürhanı, müselseldir berahin, mürettebdir netaic şu surede karargâh…
Demek şu Sure-i İhlas’ta, kendi miktar-ı kametinde müselsel hem müretteb otuz sure münderic; bu bunlara sehergâh…
Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz derecesindeki kemal-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizamat-ı sanatı, muntazam üsluplarıyla tefsir ettikleri halde manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:
Âyetlerinin her bir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etsin. Güya serbest her bir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki her bir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki Yirmi Beşinci Söz’de beyan edildiği gibi; Sure-i İhlas içinde otuz altı Sure-i İhlas miktarınca her biri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor. Evet, nasıl ki semada olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle her bir yıldız, kayıt altına girmeyip her birisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhitasındaki –birer birer– her bir yıldıza mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya her bir tek yıldız, necm-i âyet gibi umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
(13. Söz)
Üçüncüsü:
Kur'ân'dır.
لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا
tevhide kat'î bir bürhan-ı neyyirdir. İşte Sure-i İhlâs, bütün enva'-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi kâinata ilân ediyor.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
ﻗُﻞْ ﻫُﻮَ ıtlak ile taayyün, tevhid-i şuhuda işarettir.
اَىْ: لَا مَشْهُودَ بِنَظَرِ الْحَقٖيقَةِ اِلَّا هُوَ
ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﺍَﺣَﺪٌ tevhid-i uluhiyete tasrihtir.
ﺍَﻯْ: ﻟﺎَ ﻣَﻌْﺒُﻮﺩَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ
ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﺍﻟﺼَّﻤَﺪُ tevhid-i rububiyete remizdir.
ﺍَﻯْ: ﻟﺎَ ﺧَﺎﻟِﻖَ ﻭَﻟﺎَ ﺭَﺏَّ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ
Ve tevhid-i ceberuta telvihtir.
ﺍَﻯْ: ﻟﺎَ ﻗَﻴُّﻮﻡَ ﻭَﻟﺎَ ﻏَﻨِﻰَّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﺎِﻃْﻠﺎَﻕِ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ
ﻟَﻢْ ﻳَﻠِﺪْ tevhid-i celale telmihtir. Şirkin enva'ını reddeder. Yani tegayyür veya tecezzi veya tenasül eden, ilah olamaz. Ukûl-ü aşere veya melaike veya İsa veya Üzeyr'in velediyetini dava eden şirkleri reddeder.
ﻭَﻟَﻢْ ﻳُﻮﻟَﺪْ isbat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest, tabiatperestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden mütevellid ilah olamaz.
ﻭَﻟَﻢْ ﻳَﻜُﻦْ ﻟَﻪُ ﻛُﻔُﻮًﺍ ﺍَﺣَﺪٌ câmi' bir tevhiddir. Yani zâtında, sıfâtında, ef'alinde naziri, şeriki, şebihi yoktur.
لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ وَ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
Şu surede yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümle mütenaticedir. Her biri ötekinin bürhanıdır.
(Şuaat-ü Marifet-ün Nebiyy, Asar-ı Bediiyye)
İhlas Suresi ve Tevhid
Bir zaman bîaman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle hem inkâr suretinde
Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde pek şematetkârane bir istifham ile dört şey sordu bizden.
Altı yüz kelime istedi. Şematetine karşı yüzüne “Tuh!” demek, desisesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da
Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:
“Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dini nedir?” Dedim: İşte Kur’an’dır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur’an. Der ikincisinde:
“Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: “Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim:
Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?” Derim: “Hurmet-i riba hem vücub-u zekâtla. Buna dair şahidim: يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا da.
وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا
وَاَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ
Der dördüncüsünde:
“İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?” Derim: Sa’y, asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.
Buna dair şahidim:
لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى
(Yüz mâşâallah bu cevaba.)
Ey kâri-i müteharri-i hakikat! Geniş bir fikir ile, müteyakkız bir nazar ile Yedi Şuâatı birden muhit bir daire veya müstedir bir sûr gibi nazara al, Nübüvvet-i Ahmediyeyi içinde merkez gibi temaşa et! Tâ ki bir taraftan hücum eden evhamı, mütecavib olan cevanib-i saire def'edebilsin. İşte şu halde Japonların suali olan:
مَا الدَّلِيلُ الْوَاضِحُ عَلَى وُجُودِ الْاِلٰهِ الَّذٖ تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ
ye karşı cevaben derim: İşte:
Birinci Bürhan:
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
İkincisi:
İşte bütün kâinat zerratıyla:
ﺗَﺎَﻣَّﻞْ ﺳُﻄُﻮﺭَ ﺍﻟْﻜَٓﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻓَﺎِﻧَّﻬَﺎ ٭ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤَﻠَﺎِ ﺍﻟْﺎَﻋْﻠَﻰ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﺭَﺳَٓﺎﺋِﻞُ
Kitab-ı âlemin evrâkıdır eb'ad-ı nâmahdûd
Sutûr-u hâdisat-ı dehrdir âsar-ı nâma'dud.
Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta
Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcûd.
-Tahsin-
ﻭَ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻟَﻪُ ﺍَﻳَﺔٌ ﺗَﺪُﻝُّ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌ
Üçüncüsü:
Kur'ân'dır.
لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا
tevhide kat'î bir bürhan-ı neyyirdir. İşte Sure-i İhlâs, bütün enva'-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi kâinata ilân ediyor.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
ﻗُﻞْ ﻫُﻮَ ıtlak ile taayyün, tevhid-i şuhuda işarettir.
اَىْ: لَا مَشْهُودَ بِنَظَرِ الْحَقٖيقَةِ اِلَّا هُوَ
ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﺍَﺣَﺪٌ tevhid-i uluhiyete tasrihtir.
ﺍَﻯْ: ﻟﺎَ ﻣَﻌْﺒُﻮﺩَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ
ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﺍﻟﺼَّﻤَﺪُ tevhid-i rububiyete remizdir.
ﺍَﻯْ: ﻟﺎَ ﺧَﺎﻟِﻖَ ﻭَﻟﺎَ ﺭَﺏَّ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ
Ve tevhid-i ceberuta telvihtir.
ﺍَﻯْ: ﻟﺎَ ﻗَﻴُّﻮﻡَ ﻭَﻟﺎَ ﻏَﻨِﻰَّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﺎِﻃْﻠﺎَﻕِ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ
ﻟَﻢْ ﻳَﻠِﺪْ tevhid-i celale telmihtir. Şirkin enva'ını reddeder. Yani tegayyür veya tecezzi veya tenasül eden, ilah olamaz. Ukûl-ü aşere veya melaike veya İsa veya Üzeyr'in velediyetini dava eden şirkleri reddeder.
ﻭَﻟَﻢْ ﻳُﻮﻟَﺪْ isbat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest, tabiatperestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden mütevellid ilah olamaz.
ﻭَﻟَﻢْ ﻳَﻜُﻦْ ﻟَﻪُ ﻛُﻔُﻮًﺍ ﺍَﺣَﺪٌ câmi' bir tevhiddir. Yani zâtında, sıfâtında, ef'alinde naziri, şeriki, şebihi yoktur.
لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ وَ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
Şu surede yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümle mütenaticedir. Her biri ötekinin bürhanıdır.
(Şuaat-ü Marifet-ün Nebiyy, Asar-ı Bediiyye)
Kur’an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin her bir tabakasına güya doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitap ediyor.
Evet, bütün benî-Âdem’e bütün tabakatıyla en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nurani fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’an ise her nev’e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecata göre her biri, Kur’an’ın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatin çok numunelerini zikretmişiz. Onlara müracaat edilebilir. Yalnız burada bir iki cüzünün hem yalnız bir iki tabakasının hisse-i fehmine işaret ederiz:
Mesela
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
Kesretli tabaka olan avam tabakasının şundan hisse-i fehmi: “Cenab-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.”
Daha mutavassıt bir tabaka, şundan “İsa aleyhisselâmın ve melaikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin uluhiyetini nefyetmektir.” Çünkü muhal bir şeyi nefyetmek, zahiren faydasız olduğundan belâgatta medar-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte cismaniyete mahsus veled ve validi nefyetmekten murad ise veled ve validi ve küfvü bulunanların nefy-i uluhiyetleridir ve mabud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki Sure-i İhlas herkese hem her vakit fayda verebilir.
Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: “Cenab-ı Hak mevcudata karşı tevlid ve tevellüdü işmam edecek bütün rabıtalardan münezzehtir. Şerik ve muînden ve hemcinsten müberradır. Belki mevcudata karşı nisbeti, hallakıyettir. “Emr-i kün feyekûn” ile irade-i ezeliyesiyle, ihtiyarıyla icad eder. İcabî ve ıztırarî ve sudûr-u gayr-ı ihtiyarî gibi münafî-i kemal her bir rabıtadan münezzehtir.”
Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: Cenab-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zatında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri, küfvü, şebihi, misli, misali, mesîli yoktur. Yalnız ef’alinde, şuununda teşbihi ifade eden mesel var: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى
Bu tabakata; ârifîn tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddıkîn tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.
(25. Söz)
Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasıl ki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ zahir manası malûm ve bedihî olduğundan o mananın bir lâzımı muraddır. Yani “Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar.” manasında ve Hazret-i İsa (as) ve Üzeyr (as) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi aynen onun gibi bu misalimizde de “Rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar.” manasında, Mabud’unuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller, demektir.
Ferd İsmi
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i a’zam veya ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan Ferd isminin bir cilvesi, şevval-i şerifte Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. O cilve-i a’zamın tafsilatını Risale-i Nur’a havale edip burada muhtasar yedi işaretle ism-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla gösterdiği tevhid-i hakikiyi, gayet muhtasar beyan edeceğiz.
Kevser ve İhlas Surelerinin Kur'an Satırları İçin Ölçü Olarak Alınması
Hâşiye 3: Kur’an-ı Hakîm’in umum sahifeleri âhirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor. Bunun sırrı şudur ki: En büyük âyet olan Müdâyene Âyeti sahifeler için Sure-i İhlas ve Kevser, satırlar için bir vâhid-i kıyasî ittihaz edildiğinden Kur’an-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve i’caz alâmeti görülüyor.
İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor, güzel bir kafiye ile nihayetleri hitam bulması hem lafzullah yaprağın iki sahifesinde veya karşı karşıya iki sahifesinde veya yakın sahifelerde ekseriya ya muvafakat-ı adediye veya münasebet-i adediye bulunması, bir emare-i i’cazdır. Ve bunun sırrı şudur ki:
Âyâtın en büyüğü olan “Müdâyene” âyeti, sahifeleri için ve Sure-i İhlas ve Kevser satırları için bir vâhid-i kıyasî ittihaz edildiğinden Kur’an-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve i’caz alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur’an’ındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zatların değil. Çünkü bu vaziyet, âyetinden ve suresinden neş’et etmiştir.
(Barla L.)
Hutut-u Kur'aniyenin muhafazasına hizmettir. Çünkü gördüm ki Sözler'de tevafukatın zuhuruyla, fütura düşen müstensihlerin şevkini yeniledi, gayrete geldiler. Yeni bir heves uyandı, kendine yazan tekrar yazmaya başladı.
Hem yüzler adamlar Sözler'e ve dolayısıyla hakaik-i Kur'aniyeye karşı imanları kuvvetlendi. Hattâ bir kısım dinsizler dahi o tevafukatı görüp inkâr edemedikleri için ikrara mecbur oldular. Hattâ bunlardan birisi demiş: "Bunları ikrar etmem fakat inkâr da edemem. Çünkü gözümle görüyorum." demiş.
Madem Kur'an'ın âyineleri olan Sözler'de bu hal iki mühim faydayı veriyor. O iki faydayı vermesiyle emniyetimiz geldi ki bir inayet-i İlahiyedir ve içinde bir işaret var. O âyinelerdeki cilveler, Kur'an'ın malı olduğu gibi ve Kur'an'dan geldiğini ve Kur'an'ın hesabına geçtiğini ve hakaikinin güzelliği namına bulunduğunu göstermek için, o tevafukatın menba-ı nuranisinin bir kısmını göstermek suretinde mevcud ve matbu Hâfız Osman hattıylaki Kur'an'ın sahife ve satırlarını muhafaza etmek şartıyla yeni bir Kur'an'ı yazdırmayı niyet ettik.
Evet, Hâfız Osman hattıylaki matbu Kur'an'da, ne gibi mezaya görünse kâtiplerin, müstensihlerin hüneri olamaz, doğrudan doğruya Kur'an'ın mezayasıdır.
Çünkü en büyük âyet olan Âyet-i Müdâyene o Mushaf'ın sahifelerinde vâhid-i kıyasî ittihaz edilip ona göre sahifeler taayyün etmiş ve onlarda çok mezaya tezahür etmiş. Ezcümle: Bütün sahaifin âhirinde güzel ve muvafık hâtimelerle âyet tamam oluyor.
Hem o Mushaf'ın satırları için vâhid-i kıyasî, en kısa sure olan Sure-i Kevser ile Sure-i İhlas esas tutulmuş.
Madem hat, Kur'an'ın âyet ve suresinin mikyasıyla olmuştur, o hat'ta ne kadar mezaya olsa, doğrudan doğruya Kur'an'a aittir.
Madem ümmetin elinde en ziyade münteşir âyet-i berkenar denilen mushaf-ı şerifin satırların mikyası, en kısa sure olan Sure-i Kevser ve Sure-i İhlas olduğu gibi; sahifelerin mikyası dahi en uzun âyet olan Âyet-i Müdâyene olduğundan, şimdi sahaif-i Kur'aniyede tezahür eden lemaat-ı i'caziye ve esrar-ı tevafukiye doğrudan doğruya Kur'an'a aittir. Beşere ait olamaz.
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın iki yüz aksam-ı i’caziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sahifeleri ve Sure-i İhlas vâhid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’cazı göstermek tarzında bir Kur’an yazmaya dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur’an’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. Şu üçüncü kısım dokuz meseledir.
Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın en ziyade münteşir nüshalarının sahifeleri, en uzun âyet olan Âyet-i Müdâyene vâhid-i kıyas ve mikyas olmuştur. Ve o ölçüye binaen sahifeler tanzim edilmiş. Ve satırlar için vâhid-i kıyas ve mikyas ve ölçü Sure-i İhlas olmuştur. Onun için bu kısım mushaflarda tezahür eden meziyetler ve mehasin, doğrudan doğruya Kur'an'ın i'cazına aittir ve Kur'an'ın malıdır.
İhlas Suresinin Arefe Günü 1000 Defa Okunması ve İsm-i Azam Manası
Sure-i İhlas'ta
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
makam-ı ebcedîsi bin yüz yirmi üçtür (1123), eğer şeddeli iki ر her biri iki ر sayılsa ve sâkıt hemzeler sayılmazsa. Eğer bir ل bir ر olsa yedi yüz seksen üç (783) olur. Birinci hesapta Sure-i İhlas'ın adedine bin üçte (1003) -kesirden kat'-ı nazar- muvafıktır. Bu iki muvafık, bin Besmele ism-i a'zam hükmünü verdiğine îma ve Sure-i İhlas'ın hatme-i hâssası olan bin adedine işaret ve bin esma-i İlahiyeye telvih ve bin İhlas-ı Şerif de ism-i a'zam hâsiyetini verdiğine remzeder. Hattâ çoklar ayn-ı ism-i a'zam demişler. Yani ism-i a'zamın mufassal bir suretidir. Üç adet ise hadîsin rivayetiyle üç İhlas bir hatme-i Kur'aniye hükmünde olduğuna binaen ekser umûr-u mübarekede Sure-i İhlas'ın üçer defa tekrar edilmesini îma etmekten hâlî değildir. Şu Sure-i İhlas'ın bin üç (1003) adedi, üç defa tekerrür sırrıyla üç bin dokuz (3009) olmakla, muhakkikînce Kur'an'ın esrarını câmi' olan Sure-i Kevser'in üç bin adedine tevafuk etmesiyle mühim sırları ihtar eder.
Sure-i İhlas'ın makam-ı ebcedîsi 1003 olmakla hem 1003 Sure-i İhlas bir hatme-i hâssa-i İhlasiyeye ve hem mufassal bir ism-i a'zam olduğuna, hem üç defa tekerrürüyle küçük bir hatme-i Kur'aniye olmasına, hem üçer defa tekerrürünün efdaliyet-i azîmesine, hem
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
'in müşedded ر iki ر sayılmak şartıyla bir cihette makam-ı ebcedîsine tevafuk sırrıyla 1000 Besmele 1000 İhlas gibi ism-i a'zamın mufassalı olduğuna işaret ettiği gibi, hurufatıyla çok esrara bakar.
Sure-i İhlas’ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalp gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder ve hâkeza…
Gitgide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latîfeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lafızlar ile kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.
İşte kendim tecrübe ettiğim şu halet gösteriyor ki ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır.
Mühim ve mahrem bir mesele ve bir sırr-ı velayet
Âlem-i İslâm’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine sünnet-i seniyeye ittiba ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
Bir kısmı ise Ehl-i Sünnet’in usûlüne muhalif oldukları için velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
Diğer kısım ki onlara ittiba edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki Her hâdî zat, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczuptur. Kendileri ise mazur olamazlar.
Mutavassıt bir kısım ise o velilerin velayetlerini inkâr etmediler fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hale mağlup olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”
Maatteessüf birinci kısım, hususan ulema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünnet’i muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan taraftarları ise o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için hak mesleğini bırakıp bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.
İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müthiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu hem beni men’etti.
Sonra gördüm ki o kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebir ile değil belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizaç ettiği için ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Tarîk-ı haktan başka velayet bulunabilir mi? Hususan müthiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat taraftar çıkar mı?” dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup onun bereketiyle “Mühim Bir Suale Cevap” namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nevinden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar.
Ve bir kısmı dahi bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer.
Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez.
Meczupların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez.
Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte muvakkat veya daimî meczup olduklarından manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muaheze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.
Aziz, mübarek kardeşlerim!
Pek çok selâm… Bizim memlekette eskide arefe gününde bin İhlas-ı Şerif okurduk. Ben şimdi bir gün evvel beş yüz ve arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben gerçi sizleri göremiyorum ve hususi her birinizle görüşmüyorum fakat ben ekser vakitler, dua içinde her birinizle bazen ismiyle sohbet ederim.
(13. Şua)
İhlas Suresi ve Gaybi İşaretler
Celcelûtiye’nin Risâle-i Nûr’a işaretini te’yîd eden cây-ı dikkat bir tevâfuk var. Şöyle ki: Bu sırlı ve cifirli kasîdenin cifrî hesâbî rakamları, her satırın altında matbû‘ olarak yazılmış. O rakamlar ayrı ayrıdırlar. Fakat Risâle-i Nûr’dan bahsettiği yerde o cifrî rakamlar, resmen kabûl edilen mîlâdî tarihe tevâfuk ediyor. Ve o tarihin târîh-i kabûlünü ve Risâle-i Nûr’un perde altında tenvîrinin tarihini gösteriyor. Bin dokuz yüz yirmi dokuzdan (m. 1929) tâ otuz dokuza (m. 1939), tâ kırk dörde (m. 1944) kadar gösterir. Otuz iki sahîfeden ibâret olan o kasîdenin yalnız bir-iki yerinde bu zamanın mîlâdî tarihini gösterir. Zannederim ki öteki yerde dahi, bu zamandan bahsediyor. Daha tam anlayamadım. Hem başta Sûre-i İhlâs ile işaret edilen vefk-i müselles, bin üç yüz elli bir (m. 1935) eder. Hem bu işâret-i Aleviyeye bu da îmâ eder ki, o kasîdenin nısf-ı evvelinde yetmiş fıkrada on yedi def‘a ‘Nûr’ kelimesini tekrar ediyor. (Hâşiye[5]) Ve müteaddid def‘alar Süryânîce bedî‘ ma‘nâsında olan Celcelûtiye kelimesini öyle ehemmiyetli zikrediyor ki, kasîdenin ismi Celcelûtiye olmuştur.
Pek kıymettar ve pek muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!
Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubatınızdan, i’caz-ı Kur’anîden İhlas-ı Şerif, Muavvizeteyn, Fatiha-i Şerif surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösterir Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Remz’ini din kardeşlerimle birlikte okuduk. Çok şükür, bin şükür elhamdülillah. Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin kelâmı olan Kur’an-ı Azîm-i Hakîm’in sırlarına hayret ve bütün kalbimle ve lisanımla اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.
...
Rüşdü
(Barla L.)
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
İ’caz-ı Kur’aniye’den İhlas-ı Şerifle Muavvizeteyn ve Fatiha-i Şerife surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösteren, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Remz’ini aldım ve okudum. Neşir buyurulan işbu risaledeki tevafukat, şimdiye kadar emsali nâ-mesbuk bir sırrı meydana koymuş. Bu hususa dair mütalaada bulunmak, kuvve-i kalemiyemin ve havsala-i mevcudemin kat kat fevkinde bulunmakla beraber, aff-ı Üstadanelerine mağruren şu kadar diyebilirim ki:
Neşir buyurulan risaledeki izahat, herhangi bir bedbin ve kör olan bir gafili uyandırmaya ve hattâ bütün mevcudiyetiyle kararmış kalpleri tenvire ve irşada pek büyük delil bulunduğundan, muhterem Üstadımızın tasavvurî kararı vechile, her ferdin Kur’an-ı Azîmü’l-Bürhan’daki mu’cizatı görmesi için Kur’an’ın baş tarafına derci hususu pek muvafık görüldüğünü arz eylerim, Efendim Hazretleri.
Saatçi Lütfü
(Barla L.)
Sure-i Kevser ve Kadr ve Alak bahsi münasebetiyle Sure-i İhlas'ın bu nevi tevafukatta bir küçük nüktesini beyan etmek münasiptir. Şöyle ki:
İhlas'ın ebcedî makam-ı hurufîsi bin üçtür (1003). Küsurdan kat'-ı nazar Sure-i Nur, Sure-i Hacc, Enfal, Nahl ve İsra ve Kehf ve Enbiya ve Mü'minûn ve Zümer ve Yusuf ve Hûd ve Yunus ve Neml ve Şuara ve Tâhâ surelerinin her birinin bin küsur kelimat adetlerine tevafukuyla beraber;
Huruf cihetinde Sure-i Sebe' ve El-Hàkka ve Mümtehine ve İnsan ve Tûr ve Secde ve ve'z-Zariyat ve Rahman ve Tahrim ve Talak ve Duhan surelerinin her birinin bin adet küsur hurufuna manidar tevafuku elbette bir sülüs-ü Kur'an addedilen Sure-i İhlas'ın hikmettar bir nüktesidir ve bir sırr-ı azîmi var ve şuursuz ve hikmetsiz tesadüfün işi değildir.
Mezkûr surelerin küsuratı çendan bir kısmı büyükçedir, fakat Tenvirü'l-Mikbas tefsirine göre birbirine yakındırlar. Mesela; Sure-i Tûr ve Secde ve Mümtehine ve Sebe'in kesirleri beş yüzde müttefiktirler, yalnız küçük farkları var.
Üçüncü Misal: Sure-i İhlas'ın ebcedî makam-ı hurufîsi 1003'tür. Böyle büyük yekûndeki tevafuka zarar vermeyen küçük küsurattan kat'-ı nazar Sure-i Nur, Hacc, Enfal, Nahl, İsra, Kehf, Enbiya, Mü'minûn, Zümer, Yunus, Yusuf, Neml, Şuara, Tâhâ olan 14 surelerin her birinin 1000 küsur kelimat adetlerine tevafuku ile beraber; huruf cihetinde Sure-i Sebe', El-Hàkka, Mümtahine, Sure-i İnsan, Tûr, Secde, Ez-Zariyat, Rahman, Tahrim, Talak, Duhan surelerinin her birinin 1000 küsur aded-i huruflarına manidar tevafuk, elbette bir sülüs-ü Kur'an addedilen Sure-i İhlas'ın hikmettar bir nüktesidir. Ve bu tevafukun bir sırr-ı azîmi var ve şuursuz, hikmetsiz tesadüfün işi değildir. Belki şuaat-ı i'caziyenin in'ikasıdır.
Besmele ile aded-i huruf altmış beştir. Bu iki rakam, hurufa inkılab etse هُوَ olur. İhlas'ın başındaki هُوَ اللّٰهُ ile هُوَ الَّذٖى اَرْسَلَ رَسُولَهُ 'deki هُوَ 'ye manidar bakmakla beraber, altmış beş sene-i veladetle sene-i vefat dâhil olmak veya Arabî seneler itibarıyla Sahibü'l-havzı ve'l-Kevser olan Zat'ın ömrüne tevafuk etmekle beraber, Besmele'siz Sure-i Kevser'in aded-i hurufu Sure-i Kevser'in vakt-i nüzulüne tevafuk sırrıyla işaret eder.
Hem Onuncu Söz'ün latîf tevafukat-ı elifiyesindendir ki beş rakamı risalenin mecmuunda on üç defa olmakla altmış beş olup yine Lafz-ı هُوَ teşkil etmekle beraber, bir sure-i âhiret olan Kevser'in hurufatına tevafuk ediyor. Hem risaledeki altı rakamı on üç defa olduğundan bu beş ile altı on üçte tevafuk ediyor. Bu iki mütevafıklar, risaledeki üçlerin onuncu, ikinci, üçüncü suret ve hakikat kelimelerindeki elif sayılmazsa en baştaki iki sahifenin iki üçleri ikişere iner. Yine on üç defa olup o iki mütevafıkla o adette tevafuk ediyor. Bu üç mütevafık, o mezkûr elifler sayılsa dört rakamı da mecmu-u risalede on üç defa olup bu üç mütevafık o dört rakamıyla on üçte yine tevafuk ediyor.
Elhasıl: Beşler on üç, altışar yine on üç, üçer yine on üç, dörder on üç.
Bu muzaaf tevafukları tesadüfî zannedenler, zannederiz ki insan suretinde kör bir şey olmalı ki kör tesadüfe bu hikmetli işi havale ediyor.
Bu mübarek beş ile altı, mukaddes هُوَ lafzının harfleridir ve o kudsiyetten aldıkları feyz ile İşaratü'l-İ'caz'da yine hârikulâde vaziyetler gösterdiler. Ve bu risalede beşlerin elifleri altmış beş olmakla Sure-i Kevser'in Besmele ile beraber aded-i hurufuna tevafuk ile Kevser gibi هُوَ olur.
Altının elifleri yetmiş sekizdir. İki altı tevafuka girmemiş, bir altı on üçüncü sahifede "Onuncu Suret" elifi sayılsa yedi olur. Demek gayr-ı mütevafıkın sukutu ile beraber altı, yediye çıkmakla elifleri altmış yedi olup Sure-i İhlas'ın Besmele ile hurufatına tevafuk ediyor. Aynı Sure-i İhlas gibi Lafzullah'a makam-ı ebcedî cihetiyle tevafuk ediyor.
Demek nasıl ki Sure-i İhlas لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, Lafzullah'ı gösterir. Sure-i İhlas gibi altı cümlesine tevafuk eden altının elifleri لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diye Allah'a işaret eder.
Hem nasıl ki Sure-i Kevser لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ der, هُوَ yi gösterir. Öyle de beşin elifleri dahi لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ der, هُوَ yi gösterir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın âyâtında ve kelimatında ve maânîsinde ve nazmında müteaddid vücuh-u i'caziye ve esrar-ı kudsiye bulunduğu gibi, hurufatında dahi çok lemaat-ı i'caziye bulunur. Hattâ hurufunun vaziyetlerinde çok işarat-ı âliye var. Hattâ tekerrür adetlerinin tevafukatlarında çok münasebat-ı latîfe var.
İşte o denizden bir katre hükmünde, medar-ı bahsimiz olan tevafukat meselesine münasebeti bulunan huruf-u Kur'aniyenin tevafukat-ı adediyesinden bir iki cüz'î misali, numune için göstereceğiz. Yani âyât ve kelimat ve hakaik ve nazmında bulunan esrardan değil, belki yalnız hurufatın vaziyetlerinde ve o vaziyetin vücuh-u kesîresinden yalnız tekerrür eden hurufatın adetlerinin tevafukatından çıkan münasebat-ı adediyeye dair ve bunun dahi vücuh-u kesîresinden yalnız mecmu-u Kur'an'da yirmi dokuz huruf-u hecaiyenin yekûn adetlerindeki manidar bir kısım tevafukatına Yedinci Remiz'de işaret edildi. Sekizinci Remiz'de bir numune için dört kısa sure olan Sure-i İhlas ve Muavvizeteyn ve Fatiha'nın hurufatının meselemiz olan tevafukata temas eden cihetini, kısmen işaret edeceğiz.
Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın surelerinde bulunan bin letafetinden bir letafeti numune olarak şudur ki:
Sure-i İhlas'ta elif beş, و beş, د beş olarak birbirine tevafuku ve Lafzullah'ın beş harfine muvafakatı ve ه dört ve م dört ve ن dört, (tenvin) dahi ن olarak birbirine tevafuku ve surenin dört âyetine muvafakatı, hem üçü ل ın on iki adedine mutabakatı ve (sakin elif) iki ve ك iki ve ح iki olarak birbirine muvafakatı ve iki defa Lafzullah ve iki kere اَحَد adedine tevafuku elbette Sure-i İhlas'ın kudsî ve nurani harflerinin intizamına bir letafet daha katarlar.
Sure-i İhlas'ta
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
makam-ı ebcedîsi bin yüz yirmi üçtür (1123), eğer şeddeli iki ر her biri iki ر sayılsa ve sâkıt hemzeler sayılmazsa. Eğer bir ل bir ر olsa yedi yüz seksen üç (783) olur. Birinci hesapta Sure-i İhlas'ın adedine bin üçte (1003) -kesirden kat'-ı nazar- muvafıktır. Bu iki muvafık, bin Besmele ism-i a'zam hükmünü verdiğine îma ve Sure-i İhlas'ın hatme-i hâssası olan bin adedine işaret ve bin esma-i İlahiyeye telvih ve bin İhlas-ı Şerif de ism-i a'zam hâsiyetini verdiğine remzeder. Hattâ çoklar ayn-ı ism-i a'zam demişler. Yani ism-i a'zamın mufassal bir suretidir. Üç adet ise hadîsin rivayetiyle üç İhlas bir hatme-i Kur'aniye hükmünde olduğuna binaen ekser umûr-u mübarekede Sure-i İhlas'ın üçer defa tekrar edilmesini îma etmekten hâlî değildir. Şu Sure-i İhlas'ın bin üç (1003) adedi, üç defa tekerrür sırrıyla üç bin dokuz (3009) olmakla, muhakkikînce Kur'an'ın esrarını câmi' olan Sure-i Kevser'in üç bin adedine tevafuk etmesiyle mühim sırları ihtar eder.
Sure-i İhlas'ın en latîf bir nükte-i tevafukiyesi şudur ki: Kur'an'ın üç esasından en mühim esası olan tevhidi ilan hususunda en câmi' bir tarzda olduğuna îmaen Besmele ile Sure-i İhlas'ın aded-i hurufu olan altmış yedi, Lafzullah'ın altmış yedi aded-i ebcedîsine tevafuk etmekle beraber Lafzullah'ta (sakin elif) كُفُوًا 'de tenvin sayılmazsa her biri altmış altı olup, âyât-ı Kur'aniye'nin dört mertebe altı adetlerine iki mertebe ile tevafuk etmek ile Sure-i İhlas'ın câmiiyeti ve Lafzullah'ın ism-i câmi' ve ism-i a'zam olduğunu îmadan hâlî değildir.
Sure-i İhlas altı cümle olup üçü müsbet üçü menfîdir. Lemaat'ta beyan edildiği gibi, altı mertebe-i tevhidi ispat ve altı enva-ı şirki nefyetmekle beraber İ'caz-ı Kur'an Risalesinin Birinci Şulesinin Birinci Şuâ'ında beyan edildiği üzere, bu altı cümle her biri umumuna hem delil hem netice olduğundan Sure-i İhlas'ta tevhide dair berahin silsilesi ile müdellel otuz Sure-i İhlas kadar içinde otuz emsali münderic olduğuna binaen şu Sure-i İhlas ne kadar safi ve hâlis bir bahr-i tevhid olduğunu îma eder.
Sure-i El-Felak: Elif altı, ق altı, ل altı olarak birbirine tevafuku ve Besmele ile altı adet âyetlerine muvafakatı... س üç, د üç, ف üç birbirine tevafuku ve evvelki üçler ile nısfiyet cihetinde muvafakatı ve birbirine merbut şu üç surenin adedine mutabakatı ve م beş olup beş âyetine muvafakatı şu surenin celalli hurufatına bir cemal daha katarlar.
Sure-i Felak aded-i hurufatı doksan dokuz olmakla doksan dokuz esma-i hüsnanın adedine tevafuk sırrıyla, bütün esma-i hüsna ile bir istiaze-i câmia hükmünde olduğunu îma eder.
El-Felak'ın hurufatının ebcedî makamı olan on bin iki yüz (10200) küsur olmakla Fatiha-i Şerife'nin dahi hurufatının ebcedî makamı olan on bin iki yüz on iki (10212) adedine tevafuk etmesiyle, her bir sure umum sureler ile münasebettar olduğunu îma eder.
Sure-i En-Nâs: Harflerinin birer adet fark ile muntazaman bir'den on ikiye kadar terakki etmesi; mesela ق bir, ه iki, ح üç, ى dört, ر beş,[6] Besmele'deki م ler beraber altı âyetin adedine muvafık olarak م altı, و yedi, (sakin elif) sekiz, ن dokuz,[7] س on, (elif) on bir, ل on iki[8] gelmesi ve Sure-i İhlas'ın on iki ل ına muvafakatı, ateşîn hurufatına bir ışık daha katarlar.
Ezcümle: Sure-i İhlas'ın makam-ı ebcedîsi 1003 olmakla hem 1003 Sure-i İhlas bir hatme-i hâssa-i İhlasiyeye ve hem mufassal bir ism-i a'zam olduğuna, hem üç defa tekerrürüyle küçük bir hatme-i Kur'aniye olmasına, hem üçer defa tekerrürünün efdaliyet-i azîmesine, hem
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
'in müşedded ر iki ر sayılmak şartıyla bir cihette makam-ı ebcedîsine tevafuk sırrıyla 1000 Besmele 1000 İhlas gibi ism-i a'zamın mufassalı olduğuna işaret ettiği gibi, hurufatıyla çok esrara bakar. Hem Kur'an'ın dört esasından en büyüğü olan tevhidi, altı cümlesiyle tevhidin altı mertebesini ispat[9] ve altı enva-ı şirki reddederek her bir cümlesi öteki cümlelere hem netice, hem mukaddime olduğu cihetle, Sure-i İhlas içinde 30 Sure-i İhlas kadar müteselsil bürhanlarla müdellel 30 sure münderic olduğundan, bu küçük sure ne kadar muazzam bir bahr-i tevhid olduğunu gösteriyor. Hurufatının latîf münasebetini buna kıyas ediniz ki; içinde elif 5, و 5, د 5 olarak birbirine tevafuku ve Lafzullah'ın 5 harfine ve mecmu-u hurufu 67 olup Lafzullah'ın makam-ı ebcedîsine tevafuk etmekle, makam-ı ebcedîsiyle dahi "Allah" dediği gibi; ه 4, م 4, ن tenvin ile 4 olarak birbirine tevafuku ve surenin 4 âyetine tevafuku, letafetini ve intizamını gösteriyor.
Suretü'l-Felak hurufatının intizamı çok işaretli olduğunu gösteriyor. Ezcümle: Elif 6, ق 6, ل 6 olarak birbirine tevafuku, Besmele ile 6 adet âyetlerine muvafakatı, 6666 olan âyât-ı Kur'aniyenin 4 altılarına gizli îma etmek bu sırlı surenin şe'nindendir. س 3, د 3, ف 3 birbirine tevafuku ve surenin hurufatı 99 olmakla 99 esma-i hüsnanın adedine tevafuk sırrıyla bütün esma-i hüsna ile bir istiaze-i câmia hükmünde olduğunu îma etmekle beraber, hurufatın ebcedî makamı olan 10200 küsur olmakla Fatiha-i Şerife hurufatının makam-ı ebcedîsi olan 10212 adedine tevafuk etmesiyle her bir sure umum surelerle münasebetdar olduğunu îma etmesi, intizamını ve işaretli olduğunu gösteriyor.
Suretü'n-Nas hurufatı tekerrür noktasında gayet muntazam 1'den 12'ye kadar terakki ediyor. Mesela: ق 1, ه 2, ح 3, ى 4, ر 5, م 6, و 7, ن 9, س 10, Elif 11, ل Sure-i İhlas'ın lâmı gibi 12 olması muntazam bir letafeti gösteriyor. Kur'an'ın şu en âhir suresinin hurufatı 104 olmakla, suhuf ve kütüb-ü enbiyanın 104 adedine tevafuku; Kur'an-ı Hakîm suhuf ve kütüb-ü enbiyanın esaslarını câmi' olduğuna en âhirki surenin hurufatıyla gizli bir îma ettiğini gösteriyor.
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler
İlgili Resimler/Fotoğraflar
Ayetlerdeki Kelime ve Harf Sayıları
Genel Ayet No | Sure No | Sure Ayet No | Kelime Sayısı | Harf Sayısı |
---|---|---|---|---|
6222 | 112 | 1 | 4 | 11 |
6223 | 112 | 2 | 2 | 9 |
6224 | 112 | 3 | 4 | 12 |
6225 | 112 | 4 | 5 | 15 |
Toplam | - | 4 | 15 | 47 |
İlgili Maddeler/Sayfalar
- İhlas Suresinin Münacat-ül Kur'an'da İktibas Edilen Ayetleri
- Ehad: Surede geçen Allah'ın ismi
- Samed: Surede geçen Allah'ın ismi
- Ferd: Vahid ismini ve surede geçen Ehad ismini içeren Allah'ın ismi
- 20. Lem'a ve 21. Lem'a: Bediüzzaman'ın ihlas hakkında telif ettiği ve İhlas Risaleleri olarak da adlandırdığı 20. ve 21. Lem'a risaleleri
- İhlas Risalesi (Küçük Kitap): İhlas hakkındaki bahislerin bir araya toplandığı küçük kitap
- Hüve Nüktesi: Bu surenin 1. ayetinde geçen "hüve" lafzındaki zarif bir tevhid nüktesini izah eden küçük parça.
- 2. Şua: 7. İsm-i azam olan Ehad ismine dair kapsamlı bir risale
- 30. Lem'a: 4. nüktesinde İhlas suresinin 1. âyetinin bir nüktesi olarak Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden ve ism-i a’zam'dan olan Ferd ismininin izah edildiği risale
İlgili Kategoriler
Kaynakça
- ↑ 1,0 1,1 1,2 https://islamansiklopedisi.org.tr/ihlas-suresi
- ↑ https://nurpedia.org/wiki/Risale:29._Mektubun_8._K%C4%B1sm%C4%B1_(Rumuzat-%C4%B1_Semaniye)#Birinci_Par%C3%A7as%C4%B1
- ↑ 3,0 3,1 3,2 https://binimad.com/wp-content/uploads/2020/11/Letters-and-Word-Count-of-The-Entire-Quran.pdf
- ↑ https://nurpedia.org/wiki/Risale:29._Mektubun_8._K%C4%B1sm%C4%B1_(Rumuzat-%C4%B1_Semaniye)#Birinci_Par%C3%A7as%C4%B1
- ↑ Risâle-i Nûr’un sebeb-i tesmiyesi on yedi cihetle nûr ile alâkadâr olduğundan, on adedden ziyâdesi Risâle-i Kader’in mesâil-i müteferrikasının âhirinde zikredilmiştir. Bu latîf tevâfuk ma‘nâsız olamaz.
- ↑ شَرِّ deki ر bir olmak cihetiyledir.
- ↑ اَلْخَنَّاسِ daki nun ن bir sayılsa, اَلْجِنَّةِ deki iki sayılsa dokuz olur. Yoksa (sakin elif) gibi sekiz veya س gibi on olur.
- ↑ اَلَّذٖى de lâm bir sayılsa on ikidir, iki sayılsa on üç olur.
- ↑ Bu kudsî mesele, Zülfikar'da izahatı var.