Risale:Lemeat (Asar-ı Bediiyye)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Bu risaleyi Sözler'den okumak için Lemeat sayfasına gidin.

Önceki Risale: Makaleler KısmıÂsâr-ı BediiyyeHakikat Çekirdekleri: Sonraki Risale

Lemeât

مِنْ بَيْنِ هِلَالِ الصَّوْمِ وَ هِلَالِ الْعٖيدِ

Çekirdekler Çiçekleri

"Risale-i Nur Şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır."

Bedîüzzaman Said-i Nursî

Telif:

Libedîüzzaman Said-i Kürdî

İhtar[değiştir]

اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Safiye'yi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitapta en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim.

Evvelâ:

Daha iyisini bilmezdim. Zira yalnız manâyı düşünüyordum.

Sâniyen:

Cesedi libasa göre yontmakla rendeçleyen şuâraya tenkidimi göstermek istedim.

Sâlisen:

Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûb ihtiyar edildi. Fakat ey kâri'! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! Yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!..

Said-i Nursî

İfade-i Meram[değiştir]

Ey kâri'! Peşinen bunu itiraf ederim ki: San'at-ı hat ve nazımda isti'dadımdan çok müştekiyim. Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazm u vezin ise; ömrümde bir fıkra yapamamıştım. Birdenbire zihnime, nazma musırrane bir arzu geldi.

Sahabelerin gazevatına dair Kürtçe قَوْلِ نَوَالَاسٖيسَبَانْ namında bir destan vardı. Onun ilahî tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim. Nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat'iyyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı, tâ mâna anlaşılsın. Her kıt'ada ittisal-i mânâ vardır. Kafiyede tevakkuf edilmesin. Külâh püskülsüz olur, vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur. Zannımca lafz ve nazım, san'atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı mânadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.

Şu eserimde üstadım, Kur'ân'dır. Kitabım, hayattır. Muhatabım, yine benim. Sen ise ey kâri! Müstemi'sin. Müstemi'in tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek Ramazanın feyzi [*[1]] olduğundan, ümid ederim ki; inşâallah din kardeşimin kalbine tesir eder de, lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fatiha okur.

Eddaî[**[2]][değiştir]

Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,

Said'den yetmiş dokuz emvat bâ-âsâm u âlâma.

Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş,

Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm'a.

Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla,

Revanem saha-i ukba-yı ferdâma.

Yakînim var ki: İstikbal-i semavat ü zemin-i Asya

Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm'a.

Zira yemin yümn-i imandır,

Verir emni, eman ile enama...

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَالصَّلَاةُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

Sebeb Sırf Zahirîdir[değiştir]

İzzet-i azamet ister ki; esbab-ı tabiî, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celâl ister ki; esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i[*[3]] tesir-i hakikî ola kudret eserinde.

Vücud, Âlem-i Cismanîde Münhasır Değil[değiştir]

Vücudun hasra gelmez muhtelif enva'ını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi, şu'le-feşan gaybî avâlim üzerinde.

Kalem-i Kudrette İttihad, Tevhidi İlân Eder[değiştir]

Eser-i itkan-ı san'at, fıtratın her köşesinde, bilbedahe reddeder esbabının îcadını.

Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatın her noktasında, bizzarûre reddeder vesaitin vücûdunu.

Bir Şey, Her Şeysiz Olmaz[değiştir]

Kâinatın serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevanibde tecavüb, hem teavün gösterir;

Ki yalnız bir kudret-i âlem-şümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halkedip yerleştirir.

Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevkediyor, tanıştırır.

Her nereden gelirse gelsin, nida-i hacete lebbeyk-zendir, sırr-ı tevhid namına etrafı görüştürür.

Zîhayat her harfi, herbir cümleye, müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.

Güneşin Hareketi Cazibe İçindir, Cazibe İstikrâr-ı Manzumesi İçindir[değiştir]

Güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin müncezib seyyar olan yemişleri.

Ger sükût ile sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.

Küçük Şeyler Büyük Şeylerle Merbuttur[değiştir]

Sivrisinek gözünü halkeyleyendir mutlaka, Güneşi hem kehkeşi halkeylemiş.

Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka, manzume-i şemsiyeyi nazmeylemiş.

Gözde rü'yet, midede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka, sema gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.

Kâinatın Nazmında Büyük Bir İ'caz Var[değiştir]

Kâinatın gör ki te'lifinde bir i'caz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bilfarz-ıl muhal

Ola herbiri muktedir bir fâil-i muhtar. O i'caza karşı nihayet acz ile bil-imtisal ederek secde ki:

سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ فٖينَا رَبَّنَا اَنْتَ الْقَدٖيرُ الْاَزَلِىُّ ذُو الْجَلَالِ

Kudrete Nisbet Her Şey Müsâvîdir[değiştir]

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî; acz tahallül edemez.

Onda meratib olmayıp, mani' tedahül edemez. İsterse küll, isterse cüz' nisbet tefavüt eylemez.

Çünki her şey bağlıdır her şey ile. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz.

Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez[değiştir]

Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak; arzımızı, şümusu, nücumu, hasra gelmez.

Şu fezanın başına hem sinesinde takacak, öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz.

Dünyada hiçbir şeyde dava-yı halk edip, iddia-yı îcad edemez.

İhya-yı Nev', İhya-yı Ferd Gibidir[değiştir]

Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.

Şu dünyanın mevti de, ihyası da öyledir. Bütün zîruh ihyası onda fazla nazlanmaz.

Tabiat, Bir San'at-ı İlahiyedir[değiştir]

Değil tabi' tabiat, belki matba'.. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır. Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır.

Değil nâzım, o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattır değil haric-i hakikatdar.

Vicdan, Cezbesiyle Allah'ı Tanır[değiştir]

Vicdanda mündemiçtir, bir incizab ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle daim olur incizab.

Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemal görünse. Etse tecellî daim pür-şaşaa bîhicab.

Bir Vâcib-ül vücûd, Sahib-i Celal ve Cemal; şu fıtrat-ı zîşuur kat'î şehâdetmeab.

Bir şahidi o cezbe, hem diğeri incizab!..

Fıtratın Şehâdeti Sadıkadır[*[4]][değiştir]

Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı, meyl-i nümüvv der: "Ben, sünbüllenip meyvedar..." Doğru çıkar beyanı.

Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı

Ki: "Ben piliç olurum, izn-i İlahî ola." Sadık olur lisanı.

Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad, bürûdetin zamanı...

İçindeki inbisat meyli der: "Genişlen, bana lâzım fazla yer." Bir emr-i bîemanî...

Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî,

O demiri parçalar. Şu meyelanlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdanî.

Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irade. İrade-i İlahî, idare-i ekvanî.

Emirleri şunlardır: Birer birer meyelan, birer birer imtisal-i evamir-i Rabbânî.

Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir; ki incizab ü cezbe iki musaffa cânı.

İki mücellâ camdır, akseder içinde Cemal-i Lâyezalî, hem de nur-u imanî.

Nübüvvet Beşerde Zaruriyedir[değiştir]

Karıncayı emîrsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliyye; elbette..

Beşeri de bırakmaz şeriâtsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.

Meleklerde Mi'rac, İnsanlarda Şakk-ı Kamer Gibidir[değiştir]

Be-mi'rac-i kerametle melekler gördüler elhak, ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.

O Parlak Zât, Burak'a binmiş de berk olmuş. Kamervarî seraser, âlem-i nuru da görmüştür.

Şu şehâdet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mu'cize nasılki اِنْشَقَّ الْقَمَرُ'dir;

Bu mi'racdır, âlem-i ervahtaki sâkinlere en büyük bir mu'cize ki, سُبْحَانَ الَّذٖٓى اَسْرٰى'dır.

Kelime-i Şehâdetin Bürhanı İçindedir[değiştir]

Kelime-i şehâdet, vardır iki kelâmı. Birbirine şahiddir, hem delil ve bürhandır.

Birincisi, sânîye bir bürhan-ı limmîdir.. İkincisi, evvele bir bürhan-ı innîdir.

Hayat, Bir Çeşit Tecellî-i Vahdettir[değiştir]

Hayat bir nur-u vahdettir, şu kesrette eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ü yekta.

Hayat bir şeyi, herşeye eder mâlik!.. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya!..

Ruh, Vücûd-u Haricî Giydirilmiş Bir Kanundur[değiştir]

Ruh bir nuranî kanundur, vücûd-u haricî giymiş. Bir namustur; şuûru başına takmış.

Bu mevcud ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir.

Kudret vücûd-u hissî giydirir, şuûru başına takar, bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef eder.

Eğer enva'daki kanunlara kudret-i Hâlık vücûd-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.

Ger vücûdu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.

Hayatsız Vücûd, Adem Gibidir[değiştir]

Ziya ile hayatın herbiri, mevcudatın birer keşşâfıdır.. Bak! nur-u hayat olmazsa;

Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger Kamer'se...

Hayat Sebebiyle Karınca Küreden Büyük Olur[değiştir]

Ger mizan-ül vücûdla karıncayı tartarsan, ondan çıkan kâinat küremize sıkışmaz.

Bence küre hayvandır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan;

Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.

Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak[değiştir]

Nasraniyet intıfa, ya ıstıfa bulacak. İslâm'a karşı teslim, terk-i silâh edecek.

Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi. Purutlukta görmedi ona salah verecek.

Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü.. Bir kısmı lâkin, bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.

Hazırlanır şimdiden yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâm'a mal olacak.

Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: "İsa, Şer'imle amel, ümmetimden olacak."

Tebaî Nazar, Muhali Mümkin Görür[değiştir]

Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı cemaat-ı kesîre. Kimse bir şey görmedi.

Zevallî bir ihtiyar yemin etti ki: "Gördüm.." Halbuki gördüğü, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.

O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş Kamer nerede? Ger anladın şu remzi:

Zerrattaki harekât; kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar.. Kör etmiş maddî gözü.

Teşkil-i cümle enva', fâilini göremez, düşer başına dalâl.

O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek, muhaldir, ender muhal.

Kur'ân Âyine İster, Vekil İstemez[değiştir]

Ümmetteki cumhuru, hem avamın umumu; bürhandan ziyade me'hazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevkeder imtisale.

Şeriat yüzde doksanı; müsellemat-ı şer'î, zaruriyat-ı dinî birer elmas sütundur. İçtihadî, hilafî, fer'î olan mesail; yüzde ancak on olur.

Doksan elmas sütunu, on altunun sahibi kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların madeni: Kur'ân ve hem Hadîs'tir..

Onun malı oradan, her zaman istemeli. Kitablar, içtihadlar Kur'ân'ın âyinesi, yahut dûrbîn olmalı.

Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu'ciz-beyan.

Mübtıl, Bâtılı Hak Nazarıyla Alır[değiştir]

İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor.

Bâzan gelir eline bâtılı hak zanneder, koynunda saklıyor.

Hakikatı kazarken, ihtiyarı olmadan dalal düşer başına; hakikattır zanneder, kafasına geçirir.

Kudretin Âyineleri Çoktur[değiştir]

Kudret-i Zülcelal'in pek çoktur mir'atleri.. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf, pencereler açıyor bir âlem-i misale.

Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misale, misalden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,

Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuûnat-ı seyyale.

Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimat!

Acib istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülât...

Temessülün Aksamı Muhtelifedir[değiştir]

Âyinede temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet; ya beraber hâsiyet; ya hüviyet hem şu'le-i mahiyet; ya mahiyet, hüviyet.

Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.

Bir ruh-u nuranînin, kendi mir'atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtebit; aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp,

birer nur-u münbasit. Ger şems hayvan olaydı; olur harareti hayatı, ziya olur şuûru.. Şu havassa mâliktir âyinede timsali.

İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidre'de, hem suret-i Dıhye'de meclis-i Nebevî'de,

Hem kim bilir kaç yerde!.. Azrail'in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. Peygamber'in bir anda,

Hem keşf-i evliyada, hem sadık rü'yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umumla şefaatle görüşür.

Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhûr eder, görünür.

Müstaid, Müçtehid Olabilir; Müşerri' Olamaz[değiştir]

İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayre ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri' edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.

İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor. Yoksa davet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz...

Nur-u Akıl, Kalbden Gelir[değiştir]

Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.

O nur ile bu ziya, mezcolmazsa zulmettir. Zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libası giymiş bir zulmet-i müzevver.

Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver.

O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz; sen de birşey göremez.. Basiretsiz basar da para etmez.

Ger fikret-i beyzada süveyda-yi kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.

Dimağda Meratib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise[değiştir]

Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif!.. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir,

Sonra gelir taâkkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.

İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir halet. Salabet itikaddan,

Taassub iltizamdan, imtisal iz'andan. Tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda.

Tahayyülde safsata hasıl olur..Mezcine ger olmazsa muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her dem safî olan zihinleri cerhdir, hem idlâli.

Hazmolmayan İlim Telkin Edilmemeli[değiştir]

Hakikî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kay'ını.

Tahrib Esheldir; Zaîf, Tahribci Olur[değiştir]

Vücud-u cümle-ecza, şart-ı vücûd-u külldür. Adem ise, oluyor bir cüz'ün ademiyle; tahrib eshel oluyor.

Bundandır ki: Âciz adam, sebeb-i zuhûr-u iktidar. Müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, daim tahribkâr olur.

Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı[değiştir]

Hikmetteki desatir, hükûmette nevâmis, hakta olan kavanîn, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemidd,

Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir.. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mu'temid.

Bâzan Zıd, Zıddını Tazammun Eder[değiştir]

Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette; lafz, mânanın zıddıdır. Adalet külahını,

Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî,

İstibdad-ı şeytanî; hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekânî.

Menfaatı Esas Tutan Siyaset Canavardır[değiştir]

Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir, canavar.

Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen; merhametini değil, iştihasını açar.

Sonra döner, geliyor; tırnağın, hem dişinin kirasını senden ister.

Kuvay-ı İnsaniye Tahdid Edilmediğinden Cinayatı Büyük Olur[değiştir]

Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler, fıtrî tahdid olmamış.. Ondan çıkan hayr u şerr, lâ-yetenahî gider.

Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inad birleşse; öyle günah oluyor ki, beşer şimdiye kadar,

Ona isim bulmamış. Cehennem'in lüzumuna delil olduğu gibi; cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Hem meselâ: Bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâm'ın felâketini kalben arzu eder.

Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.

Bâzan Hayır, Şerre Vasıta Olur[değiştir]

Havastaki meziyet, filhakika sebebdir tevazu', mahviyete.. Olmuş maâtteessüf sebeb-i tahakküme,

Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı filhakika sebebdir; ihsan ve merhamete.

Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi, zillet ve esarete. Bir şeyde hasıl olan mehasin ve şerefse;

Havas ve rüesaya o şey peşkeş edilir.. O şeyden neş'et eden seyyiât ve şerr ise; efrad ve hem avama

Taksim, tevzi' edilir. Aşiret-i galibde hasıl olan şerefse: "Hasan Ağa, âferin!" Hasıl olan şerr ise,

Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazîn!..

Gaye-i Hayal Olmazsa, Enaniyet Kuvvetleşir[değiştir]

Bir gaye-i hayalî olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasî edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.

Ene kuvvetleşiyor, bâzan sinirleniyor; delinmez, "nahnü" olsun. Enesini sevenler, başkaları sevmezler.

Hayat-ı İhtilal; Mevt-i Zekat, Hayat-ı Ribadan Çıkmış[değiştir]

Bilcümle ihtilalât, bütün herc ü fesadât; hem asıl, hem madeni.. rezail ve seyyiat, bütün fâsid hasletler,

Muharrik ve menba'ı iki kelimedir tek.. yahut iki kelâmdır.. Birincisi şudur ki: "Ben tok olsam, başkalar

Acından ölse neme lâzım!.." İkincisi: "Rahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler!"

Birinci kelimede olan semm-i katili, hem kökünü kesecek, şâfî deva olacak tek bir devası vardır.

O da zekat-ı şer'î ki, bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede, zakkumşecer münderic.. Onun ırkı kesecek, ribanın hurmetidir.

Beşer salah isterse, hayatını severse; zekatı vaz' etmeli, ribayı kaldırmalı.

Beşer Hayatı İsterse, Ribayı Öldürmeli[değiştir]

Tabaka-i havastan tabaka-i avama sıla-i rahm kopmuştur.. Aşağıdan fırlıyor

Sadâ-yı ihtilalî, vaveyl-i intikamî, kin ü hased enîni... Yukarıdan iniyor

Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâıkası!.. Aşağıdan çıkmalı:

Tahabbüb ve itaât, hürmet ve hem imtisal... Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,

Hem şefkat ve terbiye.. Beşer bunu isterse sarılmalı zekata, ribayı tardetmeli.

Kur'ânın adaleti bâb-ı âlemde durup ribaya der: "Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!"

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.

Beşer Esirliği Parçaladığı Gibi, Ecîrliği de Parçalayacaktır[değiştir]

Bir rü'yada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi; tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki' ediyor.

Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşer başı ihtiyar; edvar-ı hamsesi var. Vahşet ve bedevîyet, memlukiyet, esaret... Şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır geçiyor.

Gayr-ı Meşru Tarîk, Zıdd-ı Maksuda Gider[değiştir]

ﺍَﻟْﻘَﺎﺗِﻞُ ﻟﺎَ ﻳَﺮِﺙُbir düstur-u azîmdir: "Gayr-ı meşru' tarîk ile bir maksada giden zât, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat"

Avrupa muhabbeti, gayr-ı meşru' muhabbet, hem taklid ve hem ülfet. Akibeti mükafât: Mahbubun gaddarane adaveti, cinayât...

Fâsık-ı mahrum bulmaz, ne lezzet ve ne necat.

Cebr Ve İ'tizalde Birer Dane-i Hakikat Bulunur[değiştir]

Ey talib-i hakikat! Mazîye, hem musibet; müstakbel ve masiyet ayrı görür şeriat.. Maziye, mesaibe nazar olur kadere.

Söz olur Cebriye. Müstakbel ve maâsi nazar olur teklife, söz olur İtizale. İtizal ile Cebr

Şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheblerde birer dane-i hakikat mevcud münderiçtir; mahsus mahalli vardır; bâtıl olan ta'mimdir.

Acz ve Cez' Bîçarelerin Kârıdır[değiştir]

Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.

Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde cez'a sarılma.

İp Üstünde Olan, Yerde Olanla Döğüşse Kaybeder[değiştir]

Gâvurlarla barışmak, zelillerin kârıdır.. Hayattaki yaralar, belki de iyileşir, İzzet-i İslamîde hem namus-u millîde yaraları

derindir. İp üstündeki canbaz, yerde olan adamla eğer döğüş isterse; yerde olan çekinmez, zîrâ canbaz hayatı

Hem muhteşem sanatı, mevazinle bağlıdır. Bir kere o bozulsa, seyreyle günbürtüyü... Yerdeki çıplak adam, olsa olsa değişir kıyam ile kuûdu.

Müphem Bir Hüküm, Küllî Bir Hüküm Değil[değiştir]

Nüsûs-u varidede; kaziye-yi mutlaka, bâzen telakki olur kaziyye-i külliye.. Vaktî, münteşire bazen telakki olur,

Kaziyye-i dâime.. Belki onun sıdkına, bazı ferd ve zamanın tahakkuku kâfidir. Meselâ denilir: "Bir saatlik nöbeti bir sene ibadettir."

Evet Eskişehir'in sırtında, İnönü'nün önünde.. Âyet işaret eder; bir masumu öldüren ger elinden gelirse, beşeri de öldürür.

Öyle zaman olur, kelime-i vâhide, bir orduyu batırır. Otuz milyonun mahvı bir gülle ile olmuştur.

Bâzan Küçük Bir Şey, Büyük Bir İş Yapar[değiştir]

Öyle şerait oluyor; tahtında az bir hareket, sahibini çıkarıyor tâ a'lâyı illiyyîn...

Öyle hâlât oluyor ki; küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i safilîn...

Bazılara Bir An, Bir Senedir[değiştir]

Fıtratların bir kısmı birdenbire parlıyor.. Bir kısmı tedricîdir, şey'en şey'en kalkıyor.. Tabiat-ı insanî ikisine benziyor.

Şeraite bakıyor; ona göre değişir. Bâzen tedricî gider. Bâzen dahi oluyor barut gibi zulmanî, birdenbire fışkırıyor;

Nuranî bir nar olur. Bazı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor.. Bir nazar-ı peygamber,

Birdenbire kalbeder; bir bedevî cahili, bir ârif-i münevver!.. Eğer mizan istersen: İslâm'dan evvel Ömer, İslâm'dan sonra Ömer!..

Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer.. Def'aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber!..

Ceziret-ül Arab'da, fahmolmuş fıtratları kalbetti elmaslara.. Birdenbire serâser!..

Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.

Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir[değiştir]

Bir dane sıdk, yakar milyon ile yalanı.. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali!.. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı!

Yeri verir sükûta, eğer çıksa zararlı.. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı! Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı!

Lâkin hakkın olamaz, her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli.

خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ

kendine düstur etmeli. Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.

Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zanda emeli. Sû'-i zanla yeistir: Saâdet muharribi, hem de hayatın katili!..

Bir Meclis-i Misalîde: Şeriatla Medeniyet-i Hazıra, Deha-yı Fennî, Hüda-yı Şer'î ile Müvazeneleri[değiştir]

Mütareke başında, bir Cuma gecesinde bir rü'ya-yı sadıkda, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde, benden sual ettiler:

"Mağlubiyet sonunda, İslâm'ın âleminde ne hal peyda olacak?" Asr-ı hazır meb'usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler:

Eski zamandan beri istiklal-i İslâm'ın bekası, hem Kelimetullah'ın i'lâsı için, farz-ı kifaye-i cihadı o lâzime-i diyanet,

Deruhde ile kendini yekvücud-u vahdanî İslâm'ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet,

Şu millet-i İslâmî felâket-i mazîsi, getirecek de elbet İslâm'ın âlemine saadet ve hürriyet; olur geçen musibet,

İstikbalde telafi. Üçü veren, üçyüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet...

Zira ki şu musibet; hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâmı hârikulâde etti inkişaf-ı uhuvvet.

Tesri'-i ihtizazı; tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak; zuhûr edecek o vakit,

İslâmî medeniyet. Müslüman bil'ihtiyar elbet evvel girecek. Müvazene istersen: Şer'in medeniyeti, şimdiki medeniyet.

Esaslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasatı menfîdir. Menfî olan beş esas ona temel, hem kıymet,

Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe'nidir tecavüz ve teâruz; bundan çıkar hıyanet.

Hedef-i kasdı, fazilet bedeline, hasis bir menfaattır. Menfaatın şe'nidir tezahüm ve tahasum; bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu, teâvün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidalin şe'ni budur: Tenazü' ve tedafü'; bundan çıkar sefalet..

Akvamların beyninde rabıta-i esasî: Âherin zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet-i milliyet; şe'ni olur daima böyle müdhiş tesadüm, böyle feci' telatum, bundan çıkar helâket.

Beşincisi şudur ki; cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci', teshil-i hevesatı, arzuları da tatmin; bundan çıkar sefahet.

O heva hem heves, şe'ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Manevî meshediyor, değişir insaniyet.

Şu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır, sîreti olur suret.

Gelir hayal karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevazin mizanıdır şeriat...

Şeriattaki rahmet, sema-i Kur'ândandır. Medeniyet-i Kur'ân esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çark-ı saadet.

Nokta-i istinadı: Kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe'nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.

Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe'nidir: Muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adavet.

Hayattaki düsturu: Cidal kıtal yerine, düstur-u teâvündür. O düsturun şe'nidir; ittihad ve tesanüd, hayatlanır cemaat.

Suret-i hizmetinde, heva heves yerine, hüda-yı hidayettir. O hüdanın şe'nidir, insana lâyık tarzda terakki ve refahet.

Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihet-ül vahdeti de tardeder unsuriyet, hem de menfî milliyet.

Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir, uhuvvet-i imanî. Şu rabıta şe'nidir, samimî bir uhuvvet,

Umumî bir selâmet. Haric etse tecavüz, o da eder tedafü'. İşte şimdi anladın; sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslamlar ihtiyarla girmemiş, şu medeniyet-i hazıra. Onlara yaramamış; hem de onlara vurmuş müdhiş kayd-ı esaret.

Belki nev'-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış müzahref bir saadet!..

Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat! Zalim ekallin olmuş gelen rıbh-i ticaret. Lâkin saadet odur; külle ola saadet.

Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev'-i beşere rahmet, nâzil olan şu Kur'ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet;

Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet.

Heves tahakküm eder. Heva da müstebiddir, gayr-ı zarurî hacât, havaic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat...

Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir. Sa'y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet.

Onda hile, harama beşeri sevketmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate hem nev'e vermiştir servet, haşmet.

Ferdi, şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur. Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet, cinayet, hem gadr ve hem hıyanet

Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi de bulanır. Âlem-i İslâm'daki istinkâf-ı ma'nîdar hem de bir cây-ı dikkat.

Kabulde muzdaribdir, soğuk da davranmıştır. Evet Şeriat-ı Garra'da olan nur-u İlahî, hassa-i mümtazıdır: İstiğna, istiklaliyet.

O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin. Onda olan hidayet,

Bundaki felsefe ile mezcolmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi' olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat, izzet-i iman, beslediği şeriât, Kur'ân-ı Mu'ciz-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakâik-i şeriât.

O yemin-i beyzada birer asâ-yı Musa'dır. Sehhar-ı medeniyet, istikbalde edecek ona secde-i hayret!..

Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan'ın iki dehası vardı; bir asıldan tev'emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.

Su içinde yağ gibi imtizac olamadı. Mürur-u zaman istedi; medeniyet çabaladı, Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

Herbiri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdeta o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş; Alman, Fransız oldu.

Güya bir nevi tenasüh başlarında geçmişti. Ey birader-i misalî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti

Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle döğüştü.

Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki; aslı hem madeni, matla'ı başka çeşit olmuştu; Kur'ânda olan nuru, şeriat hidayeti;

Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır, hem mezc u ittihadı.

* * *

O deha ile bu hüda menşe'leri ayrıdır. Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir.

Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, daneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

İstidad-ı kemâli birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîma ediyor insan-ı himmetperver.

Deha ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünema buluyor.

Ruhu eder hizmetkâr, daneleri kuruyor. Şeytanın sîmasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.

İnsanı yükseltiyor. Deccal-misal dehâ-i a'ver, bir dâr ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.

Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu san'atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.

Bu sırdandır: Deha, a'ma-i asam. Hüda, semî-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahibsiz ganîmettir.

Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında; zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde

Serpilmiş olan niam, rahmetin semerâtı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

Bunu da inkâr etmem; medeniyette vardır mehasin-i kesîre.. Lâkin; onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa îcadı,

Ne şu asrın san'atı.. Belki umum malıdır; telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi'den, hem hacât-ı fıtrîden, hususan şer'-i Ahmedî.

İslâmî inkılabdan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu, hem dedi:

"Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı.

Hangi ef'alinizle kazaya, hem kadere şöyle fetva verdiniz ki, kaza-yı İlahî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-yı ekseriyet olur sebeb daima musibet-i âmmeye." Dedim: Beşerin dalalet-i fikrîsi, Nemrudane inadı,

Firavunane gururu, şişti şişti zeminde, yetişti semavata. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semavattan indirdi,

Tufan, taun misali.. Şu harbin zelzelesi gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi.

Nev'en umuma şamil, bir müşterek sebebi. Maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikrîydi, hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı...

Hissemizin sebebi; erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zîrâ Hâlık Teâlâ yirmidört saatten bir saati istedi,

Beş vakit namaz için yalnız o saati. Bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tenbellikle terkettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmidört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene cebren oruç tutturdu.

Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan biri zekat istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

O da bizden aldırdı müterakim zekatı, haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Sâlih amel ikiydi:

Biri müsbet ve ihtiyarî, biri menfî ızdırarî. Bütün âlam ve mesaib, a'mal-i sâlihadır; lâkin menfîdir, ızdırarî. Hadîs teselli verdi.

Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı. Fiilî bir tövbe etti. Mükâfat-ı âcili; şu milletin humsu dört milyonu çıkardı

Derece-i velayet, mertebe-i şehâdetle gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i misalî, bu sözü tahsin etti.

Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rü'yadır, rü'ya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said-i Kürdî...

Paslanmış Hüda Yine Elmastır[değiştir]

Hüda-yı İslâmiyet paslanmıştı, heva ile deha-yı medeniyet cilalanmış hevesle... Çendan paslanmış olsa bir elmas-ı bî hemta,

bir cam-ı mücellaya müreccahtır daima. O elmasa nakış olmuş olan hatt-ı semavî, maddîlerin gözleri görmez o nakş-ı yekta.

Hem de onu okumaz. Maddiler her bir şeyi madde içinde arar. Böylelerin akılları gözlerinde yerleşir.

Akılları körleşir, mâneviyatı görmez, mânada göz kör olur.

Cehil, Mecazı Eline Alsa Hakikat Yapar[değiştir]

İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikata, hem açar hurafata kapılar.

Küçüklüğümde gördüm ki hasf olmuştu Kamer. Sordum ben vâlidemden. Dedi: "Yılan yutmuştur." Dedim: "Neden görünür?"

Dedi: "Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur." İşte böyle bir mecaz hakikat zannedilmiş; medar-ı Şems ve Kamer

Tekatu' noktaları olan re's ve zenebde arz'ın hayluletiyle bir emr-i İlahiyle münhasif olur Kamer.

İki kavs-i mevhume tinnineyn yâdedilmiş, hayalî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.

Mübalağa Zemm-i Zımnîdir[değiştir]

Hangi şeyi vasfetsen olduğu gibi vasfet. Medhin mübalağası bence zemm-i zımnîdir. İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir...

Şöhret Zalimedir[değiştir]

Şöhret bir müstebiddir, sahibine mal eder başkasının malını. Meşhur Hoca Nasreddin letaifi içinde, zekatı asıl malı...

Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefahir-i İranı, Gasb u garetle şişti o namdar hayali..

Hurafata karıştı, attı nev'-i insanı..

Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler[değiştir]

Şu Jön-Türkün hatası; bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet; müstemir, müstevlî vehmeyledi. Saadet-i hayatı, içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi;

Medeniyet sistemi bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...

Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten, milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi...

Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil[değiştir]

Dalalet-i vehmîdir; mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir, ya tahvil-i mekândır; Sicnden bostana çıkar.

Kim hayatı isterse şehâdet istemeli. Şehidin hayatına Kur'ân işaret eder. Sekeratı tatmamış bir şehid, kendini

Hayy biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor. Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer:

İki adam, rü'yada lezaiz enva'ına câmi' güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rü'ya olduğu bilir; lezzet almıyor.

Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü; biliyor ki âlem-i yakazadır; hakikî lezzet alır, ona hakikî olur.

Rü'ya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.

Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiâze Edilmeli![değiştir]

Siyaset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı.

Adalet-i Kur'ânî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez, değil ekseriyete, hattâ nev'in umumu...

Âyet-i

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ

iki sırr-ı azîmi vaz'ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi

Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev'-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.

Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun ibtal-i hakkı, hem iraka-i demi..

Hem zeval-i ismeti; ibtal-i hakk-ı nev'in hem ismet-i beşerin mislidir, hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemi,

Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise, harab eder dünyayı, imha eder benî-âdemi.

Za'f, Hasmı Teşci' Eder. Allah Abdini Tecrübe Eder. Abd Allah'ını Tecrübe Edemez[değiştir]

Ey hâif ve hem zaîf! Havf ve za'fın beyhude, hem senin aleyhinde; tesirat-ı haricî teşci' eder, celbeder.

Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarret-i mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah'ındır;

İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. "Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım" der.

Abd ise hiç yapamaz Allah'ını tecrübe. "Rabbim muvaffak etsen, ben de bunu işlerim" dese, tecavüz eder.

İsa'ya demiş Şeytan: "Madem herşeyi O yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?"

İsa dedi: "Ey mel'un! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan!."

İslâm Siyaseti Kendinden Çıkmalı. Başkasına Vasıta Olmamalı. Fırkacılık, Kulüpleri Tevhid-i Kulübe Değil, Tefrik-i Kulûbe Sebeptir[değiştir]

İstanbul'un siyaseti İspanyol nezlesi gibi, insana bulaşıyor, hem hezeyan devrini, arasıra geçiriyor.

Bizans bir kafadır fırkacılık cünûnu, o bizzat bire'sihi müteharrik değildir, bilvasıta dönüyor.

Kulağına Avrupa tenvîm ile uyutup, telkin ile üflüyor, burada oyun başlıyor. Madem oradan geliyor,

Ya menfîdir ya müsbet. Menfi ise, harf gibi gayrın menfaatına delaleti ediyor. İhtiyar selboluyor.

Niyeti tesir etmez. Müsbet ise benziyor, bir mânâ-yı ismîye, bizzat eder nefsine, delâlet ve hem hizmet, sonra vasıta olur.

Buradaki ihtilâf münharifen gidiyor, telâkî noktası da vatanda bulunmuyor. Hatta kürede de olmuyor.

Madem ki öyle olur, müsbet ismî olmalı, kuvvetli el hangiyse Kur'ân'a sahip olmalı. Zaif kalil madem düşer;

Kur'ân'ı, çünkü Kur'ân'dır, hıfz etmeli, sevmeli onu siper etmemeli, yed-i kavîye vermeli, hıfzı ona bırakmalı; muhafaza o ediyor.

Zira ki, din dahilde menfi tarzda edilmez, isti'mal ve istihdam. Otuzbir Mart gösterdi, gösteriyor;

En ehven sureti de müthiş netice verdi. İslâm zararlı çıktı.

Beğendiğin Şeyde İfrat Etme[değiştir]

Bir derdin dermanı, başka derde derd olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse derd getirir, öldürür.

İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür[değiştir]

İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine "melek" der, rahmeti de okutur.

Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adavet, lanet eder.

Beklemediğin Yerde Bâzan İmdad Alırsın[değiştir]

Deli adama iyisin iyisin denilse iyileşmesi, iyi adama fenasın fenasın denilse fenalaşması nadir değildir.

Nasıl ki düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur. Öyle de düşmanın dostu dost kaldıkça düşmandır.

Maymun dost oldu yardım etti, ayı neden etmesin. Bir hınzır seni boğar, bir ayı onu boğar. Ayı sana dost olur.

Sakın bağrına dürtme kendine de saldırtma. Ger yangından yanarsan, seyl-i azîm gelirse o da sana dost olur

Nasıl maymun olmadın, hiç ayı da olmazsın.

Cemaatin Maye-i Hayatı Tesanüddür[değiştir]

ﺍﻟﺠﻤﻌﻴﺔ ﺍﻟﺘﻰ ﻓﻴﻬﺎ ﺍﻟﺘﺴﺎ ﻧﺪ ﺁﻟﺔ ﺧﻠﻘﺖ ﻟﺘﺤﺮ ﻳﻚ ﺍﻟﺴﻜﻨﺎﺕ ﺍﻟﺠﻤﺎﻋﻴﺔ ﺍﻟﺘﻰ ﻓﻴﻬﺎ ﺍﻟﺘﺤﺎ ﺳﺪ ﺁﻟﺔ ﺧﻠﻄﺖ ﻟﺘﺴﻜﻴﻦ ﺍﻟﺤﺮﻛﺎﺕ

Cemaatte vahid sahih olmazsa eğer, cem' ve zammı büyütmez. Küsur darbı gibidir, çoğalmakla küçültür, ziyadesi noksandır.

Bir Şeyi Kabul Etmemek Hakkın ise, Reddetmek Hiç Hakkın Olmaz[değiştir]

Ey tâlib-i hakikat! Sana olsa rivayet, sana düşer kabulü, eğer varsa bürhanı. Yoksa adem-i kabuldür ki şekk ve tereddüddür.

Adem-i delil, delildir şu adem-i kabule, lâkin kabul-ü adem hem reddir hem inkârdır.

Aksine isbat ister. Menfi isbat edilmez butlan-ı zâtisiyle, ger müntefi olmazsa... Ger adem-i delilse, câiz adem-i kabuldür.

Ger delil-i ademse, olur kabul-ü adem birbiriyle mültebis. Hükümleri ayrıdır, bir şektir, bir inkârdır. İnkâra hakkın yoktur.

Bâzan matlûb vahiddir, delaili kesirdir; biri hatta onu da şüpheyle reddedilse, yine matlûb reddolmaz.

Bazen netice-i hak, delili batıl olur, zihinde onunla durur. Madem netice haktır delile ilişilmez.

Sevad-ı Âzama İttiba Etmeli[değiştir]

Ey tâlib-i selâmet! Hadis etmiş işaret: Sevad-ı azama et, tebaiyyet, refakat. Emevîlik lakayddı kazandı en nihayet

Ekseriyet-i ümmet; dayandı ehl-i sünnet, oldu ehl-i cemaat. Alevîlikte vardı azîmet ve salâbet.

Ekalliyette kalan bir kısmı en nihayet rafiziliğe dayandı. İşte bir cay-ı dikkat...

Hakkı Bulduktan Sonra Ehak İçin İhtilafı Çıkarma[değiştir]

Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bâzan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.

İslâmiyet, Selm ve Müsalemettir; Dâhilde Niza' ve Husumet İstemez[değiştir]

Ey Âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı:

"Hüvel Hakku" yerine, "Hüve Hakkun" olmalı. "Hüvel Hasen" yerine, "Hüvel Ahsen" olmalı...

Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: "İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir."

Dememeli: "Budur hak, başkaları battaldır." Ya "Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir."

Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor; niza ondan çıkıyor. Derd ile dermanlar,

taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hacât ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.

İstidad, terbiyeler, tekessürü hak olur. Hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.

İki mizaca göre mesail-i fer'îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb. Mükellefîn mizaclar

Ona bir hisse verip, ona göre ederek tahakkuk ve terekküb. Her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebeb olur.

Tamimin iltizamı sebeb olur niza'â. İslâmiyet'ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

Hem tebaüd-ü âcibi; istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi', müteaddid mezhebler.

Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, Şer' etti ittihad, vâhid oldu Peygamber.

Seviye bir olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhebler...

İcad ve Cem'-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems ve Zerre Birdir[değiştir]

Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem'indendir tecellî-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri.

Hüsnün içinde kubhu, nef'in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı!.

Hakaik-i nisbiye, sübut takarrür etsin; birşeyde çok şey olsun, bulsun vücûd görünsün. Sür'at-i hareketle bir nokta bir hat olur;

çevirmenin sür'ati yapar bir lem'a-i nur, daire-i nuranî. Hakâik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sünbül olur.

Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı; alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakâik olur.

Hararette meratib, ona olmuştur sebeb tahallül-ü bürudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür. Sebeb, illet oluyor.

Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki Cehennem tazib etmez. Zemherirsiz olmuyor...

Ger zemherir olmazsa, o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhûr...

O Kadîr-i Lâyezal, cem'-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhûr. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zâtî olur

O Zât-ı Ezelî'ye, hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, herşeye nisbeti bir, hiç bir şey ağır olmuyor.

O kudretin ziyasına Güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir'at olmuştur.

Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi, çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.

Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; gözbebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.

Semavat bir denizdir; bir nefes-i Rahman'la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücûm ve hem şümûstur.

Kudret tecellî etti, o katarata serpti nurani lemaatı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem'a timsaldir.

O feyz-i tecellînin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücellâ camını o lümey'a zücace dürrî-misal parlıyor.

O şebnem-misal yıldız latif gözü içinde, bir yer yapar lem'aya, lem'a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.

Kesretin Tarafeyni Vahdettir[değiştir]

Bir cilve-i tevhiddir ki, kesretin mebdei, vâhid olur münteha, kesbediyor vahdeti.

Bir cilve-i kudrettir kâinattaki kuvvet, bu mütehavvil kuvvet eder kesret vahdeti.

Zerratlara dağılır istihale geçirir. Onda tahassül eder câzibe kataratı.

O lemeât birleşir, Sâni' ondan halk eder, bir câzibe-i umumî, yine kesbediyor vahdeti.

Meziyetin Varsa Hafa Türabında Kalsın; Tâ Neşvünema Bulsun[değiştir]

Ey zîhassa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafanın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.

Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celbeder bir nazar-ı hürmeti.

Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında; üstünde zalim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.

İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.

Nerede kaldı yalancı tasannu' ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen;

Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.

İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum'ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esma-ül hüsnada muzmer iksir-i ism-i a'zam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen,

İbhamda izhar eder, ihfada isbat eder. Meselâ: Ecelin ibhamında bir müvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf u reca, hizmet-i ukba ve dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen;

Nihayeti muayyen, bin senelik bir ömre. Zîrâ nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak dar ağaca gidersin.

Şey'en şey'en üzülmek, vehm de teselli vermez, sen de rahat etmezsin...

Allah'ın Rahmet ve Gazabından Fazla Tahassüs Hatadır[değiştir]

Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazab edilmez.

Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm'e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazab zemîme...

Akıbet-i Dünyevîye İkab-ı Uhrevîye Delildir[değiştir]

Herkesin bir zamanda hususi tecrübeyle böyle netice bulmuş: "Filan fenalık etti, belasını da buldu" bir düstur-u hayattır.

Şu cümle-i mânidar zebanzed-i cumhurdur. Mâsiyetin muhtelif envâının içinde, tek hadd-ı müşterek var, ki tab'-ı mâsiyettir.

Demek mâsiyet haysiyeti, müstelzim-i cezadır. Küçükleri bu darda, büyükleri o dârda, mâsiyetin âkibeti burada, ukbadaki ikaba bir delildir.

Beşerin Rahatı; İhtiyar, İktidarıyla Mâkusen Mütenasiptir. Rızık Tekasüf Etmemiş Genişce Bir Ceseddir[değiştir]

Ey beşer-i pürşer![*[5]]

Sendeki iktidar ihtiyar, sebeptir menşe'dir açlığa, zahmete. Zaaftır, aczdir, rızkının sebebi.

Bir zaman bir hayvanı gördüm, bîçare bir deri bir kemik. Yavrular getirdi muktedir valide, bir kemik bulmazdı.

Âciz yavrulara sekiz musluğunda akar bir lâtif rızık, geldi beslettirdi, mugaddi bir madde, kudretten verildi.

O zaman rahm-ı maderde sâkindi, ez'aftı â'cezdi. Rızkı da ahsendi ekmeldi, geldi de dünyaya âcizdi zaifti.

Rızkı da kâmildi hasendi. Bir parça büyüdü ihtiyarı geldi; zahmete de çattı iktidarı yoktu, ebeveyn şefkati muîni edildi.

İhtiyar, iktidar beraber geldiği bir zaman; ipi boğaza dolandı, kendisi kendine bıraktı, o vakit ihtiyar nereye ilişti karıştı.

İhtiyar girmedi mideye bedene, makine işledi, nizamı bozmadı, hanede beldede işledi çalıştı.

Nizamı bozuldu noksan da bıraktı. İhtiyar dâimi demeli:

ﺭَﺑَّﻨَﺎ ﻟﺎَﺗَﻜِﻠْﻨَﺎ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﻧْﻔُﺴِﻨَﺎ ﻓِﻰ ﺭِﺯْﻕٍ ﻓِﻰ ﺟَﺪِﻯ

İktidar demeli dâimi:

ﻳَﺎﺭَﺑِّﻰ ﺗَﻮَﻛَّﻠْﺖُ ﻋَﻠَﻴْﻚَ ، ﻓِﻰ ﺑَﺪْﺋِﻰ ﻭَﻋُﻮﺩِﻯ

Hayvanın rızkı da, hayatı kadardır nazar-ı kudrette, mevkii kıymeti.

Nasıl ki o Kudret, âdetâ bahane buluyor hayatı veriyor. Öyle de rızkını önünde, halk eder serpiyor.

Güya ki kudret çalışır, hummalı bir faaliyetle; âlem-i mevatı âlem-i hayata, kesifi latife, kalb ve tebdil eder.

Hatta ki en hasis bir maddede, hayatın lemeatı serper. Öyle de: Herşeyde rızkı da hem eker, hem saklar.

O hayat nuruyla, birleşmek içindir zerrat-ı meyyite. Bir kısmı hakikî ceseddir toplanır. Bir kısmı mecazî ceseddir,

Rızık olur geliyor, birleşir tutuşur. Rızık dahi münteşir, hem geniş ceseddir. Elhasıl: Hayatın ikidir cesedi;

Birisi muhassal, diğeri münteşir. Rızık ile hayatın ikisi ikizdir, tev'emdir; nazar-ı kudrette, bir olur kıymeti.

"Kudret"tir herşeyi ademden çıkarır. "Kader"dir birinci cesedi nazm edip giydirir. "İnayet" topluyor rızkını, münteşir cesedi.

Teksifle sevkeder besletir. Yalnız bir fark var; hayatın mazbut ve muhassal olduğu içindir, defaten görünür zihayat cesedi.

Rızık ise tedrici münteşir olduğu içindir; vesvese verdirir. Beşerin zâlim ihtiyarı tavassut etmezse, âyetteki hüküm vâkidir, doğrudur:

"Açlıktan ölmek yok, rızıksızlık öldürmez." Zîra ki bedende çok vardır ihtiyat mahzenleri, herbiri doludur

Şahm ile çok şeyler suretinde mahzar, orada müddehar bir gıda-yı ekser. O gıda bitmeden şahsın mevti gelir.

O mevtin sebebi rızıksızlık değildir. Zîrâ o yüz güne kâfi idi, o ise on günde fevt oldu.

Belki terk-i âdetten tevellüd eden bir maraz, bir illet geldi, vurdu onu, rızkı da varken öldürdü.

ﺍِﻧَّﺎ ﻟِﻠَّﻪِ ﻭَﺍِﻧَّٓﺎ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺭَﺍﺟِﻌُﻮﻥَ

Âkilûllahm Hayvanların Helâl Rızkı[değiştir]

Herşeyde bir hikmet ve nizam, câridir hem sâridir. Tesadüf, ittifak yoktur da; görünür o hikmet-i ilâhî inâyetli nizama..

Hayvandaki vahşiler kısmından, âkilüllahm sınıfına ihsan etti, yabani hayvanların hadsiz cenazeleri, etti onlara kısmet, dâvet etti taama.

Onlara sevkeyledi, bunlar dahi hem zemin yüzünü temizlerler, hem rızkını bulurlar. O helâldir onlara, düşmezlerse harama.

Onlara haram olur şu mezheb-i hayatta bir zihayatı yemek, yemek için öldürmek.. Herbir zaman her günde fillerden tâ hevama

Yabanî hayvanların, milyonlar milyarların cenazeler veriyor, meydanda da görünmez. İşte bir cay-ı dikkat, bak hikmet ve nizama.

O Kudret-i Fâtıra, o hikmet-i bâhire bir ihtiyacı vermiş hayvana hem beşere. Açlıkla ihtiyacı yapmış yular onlara. Takmış, başa licame.

Başta insan olarak açlıkla hem hacatla; gem vurarak sokmuştur nizam ve intizama. Daire-i hacette onları gezdiriyor deveran-ı daime.

Harice meydan vermez, çekiyor insicama. Hem âlemi kurtarıp vahşice halt ve mercden. Hem hâcet zenberektir terakki-i âleme.

İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır[değiştir]

Ey müsrifli kardeşim! Tegaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsavî bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhûşe verir nûşe.

Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika, beden hem mideye kapıcı, müfettişe.

Onun tesiri menfî, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek, nûş verirsin o bîhûşe

Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine onbir kuruşu vermek, olur şeytanî pişe.

İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe...

Zaika Telgrafçıdır, Telziz İle Baştan Çıkarma[değiştir]

Rububiyet-i İlah, hikmet ve inâyeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir; içinde hudud karakolu, hem

muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sagirde damarları telefon, a'sabları telgraf hükmüne vaz'eylemiş. Şâmme telefonu, hem

Telgrafa zaika inâyet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakikî, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; ta'm ve levn ve hem

rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak cânibinden birer ilânnamesi, birer davetnamesi, birer izinnamesi, hem

birer dellâldır ki; muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü'yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem

taamları muhtelif zînetlerle süsletmiş; hevaî gönülleri avutup, lâkaydları tehyic ile cezbetmiş. Vakta, taâm girse hem

ağıza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taâm nev'i, hem

çeşitleri de söyler. Hacetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir, hem

kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna me'murdur, zevki baştan çıkarma! Hem

telziz ile aldatma, sonra o da unutur doğru iştiha nedir? Bir iştiha-i kâzip gelir başına çatar; hatası marazla hem

illetlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet, hakikî iştihadan çıkar. Doğru iştiha, sadık bir ihtiyaçtan.. Bu lezzet-i kâfide şâh hem

geda beraber, hem bahemdir bir dinar ve bir dirhem. O lezzet berhem-zened, eleme olur merhem.

Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir[değiştir]

Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadât... Öyle tarz-ı nazarla fünûn-u ekvan, olur maarif-i İlahî...

Tedkik dahi tefekkür. Yani: Ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "ne güzeldir" yerine "ne güzel yapmış Sâni', nasıl yapmış o mâhi"

nokta-i nazarında kâinata bir baksan; nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mânâ-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,

bakarsan kâinata, daire-i fünûnun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...

Yalnız Bir İsim Takmak, Müsemmayı Bilmek Yerine Bâzen İkâme Ediliyor[değiştir]

İşte bir nur-u muzlim, zulmet-i münevvere, efkâr-ı hâzırada, cehl-i basiti yapar, cehl-i mürekkebe kalb. En mühim de bir sebep;

Meçhul bir şeye, parlak bir ismi takar, bu meçhul hakikatı, bununla bildim zanneder. Sair meçhul şeyleri, ona irca edip,

İzah ettim zanneder. Halbuki tarif, izah: Ya had, ya resm iledir. Yoksa bir ism-i câmid ki vâzı'ı cahildir, bir vechi dahi câzib,

Müsemmaya mümas vechi kara müzlimdir. Göze çarpan vechi parlak şeffaftır. O isimle ne tarif olur, ne de izaha câlib

-Meselâ-

Belki zihni aldatır; cazibe-i umumî, kuvve-i mıknatısî, elektrik kuvveti, telepatî hem ihtizaz, hem "manyetizma" gibi, esâmî cezb ve celb.

Böyle Zamanda Tereffühte İzn-i Şer'î Bizi Muhtar Bırakmaz[değiştir]

Lezaiz çağırdıkça "Sanki yedim" demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi.

Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tenaa'uma ihtiyar bir derece var idi.

Şimdi ise, ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i Şer'î kalmadı.

Sevad-ı a'zam, hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tegaddî besatatiyla onlara tabi olmak,

bin kerre müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe; tegaddide tereffüh noktasında benzemek...

Lezzetin Elemde, Elemin Lezzette[değiştir]

Ey[*[6]] musibetzede!

Âlâmın hedefi, muvakkat lezzetten ziyade muvakkat eleme tebessüm etmeli, hoş geldin demeli,

Yüzüne gülmeli. Âlâmlar arılara benzer, ilişsen toplanır başına, lakaydsan dağılır işine. Kim geçmiş ömrünü,

Yüzünü çevirip düşünse; ya kalbi, ya lisanı; ya ahı, ﺁﺧﻰ ya ohu.

Ya âhı, ya elhamdülillah diyecek, tahattur edecek. Âhh u âh; ﺁﻩ ruhunda müstetir bir elem gösterir. Bir derdin vücûdu,

Tercüman oluyor. Oh ve elhamdülillah ise, ruhunda münderic, kalbinde mümtezic bir lezzet, bir nimetin muhbiri,

Mazharı oluyor. Âhh u âh dediren lezaiz oluyor, lezaiz-i mâzî.

Zevâli tahattur, tasavvur; hem kalbe lisana, Âhh u âh dedirtir, ettirir feryadı.

Nasıl ki, zeval-i elem lezzet olur, öyle de; zeval-i lezzet de elemdir, hem vehm-i zevali..

Belki de zeval-i lezzetin; tasavvur, tahattur, ruhanî elem müstemir. Bu sırdır uşşak-ı mecazî;

Her biri bir divan, her divan bir feryad, şu feryad bu elemden gelir. Âlâm-ı mâzîdir lezzet-i zevali;

Oh ve elhamdülüllah, hem kalbe lisana dedirir. Bir günlük lezzetin zevali müstemir elemdir. Bir günlük elemin zevali;

Daimi lezzettir, ruhunda muzmardır. Düşünmek deşmektir. Beşerin vicdanı, insanın fıtratı,

İstiyor daima, daimi bir lezzet, müstemir bir nimet.. O ise muhabbet, mârifet.. tefekkür, tecellî, kemâlat-ı rûhî..

Füyûzat-ı kalbî, lem'a-i hakikat, emel-i saadet; imandır, yakîndir bunların hem başı, esası.

Zaman Olur ki, Adem-i Nimet Nimettir[değiştir]

Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında, nisyan ona racihtir.

Nisyan da bir nimettir, yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterakim olmuş âlâmı unutturur.

Her Musibette, Bir Cihet-i Nimet Var[değiştir]

Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. Dikkat et de onu gör. Nasıl herşeyde vardır

Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin

Dereceyi görerek, Allah'a çok şükür et. Yoksa isti'zamla ürkersen, "of-of"la üflersen, o da aksine şişer.

Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misali, döner hakikat olur;

Hakikattan ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor...

Büyük Görünme Küçülürsün[değiştir]

Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem'iyet-i beşerde, içtimaî binada,

Görmek görünmek için, şu mertebe denilen bir penceresi var.

Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetavül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu'la tekavvüs edecek, eğilecek.

Kâmillerde büyüklük, mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük, mizanıdır büyüklük...

Hasletlerin Yerleri Değişse, Mahiyeti Değişir[değiştir]

Bir haslet; yer ayrı, sîma bir. Kâh dev ve kâh melek, kâh sâlih, kâh tâlih... misali şunlardır:

Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.

Kavînin bir zaîfe karşı da tevazu'u sayılan bir sıfatı, ger olursa zaîfte, tezellül ve riyadır.

Bir ulü-l emr, makamında olursa, ciddiyeti vakardır; mahviyeti, zillettir. Hanesinde bulunsa, mahviyeti tevazu', ciddiyeti kibirdir.

Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zâtta, müsamaha hamiyet; fedakârlık; bir haslet, bir amel-i sâlihtir.

Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta, müsamaha; hıyanet, fedakârlık, bir sıfat, bir amel-i tâlihtir.

Tertib-i mebadîde tevekkül, tenbelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer'îdir.

Semere-i sa'yine, kısmetine rıza ise, memduh bir kanaattır, meyl-i sa'ye kuvvettir.

Mevcud mala iktifa, merğub kanaât değil; belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.

Kur'ân mutlak zikreder sâlihat ve takvayı. İbhamında remz eder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.

"El-Hakku Ya'lu" Bizzât, Hem Akibet Muraddır[değiştir]

Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: "Madem El-Hakku Ya'lu haktır. Neden kâfir müslime, kuvvet hakka galibdir?"

Dedim: Dört noktaya bak! Bu müşkil de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

Öyle de: Her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.

Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlubdur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzât, hem daima değildir.

Lâkin akibet-ül akibe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:

Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken, haricen her dem vaki', sabit değildir.

Öyle de: Her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş'et etmek yine lâzım değildir.

Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş'et etmek, öyle de her dem sabit değildir.

Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru' vasfına galib olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galibdir.

Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.

Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelal'in iki vasf-ı kemâlden iki Şer'i tecellî; vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,

O da şer'-i tekvinî... Vasf-ı Kelâm'dan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaât, isyan,

nasıl olur; öyle de tekvinî evamire itaât, isyan olur. Birincisi galiben dâr-ı uhrada görür,

Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleben dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Mesela: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir,

Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de: Sa'yin sevabı olur servet. Sebat'ta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır.

Bâzan iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemi'dir. Her birine bir cihet... Demek tekvinî emre itaât -ki bir haktır-

itaat galib olur, o emrin isyanına (ki bir tavr-ı bâtıldır). Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa,

bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak; bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.

Demek "El-hakku ya'lu" bizzât demektir. Hem akibet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:

Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur hem mahşuş; ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.

Mühezzeb ve müzehheb yapmak için; muvakkat bâtıl ona musallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır.

Tâ mahz u hâlis çıksın. Mebadîde, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. "Akibet-ül müttakin" ona vurur bir darbe!

İşte bâtıl mağlubdur, "El-hakku ya'lu" sırrı onu çarpar ikaba; işte hak da galibdir.

Bir Kısım Desatir-i İçtimaiye[değiştir]

İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsâvâtsız adalet, önce adalet değil. Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.

Tenasübse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menba'ı. Za'f-ı kalbdir gururunun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır.

İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbâ'ı, sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise, madeni; yeisle sû'-i zandır,

Dalalet fikrîdir; zulümat kalbîdir; israf cesedîdir.

Karılar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış, Yuvalarına Dönmeli[değiştir]

اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ § اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ

Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer'-i İslâm onları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat ailede. Temizlik zînetleri.

Haşmetleri hüsn-ü hulk.. Lütf u cemali ismet, hüsnü kemâli şefkat, eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı

Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!

Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri.[*[7]]

Memnu' heykel, sûretler; ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir, ya tılsımdır celbeder o habîs ervahları.

Meyl-üt Tevsi' Mütedeyyinde Olmazsa, Meyl-üt Tahribtir[değiştir]

Ey tevsi'e taraftar, içtihadı isteyen! Cesedine dikkat et! Sebeb-i tevs'i dahilse büyülttürür cismini.. Hariçse eğer, yırtar cildini.

Öyle: İslâmiyette olan müsellematı eder bir zat imtisal, tamamen itaâtı bihakkın, daire dahiline girmiş olan o zatta; meyl-üt tevsi' meyl-üt tekemmül olur.

Lakaydlıkla hariçte sayılmış olan zatta; tevsi' meyli, meyl-i tahribtir. Fırtına, zelzeleli olmuş böyle zamanı;

İçtihad kapısını açmak değil, belki pencerelerin dahi kapatması lazımdır. Laubali, lâkaydlar her bir zaman ve âni

Okşanılmaz ruhsatla, şiddeten ikaz olur terhib ve azîmetle.

Tasarruf-u Kudretin Vüs'ati, Vesait ve Muinleri Reddeder[değiştir]

O Kadîr-i Zülcelal; tasarruf-u kudreti, tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal

Nev'-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi; mesafesi vasi'dir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al,

Git de tâ Şemsüşşümus ve Kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy. Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal

Meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yanyana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelal

Tecellî-i vasii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevâmis, vesail-i pür-seyyal

Gibi örfî emirler; tecellî-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması, odur yalnız meal.

Başka meali olmaz, beraber de bir düşün; bileceksin bizzarûre ki: Esbab-ı hakikî, vesait-i zî-misal.

Muinler, hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında. Hayat vücûda kemâl,

Makamı büyük, mühimdir; buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden muti', müsahhar olmasın hayvan-misal.

O Sultan-ı Ezel'in bu tarz hayvan tuyuru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pür-cemal.

Bostan-ı hilkatinde salmış da dönderiyor, onlardaki nağamat, bunlardaki harekât; tesbihattır o akval,

İbadettir o ahval Kadîm-i Lemyezel'e, Hakîm-i Lâyezal'e. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse bilfarz-il muhal,

Minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karib bir ihtimal.

Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.

Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî-i müsahhar Hâlık-ı Lemyezel'e, Kadîr-i Lâyezal'e.

Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez. Zîrâ daha cezaletlidir saat-ı hardal-misal,

Bir saattan ki timsali Ayasofya kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezadır filden, o mahluk-u bîfasal.

Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü ferd üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur'ân ki, sıgar-ı sahife nisbeti; bir kiber-i sanat-meal

Sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kur'ân-ı Kerim'e cezaletle müsâvî. Nakkaş-ı Ezelî'nin san'atı her tarafta pürcemal ve pürkemal.

Her tarafta böyledir, derece-i kemâlde kalemdeki ittihad, tevhidi ilân eder. Bu kelâm-ı pür-meal; iyi bir dikkate al!

Melâike bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye ile Memurdur[değiştir]

Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş; iki insan muhatab, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer'-i tekvinî,

İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini, hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden Şer'dir. O meşiet-i Rabbanî,

Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanın ef'âlini,

(Ki ihtiyarî olmuş,) tanzim eden Şer'dir. İki Şer', bir yerde bâzan eder içtima'. Melâike-i İlahî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhanî;

Birinci Şer'a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.

Madde Rikkat Peyda Ettikçe, Hayat Şiddet Peyda Eder[değiştir]

Hayat asl u esastır; madde ona tâbi'dir, hem de onunla kaimdir. Bir hurdebînî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını

Müvazene edersen, görürsün; insan ondan ne derece büyükse, havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini.

Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havassı hayret-feza; hayatı şu'le-feşan; rü'yeti de berk-âsâ bu nur-u âsumanî.

İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.

اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ (يٰسٓ) كُتِبَتْ فٖيهَا سُورَةُ (يٰسٓ) فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

Maddiyyunluk, Bir Taun-u Manevîdir[değiştir]

Maddiyyunluk bir taun-u manevî, beşere de tutturdu şu müdhiş bir sıtmayı. Hem de onu çarptırdı bir gazab-ı İlahî, telkin hem de taklid.

Tenkide kabiliyet-i tevessu'u nisbeten o tâun da ediyor tevessü' ve intişar. Telkini fenden almış, medeniyetten taklid.

Hürriyet, tenkid vermiş, gururundan dalalet çıkmış.

Vücudda Atalet Yok. İşsiz Adam, Vücûdda Adem Hesabına İşler[değiştir]

En bedbaht, sıkıntılı, muzdarib, işsiz olan adamdır. Zîrâ ki atalet; vücûd içinde adem, hayat içinde mevttir.

Sa'y ise: Vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet!

Riba, İslâm'a Zarar-ı Mutlaktır[değiştir]

Riba atalet verir, şevk-i sa'yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her

Dem nef'i ise, beşerin en fena kısmınadır; onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef'i en fena kısmınadır, onlar da zalimler. Her

Dem.. Zalimlerdeki nef'i en fena kısmınadır, onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâm'a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her

Dem refahı nazar-ı şer'de yoktur; Zîrâ harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir her De...m.

Kur'ân, Kendi Kendini Himaye Edip Hâkimiyetini İdame Eder[değiştir]

Bir zâtı gördüm ki yeis ile mübtela, bedbînlikle hasta idi. Dedi: Ülema azaldı, kemmiyet keyfiyeti. Korkarız dinimiz sönecek de bir zaman.

Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an

Olan İslâmî şeair, dinî minarat, İlahî maâbid, şer'î maâlim itfa olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be-an!..

Her bir mabed bir muallim olmuş, tab'ıyla tabayi'a ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.

Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor. Mürur-u a'sar ile sebeb-i istimrar-ı zaman

Güya tecessüm etmiş envâr-ı İslâmiyet şeairi içinde.. Güya tasallüb etmiş zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u iman.

Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maâlimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet, avâlimi içinde. Birer sütun-u elmas. Onunla murtabıttır zemin ile âsuman.

Lasiyyema bu Kur'ân-ı hatib-i mu'ciz-beyan; daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî, aktar-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiç bir mekân; Nutkunu dinlemesin, talimi işitmesin.

اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrı ile hâfızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilavetse, ibadet-i ins ü cân.

Onun içinde talim, hem müsellematı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyat, kalbolur müsellemata hem döner bedihiyata. İstemez daha beyan.

Zaruriyat-ı dinî, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kâfidir. İhtar ise vâfidir. Şâfîdir her dem Kur'ân.

İhtara hem tezkire şu intibah-ı İslâm, hem içtimaî yakaza her birine veriyor: Umuma ait olan delail ve hem mizan.

Madem içtimaî hayat İslâmda başlamıştır; her birinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan.

Belki cemaâtın kalbinde gayr-ı mahdud esbaba dahi eder istinad. Hattâ cây-ı dikkattir; bir mezheb-i zaîfin, mürur ettikçe zaman,

İbtali müşkil olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi, iki metin esasa hem istinad etmiştir; hem bu kadar a'sarda nâfizane hükümran!..

Râsih esaslarıyla, bâhir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peyda etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş; nasıl küsufa girer, küsuftan çıkmış el-ân!

Fakat maatteessüf, bazı zevzek kefere, safsatalı adamlar şu kasr-ı âlînin metin esaslarına ilişir buldukça imkân.

Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz, sussun şimdi dinsizlik, iflas etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.

Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünûn idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan

En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı. Yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma'kes-i nur-u iman.

Bâzan da mücahiddir, bâzan süpürgecidir; dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa; ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman.

Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı iman... Fikr ile dimağ, bekçi-i iman.

Talim-i Nazariyattan Ziyade, Tezkir-i Müsellemata İhtiyaç Var[değiştir]

Zaruriyat-ı dinî, müsellemat-ı Şer'î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.

Matlub da hasıl olur. İbare-i Arabî[*[8]] daha ulvî ediyor tezkiri, hem ihtarı.

Onun için Cum'ada hutbe-i Arabiye; zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maâlkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.

Nazariyatı talim onda maksud değildir; hem İslâmın vahdanî sîmasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir; kabul etmez teksiri.

Hadîs Der Âyete: Sana Yetişmek Muhal![değiştir]

Hadîs ile âyeti müvazene edersen, bilbedahe görürsün; beşerin en beligi, vahyin de mübelliği, o dahi baliğ olmaz

belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki: Lisan-ı Ahmedî'den gelen herbir kelâm her dem O'nun olamaz.

Îcaz ile Beyan-ı İ'caz-ı Kur'ân[değiştir]

Bir zaman rü'yada gördüm ki: Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.

Füc'eten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile îcaz et, bildiğin enva'-ı i'caz-ı Kur'ânı!

Daha rü'yada iken tabirini düşündüm, dedim: Şuradaki infilâk, beşerde bir inkılaba misal. İnkılabda ise elbet hüda-yı Furkanî,

Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ'cazının beyanı, zamanı da gelecek! O sâile cevaben dedim: İ'caz-ı Kur'ânî,

Yedi menabi-i külliyeden tecellî, hem yedi anasırdan terekküb eder.

Birinci Menba':

Lafzın fesahatından selaset-i lisanı:

Nazmın cezaletinden, mânâ belâgatından, mefhumların bedaatından, mazmunların beraâtından, üslûbların garabetinden birden tevellüd eden bârika-i beyanı.

Onlarla oldu mümtezic, mizac-ı i'cazında acib bir nakş-ı beyan, garib bir san'at-ı lisanî. Tekrarı hiç bir zaman usandırmaz insanı.

İkinci Unsur ise:

Umûr-u kevniyede gaybî olan esasat, İlahî hakâikten gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsumanî.

Mazide ğaib olan gaybî olan umûrdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilm-ül guyub hızanı,

Âlem-ül guyub lisanı, şehâdet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumûz ile beyanı, hedef nev-i insanî, i'cazın bir lem'a-i nuranî...

Üçüncü Menba' ise:

Beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır. Lafzında, mânâsında, ahkâmda, hem ilminde, makasıdın mizanı.

Lafzı tazammun eder pek vasi' ihtimalat; hem vücuh-u kesîre ki, her biri nazar-ı belâgatta müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor ânı.

Manâsında: Meşarib-ievliya, ezvak-ı ârifîni, mezahib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menahic-i hükema, o i'caz-ı beyanî,

Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş; delaletinde vüs'at, mânâsında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün ne geniştir meydanı!

Ahkâmdaki istiâb; şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat, saadet-i dâreynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni,

İçtimaî hayatın bütün revabıtını, vesail-i terbiye, hakâik-i ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı...

İlmindeki istiğrak; hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlahî, onda meratib-i delalat, rumûz ile işârât, sureler surlarında cem'etmiştir cinanı.

Makasıd ve gayatta; müvazenet, ıttırad. Fıtrat desatirine mutabakat, ittihad; tamam müraat etmiş, hıfzeylemiş mizanı.

İşte lafzın ihatasında, mânânın vüs'atında, hükmün istiabında, ilmin istiğrakında, müvazene-i gayatta câmiiyet-i pürşanı!..

Dördüncü unsur ise:

Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i isti'dad, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî.

Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmanî.

İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumûzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdanî.

Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehâdet perdesini gayb üstünden kaldırır. Ulviyet-i hitabı dikkate davet eder, o nazar-ı insanî.

Ki o lisan-ı gaybdır; şehâdet âlemiyle bizzât odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar; hârika tazeliği bir ihata-i ummanî!

Te'nis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlahî tenezzülât. Tenzil'in üslûbunda tenevvü ü munisliğidir mahbub-u ins ü cânı.

Beşinci Menba' ise:

Nakl ve hikâyatında, ahbar-ı sadıkada, esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür-maânî

naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: Ahbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinanı.

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehâdet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevniyeye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî.

Ki, ne vaki' reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.

İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir "Ümmi"den sudûru hârika-i zamanî...

Altıncı Unsur ise:

Mutazammın ve müessis olmuş din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mazî muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı!..

Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semavîdir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş, bırakmıyor isyanı.

Yedinci Menba' ise:

Şu altı menba'dan çıkan envâr-ı sitte, birden eder imtizac. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurânî.

Şundan çıkan bir zevktir; zevk-i i'caz bilinir, tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kasırdır, görünür de tutulmaz o nücûm-u âsumanî.

Onüç asır müddette meyl-üt tahaddî varmış Kur'ânın a'dâsında, şevk-i taklid uyanmış Kur'ânın ahbabında. İşte i'cazın bir bürhanı...

Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır meydanda, milyonlarla kütüb-ü arabiye, gelmiştir kütübhane-i vücûda. Onlar ile Tenzili düşerse bir mizanı

Müvazene edilse, değil dânâ-i bî-müdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî, şu ise âsûmanî!

Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı; bu ise, bilbedahe malûm olmuş butlanı.

Öyle ise, umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda kapı açık beşere vakfedilmiş, kendine davet etmiş ervah ile ezhanı!

Beşer onda tasarruf, kendine de maletmiş. Onun mazmunları ile yine Kur'âna karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.

Sair kitablara benzemez, onlara makîs olmaz; zîrâ yirmi sene zarfında müneccemen hacetlere nisbeten nüzulü; müteferrik, mütekatı'; bir hikmet-i Rabbanî.

Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.

Hâlât-ı telakkisi mütenevvi', mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebâid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyanî,

Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemâlini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i Beyan u maânî.

Kur'ân'da bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.

Kur'ân ise, zahiren o Nebiyy-i Muhatabı gösterir; muhatap sahib-i kelama perde. Zira bir Vacib-ül Vücûd ki, bî-nefad u bî nihayet hitabu kelimat-ı sübhanî

La yühadd muhatabîne ezelden tâ ebede birden teveccüh etmiş, tekellüm de ediyor şöyle mahdud kelamın arkasında ezel ebed sultanı.

Yalnız bir lem'a-i tecellîsi; kabildir sıkışması; eğer bütün o bî-nihayet kelimât defaten dinlenmesi daire-i imkânda olsa idi bir mekanı

Yahut bütün muhatabîn, zerrat-ı kâinat suretinde tek bir kulak olsaydı, o üzn-ü cihanî, hem bir nur-u imanî; hem bir hads-i vicdanî.

Belki kelam-ı bî nihayet arkasında, ya içinde bî nihayet celal u azameti içinde o haşmet-i sübhanî görürdü timsalini.

Demek tenzilin esalibinde tenevvü'; İlâhî tenezzülat, tecellî-i esma ve sıfattır ki, kelamın arkasında görüyor onu bir nazar-ı imanî.

Her adam diyebilir: Şems benim için yakılmış evim olan dünyada, şu ayinede güneş bana tebessüm eder, bakıyor o ayn-ı âsumanî.

Allah eğer şu'uru hem de sözü verseydi, o nazenin-i semâ benimle konuşurdu, âyine de olurdu vasıta-i beyanî.

İnhisar-ı zihniyet ona bu hakkı verir, hem dahi diyebilir: "Rabbim benimle konuşur" kelâmın arkasında, görüyorum imanımla bir rahman-ı nuranî.

Bütün zîruh hem de bütün kâinat, birden böyle derler. Zîra onda tezahüm yoktur. İnhisar da olamaz; O sermedîdir lâ-mekanî.

Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde!.. Sinek seyretmez âsumanı.

Zira o kırk enva'-ı i'cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır;

İşarat-ül İ'caz'da sıkışmadı tibyanı.

Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade; ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!

Ulaşmaz Dest-i Edeb-i Garb-i Hevesbâr-ı Hevakâr-ı Dehadâr De'b-i Edeb, Ebed-Müddet, Kur'ân-ı Ziyabâr-ı Şifakâr-ı Hüdadâr[değiştir]

اُولَاشْمَازْ دَسْتِ أَدَبِ غَرْبِ هَوَسْبَارِ هَوَاكَارِ دَهَادَارْ

دَأْبِ أَدَبْ أَبَدْ مُدَّتْ قُرْاٰنِ ضِيَابَارِ شِفَاكَارِ هُدَادَارْ

Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet; çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen: Bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvari nazarla, Kur'ânda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edebse, hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla, kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislerde zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neş'et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb, müsekkin hem münevvim; hakikî fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazî denilen geniş kabrin hortlakları gibi, şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış; dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kârie ihtar eder, zahiren der: "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz,"

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur'ân'daki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâni'in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli bir hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edebse; fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzün-gamdar; alemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Kur'ânın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı; kör tabiat yerine, şuûrlu hem rahmetli bir san'at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine; inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem'iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cem'iyet içinde mahzunu vaz'ediyor, bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur'ânın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip. Demek hüzn-ü Kur'ânî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.

Tarz-ı Nazar İkidir Biri Zulmettar, Diğeri Ziyadar[değiştir]

Tarz-ı nazar ikidir, tedkik iki çeşittir. Biri gittikçe nûrun alâ nûr tenevvür eder. Diğeri de: Gittikçe şübehatta boğulur. Zihni olur zulmettar.

Meselâ: Tatlı leziz bir su var. Onun da menbâı var, o menba'dan ise, binler cedavili var. Şûbeleri çok yerlerde dolaşır, bazen ecza-i murdar,

Onunla da bulaşır. İşte eğer bir adam o menbâ'ı da gördü, onun suyunu tattı, tatlılığı anladı; bir his ile de bildi, şuabâtta ittisal var.

Sonra hangi cedvele, yahud hangi fer'a birdenbire rastgelse, en edna bir emare tatlılığına dair onu eder teslimkâr.

Meğer kat'î delil ile aksini isbat ile o emareyi nakzeder. O vakit o da der: Başka madde karışmış şu zülal-ı hayattar.

Bu tarz ile bir tedkik; imana kuvvet verir, kalbe verir inşirah, Hakka verir inkişaf. Kur'ân'a da yakışır bu nazar-ı revnakdar.

Başka nazar hatardır. İkinci tarz-ı tedkik; o menba'dan aşağı Zihnen inmeğe bedel, tutar aşağıda gezer sersem gibi o davar.

Tedkikinde zemini semaya tercih eder; bu adam hangi fer'a birden bire rastgelse, acılığına dair bir emare-i şübhedar

Görürse, şübheye düşer. Tatlılığına hükmetmek kat'î delili ister, yâkinî bir bürhanı daim bu arzu var.

Heyhat! Bürhan her yerde ucuz ile gelmez. Böyle her incecik bir fer'a, bir delile umumun semeresi, netice-i cesime, ona bindirmeğe talebkâr.

Gitgide şüphe tezayüd eder, emniyetsizlik basar, vesvese de şek olur. İşte böyle bir nazar, cezası olur sakar, akılda da kusur var.

Desatiri fakirdir, havsalası da dardır, ger eli yetişmezse bu ulvî hakikata döner der: Değil hak, red ile eder inkâr.

Emsâl-i Kürdîye imiş: Bir vakit ayı gitmiş üzüm ağacının altına. Ağzı yetişmeyince demiş : "Tuh!.. Bu ekşidir murdar."

Dallar Semeratı Rahmet Namına Takdim Ediyor[değiştir]

Şecere-i hilkatın dalları her tarafta semerat-ı niamı zîruhun ellerine zahiren uzatıyor.

Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki o semeratı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.

O yed-i rahmeti, siz de şükr ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdis ediniz...

Fatiha'nın Âhirinde İşaret Olunan Üç Yolun Beyanı[değiştir]

Ey birader-i pür emel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz, etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde karanlıklı bir bulut tabakası atılmış, hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü.

Müncemid bir sakf olmuş, fakat altı yüzü açıkmış, o yüz güneş görürmüş. İşte bu bulut altındayız, sıkıyor zulmet bizi.

Sıkıntı da boğuyor, havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var: Bir âlem-i ziyadar, bir kerre seyrettimdi bu zemin-i mecazî.

Evet bir kerre buraya da gelmişim, üçüne de ayrı ayrı dahi gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider, o da devr-i âlemdir, seyahata çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdid ediyor bizi!

Bak şu deryanın dağvari emvacına! O da bize kızıyor. İşte Elhamdülillah öteki yüze çıktık; görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük! Şu zemin-i vahşetzâr, bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnakdar eder kalbdeki gözü

Bir âlem-i ziyadar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var, gireriz de beraber, bu yol pür-hatarkâr. İkinci yolumuzu:

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-nâz ve pür-niyazî.

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu'cizi,

Kur'ân onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak hâ, şurada tünelvari mağaralar, tahtel'arz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiat da, şu müdhiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zîrâ bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvari o madde-i Kur'ânî ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık, bak şu zemin-i pür-nâzı.

Bu feza-yı latif, şirin. Yahu başını kaldır bak semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Davet ediyor bizi.

Şu şecere-i tûbâ, meğer o Kur'ân imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.

O şecere-i semavî; bir timsali zeminde olmuş şer'-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz; şu dağlar üstünde durmuş olan şehbazi.

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i a'zama, Muhammed-ül Hâşimî (A.S.M.) davet eder insanı, âlem-i nur, envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına; semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline, nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesim orada, nur u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebel-ül Kamer olan Kur'ân-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menba'dan. İç o âb-ı lezizi!..

فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir! Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz yazı...

Yüzde biri kurtulur; Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yol; sehildir, hem karib u müstakimdir. Zaîf, kavî müsâvî, herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet deha-yı fennî, evvelki iki yoldur, ona meslek ve mezheb. Fakat hüda-yı Kur'ânî, üçüncü yoldur; onun sırat-ı müstakimi îsal eder o bizi.

اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَاالضَّٓالّٖينَ ۞ اٰمٖينَ

Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmandadır. Hayal Libasını Giymiş Muazzam Bir Hakikat[değiştir]

Ey yoldaş-ı hûş-dar! Sırat-ı müstakimin o meslek-i nuranî, mağdub ve dâllînin o tarîk-ı zulmanî, tam farklarını görmek eğer istersen ey aziz!

Gel vehmini ele al, hayal üstüne de bin, şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvatı bir ziyaret ederiz.

Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretle bu zulümat kıt'adan bizi tuttu çıkardı, bu vücûda bindirdi, gönderdi şu dünyaya; şu şehr-i bî-lezaiz.

İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücûda, o sahra-yı hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık; evvel isti'tafkârane önümüze bakarız.

Lâkin beliyyeler, elemler önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anasır, tabâyia bakarız, ondan meded bekleriz.

Lâkin biz görüyoruz ki; onların kalbleri kasiye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar; ne naz dinler, ne niyaz!

Muztar adamlar gibi me'yusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdadkârane ecram-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli tehdidkâr da görürüz.

Güya birer gülle bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada pek sür'atli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el'iyazü billah, şu âlem-i şehâdet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

Me'yusane nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık, nefsimize bakarız, mütalaa ederiz.

İşte işitiyoruz; zavallı nefsimizden, binlerle hacetlerin sayhaları geliyor. Binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârane vicdanımıza girdik; içine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah! Yine bulmayız; biz meded vermeliyiz.

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat, kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O âmâl sıkışmışlar vücûd-adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs'atları var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elîm yolda nereye bir baş vurduk, onda bir bela bulduk. Zîra mağdub ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalalet, o yolda nazar-endaz.

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde' ve meâdi, hem Sâni' ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.

Cehennem'den beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zîra o şeş cihetten ki onlara baş vurduk, öyle halet almışız.

Ki yapılmış o halet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra'şetten, hem kalak ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdansûz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def'ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaât ederiz, vâesefâ görürüz ki, âcize ve zaîfe.

Sâniyen:

Nefiste olan hacâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ durmayıp bağırırlar görürüz.

Sâlisen:

İstimdadkârane, bir halaskârı için bağırır, çağırırız. Ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garib. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.

Râbian:

Biz ecram-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz'ici bir tevahhuş geliyor; akıl-sûz, evham-sâz!

İşte ey birader! Bu dalaletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kerre tarîkımız sırat-ı müstakimdir, hem imanın yoludur. Delil ve imamımız, inâyet ve Kur'ân'dır, şehbaz-ı edvar-pervaz.

İşte Sultan-ı Ezel'in rahmet ve inâyeti, vakta bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete. Etvar üstünde perdaz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil'at-ı vücûdu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişan: Niyaz ve namaz.

Şu edvar ve etvarın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirname vermiş, sahife de cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz, pek uhuvvetkârane istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

Ticaret muhabbeti; onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi' ederler. Gel gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz.

Bak girdik şu zemine; ayağımızı bastık şehâdet âlemine; Şehr-âyîne-i Rahman, gürültühane-i insan. Hiçbir şeyi bilmeyiz, delil ve imamımız

Meşîet-i Rahman'dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garib, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu, bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u iman ile o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz,

İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def'eder düşmanları. O iman-ı billahtır ki ziya-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de revh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda, vakta vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad u fîzar ve âvâz.

Ondan belaya düştük. Zîra âmâl, arzular, isti'dad ve hissiyat; daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, ondan fîzar ve niyaz.

Fakat elhamdülillah! Şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad, ki daim hayat verir o isti'dad-ı âmâle; tâ ebed-ül-âbâda onları eder pervaz.

Onlara yol gösterir, o noktadan isti'dad hem istimdad ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemâline koşuyor; o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü nâz.

İkinci kutb-u iman ki: Tasdik-i haşirdir, Saadet-i ebedî. O sadefin cevheri iman, bürhanı Kur'ân. Vicdan-ı insanî bir râz.

Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müdhiş görünürdü. Şimdi de mütebessim her tarafa gülüyor, nâzenînane niyaz u âvâz.

Görmez misin; gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler, her çiçek de veriyor ona bir âb-ı lezîz.

Hem ünsiyet, tesellî, tahabbübü veriyor. O da alır getirir; şehd-i şehâdet yapar. Balda bir bal akıtır, o esrar-engiz şehbaz.

Harekât-ı ecrama, ya nücûm, ya şümusa nazarımız kondukça; ellerine verirler Hâlıkın hikmetini. Hem mâye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır ediyor pervaz.

Güya şu Güneş bizlerle konuşuyor, der: "Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız! Ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin, ben bir mumdar-ı şehnaz.

Ben de sizin gibiyim, fakat sâfi isyansız, mutî' bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni müsahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz."

Yahu, bakın Kamer'e! Yıldızlarla denizler herbirinde kendine mahsus birer lisanla: "Ehlen sehlen merhaba!" derler. "Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?"

Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle! Herbirisi söylüyor: "Biz de birer hizmetkâr, Rahmet-i Zülcelal'in birer âyinedarıyız; hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız!."

Zelzele na'raları, hâdisât sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zîrâ onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i nâz u niyaz.

Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelal'in, ellerinde tutmuştur bunların dizginleri. İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.

Ey mü'min-i kalb-hüşyâr! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler, onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz; dinlesin leziz bir sâz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, hem vaveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyaz, birer tesbihe âğâz.

Dinle: Havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki taktaka birer mânidar nevaz...

Terennümat-ı hava, naârat-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz.

Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücûddur: "Ben de varım" derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: "Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!."

Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen onlar derler: "Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz; şefkatle perverdeyiz, hâlimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-nâz.

Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zîrâ hikmet reddeder tesadüf vücûdunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evham-sâz.

Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.

Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu. O yol verir vicdana, tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuûr onu gösterir. Şuûra zıd olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryad u fîzar dinlenmez.

Hüdâ ise şifadır. Heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister; hevesat-ı sihirbaz.

Tâ vicdanı aldatsın, ruh da tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzara dayanılmaz, elem-i ye's çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse; o derece nisbeten şu halet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.

Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuc olan şaşaa-i medenî, bu dalaletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz.

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarîkte bir haleti hissettik; o haletle oluyor hayat, maden-i lezzet. Âlâm, olur lezaiz.

Onunla bunu bildik ki; mütefavit derecede, kuvvet-i iman nisbetinde ruha bir halet verir. Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.

Bir saadet-i âcile, vicdanda münderiçtir; bir firdevs-i manevî, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir; şuûr ise, şiar-râz.

Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse; lezzet ziyade olur, hem de döner ateşi nur, şitası yaz.

Vicdanda firdevslerin kapıları açılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpaz namaz u niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allah'a ısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız:

اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ۞ اٰمٖينَ

Kıssa-ı Musa'nın Tekrarından çıkan Lemâat-ı İ'caz[değiştir]

ﺍِﻥَّ ﻗِﺼَّﺔَ ﻣُﻮﺳَﻰ ﺍَﺟْﺪَﻯ ﻣَﻦْ ﺗَﻔَﺎﺭِﻳﻖِ ﺍﻟْﻌَﺼَﺎ ﺃَﺧَﺬَﻫَﺎ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥُ ﺑِﻴَﺪِﻩِ ﺍﻟْﺒَﻴْﻀَٓﺎﺀِ ﻓَﺨَﺮَّﺕْ ﺳَﺤَﺮَﺓُ ﺍﻟْﺒَﻴَﺎﻥِ ﺳَﺎﺟِﺪِﻳﻦَ ﻟِﺒَﻠﺎَﻏَﺘِﻪِ ﺍﻟﺰَّﻫْﺮَٓﺍﺀِ!

Şu kıssa, Kur'ân'da tekraren zikrolunur. Zîrâ azîm bir kıymeti var. Hakikatı büyüktür, çok esrara maliktir. Te'sis-i İslâmiyet hem tebliğ-i risalet..

Tahammül-ü meşakkat, hem de telkin-i ümmet.. Telakki-i millette, bir üsve-i hasene, hem bir misal-i enseb.. O kıssa-i Musa'dır; esasat-ı Risalet.

Desatir-i mühimme, o kıssa zımnındadır. Vücûhunda tenevvü', cihatı da kesire; ikinci derecede tebaiye. Bir cihet-i hayatın mazîye müstakbele uzanmış derin hem pek de geniş, İçtimaî hayatın desatiri cami'dir; ziya gıda gibidir, İhtiyac-ı hakikat.

Düstur tekerrür etse, ders de tekerrür eder. İkinci derecede, binler düsturlarından birkaç tane nümune: Meselâ, Firavun'a hitaben, şu cümle-i azamet.. Meselâ:

ﻓَﺎﻟْﻴَﻮْﻡَ ﻧُﻨَﺠِّﻴﻚَ ﺑِﺒَﺪَﻧِﻚَ

Şu Feraîn-ı Mısrînin; mumyalarla emvatın, ecsadını mazîden, müstakbele nakleden, garip bir düstûr-u mevt-alûd-i hayatı, ihtarla verir dehşet.

Hatta Firavun-u Musa bedeni de nâcîdir, seyl-i zaman atmıştır; mumya tahta üstüne, şu asrın sahiline, atik bir yadigâr-ı ibret. Meselâ:

ﻳَﺎ ﻫَﺎﻣَﺎﻥُ ﺍﺑْﻦِ ﻟِﻰ ﺻَﺮْﺣًﺎ

Şu kelâm bize diyor: O dağsız düz kıtanın, tağî selâtininde, ehramların inşası, arzu-yu garibî, bir meyelân-ı haşmet

Hükümran olduğunu; muhteşem ehramlara, zulüm ve abes şeylere, vücud veren bir düstûr, bu cümle eder ihtar, verir bir ders-i hikmet. Meselâ:

ﺍِﻥَّ ﻗَﺎﺭُﻭﻥَ ﻛَﺎﻥَ ﻣِﻦْ ﻗَﻮْﻡِ ﻣُﻮﺳَﻰ

Şu hüküm beşere der: Akvam-ı cihanın beyninde, kavm-i benî İsrail, efradları elinde, muzır hem de haram, gayet büyük bir servet.

Lâsiyyema vesail-i riba ile, servetleri tutturan, hem de onu toplayan, hariskâr bir düsturu, şu cümle ihtar eder; dinliyor beşeriyet.

Meselâ: ﻭَﻟَﻦْ ﻳَﺘَﻤَﻨَّﻮْﻩُ ﺍَﺑَﺪًﺍ

Şu cümlenin zımnından, kavm-i Yehûd'a mahsus bir tarz-ı hırs-ı hayat, bir çeşit havf-ı memat, beşere ihtar eder, bir düstur-u garabet.

Onlardan bir cemaat, huzur-u Nebevi'de, münazara isterken; "Kendini haklı bilen, mevti temenni edip izhar etsin bir hüccet"

Teklif etti Peygamber. Kimse lisan-ı kâl ile etmedi hiç cesaret, yine lisan-ı halle, hırs-ı hayat hissiyle, şimdiye dek o millet,

Hâlâ kılar istinkâf, mevti etmez temenni. Bunu bilsin her cebîn: Havf-ı mevt, mevt getirir. Hırs-ı hayat zilleti. İşte i'câz-ı âyet. Meselâ:

ﻳُﺬَﺑِّﺤُﻮﻥَ ﺍَﺑْﻨَٓﺎﺀَﻛُﻢْ ﻭَﻳَﺴْﺘَﺤْﻴُﻮﻥَ ﻧِﺴَٓﺎﺀَﻛُﻢْ

Bu cümlenin zımnında, bedbaht kavm-i Yehûd'un; kaderin kalemiyle, alınlarına yazılmış, hayatî müthiş düstur, daimi bir musibet..

O da budur: O kavmin cihanın aktarında, hemen şimdiye kadar, mükerrer hedef olmuş, o bedbaht olmuş millet.

Pek çok katliâmlara... Kızlarıyla hayatta, sefahet âleminde, büyük rol oynanılmış... İşte bu kelâm der: O asırda hâdise-i musibet;

Â'sarın düsturudur. İhtar eder beşere, hâdise düstur olmuş, o milletin manevî şahsiyeti, göstermiş müşahhas bir cemaat!.. Meselâ:

ﻭَﺿُﺮِﺑَﺖْ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢُ ﺍﻟﺬِّﻟَّﺔُ ﻭَﺍﻟْﻤَﺴْﻜَﻨَﺔُ

Evet havf-ı mevt, mevte sebep. Hırs-ı hayat illet-i zillet. Bu iki düstur-u hikmet, içine almış iki cümle-i âyet.

Hem şu cümlenin zımnında, evvelki düstur gibi, kaderî bir düsturu, ihbar-ı gayb nevinden, beşere ihtar eder, hem de eder işaret,

Ki o kavm-i azîmin, eskide hâkimiyet, azametli bir tarih, olmuş olduğu halde; inad ve hırs-ı hayat, vermiş onlara, zillet ile esaret.

Meselâ:

ﻭَﻟﺎَ ﺗَﻌْﺜَﻮْﺍ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻣُﻔْﺴِﺪِﻳﻦَ

ﻟَﺘُﻔْﺴِﺪُﻥَّ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ

Şu cümlede o kavmin, bu zamana kadar da, beşerde oynadığı, ifsad ile riba ile, hile ile hem hiyanet.

Derin bir intikamla, müfsidâne bir rolü, o inadlı rolünü, oynattıran hâlet-i rûhideki düsturu, ihtar eder şu âyet.

Şu kaç cümle nümune, denizden yedi katre. Hâdise etse tekerrür, İnkılâb eder düstura... Kur'ân'daki tekerrür, bu sırra eder remzi, hem de eder delâlet.

Tekrar-ı Kur'ân'ın Bir Sırrı[değiştir]

Bâzan görünür, bir nurda nar, tahkikte tekrar, tezkar ile takrir, terdad ile ihtar; güzeldir büleğaya, hutebaya.

İnsan nasıl, her ân havaya, her gün gıdaya, her hafta ziyaya, her ay nisaya, her sene devaya

muhtaç ve hem fakirdir; tekerrür-ü esbabla, müsebbebat eder teceddüd-ü iade, ona tekrar denilmez. Öyle de: İnsan-ı zû zekaya;

Aklı canı cenânı, hem sırrı hem vicdanı, her an hakikate muhtaçtır. Her dakikada hakka dahi müştaktır her zaman aşıktır tecellaya.

Her saat kezâ zikre, fakirdir, her gün de mârifete talibdir. Şu hacât tekerrür eder, Kur'ân dahi tekrar ile, sevkediyor ziyaya.

Tekrarı ciddi tezkar... Evet tekrar, bâzan kusurdur, fakat lezaiz ve zevaid olan umurda, ki zinet olur eşyaya.

Meselâ: Bir taamda, eğer kût ve gıda ise, tekrarı ülfet verir, ünsiyete sebeptir. Mizac daim müştaktır, menûs olan gıdaya.

Ger tefekküh nev'indense; lezzeti teceddüdde, tekrarı usandırır. Meselâ bir kelâmda, hakikat-ı sabite, ki kâbildir nemaya;

Tekrarı takrir eder, iadesi tahkiktir, kalb dahi öyle ister. Eğer üslûb-ü suret ise, tenevvü'u lâzımdır, müstahsen büleğaya.

Sûret eskileniyor, teceddüdü istiyor. Kur'ân baştan aşağı, kût-u kalbdir, kuvvet-i vicdan; yüksektir zeminden ta semaya.

Hem gıda-yı ervah, hem deva-yı ezhandır. Tekrar ve terdad ise, tahkik ile takrirdir, tenvir ile tekmildir; kuvvet verir hüdaya.

Ondan bir kısmı ise; o kûtun hülâsası, ona hâcet ziyade, tekrarı o nisbette.. O kısımdan bir kısmı, hülâsat-ül hülâsa. Hakaika bir mâye.

Mütecessid bir nurdur, sermedî bir cesetle. O da Besmele gibi, Ona hacet ânîdir; heva-i nesimî gibi, hayatî bir havaya.

Madem Kur'ân ki haktır, hem nûranî hakikat; hakikat massedilmez, Belki verir bir ziya, hem de hazm olunmaz, îsal eder şifaya.

Bir İnsanla Bir Şeytanın Bir Meselede Mücadeleleri[değiştir]

[*[9]]

Bir zaman bir şeytan, o hasm-ı bî eman, vesveseye bindi. Çağırdı meydana, zînisyan bir insan, başladı cidal ve imtihan.

Müvesvis dedi ki; "Kur'ân'ı dinlersen bî-tarafane bak, sonra da i'cazı, nerededir tahkik et." Cevaben dedi insan:

Ey mel'un, bî-tarafane düşünmek ise, muvakkat bir dinsizlik olur, iltizamı kırar. İltizam, imanın lazımı.. Döndü yine şeytan

Dedi: "Farzet ki; beşerin sözü imiş, o nazarla bir bak.. belağatı nasıldır, tahkik de böyledir." Yine o insan

Dedi: "Ey racim! Bî-tarafane düşünmek başka; aksini, nakîzini düşünmek, hem farzetmek büsbütün başka olur her zaman."

Zira o tevakkuf, bu reddir. O adem-i kabul, bu kabul-u ademdir. O dedi : "Muhal dahi farzolunur, farazîde müşahhat olamaz." Döndü yine o insan

Dedi: "Belâğat, mukteza-yı hâle mutabakatıdır kelâmın. Halbuki mütekellim, muhatab ve esas-ı maksad, mutabakatta üç esastır bîgüman.

Tesirleri azîmdir; en âli bir noktada, olan şu üç esas, dediğin bir farz ile, Minareden kuyuya indirip, edip tebdil-i mekan.

En edna bir surette, esasat-ı âhere, kalb ve tebdil etmektir. Mezayası da söner.. Sadefi yaz-baharken, olur mânası kış bir hazân.

Müthiş acılık veren bir kaba, ifrağ etsen gayet şirin bir suyu, tatlılığı kaybolur, zevke de acı gelir. Döndü yine o şeytan

Dedi: "Muhakkık bir hâkimdir, hâkim de bîtaraftır." İnsan dedi: "Ey mel'un! İlmî mesele değil, o bir mes'ele-i iman.

İltizam u i'tikad, her dem onun şe'nidir. İlmî mes'elelikten çoktan beri çıkmıştır, başkaya kıyas olmaz, o mes'ele-i vicdan.

Zira bir mesele ki; tarafeyn yakındır birbirine, ortası düşünülür, iki taraf da razı, el de yetişebilir, kime düştüğü zaman.

İki tarafı birer ihtimalle, hissesine rapteder; fakat bir tarafı Süreyya, fevkindeyse, diğeri seranın, tahtındasa o zaman.

İki taraf ortası, bîtarafı düşünmek, hiçbir vakit olamaz. Orta yerinde durmak; biri leke-i zemin, diğeri zinet-i âsuman.

İki tarafa elini uzatıp, birer hisseyi vermek, tahkike hiç sıkışmaz. Mesafenin nısfında, aşağı tarafında farz ile bir meyelan;

Hem vehm ile ne kadar indirirse ona temayül etse, tarafgirlik olur. Fakat fena tarafta, vesveseye itaât, insafa olur isyan.

Madem orta yeri tutulmaz; ya serada farzedilir, o halde bahaneler çoğalır, lâzım olur, kat'î bedahet-i îkan,

Mâni'leri kıracak, fevkalade bir kuvvet, tâ mefrûzu seradan Süreyya fevkine çıkarsın. Evet oturmuş Furkân, bir fark-ı ferkadan.

Tahkikin şe'ni şudur; madem süreyyada görünmüş, o sureti göstermiş, orada farzetmesi tahkikin mezhebinde, farz ve vaciptir her an.

Onu orada görecek, arş-i a'lada tutup, onun berahinini mismar gibi takacak, delailin sütunu birer birer takacak, dest-i emin-i iman.

Şeytan dedi: Zannınız, nazımdaki letaif, derece-i i'cazdır. Meziyet-i kelamı şu farz ile değişmez." Yine döndü o insan,

Dedi: "Tam bâtılı iltizam demek olan bu farzdan, muzahref ve farazî bir sahib-i kelâm çıkar, tedehhüş eder vicdan.

O mefrûzdan öyle müthiş noktalar gelir; değil i'caz-ı belâgat belki bütün meziyeti mahveder..." Döndü yine o şeytan,

Dedi: "Neden öyledir?" O insan dedi: "Zira tahkik ve insafa zıd, o küfrî farzında (Eliyazübillah!..) bir mecmua-i riya, bühtan

Farzetmek demektir. Bu farza şeytan dahi, elbet cesaret etmez." O dedi: "Şeytan olmasaydım, tasdik ederdim seni ey insan!"

"Fakat bu noktadan veririm, kâfirlere şüpheler, mü'minlere vesvese." Bundan o mülzem oldu, başka şüpheye döndü, yine o şeytan.

Dedi: "Beşerle hem beşer gibi konuşmak nasıl ona yakışır? Hem nasıl da konuşur; azameti tenezzül etmez." Döndü dedi de insan: ﺍَﻟﺎَ ﻳَﻌْﻠَﻢُ ﻣَﻦْ ﺧَﻠَﻖَ bir düstur-u kat'îdir, ﺍَﻟﺎَﻳَﺘَﻜَﻠَّﻢُ ﻣَﻦْ ﻋَﻠِﻢَ

O düsturun lazımı, mütekellimdir bî güman, ola mekânı her zaman.

Evet dünya içinde insan, insan içinde lisan, lisan içinde beyan, beyan içinde kelam, kelam içinde hurufu halkeden Hallak-ı Rahman;

Hem lisanımızı, hem lisanımız içinde, huruf ve kelimatı, halkeden dahi, hem tamamıyla bilen, O Zülkelâm-ı Zülkemal, O Rahim-i Mennân.

Kendi tenezzülat-ı rahmetiyle, bizim lisanımızla, tarz-ı beyanımızla neden konuşmasın bizimle. İşte Tevrat, Zeburla Suhuf ve İncil ve Kur'ân.

Evet Rububiyet istiyor, Uluhiyyet mukteza-i hikmet tensib ediyor. İnayet müstelzimdir, belagat der: Ahsen.. ona eder istinad sırr-ı nizam-ı cihan.

Tokmak gibi bu cevap, o şeytanın başına, öyle müthiş bir indi ki; O şeytanı kaçırdı, zaptetti insanoğlu, o meydan-ı imtihan.

Bundan da mülzem oldu.. O şeytan döndü, dedi: "Dersiniz; Kur'ân beşere rahmet.. Halbuki ekseriyet, elim zahmete düştü, sebeb küfür ile küfran."

Yine o insan dedi: "Zeminde yüz çekirdek, ma' ve ziya gelmezse, sağlam kalıyor fakat, çekirdek kıymeti de beş para.. Eğer şems ve asuman,

Mâ ve ziya verirse; sekseni su-i mizaçları için eğer çürüse, yirmisi her biri bir şecer-i meyvadar, bir ağac-ı sayedar. Ger verilse bir lisan,

Her çekirdek diyecek: Ey ab-ı hayatımız, ey ziya-ı ruhumuz, siz mahza rahmetsiniz, pek şefkatli bir elden bize süzülmüşsünüz.. Sizi bize gönderen o Rahim, hem Rahman."

Yahut mehd-i zeminde, yüz yumurta bulunur, fakat "Hüma" tayrının.. Eğer tayr oturmazsa, onlar sağlam kalır. Fakat birer âdi yumurta; ne kıymetdar, ne mizan.

O kuş eğer otursa, şefkatli harareti onlara da verirse; çendan seksen bozulsa, lâkin yirmisi herbiri birer piliç çıkacak, o nev'e gelse lisan;

Mutlak böyle diyecek: "Ey şefkatli valide, ey hürmetli mürebbî! Sen bir latif rahmetsin" diyecek, ayağına kapanıp şükran ile öpecek. O "Hüma"-misal Hüda-yı Kur'ân.

Kaçtı o şeytan, dedi: "Seninle işim yoktur... Korkarım senden, beni yolumdan şaşırtırsın, ey insan-ı bîeman."

"Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı"[değiştir]

Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehâdetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahman'la, büyük bir sesle zâkirdir ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkân ve a'zası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

O dillerde tenevvü' var, o seslerde meratib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur'ân maşrık-ı nuru, bütün zîruh eder fikri ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide nâtık bürhan, bütün âyât sadık lisan. Şuâât-ı barika-i iman. Beraber der ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Kulağı ger yapıştırsan, şu Furkan'ın sinesine; derinden tâ derine, sarihan işitirsin semavî bir sadâ der ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet munis ve mukni' ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Şu bürhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffâf ki, üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i'caz. İçinde parlayan nur-u hidayet der ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan "Sadakte" der ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı istişhad. Emamında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Emam olan verasında ona mesned semavîdir ki, vahy-i mahz-ı Rabbanî. Bu şeş cihet ziyadardır; bürucunda tecelladar ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

Evet vesvese-i sârık, bâvehm-i şübhe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra, hem şârık ki, sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki:

Lâ İlahe İlla Hu...

O Kur'ân-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-ı tevhiddir. Birtek katre misal için birtek sure, fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumûzundan.

Bütün enva'-ı şirki reddeder, hem de yedi enva'-ı tevhidi eder isbat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden.

Birinci cümle:

قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var;

Ey Lâ Hüve İlla Hu...

Şu tevhid-i şuhud bir işarettir; hakikat-bîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki:

Lâ Meşhûde İlla Hu

İkinci cümle:

اَللّٰهُ اَحَدٌ dir ki, tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki:

Lâ Mabude İlla Hu...

Üçüncü cümle:

اَللّٰهُ الصَّمَدُ dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i Rububiyet. Evet nizam-ı kevn lisanı der ki:

Lâ Hâlıka İlla Hu...

İkinci dürrü:

Tevhid-i Kayyumiyet. Evet seraser kâinatta, vücûd ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki:

Lâ Kayyume İlla Hu...

Dördüncüsü:

لَمْ يَلِدْ dir. Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva'-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.

Yani tegayyür, ya tenasül, ya tecezzî eden elbet; ne Hâlık'tır, ne Kayyum'dur, ne İlah...

Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah...

Ki İsa, ya Üzeyr'in, ya melaik, ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh ba-gâh...

Beşincisi:

وَلَمْ يُولَدْ Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlah...

Yani: Ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah...

Esbabperestî, nücumperestlik, sanemperestî, tabiatperestlik şirkin birer nev'idir; dalalette birer çâh...

Altıncısı:

وَلَمْ يَكُنْ Bir tevhid-i câmi'dir. Ne zâtında nazîri, ne ef'alinde şeriki, ne sıfâtta şebîhi ﻟَﻢْ lafzına nazargâh...

Şu altı cümle manen birbirine netice, hem birbirinin bürhanı. Müselseldir berâhin, mürettebdir netaic şu surede karargâh...

Demek şu Sure-i İhlas'ta, kendi mikdar-ı kametinde müselsel hem müretteb otuz sure münderiç; bu bunlara sehergâh...

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Ruhun Dört Havassına Dört Gayet-ül Gayât Var[değiştir]

Vicdana dört anasır, ruha da dört havastır: İrade ve Zihin ve His, Latife-i Rabbanî...

Şu dörtten herbirinin var bir gâyetül-gâyatı; iradenin gâyeti, ibadet-i Rahmânî...

Zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah, lâtifenin şuhuddur, bir ihsan-ı Sübhanî.

Ubudiyet-i mutlak, ibadet-i kâmile dördüne de câmi'dir, bunun ismi takvadır, bir tâbir-i Kur'ânî.

Şeriâtın esası şu dörtleri terbiye, tenmiye ve tehzîbdir... Hem gâyetül gâyâta saik ve hem mizanı.

ﻟﺎَ ﻣُﻮﺀَﺛِّﺮَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻜَﻮْﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ[değiştir]

İcâd u halk-ı kevnde, vasıta sırf zahirî, ger vasıta hakikî olsaydı, hem hakiki bir tesir verilseydi;

Hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi. Hem itkanın eseri, hem sanatın kemali muhtelif olacaktı.

Halbuki en âdîden en alî, en küçükten en büyüğe kadar hiçbir vakitte nazar fütûr, kusur görmedi.

Her şeyde itkânı, her şe'nde ihtimam, derece-i kemâlde. Her mâhiyet, kameti nisbetinde biçilmiş, giydirmiştir mûcidi.

Demek müessir-i hakikî olan Zât-ı Vacibden; te'siri noktasında denilmez Bazı karîb. Bir kısmı da baid veya eb'addi

İtkan, kat'en gösterir; bir kısmı vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesaitiyle olmamıştır icâdı.

İnsan da ihtiyar var, zîra eserinde noksan var; itkansızlık gösterir; cebir yok, ihtiyar var, o teklifin imâdi.

Beşerin ihtiyarı bir vasıtadır, fakat itibarî eşyada. Nisbî olan şuûnda vahdet rıza gösterdi, hikmet böyle istedi.

Şâyân-ı temaşadır, cüz'î bir ihtiyarın, tavassut etmesiyle, akıl ve zeka eseri olan bir insan şehri içindeki efradı.

Cemaat, intizamca geridir, hiçbir vakit yetişmedi yetişmez; vahy ü ilham semeri bir arı kovanına, ondaki cem'iyete, hem onların efradı,

Hem arılar meşher-i sanatları bir petek; hüceyrat şehri olan, bir nar ve cilnârdan, intizamca geridir; sebep de ihtiyardı.

Demek câzibe-i umumî, hangi kalem yazmıştır; cevahir-i ferde de, küçücük câzibeler, o kalemden damlandı, zerrelere serpildi.

İslâmiyet Evliyalara, Nasraniyet Azizlerine Tarz-ı Nazarlarını Muvazene[değiştir]

İslâmiyet şiarı ﻟﺎَ ﺧَﺎﻟِﻖَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ vesait ve esbabın hakikî tesirini kabul etmez, tanımaz. Vasıtaya bakıyor;

Bir nazar-ı harfiyle, akide-i tevhidî ona öyle göstermiş. Vazife-i teslimî onu öyle sevketmiş, mertebe-i tevekkül o dersini veriyor.

İhlas-ı ubudiyyet ona öyle nur vermiş. Nasraniyet veriyor; vesaite, esbaba bir tesir-i hakiki, hem onlara bakıyor;

Bir mânâ-yı ismiyle, zatında tesiri var zanneder de sapıyor. Velediyet mezhebi, akide-i tevellüd öyle de gösteriyor.

Vazife-i ruhbânî, meslek-i ruhbaniyet onu öyle sevketmiş. Felsefe-i tabiî o dini mağlub etmiş, işine karışıyor.

Ona öyle ders vermiş, Hıristiyanlık bir mânâ-yı ismiyle, kendi azizlerine, nazar eder bakıyor, lâmba misal görüyor.

Bir fikre göre, lamba nuru güneşten almış, fakat temellük etmiş. Demek azizlerin her biri, onların nazarında, menba-ı feyz oluyor.

Bizzat birer maden-i nur. Bu nazardan; bir şirkin tereşşuhu zahirdir. İslâm, velilerini, bir mânâ-yı harfiyle nazar edip görüyor.

Müstazî bilir, müstear âyine-misâl tanır, nûru güneşten gelir. Tabiatında yoktur; Şems-i Ezel ziyasını alır da neşrediyor.

Demek enbiya, evliyaya birer tecellî makesi, birer feyzin âyinesi, şehd-i şühûdun meksî, nazariyle bakıyor.

Bu sırra müessestir Nakşîbend rabıtası. Şeyhte teşahhus yoksa, zararı olmaması! Eğer varsa da, mürid onu fâni bilir.

Bu sırdandır ki, bizde tevazu'dan başlıyor, tarikatın sülûkü. Mahviyetten geçiyor. Gitgide tâ fenafillah makamını buluyor. Sonra nihayetsiz meratibte, seyr u sülûk başlıyor. Bu sırdandır ki;

ﺃﻧﺎ Ene, hem de nefs-i emmare, kibriyle kırılır, gururuyla sönüyor. Hâzır Hıristiyanda ise, ﺃﻧﺎ ene bütün levazımiyle kuvvetleşir, gurur kırılmaz. Enesi kuvvetli müteşahhıs bir adam, Hıristiyandan olursa mutesallib oluyor.

Fakat eğer Müslümandansa, lâkayddır laûbali. Bu sırdandır ki; Hıristiyanın aksine avâmımız havastan ziyade dindardır, dine merbut kalıyor.

Mahbûb-u Hakiki En Akreb Hem En Ab'addir[değiştir]

Ey esbabperest arkadaş! Rahmet ve ilm ve kudret denizinde daima müsebbihane yüzen kâinat timsalini,

Görmek eğer istersen; benimle beraber gel, hayâlî bir seyahat. İşte Bahr-i ummanın (fakat suyu tatlıdır) en derin bir yerini

Kendine makarr etmiş, yüzlerce menzillere havi olan bir cisim, tahtaları pek ince, tahtelbahrin içine, sen karınca cismini, ben arı libasını

Giyeriz de gireriz. İstersen gel de otur, kanadımın üstüne, beraber de uçarız, muhit-i havaînin denizinde yüzeriz. Onun orada var bir balonu.

Bu müthiş bir balondur, binlerle bölmeleri var, mürettep muntazamdır. Biz de girdik içine, ben kondum pencereye, sen istedin altını.

Ey karınca kardeşim! Tahtelbahirde isterdik, suyun yüzünü görmek. Burada istiyoruz, ziya ile yıkanmak, ben bilirim yolunu.

İkisinde ikişer yolumuz var. Bir basar, nazar yolu. Basar surete bakar, bölmelerde dolaşır, dama ulaşır ya ulaşmaz. İşte tarik-i fenni.

İkincisi:

Hidayet, basiret tarikidir. Hidayet hakka bakar, basiret hakikate. Hak ve hakikat öyle, birer keskin âlettir, ki tahtelbahir balonu.

Neresini istersen, onlar ile delersin, mâ ve ziyâ alırsın. Bu pencerede görürüm; zaten pek çoktur pencereler. Sen zulmette oturdun, görmezsin hiçbirini.

Bizim gibi küçücük hayvanlara kâfidir, mesamatta tereşşuh, menâfizde şuâat. Sen sözümü tutmadın, bölmelerde dolaştın, birşey bulmadın, ayaklar ezdi seni.

İşte âlemde olan sebepler, vasıtalar; benzer o bölmelerde mürettep ve muntazam perdelere. Duvarlar, herbirinin altında, hem dahi pek yakını.

Melekûtiyet vechinde, ma-i kudret işliyor, ziya-ı ilim okşuyor. Nesim-i Rahmet yelpezler, yüzünü hem gözünü, cânını cânânını.

Evliyadan Âşıkîn Ve Ârifîn Beynlerinde Mühim Bir Fark[değiştir]

Eğer hakikî âşık, yolunda fena gitse, ya tâbirde hata etse, ya tavsifte yanılsa, yine maşûka gider. Maşûktur onu çeker, yolunu da şaşırtmaz.

Zira aşk câzibedar bir cemale müncezib, cenânî bir cezbedir. Bazen netice haktır, hem de mütehakkıktır. Lâkin delil batıldır, vesile de hatadır, ona zarar veremez.

Eğer velî-yi ârif, yolunda fena gitse, ya sûret hata görse, ya sözde yanlış etse, matlubuna yetişmez, maksuduna ulaşmaz.

Zira bir yol bozuksa, hiç maksada götürmez. Eğer şartı olmazsa, meşrut hasıl olamaz. O aşıka benzemez, mukayyeddir hür olmaz.

Zira ârif kendisi, yukarıya çıkıyor, basamaklara basar. Lâzım dikkat-ı nazar. Fakat âşık, birisi onu yukarı çeker. Hür kalır mukayyed kalmaz.

Demek velî-yi âşık, muhtîse yine binefsihi hâdîdir. Ligayrihi mudilldir. Fakat ârif muhtîse, mudill hem dall olur. İktida da edilmez.

Bu sırdandır; bir kısmı gürûh-u ârifinden, i'dam ve idlâline, sebep olan rumûz ve şatahiyat, ki te'vili götürmez.

Zümre-i Aşıkîni, rumûzdan çıkardılar, işârat şatahiyatı; sarihan söylediler. Yine nazar-ı ümmet, onları ta'zim etti, onlara ilişilmez.

Bu sırdandır Muhyiddin, Câmî ve İbn-ül Fârid, İbn-ül Seb'în beraber, İşâret-i şatahatta, birbirine benziyor, telakkide benzemez.

Vakta ki Muhyiddin'in, irfanı galip çıktı aşkına, sebep oldu ki işârâtı yağdırdı ona dehşetli oklar, tâ Selim'e keşfoldu remz.

Fakat Câmî âşıktı, vâzıhan tasrih etti, hem hürmetle yaşadı, oklardan selîm kaldı, hem tenkid de edilmez.

İbn-ül Farid a'şak, o a'ref Muhyiddin'den, daha ileri gitti, ümmetin itabından, ondan geride kaldı, kusuruna bakılmaz.

İbn-ül Seb'în'in vakta, sözünde sâfi bir aşk, pek de görünmez oldu; nazarvâri kelamı, sebep oldu ki ona, isnad-ı ilhad oldu, kendini kurtaramaz.

Eğer desen: Muhyiddin, kelamında tehalüf, belki tenakuz vardır? Ben derim: Elbette, o zât görmüş de demiş. Görmezse hiç söylemez.

Lâkin nasıl görünse, bir şey nefsül-emirde, aynen öyle olması, her dem lâzım gelemez. Basar doğru görüyor, yanlış hükmediyor. Bazen basiret öyle, tamamını göremez.

Eğer Muhyiddin dese: "Gördüm" doğrudur görmüş. O rûh öyle âlidir; kasden yalan söylemek, ona hiç yanaşmaz, kat'an tenezzül etmez.

Şu sırra faysal budur: O bir seyyare-i ruh, gayr-i sabit tecellî, tecellîyat-ı seyyal, ona olmuş hakikat-ı sabite. Sevabit hakâik, tane sünbülsüz olmaz.

Fakat sabit hakikat, hem de seyyar tecellî; bir çekirdek bir çiçek.. Ne zatîdir ne gayri. Hakikat hak mizanı, Kur'ân'dır başka olmaz.

Ger desen: Muhyiddin'in, âsar-ı kelamlarında, öyle sözleri vardır; Şer'de hiç yeri yoktur. Belki ona küfür demiş, bazı imamlarımız.

Cevaben de derim: Bir kâide-i umumî, beyanı lazımgelir. Mesela: Şeriat, bir vasfa ya bir söze, dese ki: "Bu küfürdür, mü'min işi olamaz."

Murad ve mânâsı; o hâl imandan gelmez, sıfat'da kâfiredir. O söz de bir kâfirdir; o zat onunla küfretti demektir. Mutlak o zat, kâfirdir denilmez.

Zira imandan neşet eden, pek çok sıfatı vardır, imana delil-i azher. Bir tevile muhtemel, bir hâli de bir sözü, bunları hiç kıramaz.

Demek o zata "kâfir" demek, bir şart ile câizdir, ki yakinen bir kanaat gelse; o söz küfürden tereşşuh etmiş, sıfat ondan naşidir, başka sebepten gelmez.

Öyle sıfat, sözlerin pek çok sebepleri var.. Demek öyle vasıf ve kelâmın, delâletinde şekk var, küfre kat'î delâlet etmez.

Evsaf-ı sairenin, imana delâleti, hem düsturu: "Asıl bekadır" Onun da şehâdeti; tahakkuk-u imanı yakinen isbat eder, su-i zan asıl olamaz.

Şekk yakinin hükmünü, her dem zâil edemez. Nisyan veya sehiv ile, hata ve iltibasla, muhtemel bir söz ile, çabuk tekfir edilmez.

Eğer desen: Muhtelif tarikatlarda vardır; muhtelif âyinler, ibadet şekli giymiş? Derim: Üç şartı varsa, bir niyet-i hayr ile, belki de zarar veremez.

Birinci şartı şudur: O münafi olmamak, kat'an vekar-ı zikre, hem âdab-ı huzura. İkincisi: Menhî olan efalin, içinde bulunmamak, menhî olsa hiç olmaz.

O ef'al ve harekât, kasdî birer ibadet nazarıyla yapmamak... Evet hal ve harekât, ihtiyarî ve kasdîden daha ziyade olmalı. Şuursuz incizabî ıztırârî. Başka çeşit yakışmaz.

Zira asl-ı ibadet, bizzat nefs-i zikirdir. O ahval-i mübah'a, bir vesile-i müşevvik. Harekât tayininde, ihtiyar-i zakiri, âyet serbest bırakmış, mübahda takyid etmez.

O ef'al hiç benzemez, şer'an muayyen olan ibâdât efaline. Zira ef'al-i şer'î, bir ceviz-i Hind'e benzer, süt misal lübbü gibi. Beyaz kışrı da lübbdür, cevizimize benzemez.

Fakat âyine-i zikirde olan efal ve ahval, cevizimize benziyor. Kışrı bir gılaftır, hiçbir vakit yenilmez, ceviz-i Hinde benzemez, ona makis olamaz.

Kâinattaki Faaliyette Büyük Bir Lezzet Var[değiştir]

Bir Hikmet-i Ezelî; dest-i kudret fıtratta, bilkuvveden bilfiile çıkarmak, hem kuvveden amele geçirmek için bir faaliyet dercetmiş.

O faaliyet içinde, şedid bir lezzeti mezcetmiş, mütenevvi' her şeyde, müstetir olan lezzeti, teğayyür-ü âleme mühim bir maye yapmış.

O mâyeyi kanun, tekâmül ve nümüvve, bir dane nüve etmiş. O nüveye kudreti, vücûd verir hikmeti, bir sureti giydirir, Rahmet onu beslermiş.

Nasıl ki zindandan, geniş bostana çıkmak, adama bir lezzettir. Öyle dahi daneden, sünbüle geçmek olmak, o munkabız dâneye, münbasit bir lezzetmiş.

İmtizac-ı kimyevî, istihaleye geçer; ziya hararet verir. Öyle de: Faaliyet, istihaleye geçerse, lezzet tezayüd eder, etrafa da taşarmış.

Vazifede külfeti, taşıttıran o taddır, şevki veren o lezzet, zişuura nisbeten, gayette olan kemâl, ne kadar câzib imiş.

Gayr-i müdrike nisbet, bizzat o faaliyet, öyle cazibedardır; sa'ye onu sevkeder, tesbihle şükreder. Zîrâ Halikını tanırmış.

Bu sırdandırki rahat zahmet, zahmet rahattır. Âtıl şakî, saî' şâkirdir. Meşietten gelen nizama, âtıl âsî, saî' muti'miş.

Ekserin Ateşiyle Ekall de Yanar. Yoksa Sırr-ı Teklif Faş Olursa Hikmet-i İmtihan Zayi' Olur[değiştir]

Masum ekalliyet, günahkâr bir ekserin, musibetinden olur, hissedar-ı azabı. Zîrâ teklif nazarî kalsa, kalır ihtiyar.

Sırr-ı teklif-i şer'î, hem hikmet-i ibtila, kat'an tahakkuk eder. Teklifin telkininde, bedahet ve zâruret olsa, olur ıztırar.

... ihtiyar zail olur, hem hikmet-i teklifi, ibtila zayi' olur. ... bir âsi-yi günahkâr,

Muhterik hânesinde, bir masum da var idi, ger bir dest-i gaybiyle, masum masun kalsaydı, maâdin-i ervahın tenmiyesine medar.

Hem sebeb-i tehzibi olan evamir-i imtisâli, nevâhî-i içtinabı sebebiyle elmaslaşmış Ebubekir-i nâmdâr, hem de o Sahib-i Gâr.

...O Sıddîk-ı Sâdıkın, o ruh-u musaffası, onun aksiyle fahimleşmiş ... Ebu Cehil'in zulmettar.

Ruhundan temeyyüz, teâli edemezdi. Biri, zulmet-i yelda; biri, bir necm-i zehra; biri, bir semm-i murdar; biri, bir sırr-ı serdar.

...Bu sırr sebep olmuştur; teklifte nazariyyet, telakkide meşakkat, cihâd ve musabakat, ...Nûr içinde bir nâr.

O nâr ise hem tehzib, hem tezhib ve tasaffi, ervah-ı âliyeyi, ervah-ı sâfileden. Dâne oldu bir şecer, şecer oldu meyvedar.

Bâzan Zaaf Zâlim Olur[değiştir]

Yeis ile su-i zandan, zaaf-ı kalb neşet eder. Öyle adam görüyor; zâlimin darbeleri, bir mazlûmu dövüyor,

elim darbe iniyor. O mazlumun âlâmı, tabiî aksediyor, o zaifin kalbine, teellümat veriyor.

Teellümat incitir, za'fı tahammül etmez. Ondan kurtulmak ister, rahat-ı kalbi için, mazlumun istihkakı, darbe arzu ediyor.

Hem bahane buluyor, belki der müstehaktır. Madem o sefil, güneş ona vermiyor, neden gölge ediyor.

Mânen zâlim oluyor, zulme yardım ediyor. Bir kaplan parçalıyor, bir biçare adamı, zafından kaçamıyor.

Felaketin sebebi, canavarda vahşettir. Biçarenin zaafıysa, ona bir bahanedir. Vahşet cinayetiyle, zaifi mahkum ediyor.

Ademin günahıyla, vücûd mahkûm oluyor.

Hırs Sebeb-i Haybettir[değiştir]

Hırs haybeti getirir, acûliyet hüsranı. Zîrâ ki fıtratta var, müretteb basamaklar. Müselsel terettübe, tatbik-i hareketi

Etmediğinden haris, ağleb muvaffak olmaz. Tatbik etse de onun, bir tertib-i ca'lîsi, hem bir süllem-i himmeti,

Var; bir basamak miktar, seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, bir ye'se düşüp, gaflet bastıktan sonra kapı açılır, Rahmet verir nimeti.

Herkes başından geçmiş, buna benzer bir şeyler, Allah kalbin batını, iman ve mârifeti, tecellî-i muhabbeti,

Aşk ve şuhudu için, yaratmış nâzik yapmış. O nâzenin-i gaybî, Samed âyinesidir, sanem ona giremez. O şuşeyi kırıyor, o hacerin sıkleti...

Allah kalbin zahiri, sair şeylere yapmış, bir mahzen-i muntazam. O hırs-ı cinayetkâr, o nâzik kalbi deler, ona verir zahmeti.

Sanemleri içine izinsiz idhal eder, Allah ondan darılır. Maksudunun aksiyle, veriyor mücazatı.

Siyaset efkârını, İslâm akaidinin, harim-i ismetine, tam yerlerine kadar isal eden herifler, ettikleri hizmeti,

Şan u şeref almazlar, belki şeyn u şenaat, zemme mazhar oldular. Nefsanî aşklardaki, felâket ve haybetler,

Bu sırdandır elbette. Mecazî aşıkların, bütün bu divanları, birer feryad-ı matem, birer fizar-ı zulem, bir vaveyl-ı zilleti.

Zira ekser maşuklar, zâlim olurlar... O nevi aşkları tahkir ederler, etmezler merhameti.

Zira bâtın-ı kalble, bu nevi aşk-ı mecazî, fıtrata karşı tahkir, bir nevi istihza olur, incitiyor fıtratı.

Fıtrat, fıtrî olmayan her şeyi tezyif eder. Hem dahi tahkir eder, tahkiri işmâm eden, böyle tarz-ı hürmeti.

Bu hırsın düsturuna, iki cüzî nümune, girmiş hiss-i umuma. Biri merak-ı nevmî; nevmi dahi uçurur, kaçırır bakiyyeti.

Dilenci-i muhteris, sadakayı kaçırır. Sende bir dâü's-sehr var; gece kalben nevmi merak edersin, kaçırır bakiyyeti;

Sen uyanık kalırsın. İki dilenci: Biri, musırr ve muhteristir; biri müstağnî ve muhteriz, var sırr-ı kanaâti.

İkincisine vermek, ziyade istiyorsun. İşte te'dib-i fıtrat. Bunun gibi çok nümuneler var, îma eder şu keskin kanununun vüs'ati.

İslâm'a Yakışan Hudabinâne İnsaftır. Hodbinane Tenkid Değil[değiştir]

En müthiş marazımız, hem mânevî musibet; cerbeze ve gurura dayanan şu tenkiddir. O tenkidi işleten, ger insafın eliyse;

Hakikatı rendeçler. Ger o tenkidi, gurur istihdam etse, tahrib eder parçalar. O müdhişin müdhişi, şöyle tenkid ger girse,

İmanî akaide, dinî müsellemâta. Zîrâ îman tasdikle beraber hem iz'andır. İz'an ile beraber, teslim ve iltizamdır. Eğer za'fı olmazsa,

İltizamla beraber, mânevi imtisaldir. Şöyle tenkid kırıyor, teslim ve imtisali, iz'an ve iltizamı. Çendan bir şekk vermezse,

Tasdikde de kalıyor, bîtaraf lâubâli. Şu zaman-ı tereddüd-ü evham ve vesvesede, lâzım budur herkese,

İz'an ve iltizamı; tenmiye ve takviye eden sâfî âsarı, nûranî sıcak kalblerden çıkan bî vesvese

Müsbet efkârı, müşevvik beyanatı; hüsn-ü zanla temaşa, tedkik etmek gerektir. Avrupa kâselisi beynindeyse;

Zebanzeddir "bîtarafane düşünmek, muhakeme!.." Halbuki bu kelime, muvakkat dinsizliktir. Yeni mühtedi olsa, ya dine müşteriyse,

Belki o yapabilir. Evet yüzde birisi, farz-ı kifaye için; hasm-ı dini ilzamen, ya tâlibi iknaen, muvakkaten istese,

O tavrı takabilir. Lâkin yüzde doksana, böyle terbiye vermek; bir hasmı kazanmadan, kırk Müslim feda olur; her biri bir vesvese.

Gurur Zaafdan Gelir, Dalâlete Gider. Gurur Dahilde İlhaddır, Harice Küffarın Efkarına Karşı Salâbettir[değiştir]

Bir menba-ı dalâlet, gurur-u fikriyedir. Gurur onu çıkarır, cadde-i cumhurîden, açık yerde bırakır. Kendine cadde yapmak, onu mecbur ediyor.

Menhec-i cumhurîden çıkmış; şükûk ve evham iki taraf atılmış, yanında cadde yapsa, o evhamla çarpışmak, ona zarurî olur.

O mağrur-u serserî, hasenat-ı cumhurdan mahrum kaldığı halde, cumhurun evhamına, daim mübtelâ olur, onlarla da çarpışır, binden biri kurtulur.

Ey tâlib-i hidayet! Şu gururun başını, ayak altına al, ez! Hısn-ı hasîn-i iman, cumhurun menhecine gel, teslim ile gir, gör, gez.

Günahkar hevaperest, rahat-ı kalbi için, Cehennemi istemez. Cehennem aleyhinde, her şeyi alkışlıyor. Bu arzuyla gitgide, inkara kadar gider.

Gıybetin Derece-i Şenaâtı[değiştir]

ﺍَﻳُﺤِﺐُّ ﺍَﺣَﺪُﻛُﻢْ ﺍَﻥْ ﻳَﺎْﻛُﻞَ ﻟَﺤْﻢَ ﺍَﺧِﻴﻪِ ﻣَﻴْﺘًﺎ

Bu ayet-i kerime, şu altı kelime ile, altı derece şiddetle, gıybeti takbih eder. Zemmi zemmedip, tevbih eder âdemi.

Su gibi nüfuz eden, kelimat-ı sitte de, istifhamî hemzeyle der: Aklına bir bak! Böyle şer bir şeye, cevaz, izin verir mi ?

Müstakim aklın yoksa, kalbin içine bir bak. Eğer kalbin var ise, böyle elim bir şeye, hiç muhabbet eder mi?

Selim kalbin yok ise, vicdanına da bir bak. Böyle kendi dişinle, hem de kendi elini, (hem çekersin elemi).

Parçalamak misali. İçtimaî hayatı, ifsadına vicdanın, ruy-u rıza acaba, böylece gösterir mi?

İçtimaî vicdanın, eğer o da olmazsa, insaniyetine bak. Böyle canavarvarî, iftirasa iştiha, arzu hiç gelir mi?

İnsaniyetin olmazsa, rikkat-i cinsiyyene, karabet-i rahmiyene bak. Böyle kendi belini kıracak harekete, vahşice meyleder mi?

Karabet-i rahmiyen, hem rikkat-ı cinsiyen de, o da eğer olmazsa, hiç sağlam tabiatın, selim fıtratın yok mu?

Ki muhterem meyyiti, dişinle parçalarsın. Demek akıl ile hem kalb, vicdan ve insaniyet, hem karabet-i rahmî,

Hem rikkat-ı cinsiye, tabiât ve şeriat, nazarında o müzmin maraz, zemm-i mezmûmdur. Merdud gıybet matruddur. İçilir mi, her dem dem-i âdemî?

Fâsıkımız Başka Fasıka Benzemez... Ahlâkımız Dinimizle Kâimdir[değiştir]

Bizde biri fâsıksa, gâliben ahlâksızdır; ekser vicdansız olur. Zira bir arzu-yu şerri, vicdanındaki imanın sadâsını,

İskâtla susturmakla, inkişaf edebilir. Demek o şahs-ı fâsık; vicdanını kalbini, birden bire sarsmadan, hem mâneviyatını,

İstihfaf, iskât etmeden, tam bir ihtiyarla, serbest şerri işlemez. Bundandır: İslâm dini, fâsıkı hâin bilir, hem görür onu câni.

Şahidliği reddeder. Mürtedi de zehir bilir, hem de bir semm-i kâtil. Onun için idam eder, heder eder kanını.

Fakat zımmî ve muahidi, şartıyla ibkâ eder. Niyettir hayrı hayreder. Hem icra-yı adalet, din namına olmalı; tâ akıl ve kalb ve vicdanı,

Ruh ile de beraber, müteessir olsunlar, imtisal de etsinler. Yoksa yalnız kanun, nizam namına olsa; yalnız müteessir olur vehm-i insanî..

Hem vehm-alûd bir aklı, müteessir ediyor; vakta şerre meyletse, onun vehmi düşünür hükûmet cezasını, te'dibin kamçısını..

Yalnız ondan korkar, eğer tahakkuk etse, tahkikteki işkali, o vehmi teşci' eder. Yahut itab-ı nasdan utanır, çeker elini,

Şayet tebeyyün etse. Tebeyyün her vakit olmaz, ona teselli verir. Bu sır sebep olmuştur; içimizde adalet, kaybetmiş hürmetini.

Şer' namına olmayan, adalet çendan mahz ise, öyle namaza benzer; ya niyetsiz olur, ya kıblesiz oluyor, ya abdestsiz kılıyor o batıl namazını.

Mü'min Mü'mine Karşı Vazifesi: Büyüğe Hürmet, Küçüğe Merhamet, Müsâvîye Muhabbet Mürüvvettir[değiştir]

Tek bir cânî yüzünden, masumları muhtevî bir gemi batırılmaz. Onun gibi bir cânî vasıf ve fiilin yüzünden, çok evsaf-ı masume

Muhtevî bir mü'mine, adavet hiç edilmez. Lâsiyyema, sebeb-i muhabbet olan iman, tevhid ve İslâm gibi, evsaf-ı mükerreme,

Uhud Dağı gibidir. Adavetin sebebi olan hatalı şeyler, çakıl taşlar gibidir, o evsaf-ı mezmume.

Evet çakıl taşları, Uhud Dağı'ndan daha ağır telakki etmek, ne kadar akılsızlıksa; hem cinnet-i mahmûme.

Mümin mü'mine karşı, adaveti o kadar elbette kalbsizliktir. Hem de mizan-ı hissde, müminler de adavet; zıddır İslâm-ı selâma.

Olsa olsa yalnız, acımak mânâsında, garazsız olabilir. Elhasıl: İslâmiyet, uhuvveti istiyor. Muhabbetse imana bir lâzime.

Su-i hulkun azabı, içinde mündemiçtir. Hüsn-ü hulkun sevabı, içinde münderiçtir. Öyle ise işi bırak, o Âdil-i Hakîme.

Fenn-i hazır içinde, cehl-i mahz müstetirdir. Zîrâ âsâr-ı Hâlık-ı Kadîr, esbabın hesabına, vesaitin namına kaydediyor, telkin eder âleme.

Beşerde Şu Zelzele, İslâmdaki Tezelzül; Tenezzül-ü Tezellülü İzale Ederek, Ona İstiklal, İstikrâr Verecek. Belki Garbı Garîb, Şarkı Şarık Edecek[değiştir]

Bir vakit biri dedi: "Medeniyet-i küffar, İslâma belâ oldu. Şimdi Sosyalist çıktı, dünyayı karıştırdı, müfritleri dehşetli."

Ben demiştim: "Hiç korkma! Medeniyet-i avam, sosyalist gayesidir Düsturları bozmuyor, İslâmî esasatı, düşünsün Avrupalı."

Fakat havassa mahsus, medeniyet-i sefihe, bozmağa çalışırdı, İslâma pek pahalı düştü, hem de belalı...

Büyük rüşveti aldı. Zîrâ ki maddiyyunluk, hem engizisyonluk mayasıyla yoğrulmuş, şu hazır medeniyet, cazibe cerbezeli,

Aldatıcı, müşevvik vesaitle mücehhez, hevesle cazibedar. O sahhare-i fettâne, din ve namus fazilet, hissiyat-ı meâli

Bedeline kendini İslâmlara satıyor. Şa'şa'lı bir hayat, gösterip takdim eder; dinden hem de namusdan, hem de bir iki katlı,

Fazla rüşvet alıyor. Fakat sosyalistlikse, basit ve hem de sade bir hayatı gösterir, cumhura takdim eder. Onun da mukabili;

Kimse dinden namustan, büyük bir hisse vermek, hem de feda etmeğe icbar etmez, edemez. Hem de kimse hissetmez, kendini ona borçlu.

Nasıl her bir insanda, gıdaya ihtiyaç var; onun gibi zevke de, bir ihtiyacı vardır. Nefs ve heva yolunda, süflî ve hem zelili;

Zevki tatmin olmazsa, ruh ve hüda vechinde zevkini arayacak. Mesela: Burada iki adam var, sen onlara davetli.

Birinci: Pek müşa'şa', hem dahi cazibedar, eğlenceli heveskâr.. Seni bir ziyafete teşriflerle çağırır. Öbürüsü: Sadeli,

Fakirane bir yerde, hem basit bir çorbaya, seni umumla çağırır. Namaz vakti de gelmiş. Birinci davet için ki, o pek şa'şa'lı.

Cemaat ve sünneti, belki de hem namazı terkedersin gidersin. Zevksiz diğer davete, zevk-i ruhanî olan lezzet-i bîzevali;

İbadet ve sünneti terk etmezsin, gitmezsin. Birinci ziyafetse; şimdiki medeniyet. İkinci ziyafetse, avamî medeniyet o daha adaletli.

Adâlet-i hâlise, İslâmiyetten çıkar; ruha hayat veriyor, hayatını öldürmez. Zulmetsizdir hayatı, hakikattir kemâli.

İslâm bir ibret aldı; İslâmiyet eskide gaflet edip de küstü, Hıristiyanlık dini ise, kendi hasm-ı galibi, ki medeniyetle fenni, dost ederek, hileli,

Kendine mal ederek, o iki silah ile bize galebe çaldı. Şimdi şarkta bir müthiş, silah imal edilir; yakın oldu ikmali.

Bunun kısm-ı azamı, hem haktır hem malımız, biz sahip olmalıyız. Zira hak kısmı hakkımızdır. Müzahref kısmı ise, onlara bırakmalı, başlarına vurmalı.

Eğer bundan müstağni, eski gibi de küssek; o hayyal Hıristiyanlık, kendine dost ederek, onu aleyhimizde ederek istimali.

İslâmın zararına, yine istihdam eder, karşısında husumetle dayanmak pek güç olur. O yeni bir fikirdir, belâlı hem faideli.

Cumhura müteveccih, muhatabı avamdır, şu cumhur-u avama, tevcih olan bir fikir, ger kudsiyet almazsa, yakın olur zevali.

Çabuk söner de ölür, o yeni desatire, bir kudsiyet verecek, iki muazzam din var, ona ziya buna zulmetli. Buna zulmet, ona ziyalı.

Şu şarkî keskin fikir, vakta gözünü açmış; başında duran hasmı, Hıristiyan dini bulmuş. Hasmın elinde silah, yine o din olmalı.

Öyle ise: O fikir, onunla hiç barışmaz. Elbet o fikir ve meslek, beka, yaşamak ister... Yaşaması cumhurda kat'an takarrur ister, kalb etmeli kabulü.

Avam kalbinde takarrur, bir kudsiyet ister. Kudsiyeti verecek, içtima'î din ister. Avamı çok düşünmüş ihsanlı, merhametli

Bir şeriat ister. Demek ister istemez, dehalet edecek. İslamiyete, teslim olacak, ya ölecek. Bunu iyi bilmeli.

Eğer desen: "Nedendir, İslâmiyet pek garib düştü de zayıf oldu, izzeti kayboldu, saadeti âfile, tali'le gurûb ettik.

Yıldız tulu' etmedi.?! Derim: Onun sebebi, Garba karşı istihsan, muhabbetimiz oldu. Biz menhus bir muhabbetle, Garba teveccüh ettik,

Şems-i İslâmiyeti de, guruba yüz tutturduk. Garbdan şedid nefretle, ne vakit yüz çevirip, şarka bir muhabbetle, cidden teveccüh ettik;

Şevket-i İslâmiyet, kameri işrak eder, İslâmiyet şemsinden, nuru alır dağıtır. Hilali teali eder. Aldandık hata ettik.

Muhabbeti hariçte, husumeti dahilde sarf ettik, hem de düştük. Kalkmak için lazımdır; bunları becayiş etmek, hata ettik de gördük."

İslâmiyet, İnsaniyette Te'min-i Müsalemet Ve İ'lâ-yı Kelimetullah İçin Cihad İster. Cihad Mertebe-i Şehâdetin Nerdibanıdır[değiştir]

Âlem-i İslâm cihadı, zamanen iki yüz senelik, mekânen ikiyüz günlük, tedafüî bir harb ve darb cephesi daima var idi.

En son siper ise, bu yeni senedir, hem Eskişehirdi. Zalim kafirin, en son taarruzu da, bu cephede de hemen kırıldı.

Bu harb, başka harbe benzemez. Şu küçücük cephede, muvakkat galebesi; hakikî gaddar hasma, zaferi temin etmez, boşa gider inadı.

Şarkta onun hayatı; şu İslâm kuvvetinin, imha-i mevtindendir. Kuvvetimiz hayatı; ona müthiş bir mevttir, zulüm etmez temadî.

İslam kuvveti ise; nasıl ki dayanmışsa, dayansa nerede olsa, gaddar hasmın hayatı, şarkta elbette söner. Baki kalır ramadı.

İkiyüz günlük, vasi' bir cephede, hem de yedi noktada, hasım manen mağlubdur. Yalnız Anadolu, cephesinde muvakkat, biraz ileri gitti.

Sebebiyse aldandık; infiradî siyaseti, bilmeyerek takındık.

ﺍِﺻْﺒِﺮُﻭﺍ ﻭَ ﺻَﺎﺑِﺮُﻭﺍ ﻭَ ﺭَﺍﺑِﻄُﻮﺍ

Fermanına mü'minane imtisal etsek, gelir Allah'ın va'di.

Âlem-i İslâmın, hak ve hürriyetinin, istirdadı için, biiznillahi Teâlâ, tedâfü'den taarruza geçiyor. Belki çok yerlerde de geçti.

İnönü'nün iki zaferi, zâhiren ger küçüktü; batınen pek büyüktü. Nasıl ki devletlerin, haysiyet ve şevketi, kuvvet ile inadı,

bir mizanla tartılır. Drahm ve Mark gibi, mizan-ül iktisatla, derecesi bilinir. Öyle de: Milletlerin, izzetinin imadı,

hem de tarz-ı hayatı, bir mizanla tartılır. Mizan tarz-ı nazardır, bakmak barometredir... Mecruh, mazlum adamın me'yusane feryadı,

fakirane nazarı, zilletine mizandır. Fakat ümidkârâne, müntakimvârî nazar, izzetine mikyastır. Yeni sene cephe idi, Eskişehir bir siperdi.

İnönü zaferi olmadan, her müslim-i mazlumun, kâfir olan hasmını, mütecebbir bir zâlim, mevkiinde görürdü. Aşağıdan yukarı cihetine bakardı,

yüksekte tanıyordu. Zaferden sonra gördü. Birer hâin alçak derekesinde görür, habaset çamurunda, çabalar da batardı.

O mizan-ı nazarı, derecatı kuyudan minareye çıkmıştır. İntibah-ı İslâmî, izzet ve intikamla, ayak üstüne kalktı.

Ey Alem-i İslâmî! Dinle âyet ne der; ediyor işâreti ki: "Havf-ı mevt, mevt getirir, hırs-ı hayat zilleti." Bizde lezzetsiz zillet oldu.

Tavuğa bir dikkat et; piliçleri yanında, camuş tecavüz etse, o şefkat-ı cinsiye, verdiği cesaretle, hem verdiği inadı;

kaplan gibi camuşa, birbenbire saldırır. Keçiye et bir nazar; vakta kalırsa muztar, o sivri boynuzu ile, kurdun karnını delerdi.

Iztırarî şecâat, mukavemetsuz olur. Demek şefkat-ı cinsiyede, müdhiş cesaret vardır. Iztırarı vaktinde, vakta ki ümid kalmadı;

hârika hem de fıtrî bir şecaat vardır. Bunlar ile beraber, mahiyet-i imanda, öyle şehamet vardır; mevti hayat bilirdi.

Dünyayı cennet eder, şehâdet devletidir. İzzet-i İslâmiyet, tabiatında vardır; âlempesend şecâat, hayatı her dem satardı.

Firdevse gözü diker. Elhâsıl bu dört nokta, İslâmî uhuvvetin, intibahı vaktinde, elbette mucizeler, izhar edebilirdi.

Hakkı himaye eder, intikam alabilir. Eğer desen: "Şimdi ise, harbe kuvvet kalmadı, telefiyat çok oldu.

Baştaki adamların, niyetleri şüpheli?" Ben de derim: "Muztarız; harb gelir çekmiyoruz. Şehid de bir velidir; cihadımız eskide, farz-ı kifaye idi.

Şimdi farz-ı ayn olmuş, belki muzaaf bir farz, Hac ve Zekatta gibi, cihaddaki niyetin, tasarrufu pek az idi.

Hatta adem-i niyet de, niyet hükmünde olur. Zîrâ asıl hâkimdir. Demek niyetin zıddı, kat'an sübut bulmazsa, intac eder cihadı;

hakikî bir şehâdet. Zîrâ vücûb tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarî niyetin, tesiri de azalır, olmaz fiilin mesnedi.

Şu günahkâr millette, birdenbire onbinler, velî olan şehidler, etse inkişaf zuhûr; az mükâfat değildir, küçük ihsan değildi."

Ger desen: "Tehlikedir, tehlikeye atılmaz." Derim: "Tehlike odur; ondan biri olmazsa, necatın ihtimali. Halbuki değil biri, belki de yedi,

İhtimal-i zafer ihtimali." Eğer desen: "Evvelde, bilirdik ki olmazdı; bilerek bizi attı, bazılar bu belaya?" Ben derim: "Nasıl oldu,

Ki harbin nihayeti, nazarî kalmış idi; harbdeki dâhilerin, nazarında saklandı, dört sene meçhul kaldı.

Siz gibi acemiler, bedaheten bildiniz? Sakın o fikir, dediğiniz tasavvur, bir arzu olmasın." El-iyazubillah! O öyle olamazdı.

Şahısperest bir muhteris, bir garaz-ı şahsî ile, arzu-yu nefsanî bir fikir zannediyor, sûretini giydirir. Ger desen: "Hata bizdendi,

Medenî olmalıyız?" Ben de derim: "Hatamız, hata-i hasmın aksidir. Gölge ile uğraşmak, asıl hasmın hücumu, hem dahi temerrüdü,

Onunla teshil olur." Hem de nasıl halettir; pis bir çamura düşen, kendini aldatıyor, nefsini iğfal eder; güya çamur değildi.

Misk ü anber diyerek, yüzüne hem gözüne, bulaştırır sürüyor. Cisme hayat verdim diye, vicdan ve ruh öldürülmez. Eyvah ki öldürüldü.

Yahu hakperest, hakikatbin ol! Hakikatbin göz, keskindir hiç aldanmaz. Hakperest bir kalb, yüksektir hiç aldatmaz. Şeriattır mizanı, Kur'ân'dır müstenedi.

Cazibe-i umumî gibi; sırr-ı teavün, bir düstur-u fıtrattır, hatta cemâda girmiş, kubbedeki taşlara, başlarıyla dururdu,

Eğer nazar edersen; usta elinden çıksa, bir taş başını eğer, kardeşinin başına, huzu' ile sarılır, başı başa verirdi;

Tâ aşağı düşmesin. Ey taş yürekli arkadaş! Taştan daha taş oldun, taşlar başına yağar, tavşan gibi kaçarsın, bin taş başına değdi.

Anglikan Kilisesine Cevap[değiştir]

Bir zaman bî-aman, İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen elhannas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde,

Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şematetkârane bir istifham ile, dört şey sordu bizden.

Otuzbin kelime istedi. Şematetine karşı; yüzüne de tükürmek.., desisesine karşı; küsmekle sükût etmek.., inkârına karşı da;

Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir hak-perest adama, böyle cevabımız var.

O dedi birincide:

"Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?"

Dedim: İşte Kur'ân'dır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur'ân.

Der ikincisinde: "Fikir ve hayata ne vermiş?"

Dedim: "Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim:

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

Der üçüncüsünde: "Mezahim-i hazıra, nasıl tedavi eder?"

Derim: "Hurmet-i riba, hem vücûb-u zekatla. Buna dair şahidim:

يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا

da

وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا

وَاَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ

Der dördüncüsünde:

"İhtilal-i beşere, ne nazarla bakıyor?"

Derim: Sa'y, asl u esastır. Servet-i insaniye zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.

Buna dair şahidim:

لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى

وَالَّذٖينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلٖيمٍ

(Yüz mâşâallah bu cevaba )

Câzibe-i Umumiden Ziyade, Küremizi Muhafaza Eden Câzibe-i Manevî-i Kur'ân'dır.[değiştir]

Arzımızı senevî, yevmî dairesinde, şu hayt-ı semavîdir, tutmuş da dönderiyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş, bırakmıyor isyanı.

Şeriat arştan indi, beşerden de çıkardı, nuranî bir ibadet. İbadetten beş namaz, başlarında ezanlar, namaz ile ezanı.

Dane dane olmuştur, birbirine muttasıl, hem âlem-i gayb ile, hem de Arş-ı âzamla, insan ile zemini, bağlatmış da tutturmuş, o beş hayt-ı nuranî.

Başı evkat-ı hamse, nihayeti arş ve gayb. Aynı zamanda olmuş, rabıta-yı ittisal. Şehâdeti gayb ile, zemin ile insanı, insanla âsumanı.

Bu beşler bu küreye, beş kemer hem tek kemer, hem ayrı hem muttasıl, hem kemerde... hem gömlek; iki kutbu iki el, üryan yoktur sükkânı.

Bir ân-ı vahidde, beşi birdir beraber, ziya-yı şemse benzer. Hem de ayrı ayrılar, kavs-ı kuzeh misali, o nuranî elvânı.

Bir nokta-ı vahidede, hem arş ile bağlanır, hem küreyi bağlıyor. Hayat verir dönderir. Ger gömleği yırtılsa, küre-i sergerdanî,

Veya ipi bir kopsa, seyreyle günbürtüyü; zulmet soğuğu basar, o da incimad eder, o vakit mevti geliyor, kıyameti kopuyor, dehhaş zelzele-i cihanî. ﻭَﻟَﻘَﺪْ ﻛَﺮَّﻣْﻨَﺎ ﺑَﻨِﻰ ﺍَﺩَﻡَ

Biri dedi: "Nedendir, haml-i emânet olan, mertebe-i azîme. Yalnız insanoğlu onunla tekrim edilmiş, onunla halife olmuş?"

Derim: "Zira o evsat,

ﺧَﻴْﺮُ ﺍﻟْﺎُﻣُﻮﺭِ ﺍﻟْﺎَﻭْﺳَﻂُ

Kâinatın vücûdu, bir şekl-i mahrutidir, sivri ucunda cüz'-ü lâyetecezza durmuş.

Cesim kaidesinden, Şems-üş Şümusa kadar, nuranî bir kutru var, tam kutrun ortasında, insan ayakta durmuş, emaneti beklermiş.

İnsandan ta zerreye, hem ondan tâ o şemse olan iki mesafe, birbirine müsâvî. Kılâde-i hilkatte, bir cevher-i feridmiş.

Zira o cevher-i yegâne, Muhammed-ül Hâşimî (A.S.M.) olan dürr-ü yetime, bir sadef-i latiftir; insan enmuzec-i câmi'dir, gayb ve şehâdet tutmuş.

Bütün avâlimlere, birer penceresi var; onunla onlara bakar. Ma'lum bâtın ve zâhir, on hassasından başka, çok hasseleri varmış.

Şamme zaika gibi; sâika da bir hisdir, şaika diğer bir his. İkisi de pek hassas, akıl ve nazar girmemiş, çok yerlerde gezermiş.

Hiss-i kabl-el vuku' ile, rüya-yı sadık ile, hem de keşf-i sahihle, derkolunan çok şeyler, miftahları bu hisler, ellerinde tutarmış.

Kışrı Lübb Zannetmek, Lübbü Zayi' Etmektir.[değiştir]

Beş şey beş şey'e perde: Şehâdet ise gaybe, tabiat meşiete.. Kör kuvvet de kudrete. Lafız medlûl-u zihniye. Medlül dahi mânâya.

Perdeye hasr-ı nazar, daim olur pür-hatar, vesvese ondan çıkar. Mesela ki medlûlün, zihindir ona her makarr, eğlencedir zekâya.

Mâna haricî olur, o medlûl-i zihniyle, kasden ismî hem bizzat; eğer meşgul olursa, televvünlü bir suret, ya bir lafz-ı hayalî; bînema u bîmâye.

Himmeti meşgul eder, o daracık seyyale, incecik hem cevvale. O medlûlun veledi, suret-i bî meâle, ne deva ne şifaya.

Himmeti tatmin etmez, şevki de teskin etmez, zevki de taltif etmez. Öyle ise o medlûlü, ya cam gibi etmeli, ya her taraf delmeli; harice baktırmalı, zeka çıksın ziyaya.

Zira haric geniştir, meydan-ı cevelandır, hakâik-ı sabitedir. O küçücük zihninde, medlûlün parçasından, diktiğin ankebutî dâm-ı vehm ü hevaya.

Bir sineğe dar gelen, bir gömleği getirme, Arş, kürsiye giydirme. Sinek kanadı kadar, küçücük bir harita, vesveseye sermaye.

Sahife-i medlûlde, zihinde tersim edersin; sonra onun içinde, kendini kaybedersin. At koşturmak istersin, bak dahi bu belaya.

Ey maddeperest, tabiatla âlûde, kör kuvvet de kör etmiş, lafz ve sûret aldatmış; bırak dehâ-yı fennî, tâ çıkasın hüdaya.

Beş perdeden bir perde, sana misâl gösterdim, ki beşinci en küçüğü, başkaları kıyas et. Safsata-i maddiyûn, seni atar gayyaya,

Sarıl silsile-i semaya. İsâl eder o bizi, tâ cennet-i âlâya.

Dua Muhal Hem Ma'siyet Olmamalı[değiştir]

Dua kat'an samimî ise, kabul olur; gehî aynen gehî mânen. Fakat şart-ı taleb, de'b-i edeb, daim olur lâzım; edeb yoksa niyaz olmaz.

Tehevvüskârî, nâzvârî, itabvârî dua olmaz. Muhalî ya muhalvârî, nizam u hikmete uymaz umuru istemek olmaz.

Nihayetli emirde, bir nihayetsiz aded olmaz. Bana ver aksal-gayâtı, tecavüzkârî bir nazdır, niyazî bir dua olmaz.

ﻋَﺪَﺩَ ﻣَﻌْﻠُﻮﻣَﺎﺕِ ﺍﻟﻠَّﻪِ

Veya mikdare makdurat, dua mikyası kaldırmaz. Meğer olsa kinâyat kesrete, o da niyet ister, her dem niyet bulunmaz.

ﺣَﺘَّﻰ ﻋَﺎﺩَ ﻛَﺎﻟْﻌُﺮْﺟُﻮﻥِ ﺍﻟْﻘَﺪِﻳﻢِ'in Bir Nüktesi[değiştir]

Biri dedi: "Kur'ân'da, kamer hilâl oldukça

ﻛَﺎﻟْﻌُﺮْﺟُﻮﻥِ ﺍﻟْﻘَﺪِﻳﻢِ

ile, Tenzil teşbih eylemiş, zahir zevke hoş gelmez, letâfeti görünmez."

Dedim: "Yahu süreyya, o unkud-u semavî, bir menzil-i kamerdir;

ﻗَﺪَّﺭْﻧَﺎﻩُ ﻣَﻨَﺎﺯِﻝَ hilâl ona kondukça, o misafir-i aziz, Küçük, beyaz eğilmiş bir dal ile bağlanmış, lü'lü' misal bir salkım; süreyya suretini, hilal ile gösterir; nazeninâne bir iz.

Güya azîm bir ağaç, semavat arkasında, durmuş da, her nasılsa sema yüzünü yırtmış onun sivri bir dalı, manzarası pek leziz.

Başı ondan çıkarmış, zeminlilere güler, der: "Ey insan çocukları! Bana da bir bakınız, ben mi letafetliyim.. ya hurma ağacınız?..

Unkudlu ağsanınız?" Saff-ı evvel muhatab, ebna-i nahl u sahra, bir zemine bir semaya bakar, orada ezhar ve esmar, burada hilâl ve yıldız.

Önceki Risale: Makaleler KısmıÂsâr-ı BediiyyeHakikat Çekirdekleri: Sonraki Risale

  1. Hattâ tarihi نَجْمُ اَدَبٍ وُلِدَ لِهِلَالَىْ رَمَضَانَ çıkmış. (Müellif)
  2. Bu kıt'a, onun imzasıdır. (Müellif)
  3. Hakikî tesirden elini çeksin, icada karışmasın, demektir. (Müellif)
  4. Gazi askerlerin manzume-i meşhuresi olan "Anam beni yetiştirdi. Bu illere yolladı, bu sancağa teslim etti, Allah'a ısmarladı." Şu kitabın ekser kasideleri bu tarzda okunabilir. (Abdurrahman-ı Nursî)
  5. Nazmı garip, cümleleri kısadır. Her kelimenin ortasında az temdid-i nefes, ahiri sakindir. (Müellif)
  6. Bunun da vezni garibdir. "Ey beşer-i pürşer" kıtası gibi nazma dikkat etmek gerektir. (Abdurrahman Nursî)
  7. Nasıl "meyyite" bir karıya nefsanî nazarla bakmak, nefsin dehşetle alçaklığını gösterir.. Öyle de; rahmete muhtaç bir biçare "meyyite"nin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür. (Müellif)
  8. On sene sonra gelen bir hadiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış (Müellif)
  9. O insan şu kitabın sahibidir ki, şeytana ilzamı ikrar ettirmiş. (Müellif)