Şura 11

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Şura 10Şura SuresiŞura 12: Sonraki Ayet

Meali: 11- O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.

Kur'an'daki Yeri: 25. Cüz, 483. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bir hadîs-i şerifte vârid olmuş ki:

اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ –اَوْ كَمَا قَالَ

Bu hadîs-i şerifi, bir kısım ehl-i tarîkat, akaid-i imaniyeye münasip düşmeyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sima-yı manevîsine bir suret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarîkatın bir kısm-ı ekserinde sekr ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikate muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren onların esas-ı akaide münafî olan manalarını kabul edemez. Etse hata eder.

Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zat-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ

sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz. Fakat

وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır.

Şu mezkûr hadîs-i şerifin çok makasıdından birisi şudur ki insan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet, sâbıkan beyan ettiğimiz gibi kâinatın simasında bin bir ismin şuâlarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi zemin yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahman gösterildiği gibi insanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir.

Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmanu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a delâletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O âyine güneştir.” denildiği gibi “İnsanda suret-i Rahman var.” vuzuh-u delâletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı “Lâ mevcude illâ hû” bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir unvan olarak demişler.

اَللّٰهُمَّ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ بِحَقِّ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلٖيقُ بِرَحٖيمِيَّتِكَ وَ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ كَمَا يَلٖيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ اٰمٖينَ

(14. Lem'a, 2. Makam, 5. Sır)


Sual: Vahdetü’l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telakki ediliyor. Halbuki velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tabiînden bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarîhan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mı bulmuşlar?

Elcevap: Hâşâ! Şems-i Risalet’in en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübra onlarındır.

Vahdetü’l-vücud ise bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neşeli olduğundan seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise istiğrakkârane bir şuhuda mazhar ise vahdetü’l-vücuddan değil belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevaggil ise vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.

Evet cadde-i kübra, sahabe ve tabiîn ve asfiyanın caddesidir. حَقَائِقُ الْاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenab-ı Hakk’ın لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ mazmunu üzere, hiçbir şey ile müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, hâlıkıyettir. Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat, evham ve hayalat değil. Görünen eşya dahi Cenab-ı Hakk’ın âsârıdır. “Heme ost” değil “Heme ezost”tur. Yani her şey o değil belki her şey ondandır. Çünkü hâdisat, ayn-ı Kadîm olamaz. Şu meseleyi iki temsil ile fehme takrib edeceğiz:

Birincisi: Mesela, bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir. Bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı a’zam ismi var. O isim ile devair-i askeriyede faaliyet gösterir. Ordu, o ismin mazharıdır.

Şimdi biri çıksa dese ki: “O padişah, yalnız hâkim-i âdildir; devair-i adliyeden başka daire yok.” O vakit bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakiki değil itibarî bir surette, meşihat dairesindeki ulemanın evsafını ve ahvalini onlara tatbik edip zıllî ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelatını yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip gayr-ı hakiki bir daire-i askeriye itibar edilir ve hâkeza… İşte şu halde, padişahın hakiki ismi ve hakiki hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı a’zam, sultan gibi isimleri hakiki değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikati, bütün isimleri hakiki olarak iktiza eder. Hakiki isimler ise hakiki daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar.

İşte saltanat-ı uluhiyet Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallak, Faal, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esma-i mukaddeseyi hakiki olarak iktiza ediyor. O hakiki esma dahi hakiki âyineleri iktiza ediyorlar. Şimdi ehl-i vahdetü’l-vücud madem لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenab-ı Hakk’ın Vâcibü’l-vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakiki olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikinin âyinesinde vücud rengi olmazsa daha ziyade safi ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallak gibi isimleri ise tecellileri hakiki olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.

İşte sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt حَقَائِقُ الْاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ derler ki Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakiki bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcibü’l-vücud’un vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.

İkinci Temsil: Mesela, şu menzilin dört duvarında dört tane endam âyinesi bulunsa her bir âyine içinde her ne kadar o menzil öteki üç âyine ile beraber irtisam ediyor. Fakat her bir âyine, kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler; kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir.

İşte şimdi iki adam o menzile girse; birisi bir tek âyineye bakar, der ki: “Her şey bunun içindedir.” Başka âyineleri ve âyinelerin içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuatını o tek âyinedeki iki derece gölge olmuş, hakikati küçülmüş, tagayyür etmiş o âyinenin küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: “Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir.”

Diğer adam ona der ki: “Evet, sen görüyorsun, gördüğün haktır fakat vakide ve nefsü’l-emirde hakikatin hakiki sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin âyine gibi daha başka âyineler var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.”

İşte esma-i İlahiyenin her biri, ayrı ayrı birer âyine ister. Hem mesela Rahman, Rezzak hakikatli, asıl oldukları için kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahman nasıl hakiki bir dünyada rızka muhtaç hakikatli zîruhları ister; Rahîm de öyle hakiki bir cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcibü’l-vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakiki tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa o esmaya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.

İşte şu sırdandır ki cadde-i kübra, elbette velayet-i kübra sahipleri olan sahabe ve asfiya ve tabiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur’an’ın birinci tabaka şakirdleridir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

(18. Mektup)


Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse kâinat mahvolur. Hem o Zat-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ dür. Yani ne zatında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet, bir zat ki ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine musahhar ola ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya ve hadsiz efrad, bir fert gibi nazarında hazır ola ve bütün sesleri birden işite ve umumun hadsiz hâcatını birden yapabile ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya ve hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola ve her şey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise her şeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendirler.

İşte böyle misilsiz ve Vâcibü’l-vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zat-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zat-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler.

(30. Lem'a)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]