Risale:Şule (Mesnevi Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: 5. DersMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Şulenin Zeyli: Sonraki Risale

Kur'an güneşinin nurlarından bir ŞU'LE[değiştir]

اِعْلَمْ Bilmiş ol ki! Fâtır-ı Hakîm, senin vücudunda terkib ettirdiği şu havas ve hissiyat ve âlât ve cihazatın gaye-i yeganeleri, sana onlarla enva-i nimetini ihsas ve tecelliyat-ı esmasının aksamını tattırmak içindir.

Binaenaleyh senin hayatının gâyât ve hukuku, onun tecelliyat-ı esmasının âsârını izhar etmen ve onların garaiblerini enzar-ı mahlukat önünde teşhir etmendir. Senin insaniyetin ise, bu vazifeye olan şuurundur ve İslâmiyetin dahi, bu mazhariyet-i azîmeyi iz'an etmendir.

Said-i Nursî

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ مِنَ اللّٰهِ وَبِاللّٰهِ وَعَلَي اللّٰهِ لِلّٰهِ كَمَا يَلِيقُ بِاللّٰهِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰي اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِدَوْرٍ دَائِرٍ يَدُورُ بِاَنَابِيبَ فِي تَسَلْسُلٍ وَبِتَسَلْسُلٍ يَتَسَلْسَلُ فِي دَوْرٍ دَائِرٍ بِلَا نِهَايَةٍ

اَللّٰهُمَّ اِنَّا نُقَدِّمُ اِلَيْكَ بَيْنَ يَدَيْ كُلِّ نِعْمَةٍ وَرَحْمَةٍ وَبَيْنَ يَدَيْ كُلِّ عِنَايَةٍ وَحِكْمَةٍ وَبَيْنَ يَدَيْ كُلِّ حَيَاةٍ وَمَمَاةٍ وَبَيْنَ يَدَيْ كُلِّ حَيْوَانٍ وَنَبَاةٍ وَبَيْنَ يَدَيْ كُلِّ زَهْرَةٍ وَثَمَرَةٍ وَبَيْنَ يَدَيْ كُلِّ صَنْعَةٍ وَصِبْغَةٍ وَبَيْنَ يَدَيْ كُلِّ نِظَامٍ وَمِيزَانٍ وَبَيْنَ يَدَيْ كُلِّ سُكُونٍ وَحَرَ كَةٍ فِي ذَرَّاةِ الْعَالَمِ وَمُرَ كَّبَاتِهَاص شَهَادَةً نَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَه لَهُالْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِي وَيُمِيتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَنَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَنَبِيُّهُ وَحَبِيبُهُ وَرَسُولُهُ اَرْسَلَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي مُحَمَّدٍ بَحْرِ اَنْوَارِكَ وَمَعْدَنِ اَسْرَارِكَ وَشَمْسِ هِدَايَتِكَ وَعَيْنِ عِنَايَتِكَ وَلِسَانِ حُجَّتِك وَمَلِيكِ صُنْعِ قُدْرَتِكَ وَمِثَالِ مَحَبَّتِكَ وَتِمْثَالِ رَحْمَتِكَ وَاَحَبِّ الْخَلْقِ اِلَيْكَ وَعَلَيسَائِرِ الْاَنْبِيَاءِ وَالْمُرْسَلِينَ آلِ وَصَحْبِ كُلٍّ اَجْمَعِينَ ٭ وَعَلَي مَلٰئِكَتِكَ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلٰي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ مِنْ اَهْلِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرَضِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِين

سُبْحَانَكَ يَا مَنْ يُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ هٰذَا الْعَالَمُ بِلِسَانِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ وَاَتَمُّ تَسْلِيمَاتِكَ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ الدُّ نْيَا بِاٰثَارِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ اَنْمٰي بَرَكَاتِكَ ٭ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الْاَرْضُ سَاجِدَةً تَحْتَ عَرْشِ عَظَمَتِكَ بِلِسَانِ مُحَمَّدِهَا عَلَيْهِ اَزْكٰي تَحِيَّاتِكَ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ يُسَبِّحُ لَك الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاةُ بِلِسَانِ مُحَمَّدِهِمْ عَلَيْهِ صَلَوَاتُكَ اَبَدًا سَرْمَدًا سُبْحَانَكَ اُسَبِّحُكَ بِلِسَانِ حَبِيبِكَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ اَ كْمَلُ صَلَاتِكَ وَاَجْمَلُ سَلَامِكَ فَتَقَبَّلْ مِنِّي بِرَحْمَتِكَ كَمَا تَقَبَّلْتَهُ مِنْهُ اِعْلَمْ

1. Parça[değiştir]

Ey kardeş bil ki!

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetinin azamet-i vüs'ati bir tefsir iktiza etmektedir. Ben de ona bir tefsir yapmak niyetiyle âyete müteveccih oldum. Birden ona müfessir olacak ve onun sema-i hakaikına çıkmak için bir merdivenin basamakları şeklinde, gelecek kelimat, âyetten kalbime tereşşuh ederek damladılar. O kelimeler ise, yine ondandır ve ona dönerler.

İşte, o âyetin ummanından tereşşuh eden ve semavat-ı azametinden nâzil olan o katarat-ı müfessirenin zülal-i marifetini sen de içmek arzu ediyorsan, gelecek tesbihatı bir kalb-i şehid ile dinle!. ve şunu da benimle beraber oku, işte:

سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ نَحْنُ مَعَاشِرَ الْبَشَرِ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ بِمُعْجِزَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِتَوْصِيفَاةِ جَمِيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَبِتَعْرِيفَاةِ جَمِيعِ مَوْجُودَاتِكَ سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ سُلْطَانَكَ وَاَوْضَحَ بُرْهَانَكَ

سُبْحَانَكَ مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ بِاَلْسِنَةِ جَمِيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَبِذَوَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِاَنْفُسِ جَمِيعِ كَلِمَاةِ كَاءِنَاتِكَ ٭ سُبْحَانَكَ مَا اَجَلَّ ذِكْرَكَ ٭ سُبْحَانَكَ مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ بِاَثْنِيَةِ جَمِيعِ اِحْسَانَاتِكَ عَلٰي اَنْظَارِ ذَوِي الْبَصَائِرِ وَبِاِعْلَانَاةِ جَمِيعِ نِعَمِكَ فِي سُوقِ الْكَائِنَاتِ عَلٰي رُؤُسِ الْاَشْهَادِ وَبِشَهَادَاةِ نَشَائِدِ جَمِيعِ ثَمَرَاةِ

رَحْمَتِكَ الْمُفْرَغَةِ تِلْكَ الثَّمَرَاةُ فِي قَوَالَبِ النِّظَامِ وَالْمِيزَان

سُبْحَانَكَ مَا اَوْسَعَ رَحْمَتَكَ سُبْحَانَكَ مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ جَمِيعِ مَلٰئِكَتِكَ وَجَمِيع مَخْلُوقَاتِكَ بِجَمِيعِ اَنْوَاعِ الْعِبَادَاةِ وَاَصْنَافِ التَّحْمِيدَاةِ سُبْحَانَكَ مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ آمَنَّا

Evet[1] ey, melaikeler mütefavit cinsleriyle ve o cinsler, muh- telif dilleriyle ve o diller mütenevvi' zikirleriyle seni tesbih eden Zat-ı Akdes!

Ve ey, bu kâinat, kendi âlemleri ve o âlemlerin erkânları ve o erkânların azaları ve o azaların eczaları ve envalarının cüz'iyatı ve o cüz'iyatın hüceyratı ağızlarıyla; hem yine kâinat kendi zerratının ve o zerratın umum esîrinin ağızcıklarıyla; ve senin sun'-u hakîmanen ile her birisi kendindeki hakîmane nizamatının ve âlî mizanlarının ve manzum ahvallerinin ve mevzun keyfiyetlerinin elsine-i mahsusasıyla seni tesbih eden Sultan-ı Mutlak!

Ve ey, cennet kendi bostanlarının ağızlarıyla ve onun neşideleri hükmünde olan hurileriyle; ve kasırlarının kasideleriyle ve ağaçlarının manzumeleriyle ve semerelerinin birbirine benzemeklik içindeki mevzuniyetleriyle sana tesbih eden Rahman-ı Rahim! (Nasıl ki bu dünyada dahi onların nümuneleri olan semereler, Cennet meyvelerini güya takliden seni tesbih ederler.)

Ve ey gece ve gündüzü ardı sıra değiştiren ve şems ve kameri emrine müsahhar ettiren Zat-ı Kadir! Şu semavat, kendi burçlarının manzumeleriyle ve güneşlerinin ağızlarıyla ve yıldızlarının kelimatıyla; mizan içindeki nizamlarının ve zinet içindeki intizamlarının ve haşmet içindeki parlamalarının ve müsahhariyet içindeki inkıyadlarının ve sükût içindeki sükunetlerinin ve hareket içindeki hikmetlerinin lisanıyla seni tesbih eden Sultan-ı Zülcelal!

Ve ey cevv-i hava tabakatının ra'dları, berkleri, rüzgârları, bulutları, şahabları ve yağmurlarının ağızlarıyla; lem'a ve katrelerinin kelimeleriyle; gayât ve semeratındaki ölçülü vaziyetleri içindeki nizamlarının lisanıyla seni tesbih ve takdis eden Faal-i Hallâk!

Ve ey küre-i arz senin azamet-i kudretine karşı kendi Muhammed'i (A.S.M.) ve Kur'an'ı ile sana secde ederek; denizleri, dağları, nehirleri ve eşcarının ağızlarıyla; hayvanat ve nebatatının savtî-âvaz ve ihtizazlarıyla; enbiya ve evliyası olan nuranî kelimeler ve nurlu harfleriyle; ve senin izn-i kerimin ve sun'u hakîminle vücud bulan ondaki nizam ve mizanının hayat ve mevtinin fakr ve kuruluğuyla beraber -teberrüc ve tezeyyününün lisanlarıyla seni tesbih eden Allah-u Zü-l Kemal!

Ve ey denizler kendi acaib mahlukatı olan kelimatıyla ve dalgalar manzumatının nağamatıyla ve onlardaki nizam, mizan, hikem ve gayatının lisanıyla seni tesbih eden Cemil-i Zü-l Celal!

Ve ey küre-i arzı mahlukatına beşik ve gemi ve dağları ona hazineli direk ve kazık yapan Müdebbir-i Hakîm! Dağlar kendi pınarları, nehirleri ve ağaçlarının ağızlarıyla ve nizamat ve mizanlılıklarının ve gayat ve hazinedarlıklarının lisanıyla sana tesbih eden Azîm-i Pürkemâl!

Ve ey hayvanat kendi havass ve hissiyatının, cihazat ve azalarının, san'at ve sıbgatlarının ve akıl ve kalblerinin ağızlarıyla; ve nizamat ve müvazenelerinin lisanlarıyla ve muhtelif hacetleri içindeki istidadat, ihtiyacat, daavat ve tena'umatlarının ve çeşitli tavırlar içinde değişen hayat ve mematlarının sual ve isteklerinin kazası lisanıyla seni tesbih eden, ey her şeyi sudan hayatlandıran Hayy-i Ezelî!

Ve ey hevam ve böcekler havada deveranları hengâmında kendi vızıltılarının zemzemesiyle sana şükrederek; ve kuşlar kendi yuvalarında yavrucuklarıyla beraber çıkardıkları sec'a ve nağmeleriyle sana hamdederek; nizam ve mizanının san'at ve nakışlarının renk ve zinetlerinin lisanıyla senin nimetinin semeratıyla telezzüz ettikleri vakit ve âsâr-ı rahmetinle tena'um ettikleri zaman, o ihsan ve ni'metin üzerine senin şükrünü izhar ile bağrışıp sayhalar vurarak, sana hamd ile tesbih ettikleri gibi; bütün haşarat dahi kendi karargâhlarında çektikleri demdemelerinin ve vahşî canavar hayvanlar dahi kendi mağaralarında ve çöl ve sahralarında kopardıkları gamgamalarının nizamat, müvazene, suret ve şekillerinin ve kerimane ni'metlenmelerinin ve hakîmane tavırlar değiştirmelerinin lisanıyla seni tesbih eden Zat-ı Kerim-i Zü-l İkram! (Ey Sübhan-ı Mukaddes! Senin san'atın ne kadar latif ve hikmetin ne kadar nafizdir.)

Ve ey ağaçlar tomurcuklarının açılması ve yapraklarının inkişaf edip ziyadeleşmesi ve semerelerinin kemale ermesi ve dallarının ellerinde masum çocuklar gibi nesimin esmesiyle evladları olan meyvelerinin oynaması hengâmında; yeşil yapraklarının ve mütebessim çiçeklerinin ve güleç yüzlü semerelerinin ağızlarıyla; ve nizam ile mizanlarının ve leziz, şirin tatlarının; Hem güzel renkleri ve latif kokularının ve hârika güzel nakışlarının ve şirin, nazenin zinetlerinin lisanıyla; senin kemal-i re'fetinin üstünde nida ve tecelliyat-ı sıfatını tavsif ve cilve-i esmanı tarif ve bu in'am ve iltaf ile senin kendini zîşuur mahlukatına sevdirmek istediğini beyan ve senin masnuatta olan nizam ve tedbirini tefsir ettikleri gibi; senin cilve-i tahabbübünün lem'aları halinde; ve mahlukatın her şeyini tedbir-i rububiyetine aldığının, şu'lelerinin katreleri misalinde o semerelerin dudaklarından tereşşuh ederek, seni gayet sarahat ve vuzuh ile tesbih eden; ey berahin-i vücub-u vücudu gayetle eltaf ve teveddüd-ü rahmeti içindeki lütfu ve merhametkâr ihsanı nihayet derece parlak ve müzeyyen olan Zat-ı Kerim-i Pürneval!

Ve ey nebatat kendi ezhar ve çiçeklerinin tenevvürü ve meyvelerinin tebessümü ve tomurcuklarının inkişafı ve habbelerinin sertleşmesi ve şiddetlenmesi zamanında, çiçekler ve sünbüllerinin ağızlarıyla; ve manzum habbatının ve mevzun tohumlarının kelimatıyla; ve onlardaki en rakik bir nizam ve en dakik bir mizanın lisanıyla, çiçeklerinin gözlerinden ve sünbüllerinin dilciklerinden takattur eden senin cilve-i teveddüd ve taarrüfünün reşhalarını, senin mahlukatına bildirerek seni temcid ve tarif ettikleri; ve senin teveddüd ve tahabbübünün iradeleri yüzünde tenteneli bir perde şeklinde görünmeleri; ve senin sıfatını tavsif ve esmanı tezkir ve senin kendi ibadına olan teveddüd ve taarrüfünü tefsir ettikleri gibi; nihayet sarahat ve bedahetle seni tesbih eden; ey delail-i vahdaniyeti çok latif, çok nuranî, çok şirin ve çok parlak olan Zat-ı Rahim-i Zü-l Cemal!

Ve ey

وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَاْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyetinin tasrihiyle bütün madenler kendi envaları, ecnasları, şekilleri havasları, hâsiyetleri, faydalarıyla; ve nakış ve zinetlerinin ağızlarıyla, ve muhkem nizamatlarının ve mahsus mizanlarının dilleriyle seni tesbih eden Hâlık-ı Rahim!

Ve ey unsurlar senin emir ve kudretinle olan muntazam ictimaları ve senin izin ve hakîmane sun'unla mevzun olarak terekküb etmek lisanıyla sana tesbih eden Rabb-i Kadir!

Ve ey zerreler, muayyen taayyünat ve vezaiflerinin ağızcıklarıyla ve nizam ve ölçülü vaziyetlerinin dilleriyle ve zatında acz-i mutlak içinde oldukları halde, senin havl ve kuvvetinle, pek ağır ve çok büyük yükleri kaldırmalarının; ve her bir zerre takatı haricindeki kâinat nizamının dekaiki içinde pek yüksek ve çok acib vazifeleri tahammül etmesiyle beraber, kendisindeki acz-i mutlakının lisanıyla senin vücub-u vücuduna şehadet ettikleri gibi; seni tesbih ve takdis eden ey Âmir-i Mutlak! Sen bütün kusurattan, nekaisten, ayıblardan, acz ve ihtiyaçtan ve hülasa kâinatın bütün kusurlu ve huduslu sıfatlarından mukaddessin, müberrasın, muallasın!

Evet zerrattan her bir zerre, zatında zaif, nahif birer bal arısı gibi iken; ona uzun, meyvedar bir ağaç yüklenmişe benziyor. Demek her bir zerrenin gördüğü vazife cihetiyle ve nâzımının birliğine kat'î ve bedihî bir şekilde delâlet eden âlemin âmm ve muhit nizamına uygun olarak tevfik-i hareket etmesi nokta-i nazarından; her bir zerre senin ey Rabb-ül Âlemîn vahdetine işaret ettiği gibi, her zerre de senin ey Sultan-ı Mutlak, Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad olduğuna iki şahid bulunmaktadır. Belki zerrenin gördüğü her bir şe'n ve emrinde, senin Ehad ve Samed olduğuna iki âyet vardır. Hattâ belki her şeyde senin Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad ve Samed olduğuna çok şahidler ve âyetler mevcuttur.

2. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا اِنْسَان

Ey insan bil ki! Senin vücudun ve duygu ve cevarihin evvelâ ve bizzat onları terbiye eden ve tedbirini gören sani'lerine nazar eder. Ve yüzleri doğrudan doğruya ona müteveccihtir. Sana bakan cihetler, ancak bir vazife ciheti vardır ve senin o vücuda olan mevhum malikiyetin miktarıncadır.

Evet, eğer bu vücud, senin ona güzelce bakman ve hüsn-ü muhafaza etmenden dolayı senin kesbinden hasıl olan bir keyfiyetle senin bir lem'a-i şuuruna işaret ediyorsa; elbette bilmüşahede hadsiz muntazam keyfiyetler ve itkanlı ahval ile o vücud, Sani' ve Bari'inin ilmini sarahatla göstermekte... Ve hakeza, o vücudun üstüne mütecelli olan zatın sair esma ve sıfatını fasih bir lisan ile bildirmektedir.

Hem eğer o vücud ve tevabii bir dakika kadar bir zamanda, bir cihetle sana hizmet ediyorsa; halbuki kendi Sani' ve Hâlıkına bütün an ve zamanlarda umum vücuhuyla hizmet etmektedir. Bak, vücudun kendi Saniine ettiği hizmetlerin bazısı şunlardır:

1 - Kendi Fâtır-ı Hakîminin âsâr-ı san'atının garaiblerini teşhir etmesi.

2 - Sırr-ı teavün içinde kemal-i müvazeneyi bağırıp izhar etmesi ve letaif-i rahmet-i ilahiyenin ve lefaif-i hikmetinin ince perdelerini açıp ilan eden fıtrî vazifeleri imtisal etmesi.

3 - O vücud ve tevabii kâinata olan fihristiyeti lisanıyla kendi Fatır-ı Kerim ve Hakîmlerinin esma-i hüsnasının mehasininin cilveleri olan garib san'atlarını ilan etmesidir. Şayet o vücud, senin sathî nazarının ona ulaştığı derece ve kısacık icmalî ilminin onu ihata etmesi miktarca sana bir bakması varsa; kendi Saniine cemi-i zerrat ve mürekkebat ve keyfiyat ve ahvali kadar nazar etmektedir.

Şu halde, senin ona mevhum malikiyetinin ölçüsü ise, ancak senin ona nazarının erdiği kadar ve onda tasarruf edebildiğin miktarcadır. O ise, denizden bir damla da değildir. Öyle ise haddini bil, tavrını tecavüz etme!

Demek ki tevabiiyle birlikte senin vücudunun iki vechi vardır. Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'ya bakan birinci vechi ile çok yüksek ve galî bir kıymeti vardır.

Lakin halka bakan vechiyle ise; fena ve zevale ma'ruz olmasından dolayı hiçbir kıymeti yoktur. Evet birinci vecih, hem sana, hem ona nazar edenlere der: "Sen yer ve gökleri halk ve icad edenin latif bir san'atı ve nazif, nezih bir eserisin." Şu halde ey miskin! Sana bu vücuddan ve onun kemal, lezzet ve kıymetinden yalnız senin; gökleri şu yıldızlar ve güneşlerle süsleyen bir Saniin san'atı olduğuna olan ilmin yeter ve bu sana kâfi gelir. İşte bu anlayış ve iz'an iledir ki; sen şu koca âlemin aziz, nazenin küçük bir kardeşi olmuşsun ki, o büyük biraderin, ağabeyin olan âlem, sana kemal-i şefkatle hizmet etmektedir.

Fakat ikinci vecih ise, sana yetimane bir feryatla der ki: "Ey zavallı! Sen unsurların mecmuundan kör bir ittifak ile yanyana gelmiş ve pek yakın bir zamanda elîm bir firak ve sağır bir müfarakatla birbirinden ayrılacak bir şeysin."

İşte madem öyledir, sakın dava-yı temellük ile vücuduna zulmetme. Hem onu haktan ve hak sahibi olan Cenab-ı Hak'tan kat'edip de, bütün bütün kıymetten düşürerek hakkını nakzetme. Çünkü vücud ve varlık, haktan münkatı' olduğu zaman, daha hiçbir kıymeti kalmaz. Zira ebter ender-ebter olan bu vücud-u münkati'in, milyonlar sene ömrüyle beraber binler kantar saadeti olsa da; o vücud-u mazhar ve mutahharın bir zerresine ve bir an-ı seyyalesine de müsavi ve müvazi gelemez.

Âyâ görmüyor musun ki; Senin Bari' ve Hâlıkın -nasıl ittifak etmiş olursa olsunlar- seni mevcud ve hazır maddelerden biçip keserek koparmış olmadığı gibi, kâinat harmanının yığınında da alıp yapmış değildir. Keza seni vücud bahrinden de alıp çıkaramamıştır. İşte meydan, acaba âlem-i kevn ü fesadın çarşısında gözlerin satın alındığı bir dükkân; veya dimağ ve lisanların iddihar ettiği bir mağaza; veya kalblerin yapıldığı ve ciltlerin dokunduğu bir makine, bir fabrika bulabilecek misin? Kellâ, sümme kellâ!.. Belki ancak senin Bari' ve Hâlıkın seni bedi' ve cami' bir surette inşa etmiş ve senin Fâtırın seni yoktan varedip vücuda çıkarmıştır. Hem de seni, maddesi itibariyle şey ismine lâyık olmayan bir şeyden; veyahud da her şeyden öyle bir şekilde halketmiştir, tâ ki; mümkinattan hiçbir şey -velev en büyük bir şey olsun- bir şeyi halk ve icad etmek hususunda, -velev en küçük bir şey olsun- tama' etmesin; ve tâ ki semavatın halkına kudreti yetmeyen, meselâ bir sineğin bile halk ve icad davasına tetavül etmesin. Binaenaleyh, her şeyi halk ve icad etmeye kudreti yetmeyen bir şey, bir sebeb, eşyadan bir tek şeyin dahi icadına kudreti yetmez.

3. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ham bir madde ki; mahir bir san'atkârın, onda tasarruf ile izhar ettiği acib bir san'atın kıymeti, bazan maddesinin kıymetinden yüz derece daha yüksek oluyor. Meselâ, 'İskender aynası' ismiyle meşhur olan aynanın ondan yapıldığı cam gibi... Bazan da madde ile san'atın kıymetleri müsavi olur. Meşhur bir baklavacının eliyle pişirilen bir baklava ile, onun maddesi gibi... Bazan da madde daha kıymetli olur, her ne ise. Her bir maddenin ve onda bulunan her bir san'atın gayat ve semeratı yekdiğerine göre ayrı ayrı olabilir.

Amma Sani-i Ezelî'nin masnuatı ise, ekserisi belki hepsi birinci kısım olan İskender aynası misali gibidir. Âdeta her bir masnu-u İlahî, tecessüm etmiş sırf bir san'attır. Hususan zîhayatlar olsa, lâsiyyema maddenin onda inceleşip görünmediği veya dekaik-ı san'atlarının kesafeti içinde dağılıp kaybolduğu küçük zîhayatlar olsa, daha çok acib ve hârika olur.

Hem bazan bir şey-i vâhid, hem maddenin, hem de san'atın müşterek birer gaye ve neticeleri oluyor. Lâkin bu ise, meselâ rızık gibi iki cihetle oluyor. Birincisi, madde tarafı ve yaşamak cihetidir. O ise hıfz-ı hayat ve bekası için yalnız cüz'î ve zail bir telezzüz ile tegaddi etmektir.

Fakat ikinci cihet olan esma-i Saniin cilvelerinin âsârını ilan edip semere veren san'at cihetinden bakılırsa; rızık, gayet acib ve latif bir define ve çok garib, nazif bir hazine olur. Zira o zaman, rızık içinde bütün ni'metleri ihsas ile hissetmek ve şuuren anlayıp bilmek vardır.. Ve hem Rezzak-ı Kerim'in bütün tecelliyat-ı esmasının aksamını tattırmak anında zevk almak ve o in'am ile müşerref olmak ve Mün'imin in'amını düşünüp anlamakla tenevvür etmek vardır.

Eğer istersen, maddî ve manevî rızıkları tadarak anlayan insanın binlerce âletlerinden yalnız bir tanesi olan kendi lisanına bak, gör ki; bu küçücük bir et parçası olan cirim, nasıl ayrı ayrı tarzlarda tad veren taamlar adedince zaika cihazlarını müştemildir. İşte eğer, şu lisan sahibi intibaha gelip şuurlanmış olsa; o zaman lisan kendi cihazındaki bütün bu incecik ayrı ayrı lisancıklarla; rahmetiyle bu leziz ni'metleri ona tattıranın letaif-i nimetlerine şuurkârane şükretmiş olacaktır.

Evet, nimete karşı şükretmek ise; in'amı şu'ûren bilmek ve mün'imin iltifatını derketmek ile olur. Bu ise, nimetten çok daha leziz bir nimettir.

4. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Masnuattan hiçbir masnu yoktur ki, manzum bir kaside-i san'at olmasın. Ve hiçbir mahluk yoktur ki, mevzun bir nakş-ı hikmet bulunmasın. Ve elbette şunu sahih ve sarih bir surette inşa eden, mutlaka bir Hâlık ve Bari' olduğu gibi; o da vazıh ve fasih bir şekilde fatırının medayihini inşad etmektedir.

Hem şu eşya-yı dünyeviye içinde ve bu fani dünya hanesinde bulunan mal, meta' ve saire ne ki varsa; her şeyde sayılı, dakik bir hesab ile, dizili bir nizamın tanzimi var olduğu gibi; ölçülü bir tevzin ile hassas terazilerle, tartılı bir müvazene görülmektedir. Bu ise haşirdeki hesabın azametine ve onun tahakkuk-u vücuduna ve kıyametin arasatındaki mizanın heybetine; hem onun vuku'una ve orada vaz'edileceğine remzederler. Belki de fasih bir şekilde bildirmektedirler.

Zira, bu dünyada müşahede edilen bütün emirler, işler, hâdiseler, âhirette sünbül verecek olan emirlere, işlere birer çekirdek, esas, mebadi, müjdeci, şahid ve alâmetlerdir.

Hem şu âlem-i kevnde müşahede ettiğimiz her bir şey, mutlaka gayet san'atlı bir şekilde yapılmış olup san'atın eseri, o şeyin üstünde o derece zâhir ve aşikârdır ki; nerede ise nutka gelip konuşacak. İşte masnuatı bu tarzda görüp de sani'i görmemek, (yani iman etmemek) ve mümkinatın cinsinden olan bir şeyi, diğer bir şeye sani' tevehhüm etmek, küfrün ve dalaletin gayet şeni' ve bâtıl bir suretidir. Çünkü mümkin ve hâdis bir şeyin, diğer bir şeye hakikî sani olmaktan gayr-ı mahdud derecede zaif ve âcizdir. Zira her bir şeyin, (hususan nebatat ve hayvanat cinsinden olsa,) yapılması ve inşa edilmesi için; ilaç ve macunları terkib etmeye mahsus kullanılan mizanlar gibi; muhtelif âletlerin ve mütenevvi cihazatın ve hassas mizanların maddeten bulunması lâzımdır. Eğer bu âlât ve edevat bulunmazsa, masnuat vücuda gelemez.Ve dolayısıyla o mezkûr âlât ve mizanlar, maddî ve camid bir şeyin elinde ve yanında bulunmadığı malûmdur. Halbuki her masnuun yanında ve beraberinde ve üstünde ve içinde ve altında ve önünde ve arkasında bir şey vardır. Hem o masnua lâzım olacak vücud ve beka gibi her şeyi de, o şeyle beraberdir. İşte o şey ise hazineleri kâf u nûn arasında bulunan bir zatın envar-ı kudretinin lemeat-ı tecelliyatından ancak bir parıltıdır.

Lakin, esma-i hüsnadan bazı isimler vardır ki; zâhirî vesaitin tavassutlarını kabul ederler. Bunlar Mütekellim, Rezzak, Vehhab ve emsali gibi isimlerdir ki, hicabların ortasından ve perdelerin gerisinden tecelli ederler. Bazı isimler de var ki; velev zâhiren olsun vasıtayı kabul etmiyorlar. Bu da Hâlık, Mûcid, Muhyî ve emsali gibi isimlerdir.

Meselâ bir padişahın bir nefere karşı onun nefs-i erzakını, silahını ve libasını vermekte vasıtayı istimal etmez. Fakat onu tahrik ve talim ve tavzif ve taltif etmekte, vasıtalar tavassut edebilirler. Fakat bu da yine sultanın izniyledir. Yalnız burada temsilde beşer sultanının acz ve za'fından dolayı kendisiyle icraatı arasında tavassut olduğu halde, fakat orada, Sultan-ı Ezel'in icraatı üzerindeki vasıtaları ise, izzet-i azameti içindirler.

5. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ben bir vakit, bir kayanın içinde göğermiş bir küçücük ağacın başında iki çeşit semere gördüm, hayret ederek taharriye başladım, gördüm ki: O iki semereden birisi, kürtçe "kizvan" denilen Menengiç hâs semeresidir. İkinci nevi semeresi ise, küçük büyük parmaklar miktarında, bakla gibi bir şey olup, misafirlere hazırlanmış bir oda şeklinde bükülmüş, içi boş bir menzildir gördüm.

Ben şu ikinci semereden bir tane alıp açtığım vakit, baktım; zerre gibi küçücük kuşçuklar içinden fırlayarak havada uçuşmaya başladılar. Aynı kardeşleri olan karınca ve sivrisinek kuşçuklarının, gurubdan biraz önce güneşin ziyası içinde cezbe-i zikir ile raksa gelip havada saf tuttukları gibi saf bağladılar.

İşte ey arkadaş! Bunların havadaki şu vızıltıları ve şurada onların yaratılışları, boş bir oyuncak olduğunu sanma. Belki onları daha genç iken, hava içinde temessük ettirip durduran; ve ana rahminde cenin iken bu meyveyi muhalefet-i cinsiye itibariyle onlarla hiç münasebeti yokken ve şu ağaççığı da muhalefet-i nev'iyeden dolayı hiç münasebet olmadığı halde ana rahmi gibi onlara en güzel, latif ve mahfazalı bir yuva yapıp; o yuvada onlar için nazif, leziz bir erzak halkeden Rahman-ı Zülcemal'i meczubane zikretmektedirler.

Evet şu hal sarahatla gösterir ki; şu muamele, o camidin ve bu hayvanın fikir ve tedbirlerinin çok fevkinde olan bir fikir ve tedbirden sudûr edebilir. İşte madem ki bu şuursuzlar, şu hakîmane tedbiri düşünüp yapmaktan çok uzaktırlar. Öyle ise bu tedbir, onların dışında bir Zat-ı Alim'e havale edilmesi lâzımdır. Ve elbette haricen onlarda tasarruf eden zat, küre-i arzın her tarafındaki şu iki nev'in bütün efradını evvel-i emirde ilmiyle ihata etmiş olması lâzımdır. Hem onlarla alâkadar her şeyi ve keza onların beşiği olan küre-i arzı, kat'î bir zaruretle ihata etmiş olması gerektir. Ve bunun böyle olması ise, ancak her şeyi bilen ve her şeye kudreti yeten bir zat olabilir.

Şimdi soruyorum senden ey mülküllah içinde Allah'tan başkasının kendi başıyla tasarrufuna cevaz gösteren! Ve ey Allah'ın letaif-i sun'unun bazısında tesadüf vücudunun imkânını kabil gören adam! Acaba şu ağaçcık, bu Üvez'in lisanını nasıl işitir, yahut nasıl anlar, yahut nasıl bilir ki; küçücük dallarının başında yumurtlayan bu üvez, kendi yumurtalarını onun yed-i himayesine tevdi etsinde, o ağaçcık dahi o anda onlara en latif bir şefkatle ana rahmi gibi emniyetli bir yuva, yahut yuva gibi yüksek bir ana rahmi ve havada sallanan bir beşik ittihaz etmeye şürû' etsin. Ve sonra da o ağaçcık fisebilillah olarak kendi ebna-yı cinsinden olmayan, hem evladı olan semeresinin de cinsinden olmayan, belki vediatullah olan misafirler için hazine-i rahmetten kâfi, vâfi, leziz, aziz bir rızkı alıp o yuvalarda iddihar ettirsin, öyle mi?!. Hayır!..

Evet, şu masnuat arasındaki bu tecavüb ise, ancak bu iki nevi, belki bütün hayvanat ve nebatat ve eşcar, belki kâinatta ne ki varsa her şey, tek bir seyyidin hizmetçileri olduğuna ve bir Mürebbi-i Vâhid'in taht-ı tedbirinde bulunmasına ve bir Müdebbir-i Vâhid-i Ehad ve Samed'in terbiyesinde bulunduğuna şehadet eden bir âyettir, bir nişandır ve bir alâmettir, âmenna!..

6. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cevv-i hava içinde, ahval ve etvarlarının ve manzum nakışlarının ve nakşedilmiş kelimat gibi mevzunen yazılmış olan cisimlerinin lisanıyla, Fatırlarını zikreden hevam ve böceklere baktığın zaman; kendileri ne dediklerini anlamasalar da, hususî dilleriyle ve telaffuzlu sesleriyle sana Cenab-ı Hakk'ı hatırlattırdıkları ve kendi zikirlerini sana tefhim ettirdikleri gibi; o kuşçuklardan her birisi kendi lisanlarıyla söyledikleri aynı o zikir gibi, güya her birisinin zatı dahi natık birer kelimedir... Ve keza, kalem-i kudretle yazılmış olan nakış ve zinetleriyle tesbihat yapan yerin cevfindeki haşarata bakarken de, kendi mahsus ve melfuz kelâm ve sözleriyle, Cenab-ı Hakk'ı tesbih ettiklerini fehmettiğin gibi; o hevam ve bu haşaratın mezkûr kelimat-ı tesbihiyeleri sana dört hakikatı ifade edip îkan vermesi icab eder:

Birincisi[değiştir]

Nefsin itminanıdır; yani sen, her cihetten öyle bir me'men-i hasîn ve bir hısn-ı emindesin ki; bir Alim'in şefkatıyla terbiye olunan ve bir Hakîm'in terbiyesiyle tedbir edilen ve bir Kerim'in inayetiyle tezyin edilen ve bir Rahîm'in rahmetiyle ihsan olunan enva-i mevludat, etfal ve yavrucuklarla, o emangâhın ihata edilmiştir. Öyle ise; sen daima kendini böyle bir Zat-ı Alim, Hakîm, Kerim ve Rahim'in nazarı altında olduğunu bilmelisin.

İkincisi[değiştir]

Hem o nazar, nefsine şöyle bir kanaat verdirmesi de lâzımdır ki; sen boş ve ehemmiyetsiz bir şey olup, istediğin yerde otlamak üzere ipin boğazına sarılmış değilsin. Hem dahi sen, gayr-ı mahdud hacetlerinin en ednasından bile âciz olan nefsine bırakılıpta terkedilmiş de değilsin. Tâ ki, gayr-ı mahsur hacetlerinle beraber, acz-i mutlak içinde bulunan âciz nefsinden tevahhuş ederek melametli ve hasretkeş bir şekilde yerinde oturasın.

Evet görüyorsun, o küçücük mahluklarda hükmeden umumiyeti içinde has ve hususiyeti içinde âmm bir nizam-ı tam ile beraber, genişliği içinde hassas ve ayn-ı semahat ve cömertliği içinde iktisad ve imsak üzerine cereyan eden cessas bir mizan vardır.

İşte ey gafil! Şu bazı büyük harfler içinde mevcud bulunan bu dakik hâşiyeler ve ince rakik yazıyla yazılı kitaplar, sana şunu tilavet ile bildirmiyorlar mı ki; sen pek çok manevî ve kaderî mizanlar ortasında mevzun ve ölçülüsün. Uyan, aklını başına al, mizanı dosdoğru tut!

Halbuki ise, sen âdeta deliler ortasında oynayıp zıplayan bir mecnun gibi ahmaklaşarak, adaletli ve istikametli teraziyi bozarak hasaret etmişsin.

Üçüncüsü[değiştir]

Hem o rü'yet (yani hevam ve haşaratın vaziyetleri) sana tam bir tevekkül ve itimadı da telkin etmesi lâzımdır ki, her şeyin daima ümidgâhı ve mehafı olan bir Zat-ı Zülcelali Velcemal, senin ondan aynı nihayetsiz uzaklığın içinde, sana nihayet derece yakındır. Ve küçük büyük, az çok, yakın uzak, her şey onun kudretine nisbeten müsavi olan ve bir hads-i şuhudî ile hadsiz iş ve ef'alinde onun için bir tekellüf, bir zorluk, bir mualecet ve bir mübaşeretin karışıklığı olmayan bir zat, kudretiyle sende ve senin etrafındakilerde tasarruf etmektedir. İşte senin korkmaman, mahzun olmaman ve tevahhuş etmemen için şu geçen hakikat sana kâfi gelecek bir dersi vermiyor mu?

Evet sen nerede olursan ol, orası onun mülküdür. Hem nereye teveccüh edip bakarsan bak, orada onun cilve-i esması görünür. Hem ister yerin batnında ol, yine onun mülkü olan vatanındasın.. Ve ister ademin cevfinde bulun, yine onun taht-ı nazarındasın. Onun izni ve onun emriyle Rahim, Kerim ve Hakîm eller, seni alıp halden hale, tavırdan tavıra devrederler. Bir elden çıkar çıkmaz, mutlaka başka bir el seni intizam içinde devralmak için âdeta yarış içindedirler.

Hem dahi sen hayat seferinde aslâ ve kat'â tesadüf gûline rastlamayacağın gibi; adem ve hiçlik ile de mazlum olmayacaksın. Hem fena ve zeval dahi, idam ile sana zulmedemiyecektir. Bununla beraber, zâhirde birçok ademler vardır ki; sen eğer onu iktiham edip geçebilsen, onun ya arkasında veya altında veyahut içinde rahmetin hazinelerinden bir hazineyi göreceksin ki, o hazine bu kevn ve vücud içinde fenaya giden fanilerden ibka edilen vücudlarla doludur.

Dördüncüsü[değiştir]

O küçücük hevam ve böceklerin gözle görülen o vaziyeti, sana Sani-i Vâhid'in her şeydeki mahlukiyet-i tammesi ve masnuiyet-i âmmesinin açık bürhanını ifade ile kabul ettirmesi lâzımdır.. Ve şu bürhan, senin nazarında onların küçüklükleri derecesinde büyümesi ve gizlilikleri nisbetinde açıklanması lâzımdır. Zira muhaldir ki; muhat, Hâlık-ı Muhit'in daire-i tasarrufundan harice çıksın. Evet, muhitin Hâlıkı kim ise, mutlaka ve zaruretle, muhatın da Hâlıkı o olacaktır. Yalnız şu kadar var ki, muhattaki san'at (Eşyanın içi ve lübbü, meselâ: incir ağacının nüvesi gibi) büyük masnu'ların hilafına olarak, maddeyi yutar, yok eder. Her tarafı mahz-ı san'at olur.

7. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Eyyühel gafil bil ki! Senin vesveselerinin ekserisi dört şeyden neş'et etmektedir:

Birincisi[değiştir]

Sen nisyan-ı nefs içinde o derece nefsini unutmuşsun ki, sendeki şa're-i enaniyet, kalın bir ipe inkılab etmiştir. Zira sen heva-i nefsin gafletiyle Allah'ı unuttuğun için, senin nefsin de seni sana unutturmuş da, enaniyetin kalınlaşarak, kibr ü gururuyla kabuğuna sığmayacak bir hal alarak, taşraya taşmış (ve Rabbisine karşı tuğyan ve isyan etmiştir.)

İkincisi[değiştir]

Bütün zîhayatları, kendi nefsine kıyas etmekliğindendir. Evet meselâ, masum ve kendisinden emin ve müsterih ve halinden memnun bir hayvanı gördüğün zaman -ki; hadd-i zatında da öyledir- onu düşünceli, mahzun, hali perişan bir insan şeklinde farzediyorsun; Ve bundan dolayı o hayvanın ferah ve keyif içindeki raksını, gam ve keder içinde olan bir ızdırab ve titreyiş zannediyorsun.

Üçüncüsü[değiştir]

Kısa ve kasır nazarının yalnız Zâhir isminin tecellisi üstüne inhisar etmesidir. Hattâ bu ismin daire-i tecellisinden huruc etmiş bir şeyi, o ismin daire-i müsemmasının merkezine de rücu' etmeyeceğini tevehhüm ediyorsun. Kellâ öyle değil!. Belki bütün esma-i hüsna sahibi olan Müsemma-yı Lâyezal-i Zülcelal, fevklerin fevkinde olduğu gibi, aynı zamanda bâtınların da bâtınındadır. Öyle ise o hem Evvel'dir, hem Âhir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın.

Dördüncüsü[değiştir]

Tecelliyatın en yükseği, en uzağı, en gizlisi ve en sade ve basiti olan ehadiyet tecellisini; kesretin en çok inbisat ve intişar ettiği olan en geniş, en çok ve en rakik perdelerinden taleb etmekliğindir. Çünkü meselâ bir hayvana baktığın vakit, (Az yukarıda geçtiği gibi) nefsî bir kıyasla veya kıyas-ı nefis cihetiyle o hayvanda tam fani olup, bütün enva-i hissiyatınla birlikte onun içine giriyorsun. Ve meselâ, o hayvanı kendin gibi ülfet ettiği şeylerin veyahut vatanının firakından hazin, veyahut akıbet ve istikbalinin veya rızkının düşüncesiyle gamgîn bir şekilde tasavvur ediyorsun; ve bundan onun mevhum olan âlâmından şefkat marazıyla müteellim oluyorsun.

Halbuki eğer sen tahkik ile, onun âlemine girebilsen; evvelce farazî bir surette kıyas-ı nefis yoluyla onun içine girdiğin zamandaki tevehhüm ettiğin şeylerden hiçbir şeyi görmeyeceksin.

Hem o kıyas-ı fâsid ile mezkûr hatayı işlediğin gibi, bazan başka bir kıyasla daha azîm bir hatayı da yapıyorsun. Şöyle ki: Meselâ bal arısını, gayet kemal-i san'at içinde bir masnu' olarak müşahede ettiğin vakit; ne ef'alinde, ne şuûnatında ihtilat ile külfet, mualecet, mübaşeret ve taammülü bulunmayan ve bunlardan hadsiz derece münezzeh bulunan vâcib, vâhid ve hakîm olan onun Sani'ini; gayet şuursuzca ve hissizcesine miskin, kesîr, kesif, mukayyed, mahdud ve yaptığı işleri ancak mübaşeret, ihtilat, külfet ve mualecetle uydurabilen bir mümkine kıyas ediyorsun. Ve bu kıyastan, hem kendini, hemde şimdi ve belki daima Saniin kalem-i kudreti içinde cevelan eden o masnucuğu; onun mütekaddis, mütenezzih ve müteal olan Saniine(C.C.) kurbiyetini tevehhüm ediyorsun.

Evet, Cenab-ı Hak (C. Şanühü) kendi canib-i Sübhanîsinden mahlukata ve bize yakındır; bize ondan daha yakın bir şeyde yoktur. Bütün kariblerden en akreb O'dur. Şah damarımızdan da bize daha yakındır. Fakat sen ve bu masnu'cuk ve her şey, kendi cihetimizden nihayeti olmayan bir bu'dla ondan uzağız ve uzaksınız.

Evet nasıl ki güneş, bir cam parçasında tecelli ile temessül eder; O cam da güneşin şualarıyla parlar ve ziyasıyla tenevvür eder. Ve güneşin ziyasındaki elvan-ı seb'anın inkisarlarıyla zinetlenir. Ve o zücacenin melekût-u kalbinden güneşin zatına karşı bir yol, bir menfez açılır. Ve o zaman o zücacenin mülk vechinin dış cihetinden gelen güneşin timsali, bütün levazımatıyla birlikte, camın iç vechi içinde onun sana, senin elinden daha yakın bir şekilde görünür. Fakat eğer sen onu tutmak için elini uzatsan, hiçbir şeye elin ulaşmayacak... Velev ki elinin uzunluğu yetmiş, belki yediyüz defa küre-i arzın kutru kadar da olsa...

Hattâ bazı olur ki, aklında belahet ve kalbinde güneşe karşı bir sevgi taşıyan kimse, kendi mahbubesi olan güneşe; bu sathî vehme ve zâhirî görünüşe istinaden parladığı her şeyde ona ulaşmak ister. Ve keza, bazan de güneşin her temessül ettiği şeyde, güneşin zatına ait işitmiş olduğu veya bildiği evsafın tamamını, -ki ancak onun âlem-i manzumesinin cemiisi isti'ab edebildiği halde- taleb eder. Eğer o parlak şeydeki timsalcikte aradığı evsafı bulmazsa, güneşin vücudunu o şeyde, belki külliyyen mutlak olarak güneşi inkâr etmeye teşebbüs eder.

İşte kalb dahi Zat-ı Ehad-i Samed'in bir aynasıdır. Lâkin bu ayine, İmam-ı Rabbanî'nin (R.A.) beyan ettiği vechile, sair aynalara muhalif olarak, onda tecelli edeni hissedebilir bir şuuru; ve kendisinde temessül edene karşı meftuniyet derecesinde bir alâkası vardır. İşte, bu hâsiyetiyle kalb, sayılmayacak derecede saadetlere istidadı vardır.

BİR SUAL[değiştir]

Eğer desen: Zîhayat masnu'un içindeki faaliyet-i hârikanın vucudiyle beraber, onun etrafında ve dışındaki sükûnetin arkadaşlığı ki, âdeta, orada bir şey değilmiş gibi görünüşü, hem onun içindeki faaliyet-i müdhişenin hiçbir tereşşuhu o masnuun çok ince ve rakik liflerinden dışarıya -velev bir zerre kadar olsun- sızmamasındaki iktiranın sırrı nedir?

ELCEVAB: Sana -kalbimde bana denildiği gibi- denilir ki: Eğer o faaliyet, imkânî sebeblerin malı veya eşyanın nefislerinden, tabiatlarından olmuş olsaydı; o zaman her bir hayvanın içinde bir ilm-i muhite sahib müstakil bir failin bulunması; ve her bir semerede küre-i arzı içindekileriyle beraber yaratması ona zor gelmeyen bir kudret-i mutlaka-i tamme sahibi olan bir Sani-i Kadir'in mevcud olması lâzım gelirdi. Ve işte o zaman tereşşuh, tezahür, intişar ve tuğyan zaruriyattan olacaktı.

Fakat kevn ü mekânın içinde meşhud olan şu emn ü eman; ve insan âleminden başka her şeyde gözle görülen şu sükûn ve sükût-u hükümran; ve bu âlemde, her zaman müşahede olunan şu inkıyad-ı müsellem ve selm ü selâm-ı pür-âyân ise, âlemdeki şu mevzun san'atlar ve manzum sıbgatlar, ancak ve ancak onun san'at ve sıbgatı olan; ve

اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

nun padişah-ı bîmisali ve

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَاءِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

diyen bir Zat-ı Hakîm-i Zülcelal ve Sultan-ı Kadîr-i Layezal'in olabilir.

Evet, senin elinle yapılan bir fiilin ile, hayalinin son sür'atiyle yapılan fiilinin nisbeti ne ise; hayal ile yapılan bir fiil dahi -eğer mukayese mümkün olsaydı- kudret-i Bari'nin fiiline karşı nisbeti gibi olabilirdi. Belki de hiç münasebete gelmez bir tarzdadır.

8. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey miskin ve mağrur Said! Senin binlerce hacatından senden sana yalnız bir tanedir; veya daha da azdır. Baki kalan hacetlerinin hepsi senin o Fâtır-ı Kerimin ve Hâlık-ı Rahimine bilyakîn mufavvazdır ve ona aittir. Çünkü o Fâtır-ı Zülcemal ki, seni evvelâ kudret-i kâmilesiyle taze bir hamur gibi halkedip, sonra kendi sun'-u hâlıkanesinin gayet ince maharetiyle senin şekil ve suretini; esmasına bir ayna olacak tarzda bir su ile feth ve bast eden; hem hakkı dinleyip halktan ibret alarak, Hâlıkı tanıyasın diye rahmet ve keremiyle kulağını ve gözünü açan, hem onu zikredesin diye inayet ve keremiyle yüzünün mağarası olan ağzına bir lisan takan; Hem onu ma'rifet ile tanıman için, kafana bir akıl derceden; ve ona muhabbet edesin diye sinene bir kalb yerleştiren; Hem sen ana rahminin içindeki karanlıklar ortasında iken, lütf u ihsanıyla sana lâzım her şeyi yanında hazır bulunduran ve kendi merhametkâr rububiyetiyle istediği şekilde sende tasarruf edebilen; ve manidar, keremkâr derin hikmetiyle şu enva-i havass ve cihazatı ve bu aksam-ı âlât ve azaları, nimetlerinin bütün enva-i semeratını hissettirmek ve tecelliyat-ı esmasının bütün aksamını sana tattırmak için, vücudunda terkib ettiren bir Hâlık-ı Rahim'dir.

İşte ey gafil-i mağrur! daha sen ne zamana kadar sana böyle lütuflar yapan bir zatın rahmet ve keremini, kudret ve inayetini ittiham ederek kendi zerrecik cüz'î iktidarına itimad edeceksin de, su-i ihtiyarınla nefsinin kaldıramadığı yükleri yüklenmek suretiyle nefse ait olmayan işleri ona tefviz edip nefsine zulmetmekte devam edeceksin.

Acaba senin nasiyen onun elinde ve bütün hacetlerin ona raci' olan bir Zat-ı Kerim'e tevekkül etmeni engelleyen nedir?.. Ve hangi fikir ve hatıradır ki, sen sendeki onun malını teslim ile onunkinin üstüne bırakıp onunla öyle mülaki olmaya; ve kendini de tevekkül ile hâdisat ve şuûnatın tufanı arasında cereyan eden gemi-i tevekküle atarak

بِسْمِ اللّٰهِ مَجْرٰيهَا وَ مُرْسٰيهَا

deyip, tâ Cudi-i İslâmî üstüne gelerek, sahil-i selâmet olan Cennet'te istirahat etmene mani nedir?

Yahu görmüyor musun ki, hayat güneşi batmak üzeredir. Vücud kameri dahi ihtiyarlıkla inhisafa yüz tutmuş ve kocalmanın aklığıyla buruşmuş ve kararmaya başlamıştır. Öyle ise, Allah'a ait olmayan ve onun namına olmayan şeyde fayda yoktur. Belki fayda olmadığı gibi, izni dairesinde olmazsa, bir zarar-ı azîmi de vardır. Şu halde onsuz olan her şey, zarar ve düşmandır. Eğer onunla olsa ve onun namına yapılsa, o zaman her şeye bedel olup, hiçbir şeye ihtiyacı kalmaz. Binaenaleyh, her iki halden dolayı dünyanın fani işlerini terketmen lâzımdır:

Birinci hal: Sırf zarar olduğu için...

İkinci hal: Gayrı taleb etmekle, gayet-ül gayeyi elden kaçırmakla beraber kendi nefsini de boşuboşuna fevtettiği için...

Evet Cenab-ı Hakk'ın nur-u marifeti olmazsa, her lezzet içinde o lezzetten daha çok elem vardır. Belki onsuz olan lezzet, boş, neticesiz bir elemdir. Madem öyledir فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ Allah'a sığınmaktan başka çare yoktur. Zira sizin yanınızda fenaya giden şey; onun yanında ise her şeyin baki olan ve beka bulan ciheti vardır. Demek burada yanınızda zeval bulan ve onsuz devam edemeyen her şey, orada onun yanında onunla istimrar peyda edip devam eder. Bununla beraber, fırsat ve vakit dardır. Evet görüyorsun ki, ölüm sekeratı içindesin. Çünkü ömrünün tamamı sekerat içinde sekran olmuş ve sakatlıklar içerisinde sefer etmiştir.

Öyle ise ey nefis, dünyadan başını kaldır ve nazarını ondan çek! Tâ Hâlıkının yanında ebedî bir nimet ve sermedî bir rahmet ve ezelî bir muhabbet göresin.

9. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey mütefekkir-i müteharrî, fakat mütehayyir! Senin, bir şeyin hakikatını veya hikmetini araştırırken, ilmin nihayete ererse veyahut bir şeyde nihayetsizlikten bir cihet görürsen; o zaman sen, hakka ve hakikata yakın olduğun için, Allah'a hamd ile tesbih et! Zira mechuliyet ve sonsuzluk ise, Cenab-ı Hakk'ın rububiyet-i mutlakasının hudud-u tasarrufuna iki ünvan ve iki alâmet olarak nasbedilmişlerdir. (C.C.)

10. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey evhamlı arkadaş bil ki! Evhamlar sana hücum ettikleri vakit, hemen başını çevir, sağına bak! Tâ ki kehkeşan dairesinden ve seyyaratın medarlarından tut, tâ müteselsilen darala darala, bir cevher-i ferdin dairesine, tâ zerratın medarlarına (Yani, atomların çekirdekleri etrafında devretmelerine) kadar.. Hem birbirine bağlı ve dizili olan hilkat-ı semavattan tut, gele gele tâ semeratın hilkatına kadar; hem küre-i arzın inşasından tut, tâ ağaç kurdunun icadına kadar iç içe konulan ve birbirine bakan tenazür, teşabüh ve tesanüd içindeki Hallakiyetin tasarrufunu göresin.

Evet, bu tasarruf-u âmm ve muhit ise, elbette onun içinde faaliyetle dolaşan kalemin ittihadına ve sikkenin vahdetine delâlet etmektedir. Sen ise, emanet-i kübranın hamili ve hilafet-i ruy-i zeminin rütbesiyle nişanlanmış olarak kâinat mahrutunun ortasında durmuşsun. (Yani, bütün o mevcudattaki o tasarruf ve hallakiyet, bittarikil-evla sende daha çok nafiz ve hükümrandır.)

Ve sonra da, dönüp bir soluna nazar et! Tâ ki her şeyde adalet ve istikametle emreden bir nizam-ı âmm; ve her şeyi dosdoğru durdurup intizamsızlığa meyletmekten nehyeden her şeydeki bir mizan-ı tammı göresin.

İşte bak! her şeydeki hallakiyet ve tasarruf-u âmm ise, şimşek gibi evhamı uçurduğu gibi; her şeyi adl ü istikamet içinde tedvir eden nizam-ı tam dahi, vesveseleri ve kuruntulu hülyaları ra'd gibi tardederler.

Sonra da, kendine ve vücuduna bir bak! Tâ ki, sen kendini ve cismini baştan ayağa dek, en küçücük bir hüceyreden, tâ bir hüceyre-i kübra olan bedeninin tamamına kadar bir Sani-i Hakîm'in masnu'u olduğunu göresin. Ve sonra, kalbinin içinde kendi üst tarfına nazar et! Tâ ki, sen imanınla; nuru halkeden ve nuru nurlandıran ve nuru tasvir eden ve onun envar-ı tecelliyatı her şeyde nüfuz eden bir Nur-ul Envar'ın nurlarını müşahede edesin.

11. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki!

اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

ve اَللّٰهُ اَكْبَرُ ve saire gibi Cenab-ı Hakk'ın bazı esma ve sıfat ve ef'al-i İlahiyesinde istimal edilen birtakım tafdilli isimleri, tevhid-i mahza münafi değillerdir. Çünkü murad budur ki; bilhakikat ve bizzat olan bir mevsufu, vehmî olan mevsuflara; veya esbaba perestiş eden nazar-ı zâhirîce görülen bir mevsufa; veya imkânat-ı akliye cihetiyle olan mevsuflar üzerine bir tafdildir.

Ve keza o gibi tafdilli isimler, Vâhid-i Kahhar'ın izzetine de münafi değildirler. Zira onlardan murad, Cenab-ı Hakk'ın nefs-ül emirdeki sıfatını veya fiilini, mahlukatın sıfat ve ef'aliyle bir müvazene değildir. Çünkü masnuatta olan ne kadar kemal varsa, ancak Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın feyz-i kemalinden ifaza edilmiş bir gölgedir. Öyle ise masnuattaki kemalâtın tamamı, mecmuu cihetiyle de olsa, Cenab-ı Hakk'ın kemaline nisbet edilmeye hakkı yoktur ki kemal-i İlahî onlara göre tafdil edilsin. Belki murad budur ki; o müvazene Cenab-ı Hakk'ın has bir eseri ile, has bir mef'ul arasında; ve keza mef'ulün -istidadına göre- kendisinde tasarruf eden te'sir-i hakikîden müteessir olduğu miktar ile, o has şeyde görünen zâhirî vesaitin eseri ve onun onlardan teessürü arasında bir müvazenedir.

Evet nasıl ki, kendi çavuşundan başka kimseyi büyük tanımayıp tazim etmeyen ve şükür ve hürmetini yalnız ona hasrettiren bir nefere denilir: "Yahu padişah, senin çavuşundan daha a'zam ve daha erhamdır." İşte bu müfadaladan murad, çavuş ile padişahı nefs-ül emirde müvazene etmek değildir. Çünkü eğer öyle olursa, müfadala manasız olur, ciddi olmaz. Belki o müfadaladan murad, o neferin padişahla olan hakikî ve çavuşla olan -fakat yine sultanın izniyle- tebaî ve izafi derece-i merbutiyetini muvazenedir.

Amma

اَرْئَفُ مِنْ كُلِّ رَؤُفٍ وَ اَكْرَمُ مِنْ كُلِّ كَرِيمٍ وَ اَعَزُّ مِنْ كُلِّ عَزِيزٍ

ve emsali gibi cümlelerden murad ise budur ki: Bütün ehl-i kerem ve sehanın bütün re'fet ve şefkatleri bir tek şahıs üzerine toplansa dahi, hadd ve nihayeti olmayan bahr-i rahmet-i İlahiyeden o şahsa isabet eden zerrecik bir hissesine de müsavî gelemez demektir.

Binaenaleyh, bunda dört vecihle tafdil ve müvazene vardır. Zira müfaddal olan Cenab-ı Rahim-i Mutlak'ın re'feti ve rahmeti hem hakikîdir, hem vâhiddir, hem birlik içindedir, hem birlik iledir. Fakat üzerine tafdil edilen şeyler ise, hem itibarîdir, hem cemaattir, hem de bütün bunların ellerindeki re'fet ve rahmet ve saire ne ki varsa, Ehad-i Samed'in feyz-i rahmetinden akıp gelen nihayetsiz olan feyizden bir şahs-ı vâhide isabet eden bir tek hisseye de mukabil gelemez. Nasıl ki Kur'an, bu hakikata dair işareten ferman etmiş:

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ الخ

Yani Allah'tan başka çağırdığınız bütün ilahlarınız toplansalar da yine bir tek sineği halk ve icad edemezler.

12. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! "Allah" lafza-i celali -yalnız müsemmalarının zatlarına delâlet eden sair alemlere muhalif olarak- bütün esma-i hüsnanın ve umum evsaf-ı kemaliyenin manalarına da delâlet-i iltizamiye ile delâlet etmektedir. Çünkü sair zatların sıfatları, zatlarının lâzımı olmadığı sırrıyla; zatın ismi, onun sıfatına ne mutabakaten, ne tazammunen, ne de iltizamen delâlet etmez.

Amma Zat-ı Akdes ise, zatı ile sıfatı ve esması arasında lüzum-u beyyin[2] olduğu için, bütün sıfat ve esmasına dahi delâlet ediyor.

Ve keza lafza-i celal, uluhiyeti müstelzim olduğundan, onun ism-i alemîsi olan Allah lafzı, bütün sair sıfatlarına da delâlet-i iltizamiye ile delâlet etmektedir.

Ve keza nefyin siyakında isti'mal edilen لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ daki 'ilah' lafzı da onun gibidir.

Bunu bildikten sonra, şunu da bil ki: لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i tevhidiyesi, esma-i hüsna adedince tevhidleri ve tevhidin ahkâmını tazammun etmektedir. Binaenaleyh şu tek kelâm, binler kelâmları da içine almaktadır. Hem de tazammun ettiği bütün o kelâmlar, her birisi bu kelâm gibi, nefy ve isbattan mürekkebdirler. Nefy ise, istiğrak-ı ferdî cihetiyle tek tek bütün ferdlere müteveccih olduğundan, mantıktaki kaide-i mukarrere ile, isbatta başkalar ve gayriden edilen umum nefiylerin mecmuu kadar isbatlar hasıl olmuş olur.

Buna göre, âdeta لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ denince o nefiyden

لَا خَالِقَ وَلَا رَازِقَ وَلَا قَيُّومَ وَلَا مَالِكَ وَلَا فَاطِرَ وَلَا قَهَّارَ اِلَّا اللّٰهُ

denmiş gibi beraber isbat edilir ve hakeza!.. Demek لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelâmı, zâkir-i müterakki için, bütün etvar ve meratibde onun umum mertebeleri ve hallerine göre inbisat etmesi mümkün olur. Ve o zaman bu kelâm-ı tevhidiye-i kudsiyenin tekrarı, te'sis için te'kid hükmünü alır.

13. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey kardeş! Sen her şeyi Cenab-ı Hak'tan bildiğin ve ona göre iz'an ve yakîn getirdiğin zaman, elbette lâzım gelir ki; onun verdiği sürurlu olsun, zararlı olsun bütün hallere razı olasın. Eğer razı olmazsan, bilmecburiye gaflete girmeye muztar kalacaksın. Evet esbabın vaz'edilişi ve gözlerin gaflet ile perdelenişi bu sırdan ileri gelmiştir. Zira hiç kimse yoktur ki, kâinat hâdisatından onun heves, heva, arzu ve temennisine muvafık gelenlerden daha çok, muhalif düşenleri bulunmasın. Çünkü kâinat kasrı, bâtıl temenniler sahibinin hevesinin hendesesi üzerine bina edilmiş değildir. Belki rüzgârlar, gemi ve gemicilerin işine gelmeyen taraftan da esebilir.

İşte, şöyle heva ve heves sahibi bir adam, şayet gözü önündeki şu sebebleri görmezse ve Müsebbib-ül Esbab'dan da gaflet etmezse, o zaman heva ve hevesinin hoşuna gitmeyen hâdiselerden dolayı, onun bâtıl itiraz okları ve boş, vâhî kerahet ve nefreti ve hiddet ve gayzı, Fâtır-ı Hakîm ve Malik-i Kerim'e teveccüh edecekti. Halbuki esbabın vaz'ıyla, gafletin perdelemesiyle; o gafilin attığı itiraz okları, ya feleğin sinesine veya şeytanın göğsüne, yahut da dönüp onun boş kafasına ve gafil nefsine saplanmaktadır.

14. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey birader! Eğer dikkat ile im'an-ı nazar edebilsen düşünürsün ki; bir mümkin bir mahlukun, diğer bir masnu'u icad etmekten uzaklık derecesi; gayr-ı mütenahîdir. Evet, bir iktidar-ı gayr-ı mütenahîye müstenid o masnuda müşahede edilen san'atın mikdarına nisbet edildiği zaman, bir mümkinin icaddan ne kadar uzak olduğu anlaşılır.

15. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Dua üç kısım üzerinedir.

Birincisi, insanın şu dua-yı kavlî-i lisanîsidir. Keza hayvanatın da kendilerince meş'ur olan bazı hacetlerini, kendi elsine-i mahsusalarıyla çağırıp istemeleri vardır.

İkinci kısım: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyla olan duadır ki, bütün nebatat ve eşcarın (hususan bahardakilerin) lisan-ı ihtiyaç ile duaları gibi... Ve keza bütün hayvanatın gayr-ı meş'ur hacat-ı zaruriyeleri içindeki lisan-ı ihtiyaçlarıyla olan duaları misillü...

Üçüncü kısım dua ise: lisan-ı istidad ile olanıdır. Yani, bütün neşv-ü nemaya ve tahavvül ve tekemmüle istidadı olan her şeyin, kendi Hâlıklarından lisan-ı istidad ile bir mazhariyet-i münkeşife istemeleri gibi...

Evet

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

nin sırrıyla her şey, nasıl ki Hâlıkını tesbih eder. Öyle de, çoğu zaman lisan-ı kaliyle o her şey dua ettiği gibi, zatıyla ve haliyle mahsus hacetleri için daima Rabb-i Kerimlerine yalvarır, dua eder ve şükrederler.

16. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Çekirdek, ağaç olmadan evvel ve nutfe, beşer ve insan haline gelmeden önce ve yumurta, kuş olmadan evvel; habbe, sünbül vermeden önce, elbette ve herhalde tam ve nafiz bir ilmin tedbir ve terbiyesinde olması lâzımdır. Tâ ki hadsiz eğri büğrü, akîm yollar arasından neticeli, semereli olarak sırat-ı müstakimde sevk edilebilsinler. İşte madem ki, bilmüşahede masnuât ve mahlukat öyle neticeli istikametli bir yolda sevkedilip saha-i zuhura çıktıklarını görüyoruz. Öyle ise, bu iş ancak bir Allam-ül Guyub'un ilmidir ki, ana rahimlerinde olan cenini istediği şekilde tasvir eder; ve mazi, müstakbel ve hal-i hazır âlem-i şehadetin gaybî umûruna ıttılaı olan bir Alim-ül Gayb'dır. Ve binnetice tohum, nutfe, yumurta ve habbe gibi şeylerin her birisi, âdeta kudret kitablarından olan Kitab-ı Mübin'den istinsah edilmiş muhtasar birer tezkeredir. Veyahut ilm-i ezelînin kütüb ve mektubatından olan İmam-ı Mübin'den istihrac edilmiş birer fihriste veyahut kader-i ezelînin kitablarından müteşekkil ümm-ül kütüb olan levh-i mahfuzdan (hususan onun mizan ve nizam bablarından) istinbat edilmiş birer düsturdur. Yahut da, her şeye kudreti yeten ve her şeyi ilmi ile ihata eden bir rububiyetten nazil olmuş evamirin mütemessil ve mütemerkiz ve mümtezic birer fezlekesidirler. (C.C.)

17. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Mü'minin masnuata olan nazarı harfîdir. Yani o şeyin, kendi kendine değil, başkasının manasına delâlet etmesine nazar eder. Fakat kâfirin masnu'ata olan nazarı ise, kasdî ve ismîdir ki; o şeyin kendi nefsine delâlet ettiğine bakar. Binaenaleyh, her masnuda iki vecih vardır:

Birinci vechi: O masnuun zatına ve zatî sıfatına nazar eder.

Bir vechi de: o masnuun Saniine ve hem ona mütecelli olan Fâtırının esmasına bakar ki; bu ikinci vecih, en geniş mecal ve en mükemmel mealdir. Zira nasıl ki bir kitabın her bir harfi kendi nefsine ancak bir harf miktarınca ve bir tek vecih ile delâlet edebildiği halde, kendi kâtibinin vücuduna ise, çok vecihlerle delâlet eder. Hem de kâtibini, o kitaba veya yazıya bakana çok kelimeler miktarınca tarif ve tavsif eder.

Aynen öyle de: kudret kitabı olan kâinattan her bir masnu', bir harftir ki; kendi surî olan vücuduna ve nefsine cirmi kadar ve nefsi miktarınca ve bir vecihle delâlet edebilir. Lâkin Nakkaş-ı Ezelî'sinin vücuduna ise, mütenevvi' pek çok vecihlerle delâlet ediyor. Hem o masnu'a tecelli eden Fatırının esmasını bir uzun kaside kadar inşad eder.

Sonra, bir kaide-i mukarreredir ki; mana-yı harfînin üstünde -tasdik olsun, tekzib olsun- kasdî hükümlerle hükmedilmez. Hem hükmün levazımı dahi ona terettüb etmez, tabi olmaz. Ancak ikinci bir nazar ile olabilir. Bunun içindir ki, o harfi manaya bakanın zihni, dekaikinde tegalgul etmez. Ancak kasdî bir surette teveccüh edilirse, o zaman harf, isim olabilir. Fakat mana-yı ismî öyle değil...

İşte bu sırdandır ki; felasifenin kitabları, kâinata ait ilimlerde ve eşyanın kendi nefislerine bakan cihetlerde çok ileri olduğu görülür. Halbuki felsefecilerin eşyaya bakan ve eşyanın nefislerine ait mes'elelerine dair hükümleri, Saniine bakan cihetine nisbet edilirse, Ankebut ağından dahi daha zaiftir.

Hem meselâ, mütekellimînin kelâmları, felsefî mes'elelere ve kâinata ait ilimlerine ancak tebaî bir mana-yı harfî ile ve istitradî bir şekilde ve yalnız istidlal için nazar ettiği görülür. Hattâ mütekellimînce (güneşin bir lamba, küre-i arzın bir beşik, gecenin bir örtü, gündüzün bir maişet meydanı, kamerin bir nur, dağların birer direk ve kazık olması, yani dağların havaya meşata (tarak), su ve meadine mahzen, toprağı denizin istilasından muhafaza eden birer hami ve zelzeleden mütevellid arzın gazab ve hiddetini dağların menfeziyle teneffüsüne medar birer bacalık vazifesini görmeleri) onlarca kâfidir.

Fakat bir felsefeciye göre ise, güneşin kendi âlem-i manzumesine bir merkez olarak, öyle bir nâr-ı azîmdir ki; seyyarat, arzımızla birlikte onun etrafında birer pervane kelebek gibi uçuşan dehşetli ve azametli bir sultan olması suretinde ancak kâfi gelebilir ve hakeza...

İşte mütekellimînin hiss-i umumîye ve tearüf-u âmmeye mutabık gelen mes'eleleri, vakıa mutabık olmasa bile, onlara zarar vermez ve tekzibe müstehak olmazlar. Ve işte bunun içindir ki; mütekellimînin mesail-i felsefiyedeki re'yleri -ilk nazarda- çok zaif ve aşağı görüldüğü halde, fakat mesail-i İlahiyenin esasatında ise, demirden daha kuvvetli, dağdan daha metindir.

Hem yine bu sırdandır ki; başlangıçta, ilk evvel, ekseriya dünyaya ait ve şu dünya hayatının zâhirine göre, galebe ehl-i dalalette oluyor. Zira onlar dereke-i nefse sukut etmiş olan bütün letaifleriyle kasden ve bizzat şu dünya hayatına müteveccihtirler ve bunu kendi amelleriyle

اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

söylemektedirler. (Yani hayat, yalnız bu dünya hayatından ibarettir diyorlar.) Fakat âkıbet ve netice müttakilerindir ki, onlara ve seyyidleri olan Peygamberlerine (A.S.M.) böyle denilmiş:

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَدَارُ اْلاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

وَلِلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْاُولٰي

Madem öyledir,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

نِعْمَ الْمَوْلٰي وَنِعْمَ النَّصِيرُ

وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

demeliyiz.

18. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın afvı, fazldır. Azabı ise adldir. Evet, nasıl ki birisi bir zehir yutsa, Cenab-ı Hakk'ın müstemir âdetinin hükmüne göre maraza giriftar olmaya müstehak olur. Amma zehiri yuttuğu halde hastalanmazsa, o zaman âdetin harkedilmesiyle, Allah'tan ona bir fazl ve keramet olur.

Evet, masiyetin azab ile münasebeti o derece kuvvetlidir ki, âdeta o, onun içinde bilkuvve münderiçtir denilebilir. Hattâ mu'tezileler bu sırrı anlamadıkları için, şerri Allah'ın gayrısına isnad ederek cezayı, günahı işleyenin üstüne vâcib tutarak, dalalete saplanmışlardır. Her ne ise...

Evet, kâinatta umumî nizamın cereyanı sırrıyla; şerrin azabı istilzam etmesi, kemal-i rahmete münafi değildir. Çünkü şerrin şu cüz'î zararı; bir nizam-ı muhitin silsilelerinden gelen dal ve borularıyla bitişik olup, o dallardan salkımlar misali pek çok hayırlar asılıdırlar. Halbuki şu cüz'î zararı ve bu az şerri menetmek için, o büyük hayr-ı kesîrleri bırakmak ve terketmek çıkar ki, küllî bir zarar ve büyük bir şer olur. O halde Cenab-ı Adl-i Hakîm-i Kerim'in hikmet ve adaletine münafi olur.

Ey insan-ı zalûm ve cehûl! Senin elinden geldiği kadar şerden hazer et, kork ve çekin! Yoksa bir cüz'î vazifeni terketmenin cezasına müstehak olduğun gibi, aynı zamanda neticenin silsile-i mebadi-i vücudu içerisinde sana sebkat eden, seninle beraber iş gören, sair esbabın netice-i amellerini de boş yere fevt etmenin cezalarına da müstehak olursun. Zira şer, bir ademdir. Adem ise, bir şeyin vücuda gelmesine illet ve sebeb olanlardan tek bir cüz'ün terki veya ademiyle o ma'lul şey, mün'adim olur, yani vücuda gelmez. Binaenaleyh, o şeyin ademine sebeb olan şey ve cüz'e gelen bütün zararlar da terettüb eder yüklenir. Fakat vücudun semeratı ise, ancak onun hissesi miktarınca ona hisse düşebilir. Çünki, bir şeyin vücud ve varlığına illet ve sebep olanlardan bir cüz'ün varlığı, küllün vücud bulmasına illet değildir.

İşte bak, burada Cenab-ı Hakk'ın kemal-i afv ve kemal-i fazlı görünüyor. Zira Cenab-ı Âdil-i Hakîm, şerri misliyle; hayrı ise, on misliyle cezalandırıyor, mükafatlandırıyor. Halbuki vaki'deki istihkak, kaziyenin aksine olması lâzımdır. Hem burada beşerin; vakiin aksiyle hükmetmesinin zulmü de görünmektedir.

19. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey aziz bil ki! İnsan, nisyana mübteladır. Nisyanın en kötüsü ise, nefsini unutmaktır. Hele bilhassa nisyan-ı nefs, eğer işde, muamelede, hizmette, çalışmakta ve tefekkürde olursa dalalettir. Fakat netice ve gayelerde olsa kemaldir. Demek ehl-i dalalet ile ehl-i hidayet, nisyan ve tezekkürde birbiriyle müteakistirler.

Evet dâll olan kişi; işe, amele bakıldığı zaman ve vazifenin düsturları tatbik edildiği vakit, nefsini unutur da, nefsin dar geldiği firavunlaşmış enaniyetinin ve yaygın gururunun tatmini için nazarını afaka diker, kendini yüksek görür. Amma az çok, küçük büyük her şeyin netice ve gayelerinde ise, nefsini en öne sürer. Hattâ onun yanında nefsine ait olmayan bir şey, gaye değildir. Hem onun nazarında gayet-ül gaye yalnız zatını sevmek ve perestiş etmektir.

Amma nefsini tezkiyeye muvaffak olmuş hâdî olan zat ise, iş ve çalışma esnasında ve harekete geçiş ânında, yahut tefekkür işi zamanında her şeyden önce kendi nefsini düşünür de, âdeta bütün amel ve tefekkür için onun nefsi bir vâhid-i kıyasî ve bir mebde-i merkezî imiş gibi görür. Fakat netice ve garazlarda, faide ve maksadlarda ise, nefsini unutur, hiç hatırına getirmez. Âdeta sanki nefsi fanidir, yoktur ve hiçlik altına dâhildir.. Veyahut bir köledir de, her cihetle seyyidine ait olan vazifede yalnız ihlas ile seyyidi namına hizmet eder ve hiçbir şeyi istemek ve beklemekte hakkı yoktur telakki eder. Şayet efendisi ona bir şey i'ta ederse, nefsi onu mahz-ı fazldan bilir.

(Cenab-ı Hak, bizi bu gibi hâdî kullarından eylesin, âmîn.)

20. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Mü'minlerin beraberce yaptıkları ibadetlerinde ve cemaatla ettikleri dualarındaki tesanüd sırrının çok büyük bir sırrı ve cesim bir emri olup, ulu bir şana sahibdir. Zira o tesanüd ve o cemaat sırrıyla, her bir ferd-i mü'min, gayet muhkem yapılmış binalarda, betonlaşmış birer taş vaziyetini alırlar. Ve o zaman her birisi kendi şahsî amelinden milyonlar defa ziyade, iman dairesindeki kardeşlerinden istifade eder.

İşte, eğer iman bağı mü'minleri hakkıyla nizama sokarsa, o zaman her birisi diğerlerinin her birisine ve hem hepsine birden, lasiyyema kendi reis ve re'slerine birer şefaatçi, duacı, rahmethan, ricacı, meddah ve tezkiyeci olurlar. Ve her bir ferd, sair kardeşlerinin saadetleriyle -aç bir anne, çocuğunun yemek lezzetiyle mütelezziz olduğu veya şefkatli bir kardeşin kendi öz kardeşinin saadetiyle mes'ud olması gibi- saadetlenir ve lezzet alır.

Hattâ şu miskin ve fani olan insan, bu gibi yüksek hasletler ile öyle bir mertebeye terakki edip çıkabilir ki; Hallak-ı Kâinat'ın ubudiyetine lâyık bir makam-ı istidada yükselebilir ve ebedî bir saadete kabiliyet peyda edebilir.

Şimdi Peygamber-i Zîşan'a (A.S.M.), dua ederken bak gör ki:

يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

diye münacat eder etmez, âdeta bütün ümmet:

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَي عَبْدِكَ وَحَبِيبِكَ مُحَمَّدٍ بَحْرِاَنْوَارِكَ وَمَعْدَن اَسْرَارِكَ وَنَاشِرِ ذِكْرِكَ وَشُكْرِك وَدَلَّالِ سَلْطَنَةِ رُبُوبِيَّتِكَ

dediklerini ve onu kendi Rabb-i Kerimlerinin yanında tezkiye ettiklerini, hem onu kendilerine rahmet olarak gönderen Zat-ı Rahim'e sevdirmeye çalıştıklarını, hem de onun şefaat-i uzmasını te'yid ettiklerini bileceksin. Ve keza kendi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlaklarının lisanıyla, Cenab-ı Ganiyy-i Mutlak'ın gına-yı mutlakını istigna-yı ekmeli içinde; ve cûd-u mutlakını izzet-i ecelli içinde kabul ederek nida ettiklerini bileceksin. Ve keza, mutlak ubudiyetleri lisanıyla onun Rububiyet-i mutlakasını nida ettiklerini göreceksin.

İşte insan bu manevî, ulvi yardımlaşma ile; hakaret ve küçüklük ve âcizliğin esfel-i safilîninden a'lâ-yı illiyyîn-i hilafete ve ona semavat ve arzın teshir edilmesiyle mükerremiyetin mertebe-i kabiliyetine terakki eyliyor.

21. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey aziz birader bil ki: Bir şeyden uzaklaşan bir kimse, o şeye yakın olanın gördüğü kadar göremez. O uzak adam, isterse en şiddetli bir zeka ve en keskin bir nazar sahibi de olsa... Şu halde bu iki adam, o şeyin keyfiyeti hakkında muarazaları olduğunda, elbette ve mutlaka yakın olan kimse tercih edilmesi lazım.

İşte maddiyat içine dalan felasife-i Avrupaiye, İslâm ve iman ve Kur'an hakaikının makamından pek çok mertebeler ve uzun mesafeler uzakta olduklarından; elbette onların en büyük feylesofları dahi hakaikın derkinde, Kur'anın yalnız bir meal-i icmalîsini fehmedebilen amî bir mü'min ile de müsavi olamazlar. Ben böyle müşahede ettim ve vaki' de budur.

Öyle ise deme: Şimşek ve buharın hasiyetini keşfeden bir adam, nasıl olur da esrar-ı hakkı ve envar-ı Kur'aniyeyi fehmetmesin?

Evet çünkü o, onun hakkı değildir. Zira onun aklı, gözündedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüğünü göremez. Hususan maneviyattan uzaklık da beraber olsa; ve lasiyyema tabiata inkılab eden gaflet ile kalbin ölümü de varsa...

فَطَبَعَ اللّٰهُ عَلٰي قُلُوبِهِمْ وَخَتَمَ عَلٰي سَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ

(Yani: O takdirde Cenab-ı Hak, onların kalblerine derketmemeleri için mühür ve kulak ve gözleri üstüne işitip görmemeleri için de damga basmıştır.)

22. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey aziz bil ki! Küfran-ı nimetin en azîmi ve Cenab-ı Hakk'ın âlâ' ve nimetlerine karşı tekzibin en şiddetlisi budur ki: Göz ve kulak gibi hem kendisine, hem başkasına âmm olan; veya nur ve nar gibi devamlı ve istimrarlı bulunan; veya su ve hava gibi ihata ile heryeri dolduran nimetler gibi azim niam-ı İlahiyeye karşı şükür etmemezliktir. Belki adam, başka insanlarda olmayıp, yalnız kendisine has olan; veya onun üstünde yeniden yeniye tazelenip gelen; veyahutta nâdir hacetler için ender bulunan nimetler için Allah'a şükredebiliyor. Halbuki her zaman devam eden umumî ve devamlı nimetler, nimetlerin en azamı ve en etemmidirler. Ve umuma şamil olan nimetler, onun kemal-i ehemmiyetine delâlet eder. Hem devamlı ve istimrarlı olan bir nimet, onun çok kıymettarlığına delildir ve öyle olması lâzımdır.

23. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki!

اَحْصٰي كُلَّ شَيْءٍ عَدَدًا

âyetinin sarahatıyla, Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yanında her şeyin adedi sayılı ve hesablıdır. Evet ellerdeki parmaklar, sünbüllerdeki habbeler, semerelerdeki tohumlar ve çekirdekler ve çiçeklerdeki yapraklar gibi birbirine komşu ve mütekabil ve müteşabih adedlerin mabeynindeki düzgünlük, ölçülülük ve intizam bu hakikatı göstermektedir.

İşte tesbih ederiz o zatı ki, her şeyin sayı ve adedini hesaplamış ve her şeyi ilmiyle ihata etmiştir.

24. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Gayet şefkatkârane olan terbiye içindeki, telkih ve tevellüd kanunu, en büyük eşyadan en küçük şeylere kadar nüfuz ve sirayet eden iki vazife-i umumiyedirler. Bu iki vazifeyi görenlerin peşin olarak mükâfat-ı âcileleri de, o vazifenin içine tevdi edilmiş olan has lezzettir.

Evet, Cenab-ı Muhsin-i Kerim'in cûd-u mutlakının umumiyeti içinde izdivac eden bütün eşya, bilmüşahede bu iki vazifenin ifasına gayet şedid bir şevk ile koşuşmaları delildir ki: Nebatat, eşcar ve ma'adin de hattâ camidatın dahi, bu nimet ve lezzetten kendilerine münasib olacak bir surette hissedardırlar. İşte bu dünyadaki fıtrî vazifelere mukabil bu derece mükâfat ile rahmet ve adaletin müraatı, hem

وَسِعَتْ رَحْمَتِي كُلَّ شَيْءٍ

nin sırrı ve bunu te'yid eden hayvanatın haşirde mükâfat ve kısasları hakkında vürûd eden çok ehadîsin rivayetleri; hayvanatın ruhlarının baki kalacağına ve bu dünyada kemal-i itaatla imtisal ettikleri vazifelerine mukabil mükâfatlanacaklarına işaret ederler.

Amma haşirden sonra hayvanatın toprağa inkılab edileceklerine dair olan rivayet ise, sadece cesedleri hakkındadır. Ancak bu kadar var ki; Kur'an'da mezkûr olan naka-i Salih (A.S.) ve kebş-i İsmail (A.S.) ve kelb-i Ashab-ı Kehf ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve nemli gibi (ruh ve cesediyle cennette bakî kalacak hayvanlar misillü) bütün hayvanat nevilerinin ervahı müctemi'an veya ferden ferden her neviden bunlar gibi birer şahs-ı mübarekin cesedinde toplanmaları caizdir.

25. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey bu dünya hayatında beka-i vücuduna hırslı Said-i miskin! Bil ki: Senin burnunun rağmına olarak vücudun fenada yuvarlanmakta, ancak Cenab-ı Baki-i Zülcelal'in yolunda sarfedilip onun ibkasıyla beka bulandan başka...

Hem senin şu vücud ve ömrün zevale koşmakta, ancak Cenab-ı Hak Teala'nın cihet-i Sübhaniyesine teveccüh edenden maada...

Hem dahi hayatın sönmeye yüz tutmuş, ancak O'nun yolunda ifna ettiğinden gayrı...

İşte madem bu iş böyledir, sen de bağır ve de ki: Beka-i vücud için benim vekilim ancak Malik-i Baki olan Allah'tır, o bana kâfidir.

Hem lezzet-i beka için, benim baki bir mabudum olduğuna olan ilmim bana kâfidir.

Hem gaye-i beka ve neticesi noktasından, benim baki bir Rabbim olduğuna olan marifetim bana yeter.

Hem beka ve kemali noktasından, onun benim baki bir mûcidim olduğuna olan imanım bana kâfi ve vâfidir.

Hem vücud ve varlık hususunda, benim bir Vâcib-ül Vücud'un eseri olmaklığım bana kâfidir.

Hem kıymet-i vücud noktasından, yer ve göklerin Hâlıkı olan bir zatın san'atı olduğumu bilmekliğim bana yeter.

Hem vücudun netice ve gayesi cihetinden benim; semayı misbahlarla, zemini çiçeklerle donatıp süslendiren bir zatın sıbgatı olduğuma olan ilmim bana kâfidir.

Hem lezzet-i vücud noktasından, benim o Zat-ı Kerim'in masnuu ve mahluku olduğuma ve o ise benim Rabbim ve Mûcidim olduğuna olan ilmim bana yeter, kâfidir.

Hem hayat ve yaşamak cihetinden, benim bir Hâlık-ı Mevt ve Hayat'ın tecelliyat-ı esmasına olan mazhariyetim bana kâfidir.

Hem hayattan ve onun hukuk ve gayeleri noktasından, benim Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın tecelliyat-ı esmasının garaib-i âsârını herkesin başı üstünde izhar etmem ve zevil-idrâk olan kâinat kardeşlerimin arasında teşhir etmem ve vücudumun sırr-ı camiiyeti ile âlem çarşısında onları ilan etmem bana yeter.

Ve keza hayatımın gayesi hususunda da, benim bir Fâtır-ı Hakîm'in esma-i hüsnasının âsâr-ı tecelliyatına bir enmuzec ve bir fihriste olmaklığım bana kâfidir.

Hem hayattan ve onun kemali cihetinden, benim kendi lisan-ı ahvalimle; semavat onun emriyle duran ve küre-i arz onun izniyle istikrar bulan Zat-ı Zülcelal'in tecelliyat-ı esmasını izhar etmekliğim bana yeter.

Hem lezzet-i hayat noktasından, benim o Zat-ı Zülcelal-i Ve-l İkram'ın bir memlûkü ve masnuu ve mahluku ve abdi ve her cihette onun fakiri olduğuma olan ilmim; ve o ise benim Rabbim ve Fatırım ve Malikim ve bana merhametler ve in'amlar yapan bir Zat-ı Kerim olduğuna olan yakînim, bana kâfi ve vâfidir.

Hem kemal, yücelik, mecd ve şeref cihetinden, Allah'a olan imanım bana kâfidir, lâyetenahîdir.

Hem her şeye bedel Allah bana kâfi ve vâfi ve şâfidir. Âmenna.

26. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Tevhidde ve eşyayı bir Zat-ı Vâhid'e isnad etmekte, vücub ve zaruret derecesinde nihayetsiz bir kolaylık içinde kolaylık olduğu gibi; son derece gâlî bir kıymet ve paha biçilmez bir değerdir.

Amma şirkte ve masnuatı kesrete isnad etmekte, imtina' derecesinde bir suubet üstüne suubet olduğu gibi; bu kitabın çevrilmiş sahifelerinde defalarca zikredildiği gibi, masnuatın kıymetlerini iskat ve nihayet derece aşağı derekelere tenzil etmektir.

Yahu görmez misin ki; bir askerin elindeki işler, emirler padişaha nisbet edilmesiyle, ne kadar azamet kesbediyor. Ve sultanın emrinde olan o asker, onunla hâs bir izzet peyda ediyor. Hem onun padişahı namına olan kelâmı, kıymet ve ehemmiyetçe ne derece nafiz ve gâlî oluyor. Hem o asker için bütün levazımat-ı hayatiyesini padişahın hazine ve makinelerinden tedarik etmesi, ne mertebe kemal-i sühuletle müyesser oluyor.

Fakat bak, o askerin padişahla olan rabıtası bir isyan neticesinde koptuğu an, nasıl mezkûr kuvvet ve kıymetlerden başaşağı düşüp hebaen mensura gidiyor gör!

27. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Menfaat gibi zarar dahi, doğrudan doğruya Cenab-ı Hak'tandır. Ve keza hayır gibi şer de, O'ndandır. Hem hayat gibi ölüm dahi doğrudan doğruya O'nun kudret ve kaderi iledir. Zira bir şeyin ölümüyle beraber, o şeyin başka bir hayatı başlıyor. Yahut mevt, o ikinci hayatın bir mebdeidir, yahut da o hayatın tâ kendisidir. Keza şerler ve zararlar da ondandır.

28. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanın ruhunda iki vech ile gayr-ı mütenahî lezzetlere ve hem gayr-ı mahsur elemlere kabiliyet vardır.

Birisi: Mahiyetinin câmiiyeti ve cihazatının hadsiz kesretli ciheti. Diğeri: Evladının ve kardeşlerinin ve ebna-i nev' veya cinsinin, yahut da ihvanı olan kâinatın sair eczalarının tena'um veya teellümleriyle mütelezziz veya müteellim olması cihet ve keyfiyetidir.

29. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ki! Ben kat'iyyen müşahede ettim ki; nisyan-ı nefs ile kendini unutmaklık içerisindeki hal ile eşyaya edilen nazar, hakaikı tersine çevirir. Suya bakıldığında, nasıl manevî ve misalî eşyayı sana ma'kus ve ters gösterdiği gibi... Hal böyle iken, sen cehalet yapıp, kendini bilir ve âlim itikad etmektesin.

30. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey birader, bilmiş ol ki! Kur'anın bazı eczasının tekrarını iktiza eden şey, zikir ve duaların mukteza-yı tekrarlarıdır. Çünkü Kur'an, bir kitab-ı hakikat ve şeriat.. hem bir kitab-ı marifet ve hikmet olduğu gibi, aynı zamanda bir kitab-ı zikir ve dua ve davettir. Zikir ise terdad edilir, dua tekrar edilir, davet dahi tekrar ile te'kid edilir.

31. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'anın ulviyyet ve yüceliğinin meziyetlerindendir ki; kesretin mebhasları ardından hemen vahdetin tezkirlerini dercetmesi; ve tafsilden hemen sonra, icmal eylemesi; ve cüz'iyatın müteradif bahislerini rububiyet-i mutlakanın desatiriyle birleştirmesini; ve her şeye âmm ve şamil olan sıfat-ı kemaliyenin nevamisini, âyetlerin sonlarında neticeler ve illetler gibi olan fezlekelerin zikri ile zabtetmesini irad etmesidir. Bu ise, tâ ki, sami'in zihni, o mezkûr kevnî olan cüz'-ü cüz'î içinde tegalgul edip, uluhiyet-i mutlakanın azamet-i mertebesini unutarak; azamet, heybet ve kibriya maliki olan Ma'bud-u Mutlak'a karşı ubudiyet-i fikriye âdâbının levazımını ihlal etmesin. Hem tâ, onunla senin zihnin o cüz'-ü cüz'îden nazarını çekip, emsal ve benzerlerine gitmek üzere inbisat peyda etsin. Hem tâ ki Kur'an, bu tarz-ı üslûbuyla umum cüz'î olan şeylerde bile, -velev hakir ve zail olsun- Sultan-ı Ezel ve Ebed'in marifetine, hem Zat-ı Ehad ve Samed'in cilve-i esmasının şuhuduna açık bir yol, müstakim bir cadde, parlak bir delil bulunduğunu sana gösterip tefhim ettirsin.

Evet, Kur'anın bu tarz-ı üslûbu cihetindeki meseli şöyledir ki: Bir adam, içinde güneşin bir timsalciği bulunan bir katreyi veyahut şemsin ziyasının renkleri içinde bulunan bir çiçeği sana gösterdikten sonra, hemen bilâ-mühlet gündüz ortasındaki güneşi sana irae etmek üzere başını kaldırtıp ona diktirir. Tâ ki, o cüz'î katre ve çiçekteki güneşçiğin timsaline nazarın saplanıp da, sana hal kesb-i müşevveşiyet etmesiyle, güneş senin zihninde küçülüp te, sen onun levazım-ı azametinin inkârına gitmeyesin.

Meselâ, Sure-i Yusuf'ta bir emr-i cüz'înin bahsi arkasında

وَ فَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ

der.

Hem Sure-i Hacc'da

مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهِ الٓخ

ve Sure-i Nur'da

وَ اِذَا بَلَغَ الْاَطْفَالُ

dan tâ

وَاللّٰهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

e kadar.. hem Sure-i Ankebut'ta

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ

den tâ

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

e kadar.. ve emsali âyetler mezkûr davamızı te'kid etmektedirler.

32. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Evliyaların himmet ve mededleri ve ifazalarla manevî fiilleri ancak halî veya fiilî bir çeşit duadırlar. Hâdî ancak Allah olduğu için, Mugis ve Muîn de yalnız odur.

Bana, bu hususta bir şey telemmu' ile ışıklanıp görünüyorsa da, lakin vazıhan tam teşahhus etmiş değildir. İşte o şey ise, İnsanda bir latife ve bir halet vardır ki; insan o latifenin lisanıyla dua ettiği vakit -velev o insan fâsık dahi olsun- mutlaka makbul oluyor.

Evet, o öyle bir latifedir ki, hadîs-i şerifte

اِذَا اَقْسَمَتْ عَلَي اللّٰهِ لَاَبَرَّهَا

Yani: O latife, Allah'a yemin ettiği zaman, (Yani bir şeyi ondan istediği vakit) Allah onun yeminini doğruluyor, yani dilediğini kabul ediyor.

33. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey maziyi teyakkun ile şeksiz kabul edip, âtî hakkında şek eden adam! Hayalen nefsinle iki asır evveline git. Ve kendini şecere-i nesebin ortasında duran bir dedenin yerinde farzet! Sonra da mazide mevcud olan kendi ecdadına bak! Ve sonra senden teselsül edip sana doğru gelmekte ve mümkinat-ı istikbaliye olan kendi evladına nazar et! Acaba bu her iki cenah ortasında bir tefavüt görecek misin? Hâyır! ne intizamda, ne de tesadüfün vücudunu vehimlendirecek bir şeyde tefavüt görmeyeceksin. Belki birinci cenah, nasıl ki bir ilim ve ittikan ile masnu' olup Sanii onu gördüğü gibi, ikinci cenah dahi, vücuda gelmezden evvel Saniinin meşhudu olup, onu da san'atkârane icad edeceğinde şübhe yoktur.

Ve binaenaleyh cedlerinin diriltilip iade edilmesi, evladının icadından daha garib değildir. Belki bu, ondan daha ehvendir. Bu hakikata işareten Cenab-ı Hak, Kur'an'da azamet ve izzetiyle ferman etmiş:

وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ

Yani bu, ondan daha çok ona kolaydır.

İşte bu küçücük cüz'î misale, küll ve küllî işleri kıyas et. Tâ ki mazideki vukuatın birer mu'cize olduğunu gördüğün gibi; elbette bunları halkeden Sani, mümkinat-ı istikbaliyeye de kadir ve istikbalin bütün tafsilatına alim ve onun her tarafını muhit ve basir bulunduğunu şehadet ettiğini anlayıp bilesin!..

Evet, bostan-ı kâinatta olan şu mevcudat-ı celiyye ve bu ecram-ı ulviye; onları halkeden Hallak'ın her şeye kadir, her şeye alim olduğuna şehadet eden ve onu ilan eden birer mu'cize olduğu gibi; öyle de, küre-i arz bahçesinde serpilmiş şu rengârenk çiçekli nebatat da ve her tarafına yayılmış şu mütenevvi süslü hayvanat dahi, her şeye kadir ve her şeyi her şeyiyle bilen Sani'lerinin vücuduna en yüksek sada ile şehadetlerini ilan eden birer havarık-ı san'attırlar. Ve elbette böyle, bir Hallak ve Saniin kudretine nisbeten zerrat ile şümûs ve bir ağacın semerelerini neşretmek ile, bütün ebna-i beşeri haşretmek mütesavidir.

Evet, bir ağacın, ince ve dakik olan dalları üstünde neşredilip yayılan çiçeklerini inşa etmesinden, nev'-i insanın ebna-yı cinsini, birbirinden ayrılmış ve toprak olmuş olan kemiklerinin üstünde inşa etmekten daha kolay değildir.

34. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Birçok nimetler vardır ki, -ağaçtan semerin çıkması gibi- bütün kâinattan ince bir nizam, dakik bir mizan ile sıkıştırılıp sağılan birer katre gibidir.

İşte madem ki o nimet, birbirinden nihayet derece uzak olan kâinatın bütün eczalarından hakikat olarak sağılmış bir katre gibidir. O Halde, elbette o nimetin mün'imi, öyle bir zat olabilir ki; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olup, istediği şekilde sıkar ve ondan baran-ı nimetini ibadına inzal buyurur. Ki zâhir ve hak ve gözle görünen de budur. Öyleyse o, öyle bir Mün'imdir ki, onun hazineleri kâf ü nun arasındadır. O halde, o nimet, öyle bir zattan olabilir ki, 'Kün' emrini kâinata bir masdar yapmış ve yapıyor da... Şu halde, nimet de şükran da yalnız ona mahsustur.

35. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm'in pek kesretlice ihya-yı arzı zikretmesiyle; ve beşerin enzarını mütemadiyen toprağa celbetmesiyle, onun feyzinden kalbime şöyle bir nükte ifaza edilmiştir ki; şu küre-i arz, âlemin kalbidir. Toprak dahi, arzın kalbidir. Hem maksuda giden yolların en akrebi; tevazu, mahviyet ve fena kapısından geçerek toprağın içinde giden yoldur. Belki toprak; en yüksek semavattan, Hâlık-ı Semavat'a daha yakındır. Çünkü toprağın üstünde rububiyetin tecellisi; ve içinde kudretin faaliyeti, ve mütemadiyen ondan Hallakiyetin zuhur etmesi; ve Hayy ve Kayyum isimlerinin cilvelerine daimî mazhar olması cihetinden ve hakeza, bu gibi noktalarda kâinattan hiçbir şey toprağa müsavi ve müşabih görünmüyor.

Evet, nasıl ki rahmetin arşı su üstündedir. Kezalik, hayat ve ihya arşı dahi toprak üstündedir. Toprak ise, aynaların en camii ve en etemmidir.

Evet, zira kesifin aynası ne kadar latif ve parlak olursa, o derece sana kesifin suretini vazıh ve zâhir ve etemm bir surette irae eder. Lakin latif ve nuranî bir şeyin mir'atı, ne kadar çok kesif olursa, o mertebe onun üzerinde esmanın tecellisi etemm olur.

Görmüyor musun ki; hava, güneşin feyzinden yalnız zaif bir ziyayı alabilmektedir. Su dahi, her ne kadar güneşi ziyasıyla birlikte sana gösteriyorsa da, fakat onun elvan-ı seb'asını tam tafsili ile ayrı ayrı göstermiyor. Halbuki bak, toprak kendi çiçeklerinin rengârenk levnleriyle, güneşin içinde mündemic olan elvan-ı seb'asını ve bütün mürekkebatını tafsilatıyla göstermektedir.

Maahaza, şu güneş ise, bütün nurları ve şuaatıyla birlikte, Şems-i Ezelî'nin nuruna nisbetle ancak kesif bir katre-i mütelemmiadır bil!

Evet, baharda toprağın hadsiz ve adedsiz latif çiçeklerle ve nihayet derece güzel ve cemil hayvanat ile süslenip bezenmesi vaziyetiyle, o Şems-i Ezel'in kemal-i rububiyetini nida edip ilan ettiği göz ile görülmektedir. İşte o çiçeklerden yalnız bir tanesi olan Türkçe "Hercaî menekşe" denilen şu çiçeğe bak, gör ki: Bir Sani-i Hakîm'in dest-i kudreti; o çiçek, bir tanecik iken, onun renklendirilmesi ve süslendirilmesinde nasıl tasarruf ediyor, gör! Lakin o çiçek, bir tek çiçek olmakla beraber, yalnız bir tane olarak zuhura gelip, sana karşı tebessüm ederek arz-ı didar ediyor değil, belki yirmi suret içerisinde abûs çehresiyle abüs sana karşı nazlanmaktadır.

İşte tesbih ederiz o zatı ki; kendi zat-ı uluhiyetini bize latif san'atlarıyla tanıttırdığı gibi, halaik u mahlukat dahi onun topraktaki acaib-i tasarrufunun kudretini bize tarif etmektedir. İşte bu sırra remzeden bu gelen hadîs-i şeriftir ki; ferman buyurmuş:

اَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ

Mana-yı şerifi: Yani, abdin hal-i secdedeki anı, Rabbisine en yakın halidir.

İşte ey nefis! Madem bu iş böyledir, topraktan ve toprağın içine gitmeklikten tevahhuş etme. Hem kabirden ve kabrin içinde durmaktan dehşetlenme!

36. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bazan benim aklım, seyr-i manevî de kalbimle refakat eder. Kalb ise, kendi zevk-i meşhudunu alır, aklın eline veriyor. Akıl dahi kendi âdeti üzerine onu bürhan-ı temsilî suretinde ibraz eder.

İşte o hakikatlardan birkaç tanesi bunlardır:

1- Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki her şeyden nihayetsiz uzaktır. Aynı zamanda her şeye son derece yakındır.

2- Hem bâtınların bâtınında olduğu gibi, fevklerin de en fevkindedir.

3- Hem hiçbir şeyin ve yerin içinde dâhil olmadığı halde, hiçbir şeyin haricinde de değildir.

Şimdi, bu hakaikın müberhen temsilatlarına bakmak istersen; küre-i arzın sathında serpilmiş olan Cenab-ı Rahim-i Mutlak'ın âsâr-ı rahmetine bak! Hem sahaif-i arz dairelerinde menşur olan Cenab-ı Kadir-i Hakîm'in mu'cizat-ı kudretine dikkatle temaşa et!. Tâ onların satırları arasından bu sırrın telemmu'-saz olduğunu müşahede edesin.

İşte meselâ, birbirinden pek çok uzak ayrı ayrı iki mekânda, bir tek anda bulunan iki zerrenin, yahut iki çiçeğin veya iki semerenin veyahut iki arının Sanii için, yani o iki aynı sun' ve îcad için, elbette o iki şeyin arasındaki uzaklıktan daha ziyade onlardan uzak olması lâzımdır. Meselâ, diyelim; o iki şeyden birinin mekânı küre-i arz; diğerininki de medar-ı arzdır. İşte o zaman, o iki şeyin arasına en azîm bir kavsin tahallülüyle beraber, bunların gözle görünen halleri itibariyle zaruri olarak tam bir müsavat üzere sani'lerine mukabil gelebilmeleri için, Saniin onlardan hadsiz derece uzak olması lâzımdır. Bu ise zâhir vecihte ve mülk canibindeki vaziyettir.

Amma bâtın vechinde ve melekût cihetinde ise, icad-ı eşyada olan itkan-ı mutlak içindeki cûd-u mutlakla beraber, kemal-i sühulet ve sür'atla -görünen keyfiyet olmaksızın - mütesavi bir şekilde sani'lerine mukabil gelmeleri için, Fâtırlarının onlara nihayet derece yakın olması lâzımdır. Hemde bu yakınlık, nokta-i merkeziye etrafındaki devair-i mütedahile noktalarının merkeze nisbetle tefavütlerinin nisbetinden gelen bir yakınlık gibi değildir. Çünkü her şeyi nihayet derece ittikan-ı san'at üzere icad eden ve her şeyi en güzel bir şekilde halkeden Mûcid-i Zülcelal'e nisbeten, eşyanın hiçbir tefavütü olmaz ve yoktur.

Neam, bu sır ise, ancak daire-i vücûb ve tecerrüdün hasaisinden olabilir.. Ve ıtlak hakikatının hasiyetlerinden gelebilir.. Ve vahdet içindeki tecelli-i ehadiyetin hususiyatından çıkabilir.. Ve fâil-i aslînin münfail-i zıllîye karşı mübayenet-i mahiyetinin levazımından sudûr edebilir.

Şimdi bu hakikata bir misal getirelim: Meselâ

وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي

nasıl ki güneşin zatı, aynalar ve çiçeklerdeki timsallerine hadsiz bir yakınlığı vardır. Çünkü onun zatı, o timsallerin kayyumudur. Ve hem onların en yakınları ve bitişik komşularından bile, belki hatta onların nefislerinden dahi daha ziyade onlara yakındır. Hem aynı zamanda, güneşin o gölge mesabesindeki aynalardan hadsiz derece bir uzaklığı da vardır. Zira senin aynanda olan zıll ile, asıl arasındaki mesafelerin kat'ı, ne müyesser olur, ne de mümkün olabilir.

İşte takdis ederiz o zatı ki, Zat-ı Mukaddes-i Zülcelal'i şebihlerden, benzerlerden takaddüs ettiği gibi; sıfatları dahi emsallere müşabehetten tenezzüh etmiştir.

37. Parça[değiştir]

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

اَللّٰهُمَّ يَا عَدْلُ يَاحَكَم يَا عَلِيمُ يَا حَكِيمُ اِنَّهُ لَيْسَ فِي الرِّيَاحِ مَرَّةٌ وَلَا فِي السَّحَابِ قَطْرَةٌ وَلَا فِي الرُّعُودِ زَجْرَةٌ وَلَا فِي الْبُرُوقِ لَمْعَةٌ وَلَا فِي الرِّيَاضِ زَهْرَةٌ وَلَا فِي الْجِنَانِ ثَمَرَةٌ وَلَا فِي الْهَوَاءِ نَحْلَةٌ وَلَا فِي النَّبَاةِ صِبْغَةٌ وَلَا فِي الْحَيْوَانِ صَنْعَةٌ وَلَا فِي الْوُجُودِ زِينَةٌ وَلَا فِي الْكَوْنِ ذَرَّ ةٌ وَلَا فِي الْخَلْقِ نِظَامٌ وَلَا فِي الْفِطْرَةِ مِيزَانٌ وَلَا فِي الْعَرْشِ شَيْءٌ وَلَا فِي الْكُرْسِيِّ شَاْنٌ وَلَا فِي السَّمَاءِ نَجْمٌ وَلَا فِي الْاَرْضِ آيَةٌ اِلَّا وَهِيَ لَكَ اَدِلَّةٌ شَهِدَةْ، وَآيَاةٌ تَشْهَدُ عَلَي اَنَّكَ وَاجِبٌ وَاحِدٌ اَحَدٌ صَمَدٌ وَبَرَاهِينُ نَيِّرَةٌ شَاهِدَاةٌ اَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ وَاَنْتَ عَلَّا مُ الْغُيُوبِ مُخْرِجُ الْحُبُوبِ مُسَخِّرُ الْقُلُوبِ جَمِيعُ الْخَلْقِ مَقْهُورُونَ تَحْتَ قُدْرَتِكَ، قُلُوبُهُمْ فِي قَبْضَتِكَ نَوَاصِيهِمْ بِيَدِكَ مَقَالِيدُهُمْ لَدَيْكَ لَاتَتَحَرَّكُ ذَرَّةٌ اِلَّا بِاِذْنِك يَا اِلٰهَ الْاَوَّلِينَ وَالْاٰخِرِينَ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ وَاِبْرَاهِيمَ وَجَبْرَائِيلَ وَمِيكَائِيلَ عَلَيْهِمُ السَّلَامُ ٭ اَسْئَلُكَ بِاِسْمِكَ الْعَظِيمِ وَبِنُورِ وَجْهِكَ الْكَرِيمِ وَبِدِينِكَ الْقَوِيمِ وَبِصِرَاطِكَ الْمُسْتَقِيمِ وَ بِالسَّبْعِ الْمَثَانِى وَ بِالْقُرْاٰنِ الْعَظِيمِ وَبِاَلْفِ اَلْفِ قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ وَبِاَلْفِ اَلْفِ فَاتِحَةِ الْكِتَابِ وَبِاَسْمَاءِكَ الْحُسْنَي وَبِاِسْمِكَ الْاَعْظَمِ وَبِالْحَجَرِ الْاَسْوَدِ وَبِبَيْتِكَ الْمُكَرَّمِ وَبِلَيْلَةِ الْقَدْرِ وَبِرَمَضَانَالْمُعَظَّمِ وَبِاَنْبِيَاءِكَ الْمُكَرَّمِينَ وَبِحَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَسَلَّمَ اَنْ تَرْحَمَ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ وَاشْرَحْ صُدُورَهُمْ ِلْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلَامِ وَسَلِّمْنَا مِنْ شَرِّ الْمَلَاحِدَةِ وَسَلِّمْ دِينَنَا وَنَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْآنِ وَعَظِّمْ شَرِيعَةَ اْلاِسْلَامِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

(Binler bârekâllah, mâşâallah ve veffakakümüllah)[3]

Önceki Risale: 5. DersMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Şulenin Zeyli: Sonraki Risale

  1. Bu tercüme üstteki Arapça temcid ve tesbihin bizzat tercümesi değil, belki "Evet" ile başlayan ve üsttekinin izahları makamında olan aslının Arabîsindeki uzun tesbihin tercümesidir. Dört sahifeye yakın olan bu tercümeyi; Arabî asılda bir cümle halinde olduğundan, yine bir cümle ile bağlamaya mecbur oldum. Başka türlü yapamadım, kari'lerden özür dilerim. (Mütercim)
  2. Bu kelime ve müteakib cümleler, mantıkî ıstılahlar olduğundan izah ile yazılsaydı uzayacaktı. (Mütercim)
  3. Bu cümle-i istihsankârane-i muvaffakiyetcûyaneyi, Hazret-i Üstad (R.A.), Arabî Mesnevî'nin ilk tasnif ve teksirinde Şu'le Risalesi'nin hitamında kendi mübarek hatt-ı şerifiyle yazmıştır. Biz de aynısını şu kitaba yazmayı Hazret-i Üstad'ın duasına mazhar olmak emeliyle uygun bulduk. (Mütercim)