Gök Gürültüsü
İlgili diğer maddeler için Ra'd (Tavzih) sayfasına gidin
Gök Gürültüsü veya Ra'd Cenab-ı Allah'ın bulutlar arasındaki şimşek çıkarken yarattığı sestir. Şimşeğin uzaklığına ve yapısına bağlı olarak uzun ve alçak bir uğultudan ani ve yüksek bir çatlamaya kadar değişebilir. Şimşeğin neden olduğu ani sıcaklık artışı ve dolayısıyla basınç, şimşek çakmasının yolundaki havanın hızla genişlemesine neden olur. Buna karşılık, havanın bu genişlemesi sırasında Allah'ın bir kanunu olarak genellikle "gök gürültüsü" olarak adlandırılan bir ses şoku dalgası ortaya çıkar.[1] Gök gürültüsüyle beraber ortaya çıktığından ra'd ifadesi bazen şimşek ve yıldırım için de kullanılır; bu maddede sadece gök gürültüsü ele alınmıştır.
Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti[değiştir]
- Melek-i Ra'd (Gök gürültüsü meleği) gök gürültüsüne müekkel melektir ve onun tesbihatını şuurlu şekilde temsil eder.
- Haşirdeki dirilmenin numunesi olarak baharda mahlukatın dirilmesini gösteren Bediüzzaman Ra'd (gökgürültüsü) meleğinin yağmura bağırmasını Hz. İsrafil'in sura üflemesine benzetir.
- Cenab-ı Allah şimşeği ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan gök gürültüsünü çok acayip işlerde çalıştırır. Bu ikisi hem Ra'd 13 ve Nur 43 ayetlerini maddeten tefsir ederler hem de yağmurun gelmesini haber verip muhtaçlara müjde ederler ve başı boş olmayıp Allah tarafından istihdam olunduklarını ihtar ederler.
- Bediüzzaman hüve nüktesinde fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde havanın düzenini ve vazifelerini hiç bozmamasını tevhide bir delil olarak izah eder.
- Bediüzzaman İşaratül İ'caz tefsirinde içinde "gök gürültüsü" ifadesi geçen Bakara suresinin 19. ayetini tefsir etmiştir.
- Bediüzzaman eserlerinde çıkardığı yüksek ses nedeniyle mecazi olarak gök gürültüsü ifadesi kullanmıştır. Mesela hayatı yaratıp canlıların en cüzi ihtiyacını karşılayıp en gizli sesini duyan Allah'ın kullarının en güçlü beka duasını işitmemesinin imkansızlığını sivrisineğin sesini işitip gök gürültüsünü işitmemeye benzetmiştir.
Diğer İsimleri[değiştir]
Ra'd (çoğulu ra'dat)
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Yağmuru Müjdeyelen Gök Görültüsü[değiştir]
Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı (gök gürültüsü) dinler, görür ki pek acib ve garib hizmetlerde çalıştırılıyorlar.
...
Sonra ra’dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acibe-i cevviye tam tamına وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهٖ ve يَكَادُ سَنَا بَرْقِهٖ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِ âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip muhtaçlara müjde ediyorlar.
Evet hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nâr ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvari pamuk-misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor: “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar.” diye ihtar ediyorlar.
(7. Şua)
Ey Kādir-i Mutlak!
Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar, senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârları ve yağmurlarıyla, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.
Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz.
Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.
Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi lisan-ı kāl ile konuşarak seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.
Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi cevvi, âdeta bir hikmete binaen “levh-i mahv ve ispat” ve “yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, senin vüs’at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.
Ey Mutasarrıf-ı Faal ve ey Feyyaz-ı Müteâl!
Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra’d, rüzgâr, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber; birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.
Hem koca fezayı mahşer-i acayip yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve her bir şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün mahlukatına cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şeye yetişmelerine delâlet eder.
Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faydalarda istimal olunur ki her şeye ihata eden bir ilim ve her şeye şâmil bir hikmet olmazsa o istimal, o istihdam olamaz.
Ey Fa’alün limâ yürîd!
Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir numune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.
Ey Kadîr-i Zülcelal!
Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile senin kuvvet ve kudretinle musahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet süratli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.
(Münacat)
هُوَ nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, her bir parçası hattâ her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizam ile taşıdığını hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp, hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çıktığı ve o her zerre ve her parçacık, bu acib vazifeleri görmekle beraber kemal-i serbestiyet ile cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor. Ben aynelyakîn müşahede ettim.
Demek, ya her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.
Evet, nasıl ki sema güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla, onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve ra’d ve katrelerin kelimatıyla onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebatat ve mevcudat denilen hayattar kelimatıyla Hâlık-ı Zülcelal’ini tesbih ve tevhid etmekle beraber, her bir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimatıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de en küçük mahluk, en cüz’î bir masnû, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esma-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yı Zülcelal’i tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder.
(25. Söz)
sırrınca Sâni’-i Zülcelal, semavatın ecramına o kadar hikmetler, manalar takmış ki güya celal ve cemalini ifade etmek için semavatı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle söylettirdiği gibi; cevv-i semada dahi olan mevcudata öyle hikmetler ve manalar ve maksatlar takmış ki güya o cevv-i semayı berkler, şimşekler, ra’dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor. Ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmetini ders veriyor.
(33. Söz)
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz…
Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.
Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”
(Lemeat)
Aynen bunun gibi ﻣِﻦْ ﺟِﺒَﺎﻝٍ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣِﻦْ ﺑَﺮَﺩٍ bir istiare-i bedîa ondan takattur ediyor. O istiarenin zemini ise zemin ve âsuman mabeyninde hükm-ü hayal ile tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraası şöyledir ki zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besatiniyle süslendiği gibi güya ona rekabeten ve inaden âsuman dahi cibal ve besatini andıran rengârenk ile teşekkül eden ve dağlara nazireler yapmak için parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar, sefineler veyahut dağlar veyahut develer veyahut bostan ve derelerdir denilse teşbihte hata edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin çobanı ra’ddır. Kamçı gibi berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O musahhar sâbihalar ise o bahr-i muhit-i havaîde seyr ü cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. Güya sema, su buharının zerratını ra’d ile silah başına davet ettiği gibi “Rahat olun!” emriyle herkes yerine gider, gizlenir.
Ve ey cevv-i hava tabakatının ra'dları, berkleri, rüzgârları, bulutları, şahabları ve yağmurlarının ağızlarıyla; lem'a ve katrelerinin kelimeleriyle; gayât ve semeratındaki ölçülü vaziyetleri içindeki nizamlarının lisanıyla seni tesbih ve takdis eden Faal-i Hallâk!
(Şule (Mesnevi-i N. (Badıllı)))
Gök Görültüsü ve Melek-i Ra'd[değiştir]
Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrafilvari melek-i ra’d; baharda nefh-i sûr nevinden yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz’in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm’den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki onların o hareketlerinde bir şuur, bir basîret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor.
Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silah başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi aynen öyle de bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatinde koca semavat ve küre-i arz, Sultan-ı Ezelî’nin askerlerine iki mutî kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhal ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra’dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve elbette ve her halde ve hiç şüphe getirmez ki:
(11. Şuâ)
Kur’an-ı Hakîm’in tilmizleri ise bunlara mukabele edip derler ki: “Ey dalalete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı kaldırmak çaresi varsa dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsiniz. Yoksa susunuz… Zira ölüm, acz, zeval, fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye; yüksek sadâlarıyla dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.
فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا
وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ
âyetlerini kıraat ediyorlar ve beşerin başında dört beş cihette, her biri birer melek-i ra’d gibi na’ralarıyla beşeri ikaz edip Kur’an’a davet ederlerken sizin vesveseleriniz bunlara nisbeten sivrisinek sadâsı gibi kalır.”
Aziz kardeşlerim!
Size iki pusulayı Leyle-i Regaibden altı saat evvel yazdım. “Hizbü’n-Nuriye” kâğıt ile teslimden sonra, kat’iyen benim kanaatimde bir nevi mu’cize-i Ahmediye olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duaların akîm kaldığı ve herkes meyusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaib –bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği– üç saatte yüz defa, belki fazla tekrar ile melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki en muannide dahi Leyle-i Regaibin kudsiyetini ve Hazret-i Risalet’in bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten li’l-âlemîn olduğunu ispat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi. Acaba dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda hissesi var mı, merak ediyorum.
Şimdiye kadar çok emarelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet olmasından bu rahmet îma eder ki her halde ehemmiyetli bir fütuhatı perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir. Hem burada Lem’alar’ın verdiği iştiyak cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşâallah bir nevi makbul dua hükmüne geçti.
Kat’iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur’un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat memnun olup cevv-i sema, feza-yı âlem alkışlıyor ki üç dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi. Ve Denizli’de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine Leyle-i Mi’racda aynen Risale-i Nur’un bir rahmet olduğuna işareten Leyle-i Regaibe tevafuk ederek kesretli melek-i ra’dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağı’nda gelmesi, o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra demek Denizli’de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen Leyle-i Mi’raca ve Leyle-i Regaibe tevafuk ederek aynen onlar gibi cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi o tevafuklarıyla kat’î kanaat verdi ki Risale-i Nur’un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir itiraz olduğu gibi bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç cuma gecesinde –biri Leyle-i Regaib, biri Leyle-i Mi’rac, biri de şaban-ı muazzamın birinci cuma gecesinde– rahmetin kesretli gelmesi ve Risale-i Nur’un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi; küre-i havaiyenin bir tebriği, bir müjdesidir ve Risale-i Nur’un da manevî bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.
Bakara Suresinin 19. Ayetinin Tefsiri[değiştir]
4. Sual
Sâmi’ yine suale geldi: “Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır?”
Kur’an-ı Kerim buna da cevaben: وَرَعْدٌ diye vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zahirî padişahı olan sema onları felakete, helâkete sevk etmek için çağırıp, bağırıyor. Zira dehşetli bir musibete uğrayan adam, sükûnu içinde kâinatın her tarafından zararlı harekeleri ve sükûtu içinde her taraftan korkunç sayhaları tahayyül ediyor. Maahâzâ ra’d sesini işittiği vakit, onun sayhalarını kendine karşı na’ralar olduğunu zanneder. Zira korkan ve hain bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder.
Sonra ra’d, berk arasında bir refakat-ı zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman ötekisi de velev tufeyli yani, davetsiz olsun zihne gelir. Ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle Kur’an-ı Kerim رَعْدٌ dan sonra وَبَرْقٌ demiş ve tenkiriyle berkin pek garib ve acib olduğuna işaret yapmıştır. Evet berkin çakmasıyla zulümat âlemi ölür, ortadan kaldırılarak adem deryasına atılır. Ve âni olarak berkin ölümüyle de zulümat âlemi dirilir, meydan-ı haşre gelir. Sanki berk, söndüğü zaman âlemi tamamen dumanıyla dolduran hakikati meçhul bir ateştir ki gören adam sathî bir nazar değil, im’an ile dikkati lâzımdır ki kudretin âsâr-ı azametini görsün.
Sonra sâmi’ “Münafıkların şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?” diye kendi kendine düşünmeye başlarken Kur’an-ı Kerim, düşünmesine ihtiyaç bırakmadan يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hattâ boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmakların ucunu değil, parmaklarını tamamen kulaklarına sokuyorlar. Sanki musibetleri, dehşet kırbacıyla onların ellerini vuruyor. Onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıktan kulaklarına sokuyorlar.
Hülâsa: Sâıkanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehane hareketlerden ne oldukları anlaşılır.
5. Sual
Sonra sâmi’in zihnine geldi ki “Acaba bu musibet umumî midir, yoksa onlara mahsustur?” Buna karşı Kur’an-ı Kerim وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِالْكَافِرٖينَ demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfran cezasıdır. Onları bu musibetle tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz’edilen kanun-u İlahîden huruc etmişlerdir.
6. Sual
Sonra sâmi’ “Ra’dın şiddetine mukabil berkin onlara bir faydası olmadı mı?” diye nefsiyle konuşurken Kur’an-ı Kerim يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ cümlesiyle berkin onlara bir faydası değil, bilakis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek şanında bir şiddet göstermektedir, diye sâmi’e cevap vermiştir. Âdeta ra’d kulaklarına, berk de gözlerine ilan-ı husumet etmişlerdir.
Sâmi’ baktı ki ra’d ve berk ve saire gibi kâinat eczası müttefikan onların aleyhinde olup, onları itlaf etmek için birbirine yardım ediyorlar. Buna karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur’an-ı Kerim كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا cümlesiyle onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüz’î bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına fakat zulmet birdenbire istila ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.
7. Sual
Sâmi’ bu vaziyeti görünce suale geldi: “Yahu bu kadar tazipler altında ezilmekten ise birdenbire ölüp gitmeleri veya bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?” sormuştur. Kur’an-ı Kerim وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ cümlesiyle “Onların ölüm ile azaptan, ızdıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur. Bunun için meşiet-i İlahiye onların ölümüne taalluk etmemiştir. Taalluk etse etse gözlerini kör, kulaklarını sağır etmeye taalluk eder. Buna da taalluk etmiyor. Çünkü kanun-u İlahîden hariç kalan bu gibi dürzilerin gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki azapları işitmekten ve ikabları görmekten zevk alsınlar.” diye sâmi’ efendiye cevap vermiştir.
Sonra bu kıssanın ihtiva ettiği azamet ve kudret-i İlahiye ile Cenab-ı Hakk’ın umum kâinatta tasarruf sahibi olduğu ve bilhassa âsâr-ı kudretinden ra’d, berk, sehab mu’cizeleri görünüp sâmi’ce tahakkuk edince “Kâinat, heybetinden bir tecelli ve bu musibetler de gazabının bir kahrı olan zatın kudreti ne kadar büyüktür سُبْحَانَ اللّٰهِ” diye tesbihata başlamıştır. Kur’an-ı Kerim de onu tasdikan اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ demiştir.
Mezkûr âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetler
Evet اَوْ كَصَيِّبٍ deki اَوْ süflî ve gayr-ı süflî münafıkların iki kısma münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin bulunması malûm ve müsellem olduğuna îmadır. Ve keza huruf-u âtıfadan terakkiyi ifade eden بَلْ kelimesinin manasına mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir.
كَصَيِّبٍ deki ك münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey mukadderdir. Zikredilmemesi, lafzın îcaz ve ihtisarı içindir. Lafızdaki îcaz da manayı itnab ve uzatılması içindir. Mananın bu uzatılması da sâmi’in vüs’at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin edebilirse etsin.
Mesela اَوْكَالَّذٖينَ سَافَرُوا فٖى صَحْرَٓاءَ خَالِيَةٍ وَلَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ فَاَصَابَتْهُمْ مُصٖيبَةٌ بِصَيِّبٍ gibi münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, “Münafıklar hâlî bir sahrada, zulmetli bir gecede çıkıp yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir.”
İhtar: Herkesin bildiği مَطَرٌ kelimesine, me’luf olmayan صَيِّبٌ kelimesinin tercihen zikredilmesi, o yağmurun katreleri güya birer musibet olup, onların ruh u canlarına mermi gibi kasden atıldığına işarettir.
Sonra yağmurun çıplak sema cihetinden yağdığı herkesçe malûm olduğu halde مِنَ السَّمَٓاءِ kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani “sema” kaydıyla yapılan tahsis tamim içindir. Evet semanın kaydından anlaşılır ki o yağmur, bütün semanın ufkunu tutmuş, umumî bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer ondan hâlî kaldığı yoktur. Evet وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَٓائِرٍ يَطٖيرُ بِجَنَاحَيْهِ cümlelerinde dahi دَابَّةٍ in فِى الْاَرْضِ ile, طَٓائِرٍ in يَطٖيرُ ilâ âhir ile takyidleri ıtlak ve tamim içindir.
Müfessir unvanını taşıyan bazı adamlar yağmur ve saire gibi yağan şeylerin semanın cirminden yağdığına zehab etmiştir ve kocaman bir denizin de semada bulunduğunu ilâve etmiştir. Onları bu zehaba sevk eden, Kur’an-ı Kerim’in birkaç yerinde مِنَ السَّمَٓاءِ kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki ashab-ı tahkik ve erbab-ı belâgatça en uygun mana, مِنْ ile سَمَٓاءِ arasında جِهَةِ lafzının takdiriyle yağmurların sema cirminden değil, sema cihetinden nâzil olduğuna hükmetmektir.
Maahâzâ sema kelimesinin yukarıda bulunan her şeye ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da sema denilebilir. Ve bulut da sema kelimesinin şümulüne dâhildir.
Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir: Eğer kudret-i İlahiyenin azametine bakılırsa cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlahiyeye bakılırsa yağmurun nüzulü ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüzünü teşkil eden buhar-ı maînin tekâsüfünden husule geliyor.
Zira hikmet-i İlahiye bütün eşyada en güzel bir nizam tesis etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın, kolay, kısa yolları tercih etmeye bakar.
Yağmur meselesi hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:
Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı maînin zerrelerine irade-i İlahiye emrettiği vakit, her taraftan “Lebbeyk” diyerek toplanmaya başlar. Ve bulut şeklinde, irade-i İlahiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlahiyenin emri ile bir kısım zerreler, şiddet-i tazyik ve tekâsüften katrelere inkılab eder. Sonra kanunlar mümessili, nizamat ma’kesleri denilen, o katrelere münasip yaratılan, melaike vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul eder, yere düşerler. Lâkin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için yağan katrelerden boş kalan yerler denizlerden, yerlerden kalkan buharlar ile doldurulur.
İhtar: Semada büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecaz hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet cevv-i hava, denizin rengini andırır. Ve küre-i havaiyede münteşir bahr-ı muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baîd değildir. Fakat mana-yı hakiki ile bakılırsa hatadır.
8. Sual
Sual: وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ Âyet-i kerimenin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı?
Cevap: Bir kelâmın ne belâgata uygun ve ne akla muvafık ve ne mantığa mutabık mana-yı zahirîsine yapışıp, zahirinden ayrılmamak bir cümud ve bir sönüklüktür. Zira cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında قَوَارٖيرَ مِنْ فِضَّةٍ cümlesi bir istiare-i bedîiyeyi tazammun ettiği gibi مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ dahi bir istiare-i bedîiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki:
Cennetin kapları ne şişeden ve ne gümüşten olmadıklarından bu cümlenin mana-yı zahirîsine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplar(a), “Gümüşten yapılmış şişelerdir.” denilemez. Zira her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak قَوَارٖيرَ مِنْ فِضَّةٍ den mana-yı mecaziyle şişenin şeffafiyeti, gümüşün beyazlığı kasdedilmiştir. Yani “O kaplar şişeler gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar.”
Kezalik مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ cümlesi de iki istiareyi tazammun etmiştir. Bu istiareler sâmi’in şairane bir hayaline müessestir. Bu hayal de âlem-i süflî ile âlem-i ulvi arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir.
Yani âlem-i süflî denilen arz, mevasim-i erbaada bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen zînetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir. Âlem-i ulvi olan semavat dahi bilhassa bulutlarıyla pek garib, acib keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar. Âdeta her iki âlem birbirine rekabet ediyorlar.
Bu iki âlem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki:
Arz, sema güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen tuvaletleri yapıp hazırlıklarda bulundukları zaman arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer. Bahar mevsiminde zümrüt gibi yeşil halıları sahralarına serer. Yeşil kürkleri dağlarına giydirir. Başlarına beyaz sarıkları bağlar. Ve bu güzel inkılab ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mu’cizelerini, hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder.
Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için kocaman dağları, tepeleri, dereleri ve saire garib, acib şeylerin şekillerini ve beyaz, siyah, kırmızı gibi boyalar ile boyalanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileriye sürerek nazar-ı hikmete takdim eder.
İşte bu iki âlem arasındaki hayalî müşabehetten dolayı bilhassa yaz mevsimindeki bulutları, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, develerin kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar nazar-ı belâgatta pek güzel görünür.
Binaenaleyh âlem-i ulvi ile âlem-i süflî arasında ve dolayısıyla bulutlar ile dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ âyet-i kerimenin mana-yı beliğanesi “Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz.” demekten ibarettir.
Bu güzel ve belâgatça makbul, akıl ve mantığa mutabık mana durur iken âyetin zahirine yapışıp “Beş yüz senelik bir mesafede iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semadan yeryüzüne indirmek.” gibi sakat bir manaya zehab etmek kâr-ı akıl değildir. Hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet reddeder.
Yolcuların gecesini korkunç göstermek için zikredilen فٖيهِ ظُلُمَاتٌ deki فٖيهِ nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.
9. Sual
Sual: فٖيهِ deki zamirin صَيِّبٍ e râci olduğundan yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye makûsedir, yağmur zulmetin içindedir.
Cevap: Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk, yağmur ile dolu bir havuzdur. Ve zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmışlardır. İşte böyle bir zanna binaen yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.
ظُلُمَاتٌ ın cem sîgasıyla zikri ise bulutların karanlıklarından, kesafetinden ve âmm olduğundan ve yağmur katrelerinin kesafetinden hasıl olan müteaddid zulmetlere işarettir.
Tenkir ve meçhuliyeti ifade eden ظُلُمَاتٌ daki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul bir takım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilâve etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekiddir.
وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ Yani gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakk’ın azametine, kudretine delâlet eden pek aşikâr iki âyettir ki âlem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam, intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salahiyetlerine verilmiştir.
Sonra müsebbebatın esbabla zahirde bağlı olduğuna binaen, havada münteşir olan buhar-ı maîden bulutlar izn-i İlahî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniyle bir kısmı menfî elektriği hâmildir. Bir kısmı da müsbet elektriğe hâmiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında tesadüm olduğunda irade-i Hâlık’la berk tevellüd eder. Bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbaniyle tabakat-ı havaiye hareket ve heyecana geldiğinde ra’d sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam, bir kanun altında olur ki o nizamı, o kanunu temsil eden ra’d ve berk melekleridir.
10. Sual
Sual: Ra’d ve berkin “zulümat” kelimesine atıflarından anlaşılır ki bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir?
Cevap: Dehşetinden bayılmış olan sâmi’ce, o yağmurun her şeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra’d ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dâhildirler.
11. Sual
Sual: Zulümatın aksine ra’d ve berkin müfred sîgasıyla zikirleri neye işarettir?
Cevap: Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celbeden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı âni olarak ışıklandırmaktır. Bunlar ise mana-yı masdarîdir. Mana-yı masdarî müfred olur ve ifrad ile ifade edilir. Ve keza ra’d olsun, berk olsun, semavî âyetlerden efradı çok birer nevdirler. Burada onlardan maksat nevleridir, efradları değildir. Onun için ifrad ile zikredilmişlerdir.
12. Sual
Sual: Ra’d ve berkteki tenvin neye işarettir?
Cevap: Ya mahzuf bir sıfata ivazdır. Takdir-i kelâm رَعْدٌ قَاصِفٌ * بَرْقٌ خَاطِفٌ dur. Yahut ra’d ve berkin nekre ve meçhuliyetlerini ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış olduklarından onları görmüş ve işitmiş değillerdir ki onları bilsinler.
يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ Bu cümle müste’nifedir. Yani mâkabliyle bağlı değildir. Ancak mukadder bir suale cevaptır. Şöyle ki:
Vaktâ ki sâmi’ şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti. Tabiî, musibetin keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vaktâ ki Kur’an-ı Kerim’in tasvirinden malûmat aldı. Musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kur’an-ı Kerim يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖى اٰذَانِهِمْ … الخ demekle onları kurtaracak bir melce kalmadığına –ve necat bulmak hülyasıyla denizde ellerini otlara uzatan, boğulanlar gibi– semavî top ve mancınıklardan kurtulmak için kulaklarını tıkamaktan maada bir çareleri kalmadığına işaret etmiştir.
13. Sual
Sual: Makamın iktizası hilafına يُدْخِلُونَ nin yerine يَجْعَلُونَ nin kullanılması neye binaendir?
Cevap: Yolcuların necatlarını intac edecek hakiki sebepleri arayıp bulmaktan meyus olduktan sonra kulak tıkılması gibi ca’lî ve zannî şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir.
14. Sual
Sual: Geçen vak’aları zaman-ı hâle ihzar için kullanılan muzari sîgasıyla يَجْعَلُونَ nin zikri neye işarettir?
Cevap: Hayretleri artıran şu makamın sâmi’a verdiği dehşetten dolayı, yolcuların hâdisesini velev hayalî olsun görmek arzusunda bulunan sâmi’in arzusunu tatmin için (sîga-i muzari ile) geçen o vak’a zaman-ı hâle getirilerek sâmi’in hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza muzari sîgası ikide bir kesilip tazelenmekle beraber istimrar ve devamı iktiza eder. Ve bunun istimrarından bulutun gürültüsünün de devamına îma vardır.
اَصَابِعَهُمْ kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken burada parmak manasına olan اَصَابِعَ in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı derece-i şaşkınlıklarına işarettir.
فٖى اٰذَانِهِمْ Ra’dın sadâsından uğradıkları öyle bir şiddet-i havfa işarettir ki eğer ra’d, kulaklarının penceresinden içeriye girecek olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarıya kaçacaktır.
Ve keza bu kayıtta çok güzel ve latîf bir îma vardır ki vaktâ ki onlar edilen nasihatleri, nida-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar. Semavat cihetinden kulaklar cephesi ra’d ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını, şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular.
اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ Evet el ile sirkat yapıldığından el kesilir. Fena sözler ağız ile söylendiğinden ağıza vurulur. O da nedamet için sağ elini ağzına, hacalet için de sol elini gözlerine koyar.
مِنَ الصَّوَاعِقِ Ra’d ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid olduklarına işareten, yalnız berkin sıfatı olan sâıkanın zikriyle iktifa edilerek ra’dın sıfatı terkedilmiştir. Maahâzâ sâıka, şiddetli bir savt ile yakıcı bir ateşten ibaret olduğu cihetle, ra’dın gürültüsünü de tazammun etmiş bulunuyor. Bu itibar ile ra’dın sıfatı da zikredilmiş demektir.
Gürültüsü Nedeniyle Mecazen Geçen Bahisler[değiştir]
Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, bir tek zerreye rububiyetini dinletemez.</ref>) yine esbab namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin.”
O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki: “Halt etme! Ben, nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve sanatsız görmüş müsün ki bana sahipsiz, serseri dersin. Eğer hareket-i seneviyem ile takriben yirmi beş bin senelik (Hâşiye[2]) bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemal-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm o daire-i azîmeye hakiki mâlik olabilirsen ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak ve kemal-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa bana rububiyet dava et. Yoksa haydi cehennem ol, git! Benim işim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki bizim ustamız öyle bir zattır ki bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona mutî ve musahhardırlar. Bir ağacı, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelal ve Hâkim-i Mutlak’tır.”
(32. Söz)
Başta İmam-ı Mâlik, Muvatta kitab-ı muteberinde, Muaz İbn-i Cebel gibi meşahir-i sahabeden haber veriyor ki Hazret-i Muaz İbn-i Cebel dedi ki: Gazve-i Tebük’te bir çeşmeye rast geldik, sicim kalınlığında güç ile akıyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm emretti ki: “Bir parça o suyu toplayınız.” Avuçlarında bir parça topladılar. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, onunla elini yüzünü yıkadı; suyu çeşmeye koyduk. Birden çeşmenin menfezi açılıp kesretle aktı, bütün orduya kâfi geldi. Hattâ bir râvi olan İmam İbn-i İshak der ki: Gök gürültüsü gibi toprak altında o çeşmenin suyu gürültü yaparak öyle aktı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Muaz’a ferman etti ki: يُوشِكُ يَا مُعَاذُ اِنْ طَالَتْ بِكَ حَيَاةٌ اَنْ تَرٰى مَا هٰهُنَا قَدْ مُلِئَ جِنَانًا Yani bu eser-i mu’cize olan mübarek su devam edip buraları bağa çevirecek, ömrün varsa göreceksin. Ve öyle olmuştur.
Hem hiç kabil midir ki hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın ve zerreyi görsün, güneşi görmesin; sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ yüz bin defa hâşâ!
Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar.
Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?
(7. Şua)
Yoksa sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevap verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkûr yirmi hakikatler lisanları ile edilen ve arşı ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zayi etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatlerin bağlandıkları insanî istidadatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını ve hakikatlerini bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkân haricinde ve zalimane bir çirkinliktir ki Hak ve Hafîz ve Hakîm ve Cemil ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder. Yüz derece muhal ve bin vecihle mümtenidir derler.
(11. Şua)
Bakınız bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline!” dediği halde o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.”
Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”
İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar? O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.
Birden sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp önümdeki darağacını kaldırıp sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem! Tâ Hızır gibi bu zat-ı semavî, dediğini desin.”
(7. Söz)
Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizam ile beraber geçmiş yirmi dört adet Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi; cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyat perdelerini keskin beyanatıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan hârikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalaletin menbaı olan tabiat tağutunu, bürhanın elmas kılıncıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra’d-misal sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlakını ve hilkat-i âlemin muamma-yı acibesini fetih ve keşfetmek, elbette hakikatbîn ve gayb-aşina ve hidayet-bahş ve hak-nüma olan Kur’an gibi bir mu’cizekârın hârikulâde işleridir.
(25. Söz)
Evet bu beş emir, beş âyât-ı uzmadır. Ra’d gibi müthiş sadâlarıyla فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ âyetini okuyorlar ve وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ âyetinin hakikatine hükmediyorlar.
Tabaka-yı ulyâdan, tabaka-yı süflâya merhamet, ihsan ve taltife bedel; yalnız zulmün ateşi, tahakkümün sa'ikası, tahkirin ra'dı iniyor.
(İşarat)
İşte bak! her şeydeki hallakiyet ve tasarruf-u âmm ise, şimşek gibi evhamı uçurduğu gibi; her şeyi adl ü istikamet içinde tedvir eden nizam-ı tam dahi, vesveseleri ve kuruntulu hülyaları ra'd gibi tardederler.
(Şule (Mesnevi-i N. (Badıllı)))
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- Ra'd Suresi: Kur'an'ın "Gök gürültüsü" adlı 13. suresi
- Melek-i Ra'd: Gök gürültüsüne nezaret eden melek
- Ra'd 13: Gök gürültüsünden bahseden ayet
- Bakara 19: Gök gürültüsünden bahseden ayet
Kaynakça[değiştir]
- ↑ https://en.wikipedia.org/wiki/Thunder
- ↑ Bir dairenin takriben nısf-ı kutru, yüz seksen milyon kilometre olsa o daire (kendisi) takriben yirmi beş bin senelik mesafe olur.