Risale:Kudsi Hadisler

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Risalelerde geçen hadisler için Hadisler sayfasına ve Bediüzzaman'ın 1948-1949 yıllarında Afyon Hapsindeyken kendi evrad defterine kaydettiği 33 hadis için 33 Hadis sayfasına bakın

Bu konudaki madde için Kudsi Hadis sayfasına bakın

Risale-i Nur'da Geçen Kudsi Hadisler[değiştir]

Bediüzzaman'ın eserlerinde Hadis-i Şeriflerden çok alıntılar ve dersler vardır. Burada sadece Risale-i Nur'da geçen 7 adet kudsi hadis listelenmiştir. Bu Kudsi Hadislerin kaynakları bu kısmın hazırlanmasında istifade edilen Abdülkadir Badıllı'nın "Risale-i Nur'un Kudsi Kaynakları" kitabında görülebilir

Kulum Beni Nasıl Tanırsa Onunla Öyle Muamele Ederim[değiştir]

Bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى Yani “Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, sû-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azap çekiyor.

(8. Söz)


Evet, küfrün tazammun ettiği cehennem-i maneviyeye bak! اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى hadîs-i kudsîsi sırrınca, Cenab-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalbeder.

Sonra iman ve yakîn ile Cenab-ı Hakk’ın likasından sonra, rızasından sonra, rü’yetinden sonra mü’minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak! Hattâ cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için âsiye kâfirin cehennem-i manevîsine nisbeten cennet gibidir.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)


Yeis; ümmetlerin, milletlerin SERETAN" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve

ﺍَﻧَﺎ ﻋِﻨْﺪَ ﺣُﺴْﻦِ ﻇَﻦِّ ﻋَﺒْﺪِﻯ ﺑِﻰ

hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip, Kur'ân'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

(Hutbe-i Şamiye (Asar-ı Bediiyye))


ﺑِﻘَﺎﻋِﺪَﺓِ ﺍَﻥَّ ﺯَﻳْﻦَ ﻋَﻴْﻦِ ﺍﻟﺮِّﺿَﺎ ﺣُﺴْﻦُ ﺍﻟﻨَّﻈَﺮِ ﺑِﺎﻟﻠُّﻄْﻒِ ﻭَﺍﻟﺸَّﻔْﻘَﺔِ ﻭَﺍَﻥَّ ﻧُﻮﺭَ ﺍﻟْﻔُﻮَٔﺍﺩِ ﺑِﺎﻟﺮِّﻓْﻖِ ﻭَﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﺔِ ﻭَﻟَﻘَﺪْ ﺳَﻤَﻰ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﺤَﻖِّ ﺑِﺎِﻗْﺪَﺍﻡِ ﺍﻟﺘَّﻮْﻓِﻴﻖِ ﻭَﺳَﻌِﺪَ ﻣَﻦِ ﺍﺧْﺘَﺎﺭَ ﺍﻟْﺎِﺳْﺘِﻀَٓﺎﺀَ ﺑِﻤِﺼْﺒَﺎﺡِ ﴿ﺍَﻧَﺎ ﻋِﻨْﺪَ ﺣُﺴْﻦِ ﻇَﻦِّ ﻋَﺒْﺪِﻯ ﺑِﻰ﴾[1]

Hüsn-ü zan ediniz; sû'-i zan, hem size, hem onlara zarar verir.

(Münazarat (Asar-ı Bediiyye))

Ben Göklere ve Yere Sığmam, Fakat Mü'min Kulumun Kalbine Sığarım[değiştir]

Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî’nin envarını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki seni a’lâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin meal-i şerifi olan

مَنْ نَه گُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمٖينْ § اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنٖينْ

denilmiştir.

(11. Söz)


Ey Said-i bîçare! Hayat böyle gayata müteveccih olduğu halde ne akıl ve ne insaf ile hayatını hiç-ender hiç hükmünde olan huzuzat-ı nefsaniyeye sarf ediyorsun? Sair zevi’l-hayat hattâ nebatat dahi bahsettiğimiz gayelerin bazısında sana şeriktirler. Evet nar, elma ve dut gibi musanna meyveler birer kelime-i kudrettirler. Esma-i İlahiyeyi ilan edip okutturuyorlar. Onların hayatlarının gayeleri bu gibi emirlerdir. Yoksa bu meyvelerin suretlerinin gayeleri olan yenilmek, gaye-i hayatları değildir. Ancak gaye-i mevtleri olabilir. Yani ölümlerinin bir gayesidir. Fakat sair zevi’l-hayat, bütün gayelerde sana müsavi olamaz. Çünkü câmi’ âyine sendedir. Sen dahi senden çok aşağı olanlardan daha aşağı olma. Mü’minin kıymetini ilan eden şu hadîs-i kudsî sana kâfidir:

لَا يَسَعُنٖى اَرْضٖى وَلَا سَمَائٖى وَلٰكِنْ يَسَعُنٖى قَلْبُ عَبْدِ الْمُؤْمِنِ

Ve hem yine bu beyte nazar et:

مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمٖينْ § اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنٖينْ

(Nur'un İlk Kapısı)


Beşerin vicdanı لَا يَسَعُنِي اَرْض۪ي وَلَاسَمَائِ hadisi sırrıyla, her ne kadar zahirde ve mülk cihetinde mahsûr ve mütenahî ise de, lakin hakikatta onun Melekûtiyeti kendi damarlarını ebede uzatmış yaymıştır. İşte bu cihetten vicdan-ı beşer, gayr-ı mütenahî gibi bir ihataya malik iken, küfür ile pislenir, muzmahil olur.

(İşarat-ül İ'caz (Badıllı))

Ne Mutlu O Adama ki, Kendini Bilip Haddinden Tecavüz Etmez[değiştir]

طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ hadîs-i kudsîsinin mukaddes düsturunu güzel bir temsil ile izah edip ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlahînin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini hem her amelde bir ihlas ciheti olduğundan insan, hareketinde rıza-yı İlahîyi düşünüp vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkacağını yol gösteren mühim bir meseledir.

(Fihrist, Lem'alar)


طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani “Ne mutlu o adama ki kendini bilip haddinden tecavüz etmez.” Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Her birisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre “Güneşin bir aksi bende vardır.” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir âyineyim.” diyemez.

Öyle de Esma-i İlahiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ı evliyada öyle meratib var. Esma-i İlahiyenin her birisinin bir güneş gibi kalpten arşa kadar cilveleri var. Kalp de bir arştır fakat “Ben de arş gibiyim.” diyemez.

İşte ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı uluhiyete karşı secde etmeye bedel, naz ve fahir suretinde gidenler; zerrecik kalbini arşa müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamatıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, manasız hodfüruşluğa ve birçok müşkülata düşer.

Elhasıl: Hadîste vardır ki

هَلَكَ النَّاسُ اِلَّا الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلَّا الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلَّا الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظٖيمٍ

Yani medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı.

Her şeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder. İşte bir zat bu ihlaslı muhabbeti böyle tabir etmiş:

وَ مَا اَنَا بِالْبَاغٖى عَلَى الْحُبِّ رِشْوَةً ضَعٖيفٌ هَوًى يُبْغٰى عَلَيْهِ ثَوَابٌ

Yani “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.”

Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde dercedilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam manasıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler o sırr-ı şefkat ile evlatlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için –Hüsrev’in müşahedesiyle– kafasını ite kaptırır.

(17. Lem'a)

Azamet Gömleğim, Kibriyâ İse Kaftanımdır[değiştir]

Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ۞ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ azamet ve kibriyasını her vakit ilanı hem اَلْعَظَمَةُ اِزَارٖى وَ الْكِبْرِيَاءُ رِدَائٖى hadîs-i kudsînin fermanı hem “Cevşenü’l-Kebir” münâcatının seksen altıncı ukdesinde:

يَا مَنْ لَا مُلْكَ اِلَّا مُلْكَهُ ۞ يَا مَنْ لَا يُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَائَهُ ۞ يَا مَنْ لَا تَصِفُ الْخَلَائِقُ جَلَالَهُ ۞ يَا مَنْ لَا تَنَالُ الْاَوْهَامُ كُنْهَهُ ۞ يَا مَنْ لَا يُدْرِكُ الْاَبْصَارُ كَمَالَهُ ۞ يَا مَنْ لَا يَبْلُغُ الْاَفْهَامُ صِفَاتَهُ ۞ يَا مَنْ لَا يَنَالُ الْاَفْكَارُ كِبْرِيَائَهُ ۞ يَا مَنْ لَا يُحْسِنُ الْاِنْسَانُ نُعُوتَهُ ۞ يَا مَنْ لَا يَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَائَهُ ۞ يَا مَنْ ظَهَرَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ اٰيَاتُهُ ۞

سُبْحَانَكَ يَا لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

diye olan gayet ârifane münâcat-ı Ahmediyenin (asm) beyanı gösteriyor ki azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.

(7. Şuâ)

Levlake Levlake Lema Halaktul Eflak[değiştir]

İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki “hikmet-i Samedaniye kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuâıyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilafet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebep olurlar. Zulümatlı, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanın ziyasıyla ziyadar ve nurani görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur’an’ın ziyasıyla tenevvür eder. Cennetin bostanları şekline girer. Buna binaen, o zat-ı nurani olmasa idi kâinat da insan da her şey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.

Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i hârika lâzımdır. “Eğer bu zat (asm) olmasa idi kâinat da olmazdı.” mealinde, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ olan hadîs-i kudsî şu hakikati tenvir ediyor.

(Reşhalar, Mesnevi-i N.)


İşte sevgili Üstadım! Himmet-i âlîniz ki ve لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ hitab-ı izzetine mazhar olan menba-ı füyuzat aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin himemat-ı kudsiyeleriyle ve refik olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kerametleriyle ve Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, ümmet-i Muhammed için vasıta olup yazdırılan bu Kur’an-ı Kerîm’i size takdim ederken; fakir talebeniz size ciddi bir talebe, hakiki bir kardeş, mutî bir evlat ve Peygamber-i Zîşan Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallak-ı Kerîm’e de kemter bir kul olabilmek dilekleriyle, el ve eteklerinizden kemal-i tazim ve hürmetle öperim Efendim Hazretleri.

Fakir talebeniz Ahmed Hüsrev

(Barla Lahikası)


Hem mesela لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ beyanında “Bu hitap zahiren Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâma müteveccih ise de zımnen hayata ve zevi’l-hayata râcidir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünkü küllî hakikat-i Muhammediye (asm) hem hayatın hayatı hem kâinatın hayatı hem ism-i a’zamın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.

(Emirdağ-1 Lahikası)


Demek nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.

(10. Söz)


Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rububiyetine ve sermedî uluhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, bu kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki nev-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi bu kâinatın hakiki kemalâtı ve sermedî bir Cemil-i Zülcelal’in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef’alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-i Muhammediye (asm) ve risalet-i Ahmediye (asm) ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat onun risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder.

(15. Şuâ)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hak (C.C.) kendini bize mahlukat ve masnuatıyla tanıttırıyor; nimet ve in'amatıyla da bildiriyor; Rızık ve rahamatıyla dahi sevdiriyor. Öyle ise mevcudatın şu fiilî vaziyetleri elbette mezkûr gayeler içindir. Belki âdeta aynı odur. Ve hakeza, bütün esma-i hüsnanın her birisinin tecelliyatını buna kıyas eyle!

Şimdi bak ki, mevcudat ve mahlukatın hikmet-i hilkatlarını lâyıkı olduğu vechiyle tefhim-i İlahî ile onlardan fehmedip, alıp; ve onun izni ile kâffe-i mahlukata mezkûr hikmetleri tefhim eden bir zat hakkında

لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ

denilmesi haktır ve lâyıktır. Ve elbette böyle bir zat (A.S.M.); semavat ve arz arasında metin ve emin bir rabıta ve bir bağdır ki, onun kalb-i pür-münevverleri üzerinde dokunmuş olan zincir-i nuranî ile ferş, arş ile bağlanmıştır. Öyle ise, o zat (A.S.M.) cinsen eşref-i kâinat, nev'en ekmel-i zevi-l hayat ve şahsen hilafetle müşerref olmuş olan nev'-i benî-Âdemin efendisi olan Seyyid-ül Mürselîn ve İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir.

عَلَيْهِ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ

(Zerre, Mesnevi-i Nuriye (Badıllı))

Ben Gizli Bir Hazine İdim, Bilineyim Diye Mahlukatı Yarattım[değiştir]

Hamdin en meşhur manası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek bir numune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.

Eğer insan maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur hem müzhir olur.

Nitekim Muhyiddin-i Arabî كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونٖى hadîs-i şerifinin beyanında “Mahlukatı yarattım ki bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” demiştir.

(İşarat-ül İ'caz)

Ben Kulumun İşiten Kulağı, Gören Gözü Olurum[değiştir]

Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler. (Haşiye: كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. Müellif)

(Şemme, Mesnevi-i Nuriye (Badıllı))

  1. Tekrar temaşa et, çünki bu Arabî fıkra şifrelidir, işareti var. (Müellif)