Risale:Nur (Mesnevi Badıllı)
Önceki Risale: Şulenin Zeyli ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Nokta: Sonraki Risale
KUR'AN YILDIZLARININ ENVARINDAN BİR NUR VE EHL-İ TUĞYAN İLE EHL-İ İMAN ARASINI ÖLÇEN BİR MİZAN[değiştir]
Bediüzzaman Said-i Nursî
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَاءَةْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقَّ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَيّ حُجَّةِ الْحَقِّ عَلَي الْخَلْقِ سُلْطَانِ الْاَنْبِيَاءِ وَ بُرْهَانِ الْاَصْفِيَاءِ حَبِيبُ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَبَدَ اْلاٰبِدِينَ
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
1. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey birader bil ki! Aktar-ı arzda hiçbir düzlük, sahra, dağ, dere, çöl, deniz, kara; ve hiçbir kıt'a, köşe ve bucak yoktur ki, üstünde Ehad-i Samed'in enva-i sikkeleri kesretle ve iç içe bulunup müzahamet etmesinler. Hattâ şu dağ, meselâ onda tavattun etmiş memâlikleri hükmünde olan hayvanat aksamı ve ağaçlar esnafı adedince Cenab-ı Hakk'ın bir memlûkü olduğu bilinir.
Hem onun üstüne darbedilmiş olan nebatat cinsleri ve kuşlar nevilerinden olan pek parlak sikkelerinin, mühürlerinin şehadetleri sayısınca; o dağ, Allah'ın masnuu olduğu anlaşılır.
Hem süslü çiçekler ve güzel semerelerden onun etrafına basılan hatemleri adedince; bu dağ, onun mektubu olduğu fehmedilir.
Evet meselâ, o dağda bulunan bir arı, bir sinek ve bir ağaç, Allah'ın malı ve sun'u olduğunu bildiğin vakit; elbette aynı vakitte ondaki bütün arıların ve sineklerin ve umum ağaçların dahi onun mülkü olduğuna yakîn hasıl edeceksin. Ve hakeza bu minval üzere, her şey, bütün eşyayı Hâlıkına vermekte şahid ve her şey her şeyi ona isnad etmekte delildir.
Evet, bütün aktar-ı arzdaki umum sikkeler ve yekûn hatemler, yekta bir melikin ve Samed bir malikin malı olduğuna delil budur ki; onları umumen bir zaman-ı vâhid zarfında ruy-i zemine darbetmesi ve ona san'atlıca yerleştirmesidir. Evet bir an-ı vâhidde küre-i arz aktarında ecnas-ı eşyadan birbirine mütemasil hadsiz şeyler bulunur. Ve elbette vücud, icad, suret, inşa ve zamanca olan şu tevafuk ise, ancak Vâhid-i Ehad öyle bir Saniin işi olabilir ki, bir iş diğer bir işten onu alıkoyamaz. Ve bir söz, diğer bir sözden onu meşgul edemez. Ve bir şe'n, onu diğer bir şe'nden ta'vik edemez. Ve lisan-ı kal, lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidad ile ondan sual edilen ve istenilen umum duaları işitip cevabını vermekte, O'nu şaşırtamaz. (C. Celalühu velâ ilahe illâ hu)
2. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ki ey kardeş! Eğer Kur'anın ummanından, benim kalbime damlanan feyz-i i'cazdan sen de i'cazlı bir damlayı emmek ve içmek istersen; kendi nefsime hitaben söylediğim sözleri bir kalb-i şehid ile dinle. Şöyle ki, demiştim:
Ey kendi nefsinden, hattâ gafletinden gaflet etmiş Said-i gafil! Bil ki: Hem gaflet, hem küfr ü küfran, hasra gelmez mütezaif, müteselsil muhalât üzerine teessüs etmişlerdir. Zira eşyadan hangi şey olursa olsun, ona nazar ettiğin zaman, hususan zîhayat olsa; sonra da o şeyi ona, yani bir İlah-ı Vâhid'e isnad etmemek sebebiyle gafilane davransan; elbette o zaman toprak, su ve havanın eczaları adedince; hem zerreler ve mürekkebatı sayısınca, belki tecelliyat-ı esma-i İlahiye miktarınca âliheleri kabule muztar olarak, şu gelen muhalât-ı acibeyi irtikab etmeye mecbur kalacaksın. Şayet eşyayı bir İlah-ı Vâhid'e isnad etmemek mümkün olursa; (ki bunu farzetmek ile de, muhalin lüzumu ortaya girer;) ve bu muhalin lüzumu ise, imkânsızlık ve imtinalara saplanır. Halbuki o farz ile değil bir tek muhal, belki gayr-ı mahsur muhalât lâzım gelir. Belki toprağın eczaları sayısınca ilahların kabulüne muztar olunacaktır. Zira bilirsin ki, toprağın hangi cüz'ü olursa olsun bütün bitki, ağaç ve umum çiçek ve semerelerin husulüne medar olmaya salih bir vaziyettedir.
Eğer bu hakikatı aynelyakîn görmek istiyorsan; kendi şu saksı kabını toprak ile doldur, sonra bir incir çekirdeğini onun içinde defnet. O çekirdek, semeredar bir incir ağacı olduktan sonra, onu sök, yerine bu defa bir nar ağacının çekirdeğini.. ondan sonra elma ağacının çekirdeğini.. sonra ve sonra ve sonra... Tâ bütün meyveli ağaçların çekirdeklerini nöbetle o saksıya dikme keyfiyeti bitinceye kadar... O ağaç cinslerinin muntazam cihazat ve ölçülü teşekküllerindeki tefavütleri de ne derece farklı olduğu malûmdur.
Evet meselâ, incirin çekirdeğinde mündemiç olan makine-i kaderiye, faraza nebatattan şeker imal eden bir fabrika gibi ise, elbette nar çekirdeğinde mündemiç olan kudret mihanikiyesi, ipek dokuyan bir makine gibi olacaktır. Ve hâkeza kıyas et!..
Sonra da sen, kendi aynı o saksı kabına meyveli ağaçların çekirdeklerine bedel, bu defa bütün çiçekli nebabatın tohumlarını birer birer ardı sıra nöbetle o kaba defnet. Tâ dünyada hiçbir tohum kalmayıncaya kadar... Dikkatle bak, senin o saksı kabına giren her bir tohum girerken camid, meyyit birer zerre iken, çıktıkları zaman birer hayattar sünbüllü, çiçekli ağaç oluyorlar.
Şimdi ey saksı sahibi arkadaş! Bak, eğer senin gafletin maddiyyunların mezhebinden gelmişse; o zaman sen kendi gafletini idame etmen için, elbette ve mutlaka ve hiç çaresi yok, o ağaçlar adedince manevî fabrikaları ve o çiçekler sayısınca makinelerin vücudlarını bu saksı kâsende kabul etmeye mecbur olacaksın. Şayet senin merci'in tabiat dedikleri şey ise, o vakit tabiat namına, o toprağın her bir cüz'ünde, belki her bir zerresinde hasra gelmez matbaaların varlığı kabule muztar olacaksın. Halbuki o çekirdek ve tohumlar ise, maddeten birbirine benzer, teşekkülde yekdiğerine müşabih, şekilce birbirine yakın şeylerdir. Hem bunların her birisi, pamuk misal birer miskal-i zerre gibi bir şey iken, bir de bakıyoruz; kantarlarla ipek, çuha, kumaş ve saire gibi şeyler ve elbiseler onlardan dokunup çıkıyor.
خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ
ile
خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ
âyetleri ve emsali gibi âyetler işaret ediyor, diyorlar ki: "Ey insanlar! Sizin ondan halkedildiğiniz madde ise, sizin herhangi biriniz gibi mürekkeb bir vâhid olmayıp, çok küçük ve basit bir şeydir. Öyle ise, sizin ondan inşikak edip çıktığınız madde, bölünmeye bir masdar, yahut da ondan kesilip yapılmaya bir menşe olmasına imkân ve kabiliyeti yoktur. Zira malûmdur ki, bir masnuun ondan kesilip yapıldığı şeyin, bundan çok defa büyük veya en az onunla müsavi olması lâzımdır.
Halbuki tohum ve çekirdeklerin icadlarına gelince, her birisinin besatetleriyle beraber, âdeta kader hendesesiyle çizgileri çizilmiş birer mistar; hem küçüklükleriyle beraber, güya kendi aslının bütün vücud düsturlarını mutazammın birer asıl olmalarıyla birlikte, ağaç ve bitkilerin dal ve azalarının nihaî hududlarının ince ve rakik uçlarının başlarında icad ve ibda'ları ise, elbette ne tesadüfe, ne tabiata ve ne de esbaba verilmesi tasavvur olunamaz. Belki bunları bu şekilde yaratan öyle bir zattır ki; yer ve gökleri halkedebilen ve kudretine karşı zerrelerle güneşler müsavi olan bir zatın vücub-u vücuduna en doğru şahidlerdir.
Amma şayet senin gafletin, tabiatçıların mezhebinden neş'et etmiş ise; o zaman sen kendi gafletini muhafaza etmen için -eğer şuurun varsa- kendi o toprak dolu kâsende bütün o meyve ve çiçeklerin tasvir, inşa ve ibda'larına muktedir olacak gayet basirane ve hârika bir kudretin varlığını kabule mecbur olduğun gibi; aynı zamanda bütün o meyve ve çiçeklerin havas ve hâsiyetlerinin bütün inceliklerini ihata eden bir ilm-i muhiti; ve keza bütün onların mizan ve levazımatlarının bütün ayrıntılarını bilen bir irade-i ilmiyenin vücudunu o kâsecikte kabule muztar olacaksın. Ve hakeza, o kâsecikte sair esma-i mutlaka-i muhitayı ki, onlara müsemma olacak olan zat ise, ancak ve ancak semavatı bir kitabın sahifeleri gibi açıp çevire bilendir. Hem küre-i arz kabza-i kudretinde olup istediği şekilde tasarruf ettiği gibi; kalbler dahi onun iki parmağı arasında olan ve dilediği gibi onu çevirebilendir; Ve en büyük şey, o zatı en küçük bir mahlukun hacatını görüp onda tasarruf etmesine karşı meşgul edemez; Ve en kıymetli ve çok mühim şeyler dahi, en hakir şeylere karşı onun teveccühünü alıkoyamaz; hem güneşin in'ikası, nasıl ki deniz yüzüne, ayna ve katreye kemal-i sühuletle ve müsavat üzere verildiği ve ancak keyfiyetçe olan bir tefavüt varsada, o şeylerin kabiliyetlerine tabi olduğu gibi; öyle de arş ve şems gibi büyük cirimlere karşı kudretinin nuruyla tecelli edip tasarruf eden ve aynı o tecelli-i kudretle zerreye dahi müsavat üzere ve gayet kolaylıkla tecelli edebilen bir zatın sıfatlarını kendi o kâseciğinde var olduğuna inanacaksın.
Evet bahar mevsiminde, yeryüzünün ağlebinde neşredilen sayısız enva-i ezhar ve esmarın hasra gelmez efradlarının, nev'an ittikan-ı ekmel, şahsen sür'at-i mutlaka içinde iken, bir zaman-ı vâhidde icadları, bu mezkûr sırra gayet parlak şehadet etmektedir.
Şimdi ey saksı sahibi! Kâsene doldurduğun o toprağı boşalt da, bu defa başka bir toprak yığınından doldur; Ve yine evvelki toprağa yaptığın bütün muameleleri bunda da icra et. Sonra bu minval üzere bütün dünyadaki toprağı, kâsenden geçirinceye kadar doldurup boşalt ve evvelki çekirdek ve tohumları nöbetle onda defnedip, ağaç olduktan sonra onu çekip başkasını yerine koymak muamelesini de her bir kâse toprakta icra et. Yeryüzünde yaptığın seyr ü seyahatta rastlayacağın bütün toprak safahatında, pek çok envaın çeşitli efradlarının ruy-i zeminin ağlebinde zuhurları görünmesiyle; bütün o kâseye dolup boşanan toprakta da aynı muamelenin cereyanı, bilfiil müsavat üzere olduğu müşehede edilecekir. Sonra da hava, su ve ziyaya da, kendi saksı ölçeğinle ölçmek için müteveccih ol! Ölç, bak!. Bütün enva'ın cemi-i efradının top yekûnunun aynı seviyede cereyan-ı muameleleri nokta-i nazarından neticesi sana yanı aynına çıkacaktır. Halbuki çiçek, meyve, hayvan ve hüveynattan bütün zîhayatların her bir ferdi kâinatın hey'et-i mecmuasından sağılmış, süzülmüş; Ve âlemin bütün eczasından dakik, hassas mizanlarla ve ince cessas nizamlarla alınmış, çıkarılmış birer katre gibidirler. Elbette bunları böyle halkeden ancak öyle bir zattır ki; bütün kâinatın tasarrufu onun kabza-i kudretinde olup, o zîhayat katreyi -şayet ona neşv ü nema vermek irade etmişse- onu kendi ilminin mizanlarıyla ve kaderinin ölçüleriyle o kâinattan sağar, çıkarır, meydana kor. Amma eğer adem-i sırftan vücuda çıkarmak için ibda' ve icad iradesi ise, o şeyi kâinatın bir misal-i musağğarı olarak ibda' edip kâinat kitabının bir meal-i icmalîsini o nüshacıkta kalem-i kaderiyle yazar. Nasıl ki hak olarak, (ya da mutlak ekseriyet itibariyle) iş böyledir.
Amma (aksini iddia eden) küfür ve küfran sahibinin; (Habab ve Katre ve daha başka risalelerde geçtiği gibi) âlemin zerratı adedince; ve yada (Şu'le'nin Zeyli'nde isbat edildiği üzere) tecelliyat-ı İlahiye sayısınca âliheleri kabul etmesinin lüzumu ortaya çıkacaktır. Hülasası budur ki:
Güneşin şeffaf şeyler ve katreler üzerinde parlayan timsallerini, eğer bir tek güneşin gayet kolaylıkla hasıl olabilen tecellisine verilmezse; o zaman güneşe mukabil olan her bir şeffaf şeyde, katre ve zerrede bil'asale birer güneşin mevcudiyeti lâzım olacaktır.
İşte nefsime okuduğum şu geçen hakikatları anladıysan, Kur'an'ın mana cihetindeki envar-ı i'cazından bir lem'anın beyanını aklına koydun demektir. Zira şu mes'ele, Kur'an'ın bîpayan bahr-i i'caz-ı maneviyesinin reşahatından tek bir reşhadır.
3. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey kardeş! İman öyle bir iksirdir ki, fani olan madde kömürünü bir Sani-i Baki'ye nisbet etmekle; manası itibariyle musanna', murassa', bakî bir elmasa çevirir. Fakat küfür ile insan, bunun tam aksi ile baş aşağıya sükût eder.
Evet nasıl ki beşerin masnuatı içinde bazı şeyler, maddesinin kıymeti beş kuruş iken, san'atının kıymeti binler lira olduğu oluyor. Bu san'at kıymeti ise, o şeyin san'atkârının pek eski, hünerver ve meşhur ve hârikapîşe olması nisbetinde tezayüd eder.
Aynen bunun gibi; semavat ve zemini altı günde halkeden ve gökyüzünü yıldız lâmbalarıyla, zemini çiçeklerle zinetlendiren Sani-i Kadim-i Baki'nin masnuatının maddesi, hususan Allahın masnuatı içinde insan denilen en garib bir masnuun maddesi, çabuk kırılır, bozulur,
denilen, içi boş kuru bir balçık toprak olup, çok az bir kıymete malik iken; fakat ondaki san'at ise, öyle azîm bir eserdir ki; kıymeti, maddesinin fevkinde lâyüadd ve lâyuhsa derecede üstünlüğü vardır. Zira insan, ondaki şu nakş-ı san'at ile esma-i hüsnanın âsâr-ı celevatının letaifinden tertib ve terkib edilmiş manzum bir kaside hükmündedir. Ve Şems-i Ezel ve Ebed'in şuaat-ı şuûnunun tecelliyatına gayet mücella bir aynadır. Öyle ise iman, insanı Malik-i Zülcelaline nisbet eyleyen bir intisabdır. Ve bu nisbet ciheti de, en çok san'at vechesine nazar etmektedir ki, o zaman insanın masnuiyet ve san'at ciheti medar-ı nazar olur. Demek ki; iman ile, insanın kıymeti; koca Cennet onun fiatı, ruy-i zemin halifeliği onun rütbesi ve emanet-i kübrayı omuzunda taşıyan bir sahib-ül keramet olmak gibi derecelere yükselir.
Amma küfür, o nisbet ve vuslat yolunu kesen bir kati-üt tariktir. Ve şu intisab ve nisbet kesildiği an, Hâlıkın sun'u istitara yüz tutup, san'at-ı İlahiye baş aşağı sukuta yuvarlanır. Tecelli-i esma dahi gizlenmeye başlar. Yalnız bir madde meydanda kalır. Böylece ondaki ayinelik vasfı tersine dönüp, makam-ı kıymetten öyle bir derekeye sukut eder ki; kâfir o zaman ya yok olmayı veya toprağa dönmeyi temenni eyler.
Elhasıl: İnsan, milyonlarla ölçü âletlerini ve fehim ve idrak terazilerini müştemil bir makine gibidir ki, o makine ile onlarla rahmet hazinesinin müddeharatını ve kenz-i hafînin cevahir-i servetini tartabilir bir mahiyettedir. Hattâ insanın hadsiz âletlerinden yalnız lisanına bütün mat'umat adedince ölçü cihazları takılmıştır. Tâ ki, lisanı olan herkes Cenab-ı Hakk'ın enva-i niamının inceliklerini o cihazlarla hissedebilsin. İşte yümn-i iman yemininin emini olan insan, eğer makine-i insaniyede münderic olan o âlât ve cihazatı, gaye-i hilkatlarında istimal ederse, o makine ve sahibi; o zaman şaşmak ve unutmak hakkında muhal olan bir Zat-ı Kerim-i Lâyezal'in yanında pek çok semere verecek ve hesabsız eserler bırakacaktır.
Lâkin -el'iyazübillah- o makine-i insaniye küfrün eline düşse; vahşi ve hiçbir şeyden anlamayan bir adamın eline düşer gibi, o pek kıymetli misilsiz olan makineyi ne olduğunu bilmeden adi bir âlet gibi ateşi karıştırmak hizmetinde istimal edecek ve nihayette onu da ateşe atıp yakacaktır.
وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ
فَيَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ
وَيَا مَنْ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ
وَيَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ
لَا تَكِلْنَا اِلٰي اَنْفُسِنَا وَارْحَمْنَا وَنَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْآنِ
Yani: Ey her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin anahtarı yedinde ve her şeyin dizgini kabzasında ve her şeyin hazinesi yanında olan Zat-ı Kerim-i Zülcemal olan Rabbimiz! Bizi kendi nefsimize bırakma, bize merhamet eyle. Kalblerimizi nur-u iman ve feyz-i Kur'an ile nurlandır. Âmîn.
4. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey sefih-i sarhoş, dâll-i gafil! Bil ki: Sen dünya mezbelesinde battığın halde, o mezbeleyi maden-i saadet tasvir etmek suretiyle insanların idlâlini de istiyorsun. Tâ ki o hal, sana hafif gelsin diye...
Bak ey sersem! Eğer şu gelecek dört hakikatları tersine döndürebilirsen, o zaman istediğini yap, istediğin gibi hareket et!
Birinci Hakikat: Ölümdür. Halbuki sen onu başka şekle çevirip kalbetmek değil, mü'minin nazarında bir tebdil-i mekân olan mevti, idam-ı ebedîye tebdil ediyorsun.
İkincisi: Gayr-ı mahsur hacetler karşısında ve nihayetsiz düşmanlar mukabilinde olan aczdir. Halbuki sen Kadir-i Mutlak'a istinada müncer olabilen ve seni ona davet eden o aczi, yetimlikler içinde nokta-i istinadsız olan bir acz-i mutlaka tahvil ediyorsun.
Üçüncüsü: Mutlak ekserde mevcud olan fakrdır (İhtiyaç). Halbuki sen, bir Ganiyy-i Mutlak'ın hazinesine teveccühe vesile olan ve âdeta ona bir davet tezkeresi olan fakrı, öyle bir fakra çeviriyorsun ki, rezail-i medeniyetin ziyadeleşmesi nisbetinde ihtiyaçları tezayüd eden, muzlim ve mu'lim bir fakra davet tezkeresine dönderiyorsun.
Dördüncüsü: Zevaldir. Evet lezzetin zevali, daimî elemdir. O ise devam etmeyen bir lezzette hayır yoktur. Halbuki sen, bir niyet-i salihaya mukarin olduğu zaman, lezzet-i bakiyeye vüsule vesile olabilen zevali, elem ve günahları bırakarak giden ve bir daha dönmeyen elîm bir zevale tahvil ediyorsun.
İşte, mevti daima intizar eden ve etrafı acz ile muhat ve fakr ile müstevla, aynı zamanda yolculuk üzere olan bir adam, elbette ancak yalnız senin safsatalarınla hasıl olan bir sarhoşluk haletiyle aldanabilir. Sarhoşluk ise devam etmez.
Evet, saadet-i hayat diye tesmiye ettiğin mezkûr vaziyetteki hal, her cihetçe şekavet hayatıdır. Ancak bir şart ile zâhirî bir saadet olabilir ki, O da alel-ıtlak ölümü ya defetmek veya unutmakla; aczi, ya kaldırmak veya gurur-u mutlaka düşmekle; fakrı ya defetmek veya tam bir deliliğe düşmekle; hem dünyada ebedilik ve hulûdun devamını, ya te'min etmek veya feleğin çarkını durdurmakla mümkün olabilir. Yoksa yok.
Cenab-ı Hak bizi ve sizi; gaflet uykusunun en derin tabakalarına dalmanın içindeki yakaza-i kâzibeyi, intibah zannettikleri olan nevm-i gafletten uyandırsın!. Ve bana ve size münevverlik, aydınlık tevehhüm ettikleri cünun-u mutlaktan ifakat buyursun âmîn!..
5. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil, bak ve gör ki: Sani-i Kadir, ruy-i zemin sathında hayvanat ve nebatattan nasıl milyonlarca âlemleri dercetmiş.. Öyleki, o âlemlerden her birisi, birer deniz gibi iken, tavzif için katreler halini almıştır. Meselâ karınca taifesinin, ruy-i zemini küçücük hayvanat cenazelerinden temizlemek için tavzifi gibi... Hem o katreler zemin yüzünü baştan başa âdeta bir tabaka halinde kaplamış; veyahut küllî-i zû cüz'iyata dönen küll-ü zû ecza gibi bir vaziyet almışlardır. Bak; nasıl su, hava, ziya ve toprak, hususan kar, bunların her birisi âdeta emr-i İlahînin vahdetine veya o vahdani olan emrin telakkisine karşı temsil-i vazife için denize kesilmiş katrelerdir gör. Ve bu dört şeyin(unsurun) eczaları, âdeta kendi o yek vücud olmuş unsurlarının meş'ur, ma'lûm ve muvazzaf külliyatıdır da, o gayr-ı mahsur âlemler içiçe girmiş ve her hepsi birbiriyle ihtilat ve iştibâk peyda eylemişlerdir. Hal böyle iken Sani-i Hakîm, o âlemlerin her bir katresini mahsus şahsiyetiyle ve müşahhas levazımatıyla birbirinden ayırmış, âdeta nihayet ihtilat içinde, son derece bir imtiyaz izhar eylemiştir. Hem öyle ki; meselâ, karınca veya sinek âlemini, ona mahsus bir keyfiyetle icad edip sair zîhayatların âlemleri ortasına vaz'eder. Sonra da muayyen ve hâs bir imate ile onu oradan koparıp kaldırıyor. Âdeta sath-ı arz, meselâ yalnız karıncanın vatanı imiş gibi ne hayat-ı hususiyesi, ne de mahsus olan mematı teşevvüşe uğramıyor. Binaenaleyh bir âlemin, komşu diğer âlemlere nisbeti ise, bir nev'in hadsiz efradı arasında kayb olmuş olan bir ferdin terbiyesinin hüsn-ü intizamından, tâ nev'in tedbirine kadar uzanan nizamın nisbeti gibi olup, onun tedbirini görmekte ne o nev' bu ferdi; ne de bu ferd o nev'i Sanilerini meşgul edemez.
İşte ey gözleri tabiat dumanıyla perdelenmiş ve kalbi onun tabiyle mühürlenerek körleşmiş adam! Eğer sen mevhum bir tabiatı tabi' ve sani' tasavvur ediyorsan, -ki olsa olsa, tabiat ancak bir matbaa gibi olabilir- o zaman tabiat için her bir cüz' toprakta medeniyet âleminin bütün matbaalarından daha çok mükemmel matbaaları görüp göstermen icab edecektir.
6. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيُّهَ الْحَيْوَانُ Ey hayvan (ağa) bil ki! Sen, hayvanım diye nebatat üzerinde böyle böbürlenip iftihar etme! Çünkü senin kızkarındaşın olan nebattaki tefennün-ü san'at, sendekinden daha etemm ve ekmeldir. Görmüyor musun ki, bütün hayvanat cinslerinin etleri aşağı yukarı birbirine yakın veyahut birbirine benzer bir şekilde iken; fakat meyve cinslerinin, hattâ nevilerinin, belki hattâ sınıflarının etleri ise çeşit çeşittir, başka başkadırlar. İşte bu ise bir emaredir ki; kalem-i kudret-i İlahiye, onlarda daha çok özenerek ittikan üzere dolaşmaktadır.
Hem de, hayvan ve beşerin neslindeki bereket, şayet yedi ise, nebatat ve ağaçlarda yetmiş, yediyüz, hattâ yedibine kadar yükseliyor. Yalnız hayvanat taifesinden olan balığın hissiyat-ı hayvaniyesi zaif olduğundan, o da nebat cinsine ilhak ettirilmiştir. Bu hal ise, onun da habbe ve taneler gibi yalnız it'am için olduğuna işarettir ve ondaki hayır ve ehemmiyete alâmet de budur.
Hem ey hayvan! Senin kızkarındaşın olan nebat ve ağaç, kendi yerlerinde mahdum ve mütevekkil durup, rızıkları onlara hem de onların pek kesretli olan evladlarına koşup gelmektedir. Hattâ her bir ağacın kök ve damarları âdeta hazine-i rahmetle muttasıl olup, bundan ona açılan birer menfezleri vardır da, rahmet-i Rahman onların birbirine muhalif olan hacetlerine göre taksimat yapar. Meselâ incirin meyvesine halis bir süt, narın semeresine bir şarab-ı tahur, zeytininkine bir dühn-ü mübarek ve cevizinkine bir zeyt-i münevver ve hakeza, her birisine lâyık ve muvafık rızık i'ta etmektedir. İşte nebattaki hürmet âyeti ve alameti budur.
Ey hayvan-ı mütekebbir! Bak senin mercuhun, senin üstünde üç derece rüçhaniyet kazanmaktadır. Bunun sebebi ise, senin enaniyetin ve hırsın ve ihtiyarındır. Öyle ise, teslim ol ki, selâmeti bulasın.
7. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَانُ Bil ey insan! Sakın gururlanıp hayvanlara karşı tekebbür davasında bulunma! Zira senin sair hayvanat üzerindeki rif'atin, üstünlüğün ise; senin za'f ve aczindir. Nasılda bir çocuk, kendi valideynine ve kardeşlerine aczinin kudretiyle ve za'fının kuvvetiyle tahakküm eyliyebilir. Evet acaba hayvanat içinde hayatının levazımatını tahsil etmekte senden daha âcizi var mıdır? Belki yirmi senede çok tecrübeler ve tederrüsler neticesinde ancak hıfz-ı hayatına lâzım olacak işler sana hasıl ve müyesser olduğu halde, bir hayvan yirmi günde, bazan yirmi saatte, bazan de yirmi dakikada onu elde edebiliyor. Hattâ hayvanî hayat hususunda hayvanın bir ferdi tek başıyla muvaffak olduğu işlere, sizden bir cemaat-i müteavine dahi muvaffak olamıyor. Nasıl ki sizin bir ferdiniz, İslâmiyet ve ubudiyete münhasır olan insanî kemal itibariyle onların bir nev'ine müsavi gelmektedir.
İşte ey arkadaş ve ey nefsim! Senin önünde iki yol vardır. Birisinde, hayvanatın en ednasının en ednası ve en zelili ve en âcizi olursun. Diğerinde, hayvanatın bir nev'inden, belki envaından eazz ve ekmel oluyorsun. Artık istediğini sen intihab et! Madem öyledir. Ey nefsim ve ey arkadaşım! acz ve za'fını tanı.. Ve kat'iyyen bil ki; senin kudret ve kuvvetin, ancak ve ancak malikin olan Allah'ın dergâhında dua ile ağlamaktadır.
Amma senin iftiharına vesile olan nev'-i insanın masnuatı ise, Cenab-ı Hakk'ın ya eser-i ilhamı, yaratması veya ikramıdır ki; seninle muhtelif envaların çeşitlerini cem'ettirip, garib bir hüsün izhar etmek ve acib bir kitabet icad etmek ve muhtelif masnularının numunelerini bir arada toplu halde teşhir etmek; Ve insanın hevesatının hendesesiyle nimetlerin basit ve sadeliklerinin temzici neticesinde hasıl olan meratib-i niamını tattırmak içindir.
8. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey Mehdi ve kıyametin yakınlığı ve istikbal melhameleri (yani harb ve fitneleri) gibi mes'elelerin rivayetlerindeki ihtilaflardan vesveseye düşen arkadaş! Yahu, zaruriyat-ı itikadiyeden olmayan her bir mes'elede, hattâ mesail-i fer'iyede bile zarurî bir iman mı istiyorsun? Halbuki o mesail-i fer'iyeden bir kısmını yalnız reddetmemek ve teslim ile kabul etmek kifayet eder. Yoksa kasdî bir iz'an-ı yakînî istemezler ki, tâ sen onun için bürhan-ı kat'înin talebine muhtaç olasın.
Ey arkadaş bilmiş ol ki: Kur'an'ın nasıl ki müteşabihatı te'vile muhtaçtır; öyle de ehadîsin müşkilat ve müteşabihatı dahi tabir ve tefsire muhtaçtırlar. Şayet senin nazar-ı zâhirînde vakıa muhalif gibi görünen bir rivayet sana rastgelse de;
Evvelâ: O rivayetin İsrailiyattan olması muhtemel olduğu gibi..
Sâniyen: Ravilerin bazı izahlı sözleri olması..
Sâlisen: Onu nakledenlerin istinbatlı manaları olması..
Râbian: Evliya-yı muhaddisînin ta'bire muhtaç olan keşfiyatlarından olması..
Hâmisen: Beyn-en nas mütearef olan bazı mesmuat ki, Peygamber (A.S.M.), onları semavî bir tebliğ olarak değil; belki tenbih için bir musahabe-i örfiye tarzında zikrettiği bazı kinaîli hakikatlar olması ihtimaliyle beraber, hemen nazarını onun zâhirine hasretme. Belki irşadî bir maksada sevkeden kinaî bir temsile hamledip te'vil et!. Veyahut uykudaki adam, uyanık adamın âlem-i yakazasında gördüğünü tabire yeltendiği gibi, o gibi rivayatı hiç olmazsa bir tabir ile tefsir et!.
Evet nasıl ki, sen uykudaki adamın gördüğünü tabir edebiliyorsun. Öyle de: Ey şu hayat-ı dünyeviyenin gafleti içinde uykuya dalmış arkadaş!
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰي
nın sırrına mazhar ve
تَنَامُ عَيْنيِ وَلَا يَنَامُ قَلْبِي
hadîsinin tasrihiyle hakiki hüşyar ve yakzan olan Zat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) söylediklerini ve gördüklerini, senin elinden gelirse, tabir etmeye çalış!
İşte buna göre: Şahsın mevt ve ecelinin ibhamındaki hikmet ki, insan daima ona karşı muntazır olup âhiretine ciddî hazırlansın. Binaenaleyh; kıyametin, yani mevt-i dünyanın ibhamındaki hikmet dahi, yine bu hikmettir. Yani, tâ ki ebna-i dünya, her vakit ona muntazır olup hazırlıklı beklesinler. Ve işte bu sırdandır ki, asr-ı saadetten tâ şu ana kadar her bir asır, kıyameti intizar etmişlerdir. Şu intizar ise gaflet-i umumîyi dağıtmak hikmetindendir. Yoksa o gibi rivayetler, vuku'u muayyen olan emirlere dair irşad-ı Nebevî kısmından değildir. Belki gafleti dağıtan hikmet-i ibhamdır ki, intizarı iktiza eder. İşte burada, hikmeti illetten temyiz edip ayıramıyanlar mutlaka sehveder, yanlış giderler.
Amma Mehdi mes'elesi ise, (yani, her asırda Mehdi'ye muntazır kalmanın hikmeti ise;) dalalet ve fesadın istilası zamanında, ehl-i imanın kuvve-i maneviyelerini takviye ve ye'si izale; ve imam ve reisi Mehdî (R.A.) olan bir silk-i nuranîde zevil-himem müceddidlerin ona insilaklerini teşci' içindir. İşte bu hikmet dahi ibhamı iktiza eder. Tâ ki, her zaman o manaya intizar etmek mümkin olsun.
9. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey zâhirde ve isimde müslüman! Senin sefahette ve ahkâm-ı İslâmiyeyi muarazatta kâfirlerin taklidini yapmaktaki meselin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir aşirete mensubdur. Başka düşman bir aşirete mensub bir adama rastgelir. O düşman adam, kendi aşiretine istinad ederek mefahiriyle gururlanıp, bunun aşiretini kötülemeye ve aşiretinin başını tezyif ve âdetlerini tahkir etmeye başlar. Bu miskin adam ise, zanneder ki, o da kendi aşiretini zemmeder ve âdetlerini tahkir ederse, onun aşireti yanında onun gibi makbul olur. Halbuki bu ahmak adam bilmez ki; o, şu red ve irtidad ile, ya hayvan bir mecnun veya alçak bir rezildir ki, bu haliyle kendi belini kırıp, her iki taraftan kovulan ve tek kalan bir yetim oluyor.
Görmüyor musun ki; Avrupalı bir şahıs, Muhammed'i (A.S.M.) inkâr eder.. Lâkin mümevveh olan Hristiyanlıkla ve kendi millî âdetleriyle memzuc olan mahsus medeniyetleriyle teselli bulduğu için; onun ruhunda dünyevî bazı ahlâk-ı hasene ve bu hayat-ı dünyeviyeye bakan ve yarayan bazı yüksek himmetleri baki kalması mümkündür. İşte o Avrupalı şahıs, bu teselli sebebiyle kendi ruhunun karanlıklarını ve kalbinin yetimliklerini bir derece görmeyebilir. Amma sen ise ey mürted! Muhammed'i (A.S.M.) ve onun âsâr-ı dinini inkâr ettiğin dakikada, daha senin için hiçbir peygamberi kabul etmeye imkân kalmıyor. Hattâ belki Rabbini de... Belki kemalât-ı hakikiyeden hiçbir şeyi kabul etmeye kabil olacak bir haslet ve kabiliyet sende kalamaz.
İşte ey mürted! Şimdi gel, sen kendi ruhundaki tahribatın dehşetine bak ve vicdanındaki zulümatın şiddetini gör ve kalbindeki yütm ve ye'sin vahşetini anla! Bununla beraber, pek yakın bir gelecekte, senin bâtınındaki çirkinliğin zâhirine tereşşuh edip sızacak ve o zaman sizin mürtedane olan zâhirî hüsün ve güzellikleriniz en kabih kâfirinkinden daha kabih ve daha çirkin bir surette açığa vuracaktır.
Demek ki, mürted olan kişi, her iki hayattan da mahrumdur. Lâkin kâfir öyle değil. Çünkü kâfir, İslâm devletiyle muharebe etmediği müddetçe, ona bir hakk-ı hayat var, fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur.
10. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey
وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ
مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
ثُمَّ نُفِخَ فِيهِ اُخْرٰي فَاِذَا هُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ
ve emsali gibi âyetlerin ifade ettikleri hakaik-ı Kur'aniyenin bazı mes'elelerinin azametine karşı kalbi ona dar gelen ve fikrine sığmayan adam, bil ki! Göz önündeki kâinat kitabı, kendi âyât-ı şuûniyesiyle Kur'an'ın bu gibi âyetlerini sana tefsir etmektedir. Ve hem de onun birçok meşhud nazîrelerini; gece ve gündüz ihtilafının lefaifinde ve mevsim ve asırlar tahavvülâtının çevirilen yaprakları ve değişen satırlarının zamirleri arasında sana göstererek fehmine yaklaştırmaktadır.
Eğer bu mes'elede şuhud derecesinde bir yakîn istiyor isen;
فَانْظُرْ اِلٰي آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
âyet-i azîmesinin definesinin kapısını aç, bak; tâ ki, istib'ad ettiğin o mesail-i azîmenin sayısız nazîrelerini gözünle göresin. Meselâ, güz kıyametinde vefat eden enva-i hayvanat ve nebatattan binlerce âlemlerin haşr-i baharîde ihyasını gözünle görüyorsun. Ve bir kaç günlük zaman içerisinde o âlemlerin her birisini mahsus nizamlarla ve muayyen mizanlarla icadlarını dahi müşahede ediyorsun. Halbuki o âlemlerin ekserisi yer yüzünün ağlebini süslü, müzeyyen bir haliçe gibi süsleyecek derecede bir genişliğe sahibdirler. Ve hakeza, bunun gibi daha hadsiz, hesabsız şevahid-i meşhude-i sâdıka vardır.
Misal olarak, o hesabsız âlemlerden yalnız ağaç âlemine, bunun da sayısız envaından yalnız bir elma nev'ine, bunun da hadsiz efradından yalnız önümüzdeki şu ağaca bak. Tâ ki, iç içe ve ard arda üç haşir ve neşri göresin.
1- O ağacın gayet muntazam ve cezbe-i zikirle lerzeye gelen yapraklarının neşri.
2- Onun manzum ve müzeyyen çiçeklerinin haşri.
3- Onun mevzun ve leziz semerelerinin ihyası.
İşte yeryüzünde şu fiilleri yapan, çeviren; ve kış sahifesini çevirip değiştirmekle, sath-ı arzda, yeryüzü genişliğinde binlerle safhaları yazan o zattır ki, "Semavat ve arzı altı günde halkettim" diye Kur'an'ında haber verip, bu hakikatı sair geçmiş hakikatlarla beraber beyan etmektedir.
11. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Her insanın evvelâ kendi akrabalarıyla, sonra efrad-ı aşiretiyle, sonra efrad-ı milletiyle, sonra efrad-ı nev'iyle, sonra ebna-i cinsiyle, sonra kâinatın eczalarıyla fıtrî bir muhabbeti ve şefkatli alâkaları vardır. Hattâ öylesine alakadardır ki, şu'uru ermese bile, bütün bunların mesaibleriyle müteellim ve saadetleriyle mütelezziz olması mümkündür. Lasiyyema cemahir-i enbiya, evliya ve etkiyadan ulvi kemalâtlarından dolayı muhabbet beslediği zatlarla daha çok alâkadardır. Hattâ bazıları, -hususan validelerde,- sevdiği pek çok dostlarından tek bir mahbubunun tek bir alâkası yolunda, nefsini feda edecek ve rahatını izale edecek kadar ileri gider.
İşte böylesi bir insan, onun nefsine ve sevdiği dostlarına; kimsesizlik ve adem-i taahhüdü taşıyan gaflet haletinin hâkimliği sebebiyle yükleten gafiller, kendi nefsinin elemleriyle beraber o hadsiz dostlarının hadsiz âlâmını da çekmeye mübteladır, velevki onun sarhoş nefsi, kalb ve ruhunun bu azabını hissetmese bile.
İşte böylesi bir gafil, meselâ bu dünyada bir cennetin içine girmiş olsa dahi, o cennet onun için; gece karanlığı içinde yıldız böceğinin küçücük bir lem'acığı gibi olur ki ona, vahşetli olan gece karanlığı her tarafı istila edip, o yıldız böceğinin gördüğü bütün manzaralarını ve sevdiği, ünsiyet ettiği bütün mahbubatını karanlığın vahşetine garkediyor. Bununla beraber, onun o zatî ışıkçığı, onu onun rakibine göstermekle de bazan ona zararlı düşüyor.
Amma eğer gafleti tardedip; mülkü, mülkün hakikî malikine verse, o zaman onun kalbinde bir Şems-i Sermedî'nin şualarına karşı öyle bir pencere açılır ki; onun hatt-ı istivası, ezel ve ebeddir. Ve o zaman görecektir ki; şu pek çok olan mahbublara dağılmış bu muhabbetler, o Vâhid-i Ehad için imiş. O Vâhid ki, her şeye bedel kâfi gelir. Yeter ki sen, onu hakkıyla tanıyıp bütün bu muhabbetleri onun esma ve sıfâtına verebildin. İşte o zaman her şeyi sana unutturur ve bütün her şey ona bedel olmadığını, belki bütün mevcudat, onun tecelliyat-ı muhabbetinden tek bir cilvesine dahi bedel olamadığını göreceksin.
İşte şöyle bir mü'min-i muvaffak, faraza bir cehenneme girse de, bi iznillah onun için o cehennem, ruhanî bir cennete dönüşmesi mümkündür. Yani, onun bütün sevdikleri firak-ı ebedîden kurtulup sermedî bir saadette memnun olduklarına olan ilmi, ona bir manevî cennetin telezzüzünü verir.
İşte ey Said-i gafil! kendi nefsini ve vehmî malikiyetini terket ki, bütün mahbublarını Malik-i Kerim ve Rahimlerine teslim etmekle selâmet ve saadetlerine zafer bulasın.
12. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Kat'iyyen bil ki! Her şey Cenab-ı Hakk'ın halk ve icadıyladır. Yalnız şer ve çirkinlikler, kusur ve günahlar ise, mümkinatın kabiliyet ve mahiyetlerinin levazımatı üzerine terettüb ederler. Yani mümkinatın, lisan-ı istidadlarıyla istediklerini, Cevad-ı Mutlak olan Hâlık-ı Zülcelalda, o istek ve dualarına icad ile icabet eder. Şu halde hayr ve hüsün, iki vecihle Hâlıka raci'dir. Yani halk ve iktiza ile... Amma çirkinlik ve kusurun dahi halk ve icad cihetleri yine Hâlık'a raci' olmakla beraber; takazâ, yani sual ve mes'uliyet ise abde raci'dir. Öyle ise hamd, daima O'nundur. Çünkü hüsün ve hayırdaki cevab gibi, sual dahi ondandır ve onun esmasındandır. Tesbih de daima onundur. Zira şer ve kubhun suali mümkinattandır. Fakat kubhun vücuduna terettüb eden ve fakat pek çok mehasini mutazammın olan cevab verme dahi yine O'ndandır. (C.C.) Öyle ise:
مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
sırrı ve hakikatı nümayandır.
13. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey aziz bil ki! Âlemde olan enva-i masnuat, hususan yeryüzündeki enva-i nebatat ve hayvanat, içiçe dokunmuş ve yeryüzüne üstüste terkib edilerek serilmiş ve yayılmış haliçeleri andırdığı gibi; aynı zamanda arzın ve âlemin giydiği o şeyler, içiçe ve üstüste dokunmuş münemnem (müzeyyen) gömlekler gibi müşahede olunmaktadır. Yalnız bunlardan bir kısmı rakik, bir kısmı da kısa ve kısırdır. Hem bir kısmının dokunuşu seyrek olduğu gibi; bazıları da güzün yırtılır, baharın tazelenir. Fakat her hepsi de manzum bir intizam ile ölçülü bir dokunuş içindedirler.
Evet envaın şevk ile birbiriyle mu'anaka edip, yekdiğerlerinin muavenetine koşuşmaları, hem ferdlerin hüsn-ü muaşeret içinde yekdiğerine refakat edip komşuluk etmeleri ise; elbette bütün bunların tek bir Nessac'ın nesci ve bir Seyyid-i Vâhid'in hizmetçileri olduğuna şehadet ediyorlar. Ayrıca bütün bu enva' ve efradın her birisi, o haliçelerin müştebik ve muhtelit olan atkı ipleri içerisinde birbirine mezcolmadan mahsus bir dokuma ile dokunuşları; ve birbirine dercolmadan mümtaz bir endaze ile yapılışları ve birbiriyle kaynaşıp lehimlenmeden muayyen etlerle etlenmeleri; ve bütün bunlar herhangi bir teşevvüşe uğramadan halatsız ve galatsız meydana çıkmaları, elbette aynelyakîn gibi şehadet ederler ki; bunlar öyle bir zatın eser-i san'atıdırlar ki, onun kudret ve hikmetine nihayet yoktur.
Hem bütün bu mütehalif ve ayrı ayrı şeyler üstünde görünen tezyin-i kasdî ve emsali gibi terettübler dahi şehadet ederler ki, şu kasr-ı âlemi mevcudatın enva' ve elvanının müzeyyenatıyla süsleyen zat; âlem kasrının levazımatını, esasatını ve eczasını da o halketmiştir.
14. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey arkadaş! Kat'iyyen bilesin ki; mevcudatın san'atında görünen şu tezyin ve süslendirmek ise, makasıd-ı mühimme-i rububiyetten olan Sani'i tanıttırmak ve bildirmek için en büyük bir gayedir. Hem sevdirilmek ve tanıttırılmak için en parlak bir aynadır. Hem tahabbüb-ü İlahî için en latif bir ünvanlardır. Bu hakikatın nihayetsiz misallerinden yalnız şu birisine bak ki; Güneş çiçeği denilen sarı çiçek ki; geceleri kapanıp nikaplanan, gündüzleri ise açılıp teberrüc eden ve baharın ibtidasından güzün intihasına kadar genç kalan bu çiçeği, Sani-i Hakîm onu bazı nazenin hayvanlara latif ve nazif bir mesken yapmıştır ki, o hayvancıklardan bir cemaat-i müsebbiha bunlardan birinin etrafında tesbih ederek cevelan ederler. Âdeta bu çiçek, onların bir bahçesi veyahut bir sarayı veya bir köyü şeklindedir.
İşte tesbih ederiz o zatı ki; her bir şeyde lütfunu izhar edip mahlukata kudretini gösterir. Ve masnuatının tezyinatı ile kendini zîşuur ibadına sevdirerek tanıttırır. (C. Celalühû velâ ilahe illâ hû)
قَوْلُهُ الْحَقُّ وَلَهُ الْمُلْكُ
15. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Kat'iyyen bil ki! Cenab-ı Fa'al-i Hakîm'in işinden sual olunmaz. Evet hiçbir şeyin, hiçbir ilmin ve hiçbir hikmetin hakkı yoktur ki, ondan sual etsin. Zira o, mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir Malik-ül Mülk-i Zülcelal'dir. Ve bizim bilmediğimizi bilen bir Alîm ve Hakîm'dir. Öyle ise bir şeyin hikmetine ilmimizin ermemesi, o şeyin hikmetsizliğine delâlet etmez. Evet mutlak ekserde görünen hikmet-i âmme, burada bize mestur olup görünmeyen hikmetin de vücuduna şahid-i kat'îdir.
Meselâ, zîhayatların ölümlerinden müteellim oluruz.. Ve bazı hayvanat-ı latifenin kısacık ömürlerinde görünen güzelliğin eziyet görmesinden mükedder oluruz.. Ve hayata talib bazı canlı masnuatın kış gibi şedaidi görmeden evvel inkıraz bulmalarındaki vech-i rahmet nedir bilemeyiz. Halbuki şu teellüm ve manevî itiraz, hakikat-ı hale muttali' olmayan cehlimizden neş'et ediyor. Çünkü hiçbir zîhayat yoktur ki, tekalif-i hayat vazifelerini ifa eden muvazzaf birer nefer ve me'mur, birer abd gibi olmasın!. Tekalif-i hayat vazifesi ise, Hâlık-ı Mevt ve Hayat hesabına ve onun namına tesbihat ve tahmidatı yazan ve çizen bir vaziyettir. Hayatın hukuku ve gayeleri de, bitamamiha Hâlıka ait olduğundan o şey, kendi yaradanının şuhuduna bir an olsun mazhar olması kâfidir. Hattâ belki bilkuvve halî olan niyeti dahi kâfidir. Çekirdek ve tohumların niyetleri gibi... Öyle ise mevt, bir terhistir, bir paydostur, bir izin vermektir ve bir âzaddır.. Ve huzur-u Rahman'a bir davettir. Nasıl ki mülk sahibi de ferman buyurmuş:
ثُمَّ اِلٰي رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ
Evet Cenab-ı Hakk'ın kemal-i rahmetinin şanındandır ki, zîhayat mahlukları erzel-i ömür içinde bırakmasın. Ve onları müz'ic şeraitle memzuc olan ömrün şedaidi içersinde ibka etmesin. Evet, gül ve çiçeklerin âşık ve elçileri ve yeşillik ve semeratla telezzüz eden onların Emir ve Beyleri olan nazenin hayvancıkların vazifeden terhisleri misali, gibi... Yoksa o zîhayatlar, aşk u şevk ve lezzetle ifa etmekte oldukları vazife, şedaid-i hayata uğradığı zaman, onlar için külfet, zahmet ve musibete inkılab ederdi. İşte bunun içindir ki, onların Sani' ve Seyyid'i, şerait-i hayata muvafık olan ve tekalif-i hayatiye yükünün sühuleti vaktinde aşk ve şevkleri yerinde olduğu müddetçe, onları istimal ve istihdam eder. Lâkin sonra, ihtiyarlık, kış veya bazı şuûnatın tahavvülü gibi saltanatlarını istilaya uğratan ve şevklerini bozan hâdiselerin elemnâk çizgileri o zevil-hayatın simalarında kendini göstermeye başlar başlamaz, Rahman-ı Rahim'in rahmeti onlara izin ve terhis ile meded eder. Tâ ki onların emsallerini gönderip, bunları da onlar gibi aynı minval üzere hayatlarıyla hutut-u tesbihiyeyi dokuyup, Mevlâlarına hedaya-yı hayatları olan tesbihatı takdim etsinler ve seleflerinin vazifeleri bittiği yerden başlasınlar.
İşte ey kendini kendine ve hayatına malik zu'meden ve saadetini yalnız bu dünya hayatının rahatında tevehhüm eden gafil-i mütefer'in! Kat'iyyen bil ki; hata ediyorsun, halt ediyorsun, yanlış gidiyorsun, isyanda yuvarlanıyorsun!..
Evet, bir me'mur-u me'mun ve mütemessil-i mesrur olan hayvanı, malikini unutmuş olan kendi nefsine kıyas ettiğin için; kendi şuûnatı içinde işleyen rahmet-i âmmenin velvele-i celevatı güya umumî bir matemden gelen ağlayışların vaveylası imiş gibi sana görünmektedir. Fakat sen, onlara onlar için acıyor değilsin ki; o şefkat, memduh bir şefkat olsun. Belki sen, onları kendine kıyas yoluyla, kendini onların mevkiinde farz edip, onda fâni olmuş olan nefsine acıyorsun.
Amma bazı hayvanların, diğer bazılarına taslitlerinin hikmeti ise; zaiflerin dikkat, teyakkuz, cevvaliyet ve çeviklik almaları içindir. Hem tâ ki latif cihazatlarını istimal etsinler ve bilkuvve olan istidadlarını kuvveden fiile çıkarsınlar gibi, pek çok hikmetleri vardır. Hayvanat-ı ehliye ile vahşiyeyi müvazene etsen, bu hikmeti zâhir, bâhir görürsün.
16. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey keşf-i esrar meraklısı azizim! 'Evliyaların usul-i diniyede ittifakları ile beraber, meşhudatlarındaki hükümlerinin sırr-ı tehalüfü; hem geçmiş peygamberlerin ve ârif evliyaların tevhid-i ilahiden gayrı olan sair erkân-ı imaniyede mübhem ve mücmel gittikleri halde; Kur'an ve münzel-ün aleyh olan Zat'ın (A.S.M.), bütün makasıd-ı imaniyeyi son derece tâm ve küll halinde ve en güzel bir surette ve onun üstünde daha hiçbir izah ve tafsile lüzum bırakmadan kasdî bir izahla tafsil etmelerinin hikmeti nedir?' diye sual edersen, biz de elcevab deriz ki: Onun sırrı ise, berzahların tavassutu ve kabiliyetlerin tefavütü ile beraber, celevat-ı esma renklerinin mazharlardaki küllî ve cüz'î, zıllî ve aslî olan tenevvüünden ileri gelmiş ve gelmektedir.
Evet, o büyük zatlardan bir kısmı, haşr-i cismanî gibi bazı hakaik-ı imaniyenin tafsilatı cihetine gitmek değil, filcümle icmal ile bırakıp gitmişlerdir. Bazıları da marifetullahın gayrısındaki hakaikı ibham etmişlerdir.
İşte bu mes'elenin hikmetine işaret eden şu gelecek temsile bak:
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰي
Güneş, kendi Hâlıkının izni ile üç çeşit tecelliye sahibdir.
Birisi: Tecelli-i küllîdir ki, bütün çiçeklere birden ifaza-i nur etmesidir.
İkincisi: Tecelli-i hâstır ki, umum o çiçeklerden her bir nev'in renk ve kabiliyetlerine göre ifazasıdır.
Üçüncüsü: Tecelli-i cüz'îdir ki, her bir çiçeğe ayrı ve mahsus bir ifazasıdır. Fakat o kavle göre ki, ezahirin elvanı (çiçeklerin renkleri) ziya-yı şemsin istihalelerindendir.
Ve keza şemsin kendi mübdi'i ve Hâlıkı izniyle seyyarat ve kamer üzerine ayrı bir tenvir ve ifaza-i külliyesi de vardır. Bununla beraber, kamer güneşten istifade ettiği o nur-u zıllîyi hem denizlere ve onun kabarcık ve katrelerine; Hem toprağa ve onun şeffafatına, hem de havaya ve onun zerratına ifaza etmektedir.
Ve keza yine güneşin, kendi Fâtırının emriyle cevv-i hava ve deniz yüzü aynalarında saf ve küllî diğer bir in'ikası da vardır. Sonra deniz yüzünün kabarcıklarında ve suyun damlalarında ve havanın zerrelerinde ve karın şişeciklerinde ayrı ayrı cüz'î in'ikasları ve küçük timsalleri zâhirde görünmektedir. Demek, güneşin her bir çiçeğe, her bir katreye ve her bir reşhaya şu üç yol ve cihetle olan aksinin iki tariki vardır:
Birinci Tarik: Bil'asale berzahsız ve hicabsız tecellisidir ki, minhac-ı nübüvvetin feyzine misaldir.
İkinci Tarik: Bu yolda ise, berzahlar araya girmekte ve ayna ve mazharların kabiliyetleriyle cilveler boyalanıp renklenmektedirler. İşte bu da, velayet mesleğini temsil eder.
İşte zehre, katre ve reşha birinci yolda diyebilirler ki: "Ben âlem güneşinin bir mir'atıyım." Amma ikinci yolda ise, ancak, "Ben kendi güneşimin veya nev'imin güneşinin bir mir'atıyım." diyebilir. Halbuki ona has veya nev'ine ve cinsine mahsus olan güneş, şems-i mutlakanın bütün levazımat ve tevabiini -berzahların dar boğazlarının gerisinde iken- tutamaz, istiab edemez. Zira seyyaratın ona bağlanması, dünyayı ısıtması ve nurlandırması ve nebatat hayatını tahrik etmesi gibi emirler, ancak mutlak bir güneşe bağlı olduğu malûmdur. Belki ancak o, bunları kendisine kayıtlı olarak görünebilen bir güneşi mutlak telakki ederek veriyor. Fakat onun şu hükmü şuhudî değil, aklîdir. Belki bazan onun hükm-ü aklîsi, şuhudî olan hükümleriyle müsademe edebilmektedir.
Şimdi ey arkadaş! Geliniz, kendimizi o üç şey yerinde farzedelim. İşte sen ey bir nefs-i kesife-i türabiyeye malik olan arkadaş! Sen zehre ol! Çünkü zehrenin levni, şems ile mümtezic olan timsalini tazammun etmekle beraber, yine ancak istihaleden geçmiş bir ziyayı taşıyabiliyor.
Hem esbab içine dalmış şu feylesof arkadaşımız dahi varsın katre olsun. Çünki o, ancak kamer aracılığıyla güneşin ziyasından zıllî bir ışık alabiliyor.
Amma kâinatta müessir-i hakikî yalnız Allah'tır diyen 'Ben' ise, reşha olayım. Çünkü reşha zatında fakirdir, hiçbir renge malik değil. Onun için o, güneşin aynı misalini kendi gözüne gözbebeği yapmıştır.
Şimdi her birimiz kendi vaziyetimizi böylece anladıktan sonra; bizi ihsanıyla nurlandıran ve tezyin eden zatın cazibe-i muhabbeti, kendisine kurbiyet peyda etmemizin ve onu görmemizin taleb ve kasdıyla bizi harekete getirdi, sülûke başladık.
İşte ey zehre! Sen sülûk edip gittin. Tâ öyle bir mertebe-i külliyeye vâsıl oldun ki; zehre çiçeğinin bütün cinsine birden bakan ve o nevide, güneş timsalinin elvan-ı ziyasının tahallül ettiği kesif bir aynalık mertebesine ulaştın. Fakat yine de sen, mukayyedlerin elvanının hususiyatı ortasında teferruk ve teşettütten kurtulamazsın. Hem berazih ve suretlerin araya girmesiyle, güneşin aynısı tesettüre uğradığı için, firaklardan da sâlim kalamazsın. Ancak şu şart ile kurtulabilirsin ki; sen kendi nefsine ve zatına perestiş derecesindeki muhabbetten başını kaldırasın ve nefsinin mehasiniyle meftuniyet içindeki telezzüz ve tefahurdan nazarını çekip sema yüzündeki güneşin aynısına dikesin. Hem zaten senin rızkını alıp sana koşarak getiren toprak canibine, celb-i rızık için müteveccih olan bâtın-ı vechinle dönüp güneşe müteveccih olasın... Yoksa bu şartları yapmazsan, kayıd ve berzahların gerisinde güneşin asliyeti nedir bilemezsin. Evet sen onun bir aynası olduğun gibi; o da sema denizinin yüzünde parlayan bir katrecik olup, Hak Sübhanehu ve Teala'nın Nur isminin envar-ı kudretinden bir lem'asına bir ayna olmuştur.
Fakat bununla beraber, yine de sen, güneşin nefs-ül emirdeki mahiyetini olduğu gibi göremezsin. Belki ancak sen kendi sıfat ve mirsadlarının renkleriyle renklenmiş bir şekilde ve mukayyed olan kabiliyetlerinin kayıdlarıyla kayıdlı bir surette görebilirsin.
Şimdi ey katre! Sen de gittin, felsefenin basamaklarıyla yüksele yüksele, tâ kamere kadar çıktın ve gördün ki; kamer kendi zatında karanlıklı kesif bir şeydir. Onun cirminde ne ziya var, ne de hayat... Senin sa'y ve amelin boşuboşuna gitmekle beraber, sen ye'sin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve birbirine zıd çeşitli ervah-ı habisenin iz'acatı arasındaki ızdırab dehşetinden kurtulamazsın. İlla ki sen, tabiat gecesini terkedip, hakikat ve yakîn güneşine teveccüh edesin... Ve şu gece nurları, güneşin ziyalarının gölgeleri olduğuna yakîn getiresen... Fakat yine de güneşin safî bir şuhudu sana müyesser olmaz, belki ancak senin me'lufat ve malûmatlarının arkasından sana mütecelli olan güneş, senin kabiliyetlerinin renginden bir renk almaktadır.
Şimdi ey reşha-i fakire-i zaife! Sen de git, senin bir rengin olmadığı için havaya yükselen buhara çabuk tebahhur edip binersin. Sonra ateşe inkılab edip, sonra nura tahavvül ederek, sonra ziyanın cilvelerinin şuaatından birisine biner ve yapışır gidersin. İşte sen ey reşha, bu mertebelerin hangisinde bulunursan bulun, senin için güneşe bakan safî bir menfezin bulunacaktır ve onunla güneşi -güneşin zatı olmasa da- aynelyakîn bir surette görebildiğin gibi, güneşin lâzım-ı levazımatını da görürsün. Ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin mukayyedliği, ne de aynaların küçüklüğü senin elini tutup, onun âsâr-ı saltanat-ı zatiyesinin isbatında seni durduramazlar. Zira mazharlarda görünen ziyalar, güneşin cilveleri olup onun aynısı olmadığını, yani nefs-ül emirdeki zatının tâ kendisi olmadığını, belki ancak onun bazı cilveleri olduğunu düşünüyorsun.
İşte mezkûr üç yoldan hakikata vâsıl olanlar, çendan hakta ve tasdikte ittifak etseler de, mezaya ve şuhudda mütefavittirler, çeşit çeşittirler.
17. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَانُ Bil ey insan! Sen beş vecihle bir vâhid-i kıyasîsin.
1- Esma-i hüsna cilvelerinin garaib-i âsârına bir fihriste-i camia'sın.
2- Kendi cüz'î sıfat ve mevhum rububiyetinin ölçücükleriyle Rabb-ı Semavat ve-l Arz'ın muhit sıfatlarının marifetine bir mikyassın ki, mevhum bir rububiyetin hududunu tasavvur etmekle, o muhit sıfatları fehmedersin.
3- Âfakta şirk ve şirketi nefyetmenin derecatına bir mizansın. Yani ki, sen kendini küllen ve kâmilen Allah'ın mülkü olduğunu iz'an ettiğin vakit, âlemde de onun bir şeriki olmadığına iman edersin. Amma eğer sen kendinin bir sülüsünü ona, bir sülüsünü de esbaba, baki kalan bir sülüsünü de kendi nefsine versen; kendinde yaptığın bu tasarruf ve taksimat, senin için bütün kâinatta da hasıl olacaktır. Hem eğer senin enaniyetin, Allah'ın mülkünden bir dirheme de malikiyet dava ederse, o zaman her bir ferdin, her bir sebebin de mülküllahtan birer dirheme sahib olduklarını tasdike mecbur olursun. Bu ise Allah'ın malını başkalara taksim ettin demektir.
4- Ulûm-u kevniye ve maarif-i afakiyeye bir haritasın. Öyle ise, ne zaman ki sana senin enaniyetin fetholdu, kâinat kapıları da senin için açılmıştır demektir. Fakat eğer sen, nefsini unutsan, afakî maarif dahi sana kapanır, belki o maarif dönüp cehl-i mürekkeblere ve malayani safsatalara inkılab ederler.
5- Esma-i İlahiye mazâmininde (içlerinde) mutalsım olan künuz-u mahfiyenin anahtarlarına bir hazinesin. Evet, ne zaman ki sen kendinde bir acz-i bilâ-nihayeyi gördün; o zaman Hâlıkının kudret-i bilâ-gayesini müşahede etmişsin. Hem ne vakit sen kendinde nihayetsiz bir fakr ve fâkatı gördün. O zaman râzıkının gına-yı bilâ-nihayetini görmüşsün ve hakeza, bu minval üzere gider. Âdeta onun esmasının cilveleri, nuranî harfler olup, senin hâlâtının zulümatında yazılıdırlar. Karanlığın derecesi ne kadar şiddetli olur ise, nurdan olan bir yazının nuraniyetinide o derece izhar eder. Şu halde sen, birinci vecih itibariyle, ancak hâmil ve kabil ve mazharsın. Senden sana bir şey yoktur, belki ancak "kün feyekûn" lisanına bir kaside-i manzumesin.
Amma beşinci vecihte, zıddiyet itibariyle bir âmil, bir fâil ve bir ma'kessin. Hem istidadat, ihtiyacat, ef'al ve akval lisanlarıyla sual eden bir sâilsin. Ve şu noktadan senden sana yalnız günahlar, kusurlar, zulmetler ve fâkatlar vardır. Amma senin Fâtırından sana bütün hasenat, kemalât, nuraniyat ve füyuzat vardır.
Ve keza birinci vecih, aslı gösterir, izhar eder. Beşinci vecih ise tecelli edenin isminin meratibini izhar eder. Nasıl ki, kubhun mülahazası olmaksızın, hüsnün derecesi tek bir mertebe şeklinde kalır. Amma bir kubhun mülahazasıyla hüsnün derece ve mertebeleri birbirinden faslolup çoğalırlar.
اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰي مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ
18. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَانُ Bil ey insan! Rabb-i Kerim, senin yanında emanet bıraktığı kendi mülkünü yine senin için zayi olmaktan muhafaza etmek, hem o emanetin kıymetini birden binlere yükseltmek, hem onun bedeline sana çok büyük bir fiat da vermek üzere senden satın almak istiyor. Satın aldıktan sonra da, istifadene bırakmak üzere yine senin elinde bırakacak, fakat o emanetin idare ve taahhüd külfetini senden alıp kendi kefaletine alacak. İşte bu satışta beş derece kâr içinde kâr vardır. Onun şu azim ihsanına karşı daha nedir bu gurur ve bu nankörlüğün?..
Hem de ey gafil, emaneti satmadığın takdirde, onun emanetinde hain olduğun gibi, kıymeti süreyya kadar yüksek iken, seraya sukut eder derecede bir kıymetsizliğe yuvarlanacak. Sonra da bilâ-faide zail olacak.Ve seni o pek azîm fiyattan, kârdan mahrum bırakacaktır. Hem de emanetin taahhüd tekellüfleri ve günahları da senin boynunda kalacak ve onun muhafaza külfeti ve elemlerinin ağırlığı dahi senin omuzuna yüklenecek. Ve işte beş derece hasaret içinde hasaret!..
Senin şu muameledeki vaziyetin, şöyle miskin bir adama benzer ki; o adam, bir dağın başındadır. Fakat o dağı bir zelzele sarıp, başındaki her şey ve bu adamın emsali gibi herkes, dağın başından kopup derin derelerin diplerine sukut etmektedirler. Hem ellerinde olan her şeyleri de parçalanarak gidiyor. İşte bu adam, gözüyle bu vaziyeti gördüğü halde, kendisi de bir uçurumun başında olup, her dakika o uçuruma yuvarlanmak üzere beklemektedir. Halbuki bu adamın elinde bir emanet vardır ki, sonderece kıymetli bir makine-i murassa'a-i acibedir. Ve o makinede sayısız mizanlar, hadsiz âletler, hesabsız faydalar ve nihayetsiz semereler vardır.
İşte bu adam, o müdhiş vaziyet içinde beklerken, makinenin maliki, kerem ve merhametinden ona haber gönderdi ki: "Ben senin elindeki malımı, güya senin malın imiş gibi satın almak istiyorum. Tâ ki senin dereye sukutunla o mal, kırılıp zayi olmasın. Onu ben muhafaza edeceğim. Ve sen dereden çıktıktan sonra, hiç kırılmayacak bakî bir surette yine sana teslim edeceğim. Hem o makinenin âlât ve mizanları benim geniş bostanlarımda ve dolu hazinelerimde çalıştırılıp işletilmek sureti ile, kıymeti pek çok ziyadeleşecek ve çok çeşitli ücret ve semeratını da beraber alacak.. ve illâ, adi bir âlet derekesine inip kıymetten düşecekte, senin işkembe ve şehvetinin daracık dairesinde muvakkat bir zaman zarfında istimal edilip atılacaktır.
Şimdi bak, batın ve şehvetin nerede?.. Ve besatin ve hazain-i İlahiye nerede?!. Evet koca dünyaya sığmayan bir acip makinenin istimalini, senin batn ve şehvetin onları nasıl istiab edebilecektir?!.
İşte ben o makinenin bedeline pek büyük bir fiyat veriyorum. Hem de sen, bu dağda bulunduğun müddetçe onu elinden almayacağım. Yalnız onun yukarı kulpunu ben tutacağım, tâ ki onun ağırlığı senden hafifleşsin ve külfeti seni ta'ciz etmesin.
Şimdi eğer bey'i kabul ettinse; sen yine o makinede benim namım ve hesabımla tasarruf et! Bir nefer-i asker nasıl ki elindeki malı hususunda, gelecekten havfetmeden, geçmişten de hüzün çekmeden padişahın ismi ve hesabıyla çalıştığı gibi, sen de öyle çalış!.
Amma beş vecihle kazanç içinde kazanç olan şu bey'i kabul etmezsen; beş vecihle hasaret içinde hasarete düşeceğin gibi, emanette hainlik etmiş olup, ziyaından da mes'ul sen olacaksın" dedi.
خُدَايِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِي خَرَدْ اَزْ تُو
بَرَايِ تُو نِگَهْ دَارَدْ بَهَايِ بِيگِرَانْ دَادَه
Evet Kur'an'ın beşere verdiği ders ve talim ki; emaneti satmak cihetindedir ki: Der: "Durma sat, kazançlısın.
اِنَّ الدَّارَاْلاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ
Yani: hakikî hayat ve hayattarlık ancak âhiret hayatındadır.
Fakat medeniyet-i küffar felsefesinin dersi ise der: "Mal senindir, satma malını...
اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا
Hayat yalnız bu hayattır." der. İşte hüda-yı münevver ile, deha-i müzevverin arasındaki fark ve tefavüte bak, gör!
19. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey birader bilmiş ol ki! Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teâlâ sana yakındır. Sen ise O'ndan uzaksın. Evet Cenab-ı Hak, seninle beraber ve senin yanında olduğu aynı anında, senin bütün efrad-ı nev'inle de beraberdir. Hem senin nev'inle beraber olduğu aynı zamanında, senin cinsinin cemi-i efradıyla da beraberdir. Hem senin cinsinle beraber olduğu aynı vaktinde, zevil-hayatın bütün cüz'iyatıyla dahi beraberdir. Hem bütün zevil-hayatla beraber olduğu aynı dakikada mevcudatın sair tabakat ve devairiyle de beraberdir. Ve aynı vakitte tabaka tabaka tâ bütün mevcudatla birden ve tâ zerrat ve esîr ve ruhaniyat ve maneviyatla; tâ vehm ü hayalin ihata edemediği âlemlerle de aynı anda beraberdir.
İşte sen, bu vaziyette kendi cihetinden ona yakınlaşmak istediğin zaman, evvelâ senin kendinden geçip cüz'iyetten ayrılarak, inbisat edip yükselerek; tâ nev'inin makam-ı külliyetine çıkman lâzımdır. Sonra o külliyetin içinde de terakki ederek tecerrüd içindeki ıtlak-ı ruh ile gide gide tâ cinsinin makam-ı külliyetine çıkman gerektir. Ve hakeza yetmişbin hicaba yakın perdeleri kat'etmek icab edecektir.
Zira Cenab-ı Hak (C.C.) nasıl ki senin yanında hazırdır. Aynı zamanda bütün her şeyin de yanındadır. Öyle ise sen, kendi cihetinden onun yanında olman için; ancak her şeyin yanında olabildiğin vakit, (yani öyle bir makam-ı külliyete çıkabildiğin zaman) onun yanında olabilirsin. Ayrıca bundan sonra da, imkân ile vücûb arasındaki hadsiz bir mesafe karşına çıkar ki; sen şu acib bu'diyeti kat'edip de, ulaşmak ve onun kurbüne vusül bulmak nasıl mümkün olabilir. Daha bundan başka da, yani imkân ve vücub arasındaki hadsiz mesafeden sonra da, sonsuz seradikat-ı tecelliyat vardır. Ve bunların ötesi ise, ölüm ve helakettir.
İşte madem hakikat böyledir; Kendinden ve baidlik cihetinden taraf fani ol. Tâ ki onunla beka bulup kurbuyla bi yakınlık peyda edebilesin.
20. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Kat'iyyen bil ki! Cenab-ı Allah (C. Şanuhu) bize bizden daha yakındır. Biz ise ondan nihayetsiz uzağız. Evet onun bize bizden daha yakın olduğunun şahidlerinden birisi; onun pek zâhir olan her şeyde ve bizdeki tasarrufudur. Eğer biz onu, onun tasarrufunda bulmak üzere yakınlaşmak taleb etsek, bulamayız; İlla ki, her şeyin yanı olan bir makam-ı küllîde bulabiliriz. Faraza terakki ede ede, daire-i imkânı ihata eden her şeyin yanı olan makama da çıksak, yine de tam bulamayız. Ancak daire-i vücubdaki izzet, azamet ve kibriya içinde mütecelli olan esma ve sıfat ve şuûnatının seradıkları olan pek çok nuranî hicabların arkasında bulabiliriz.
Amma eğer kendi nefsimizin hevesatını terkedip, onun bize olan yakınlığı cihetinden onu taleb etsek, o zaman iş kolaydır
İnşâallah.
لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ
21. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey Kur'an'ın hikmetiyle, felsefe hikmetinin arasındaki farkı öğrenmek isteyen arkadaş, bil ki! Bunu anlamak için bu gelecek temsile bak: Meselâ bir Kur'an var, onun hurufatı çeşitli tezhiblerle ve pek müzeyyen nakışlarla yazılmış. Bazı kelimeleri altun, bazısı gümüşle; bazıları elmas ve zümrüd ile, bazısı cevahir ve akik ile ve hakeza, son derece müzeyyen ve hârika bir Kur'an...
Bu Kur'anı iki şahıs alıp okudular, ikisi de istihsan ettiler.. Dediler ki: "Gel her birimiz bu pek müzeyyen şeyin mehasinine dair birer kitab yazalım." Yazdılar. Fakat o adamlardan birisi ecnebîdir. Arabiyeden bir tek harf dahi bilmiyor. Hattâ gözü önündeki Kur'anı bir kitab olduğunu dahi bilmiyor. Amma her ne kadar Arabî bilmiyorsa da, hendese ve tasvirde, cevahir ve hâsiyetlerinin vazifelerinin marifetinde maharet sahibidir. İşte bu adam, yalnız hurufatın nakışlarındaki münasebetlerinden ve cevahirinin hasiyet, vaziyet ve tariflerinden bahseden gayet büyük bir kitab yazdı.
İkinci adam ise, onu görür görmez, bildi ki; o Kitab-ı Mübin, Kur'an-ı Hakîm'dir. Müzeyyen olan harflerinin nukuşu ile hiç iştigal etmedi. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, ötekinin meşgul olduğu şeyden milyonlar mertebe daha âlî, daha gâlî, daha latif, daha şerif, daha ezyen ve daha ahsendir. Yani, o Kur'an'ın ma'ânisindeki cevherlerin beyanına ve enva'ının esrarına dair şeylerle meşgul olup, âyetlerin hakaikından bahseden bir tefsir yazdı.
İşte ey bir parça aklım var diyen arkadaş! Allah için söyle; bu iki kitabdan hangisine, şu Kur'anın maanisine muvafık bir hikmet kitabıdır denilir?!.
Eğer, temsili fehmettin ise, hakikatın yüzüne de bak. Temsildeki Kur'an ise, şu âlemdir. O iki şahıs ise, birisi felsefe ve hükemanın kitabları ile onların yolunda gidenlerdir. İkincisi Kur'an ve şakirdlerine işarettir.
22. Parça[değiştir]
وَ مَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَي اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ
اِعْلَمْ Eyyühe-s Said! Kat'iyyen bil ki; saadet, tevekküldedir. Öyle ise Allah'a tevekkül et ki, dünyada istirahat edip âhirette müstefid olasın.
Tevekkül edenle etmeyenin, fakat sonra yine tevekküle rücu' eden adamın meseli, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine hem başlarına ağır yükler yüklenip bir gemiye girdiler. Bunlardan birisi gemiye girer girmez, yükünü gemiye bırakıp üstünde oturdu, istirahat etti. İkinci adam, gururu içindeki belahetinden yükünü yere bırakmadı. Ona denildi. "Şu ağır yükünü gemiye bırak." O dedi ki: "Yok, ben kuvvetliyim." Yine ona denildi: "Seni kaldıran şu gemi, daha kuvvetlidir ve daha iyi muhafaza eder. Halbuki gittikçe zaiflenen belin ve başın, şu gittikçe ağırlıkları ziyadeleşen yüklere takat getiremeyecek." Hem ona denildi ki: "Senin selâmetin dahi yüklerini gemiye bırakmaya vâbestedir. Çünkü gemi sahibi, seni bu vaziyette görse, ya bu adam divanedir tardedilsin veya haindir; gemimizi ittiham ve bizimle istihza ediyor hapsedilsin diyecek. Hem de bu halde kalırsan, maskaralıktan ve halkın istihzasından kurtulmıyacaksın. Zira senin kuvvetin bu yükü daimî kaldıramıyacağına göre; riyayı gösteren tasannua, za'fı gösteren tekebbüre ve aczi gösteren gurura muztar oluyorsun.. ve dolayısıyla halka, millete bir udhuke olacaksın. Halk senin haline gülecektir." denildikten sonra, bu miskin hatasını düşündü, anladı ve aklı başına geldi, inadından vazgeçti, yükünü gemiye bıraktı, üstünde oturdu ve bir nefes aldı, istirahat eyledi.. Ve döndü, arkadaşına dedi: "Allah senden razı olsun ki, benim rahatım, selâmetim ve haysiyetim içinde olan bir hale beni irşad ettin."
AZİM BİR MEBHASTIR[değiştir]
(Tenbih:[2])
Sual: Kur'an,
dediği halde; bütün bu kelimat-ı İlahiye üstünde Kur'an'ın faikiyetinin vechi nedir?
Elcevab: Kur'an, bütün âlemlerin rabbi itibariyle, hem bütün âlemlerin ilahı ünvanıyla ism-i azamından gelmiş Allah'ın fermanıdır. Ve gök ve yerlerin Rabbi ismiyle, rububiyet-i mutlaka cihetinden ve saltanat-ı âmme vechinden ve rahmet-i vasia cânibinden ve haşmet-i azamet-i uluhiyet haysiyetinden ve onun ism-i azamının muhitinden arş-ı azamının bütün muhatına kadar olan küllî devair-i rububiyete bakarak gelmiş olan Allah'ın bir kelâmıdır.
Amma sair kelimat ise, bir kısmı hâs bir itibar ile ve mahsus bir ünvan ile ve bir tecelli-i cüz'î içinde cüz'î bir isimle ve hâs bir rububiyet ve mahsus bir saltanat ve hususî bir rahmet cihetinden gelen kelimat-ı İlahiyedirler. Ekser ilhamat gibi...
İşte bu sırdandır ki; bir velî,
حَدَّثَنِي قَلْبِي عَنْ رَبِّي
"Benim kalbim Rabbimden haber veriyor."diyor. Demiyor: "Rabb-ül Âlemîn'den haber veriyor."
Evet ey velî! Senin kabiliyetin mikdarınca, senin mir'at-ı kalbinde hususî istidadına bakan senin Rabbinin tecellisinden gelen feyzin nerede?
Sonra esma-i hüsnanın cilveleri itibariyle bütün arşların anası olan Arş-ı Azam aynasında Rabb-ül Âlemîn'in tecellisinden ism-i azam ile parlayan bir Peygamber'in feyzi nerede?
Evet meselâ, senin küçük ve bulanık olan aynan içindeki hususî güneşinden gelen feyzin nerede? Sonra gök tavanında parlayan âlemin güneşinden gelen bir feyz-i küllî nerede?
Hem bir padişahın kendi raiyetinden birisine hâs bir telefon ile hususî bir hacete dair, cüz'î bir emir ile ettiği bir hitabı nerede? Sonra o melikin saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra ismiyle; hem kendi malikiyet-i ulyasının haşmeti haysiyetiyle memleketinin etrafında kendi sefir ve vezirleri vasıtasıyla kendi evamirini etrafa teşhir maksadıyla isdar ettiği fermanı nerede?
İşte bu sırr-ı azîmden; vahyin ekserisi melek vasıtasıyla olduğu, ilham-ı İlahînin ağlebi ise vasıtasız olduğu anlaşılır. Hem en yüksek bir velînin, enbiyadan hiçbir peygamberin derecesine ulaşamadığının sırrı, hem Kur'an'ın sırr-ı azameti ve izzet-i kudsiyeti ve çok yüksek îcazı içindeki ulviyet-i i'cazı; hem tâ göklere, tâ Sidret-ül Münteha'ya, tâ Kabe Kavseyn'e gidip
اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
ile muttasıf Zat-ı Zülcelal ile münacât etmek için Mi'rac-ı Ahmedî'nin sırr-ı lüzumu; sonra tarfet-ül aynda yerine dönmesinin hakikatı gibi nice esrarın hakikatları fehmedilir. Ve sonra yine aynı sırdan, kelâm-ı nefsînin yani ilhamın ilim ve irade gibi ezelî, sade bir sıfat olup; vücud ve sübutu malûm, fakat künh ü keyfiyeti ise mechul olduğu, hem kelimat-ı İlahiyenin de nihayetsiz olduğu anlaşılır.
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
TENBİH[değiştir]
Bu azîm mebhas, Ondördüncü Reşha'nın İkinci Katresi'nin bir tetimmesidir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
(BİSMİLLAH HAKKINDADIR)
اِعْلَمْ Ey aziz bil ki! Her şey mutlaka ya lisan-ı kaliyle veya lisan-ı haliyle veya lisan-ı istidadıyla Bismillah demektedir. Çünkü görüyoruz ki; zerrelerden güneşlere kadar bütün mevcudat, zatındaki acziyle beraber, öyle acib vazifeleri yüklenmiş ki; kuvveti onun milyonda birisine de kâfi gelmiyor. O halde şeksiz şübhesiz sabit oluyor ki, o vazifeleri ancak bir Kaviyy-i Aziz'in havliyle kaldırıyor. Ve bir Kadir-i Hakîm'in namıyla mübaşeret ediyor.
Hem dahi o şey ve bütün eşya, cehliyle beraber kendi beline ve başına öyle mevzun olan gaye ve neticeleri ve manzum semereleri yüklemiştir ki; her birinde, hususi tarzda menfaat-i umumiye gözetilmiştir. Halbuki, o gaye ve neticelerden o şeye ayrılan hisse, ancak milyonda birdir. Öyle ise bedahetle anlaşılıyor ki; o şey, o hikmetli gayeleri bir Azîm-i Hakîm'in ismiyle yüklenmiş, bir Rahman-ı Rahîm'in namıyla ve bir Alim-i Kerim'in hesabıyla zîhayatlara yetiştiriyor.
Eğer istersen, tohum ve çekirdeklere bak! Ve hem yüklendikleri ağaç ve sünbüllerine nazar et! Hem yine ağaçlara ve onların semerelerine ve hayvan ve hayvancıklara ve bunların vezaif-i acibelerine dikkat et!
Evet, meselâ tek bir nefer asker, gelip bütün bir şehir ahalisini, rızaları olmadığı halde, onları uzak bir yere sevkederse ve onları çeşitli vezaif ve hizmetlerde çalıştırmak için taksim ederse, elbette edna bir şuuru olan anlar ki; o nefer asker, bu işleri ancak padişahın kuvvetiyle yapıyor.. ve onun namı ile çalışıyor.. Ve onun hesabıyla bu ahaliyi istihdam ediyor.
Öyle de; az aklı olan herkesin fehmetmesi lâzımdır ki; şu âciz, cahil mevcudat dahi, bu pek büyük ve muntazam işleri ve vazifeleri ancak bir Kadîr-i Alîm'in ismiyle ve bir Aziz-i Hakîm'in hesabıyla kaldırıyorlar. Ve alıp bize ihda ettikleri şu meyveleri de, ancak bir Rahman-ı Rahim namına hediye ediyorlar. Onların ve umum mevcudatın gördükleri şu vazife ve gayelerden aldıkları ücret ise, yalnız rahmet-i âmme-i İlahiyenin i'ta eylediği olan validelerin şefkatlerindeki terahhum lezzeti; ve arının istidadıyla vahyi imtisalen yaptığı faaliyet halaveti; ve hayvanatın erkeklerinin vazife-i telkihiyede aldığı zevk; ve insan ve hayvanın tagaddi için ekl ve şürb esnasında aldıkları lezzet; ve neşv ü nemasız kalan istidadların kuvveden fiile çıkarken aldığı istirahat ve ettiği teneffüs tarzında; her bir ferd-i zîhayatın yaptığı hususî hizmetindeki hâs bir lezzetidir. Güya kuvvede olan her bir istidad, mahbus gibi sıkıntı içindedir de, fiile çıkması ise, geniş bir yere çıkıp nefes alan kimse gibidir.. ve hakeza kıyas et! Demek Fatır-ı Hakîm ve Malik-i Kerim, şu cüz'î lezzetleri, o mevcudatın yaptığı hizmetlerine karşılık bir maaş ve vazifelerinin keyfiyetine bir fihriste ve hareketlerine bir zenberek kılmıştır.
İşte ey emanet-i kübrayı hamil olan insan! Ferşten arşa kadar bütün eşyayı ihata eden bir kanuna nasıl itaat etmezsin.. Ve şems ve kameri teshir eden, yıldız ve zerreyi beraber istihdam eden bir düstura karşı nasıl isyana cesaret edersin? Aklını başına al!..
23. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey kardeş! Tarik-i tevhid ile ilhad yolu arasındaki fark, Cennet ve Cehennem'in mabeyni kadardır. Belki vâcib ile muhalin arası gibidir. Eğer bu iki yolun arasını müvazene etmek istiyorsan; bak tevhid yolu, gayr-ı mahdud olan kesîri, bir vâhide isnad eder. Bu isnad ile, külfet ve masraf o derece hafifleşir ki, güneşlerle zerreler, az ile gayr-ı mütenahî olan çok, kudretine nisbeten müsavi olan bir Zat-ı Zülcelal'in kudretine isnad edilir ki, eşya onun destgâh-ı künfeyekûnunda anında icad edilir.
Ve keza tevhid yolu, her bir şeyde Saniine bakan cihetlerden pek çok mühim gayeleri izhar eder. O gayelerden ezcümle birisi: Her şey kendi Hâlıkının esmasını izhar etmesidir. Âdeta her şey esma-i Sübhaniyenin rumûzlarını cami' olan birer kelime gibi olup ona delâlet ederler.
Amma ehl-i gaflet mabeyninde meşhur olan gaye ki; yalnız biz insanların istifademiz cihetine nazır olan yemek, içmek ve saire ise; o şeyin yaratılmasına gaye olmaktan çok aşağı, zelil, hakir ve küçüktür. Belki olsa olsa, bizim o gibi istifademiz o şeyin birçok gayelerinden yalnız bir gayesinin izharına bir vesile olabilir.
Fakat ilhad ise, bir vâhidi, gayr-ı mahdud kesîre isnad eder. Yani bütün eşyayı âciz unsurlara, camid tabiatlara ve sağır kuvvetlere ve kör sebeblere isnad eder ki; bir nev'de tek bir ferdin külfeti, tamam o nev'in külfeti kadar külfetler ona yüklenir. Belki bir tek şeyin külfeti bütün eşyanın külfeti kadar olur.
Hem ilhad yolu, eşyanın yaratılış gayelerinden yalnız insana ait olanı görürki, o da hayvanî olan hazz-ı nefsine; yahutta o şeyin dünyevî hayatının muhafazasına bakan bazı gayeleri gibi gayelerdir.
Muvahhid ile mülhidin vaziyetleri şu misale benzer ki: İki adam, bir hurma çekirdeğini görüp, onun tarifini yapmak isterler.
Birisi der ki: "Bu çekirdek; çekirdekler ile tesmiye edilen hadsiz fihristelerden bir tek fihristedir ki, bu çekirdek gibi üstünde bir hurma ağacı yeşermiş ve onun başındaki sayısız olan semerelerin içlerinde tevdi edilmiş çekirdeklerden bir tanesidir. Binaenaleyh, şu ağacın hılkat gayelerinden birisi, şu semere ve nüveleri vermektir. Ve bu çekirdeklerin de gayesi, manevî birer ağacın tarifnamesi olmaktır. Hem onun tarihçe-i hayatına bir tarife, hem onun kabiliyetlerine bir proğram bir haritalık vazifesini görmektir ki, kendi aslı gibi bir ağacı dokuyacak bir makine olsun."
Amma ikinci adam ise der ki: "Yok, belki şu ağaç bütün eczasıyla, yapraklarıyla birlikte kendi kendine bu çekirdeğin yanında ve içinde toplanmış, o da bunu vücuda getirmiştir. Hem gayet mükemmel bir tarzda dal budak salan bu ağacın bütün cihazatı burada toplanmış da, çekirdek de bilâ-faide onu techiz etmiştir. O halde, şu ağacın bu çekirdeği netice vermesinden başka hiçbir gayesi yoktur. Bu çekirdeğin de dövülüp ezme yapıldıktan sonra, Devenin eklinden başka hiçbir gayesi olmaz" der.
Şimdi ey edna bir şuuru -velev bir kıl kadar olsun- bulunan arkadaş! Düşün, acaba hiç mümkün müdür ki; şu mutlak ucuzluk içindeki cûd-u mutlak zımnında bulunan sühulet-i mutlakanın müşahedesiyle beraber; ve şu intizam-ı mutlak içindeki bu hikmet-i âmmenin şuhuduyla birlikte; nasıl olur da, şu eşyanın yaratılması -meselâ şu Narın hilkatı- bir camid esbaba isnad edilsin? Edilsin de; o camid, cahil sebebler, gitsinler ekser eşyaya lâzım olan cihazatı toplasınlar ve getirsinler; ve meselâ şu Narın yapılmasında bütün o cihazatı hazır bulundursunlar. Çünkü bu tek şey, bütün o şeylerin küçük bir misal-i musağğarıdır. Veyahut meselâ, şu narın bir dakikacık kadar bir zaman için hayvanî bir lezzetle eklinden başka hiçbir gayesi bulunmasın!. Elbette hiçbir zîşuur, buna mümkin diyemez.
Evet, her şeyde görünen bu göz önündeki şu hikmet-i bâhire, o abesiyete nasıl müsaade edecektir ki; bir insanın yalnız başını, pek çok olan duygular manzumesini içine yerleştirerek hadsiz vezaifle öyle vazifelendirsin ki, eğer o kafadaki her bir duygu ve onun vazifesi için yalnız bir hardal tohumu kadar bir yer tahsis edilmiş olsaydı; insanın başı Tur Dağı kadar büyümesi lâzımdı. Evet o kafanın içindeki duygularından yalnız sen kendi lisanına ve gördüğü vazifelerine bak ki; Rahmet hazinelerinin bütün müddeharatını tartıp ölçmesi onlardan sadece bazısıdır.
İşte o hikmet, bir hârika-i san'at olan şu Nar meyvesi gibi bir meyvenin, nasıl olur da yalnız senin bir anda gafilane onu çiğneyip yutmandan başka gayeleri bulundurmasın? Evet, zâhir bir muhaldir ki; senin bir başın, semerat ve gayattan dağ büyüklüğünde meyveler versin de, fakat dağ gibi büyük olan gayeler, yalnız başın kadar bir tek semereyi netice versin. Zira o zaman, her şeyde hükümferma ve meşhud olan nihayet hikmet, nihayet abesiyetle içtima' etmiş demektir. Bu ise muhalin muhali, bâtılın bâtılıdır. Belki ancak o Nar meyvesi, kendi emsali meyveler gibi, esma-i hüsnanın beyanında bir kasideyi tazammun eden bir kelimedir ki, o esmanın ma'anisini ifade ettikten sonra, ömrü vefa bulur, vefat eder. Sonra gelir senin ağzından geçip, midene girer, orada defnedilir.
سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِي صُنْعِهِ الْعُقُولُ
24. Parça[değiştir]
Şu gelen parça:
âyetinin şecere-i nuraniyesinden bir tomurcuktur ki, bir bahar mevsiminde ağaçlardan çiçeklerin zuhur ve inkişafı vaktinde, cezbemi heyecana getiren o andaki, onları seyr ü temaşam esnasında onların tesbihatını tefekküre daldım. Başkası için değil, kendim için şu gelecek tesbihat-ı fikriye ile tekellüme başladım. O tekellümat-ı tesbihiyenin bazısı şiir değil, fakat şiire benzer tarzda bir nevi kafiye ile cezbenin raksı şeklinde tulu' etti. Yok, belki cezbe-i fikir içinde zikir kafiyesi bu şekil zuhur etti.[3]
İşte:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
Hamdolsun o Allah'a ki, her bir şey, kendi kelimat-ı mahsusasıyla onu takdis ve tesbih eyler. O kelimat-ı tesbihiye ki, âdeta işitilircesine göz önünde meşhuddur. Meselâ nurlar, nehirler ve bulutlar; ziya, ma' ve havanın kelimeleridirler. Ve daha bunlara her şeyi kıyas et!
Takdis ederiz o zatı ki, ziya kendi envarıyla; Su ve hava, nehirleri ve bulutlarıyla; Toprak ve nebat, taşları ve çiçekleriyle; cevv-i hava ve ağaçlar, kendi tuyûr ve semeratıyla; Bulut ve gökler de yağmurları ve aylarıyla O'nu tesbih ederler.
Demek ziyanın parıldaması, Cenab-ı Rabb-i İzzet tarafından bir tenvirdir, bir teşhirdir. Havanın dalgalanması ise, elbette onun tasrifiyle ve tavzifiyledir. Suların yerden kaynamaları da, ancak onun teshir ve tedbiriyledir. Ve elbette bütün bunlar, Kadir-i Kayyum'u tarif eden gayet beliğ ve beyyin birer kaside-i medhiyedirler.
Hem taş nevilerinin renk renk süslenmeleri, elbette ancak onun tedbir ve tasvirindendir. Çiçeklerin gülümsemeleri onun tezyin ve tahsiniyledir. Meyvelerin bezenip cilve-endaz olmaları, yine ancak onun in'am ve ikramındandır. Ve bütün bunların şu vaziyetleri, Fatır-ı Hakîm-i Zülcelal'e karşı yapılan gayet güzel ve açık hamd ü senalardır.
Hem kuşların cıvıldaşmaları, onun intak ve irfakıyladır. Yağmurun şıpıltıları, ancak onun fazl u kereminden bir tenzildir. Ayların ve yıldızların taharrükleri, onun takdir ve tedbiriyledir. Ve bütün bunların umumî hey'etleri, bir Kadîr-i Zülkemal'e takdim edilen fasîh birer tesbih, belki Kahir-i Zülcelal'i bildiren nuranî birer âyettirler.
Sübhandır o İlah ki, gökler kendi burçları ve ışıldayan nurlu yıldızlarıyla; feleklerde kendi güneşleri, yıldızları ve aylarıyla; cevv-i hava, ra'dları, berkleri ve yağmurlarıyla; Ve arz dahi kendi hayvan, nebat ve ağaçlarıyla ona hamd ü sena ederler. Hem ağaçlar, kendi yaprak ve çiçekleri dilleriyle ve meyvelerinin manzum ve mevzuniyetleri kelimeleriyle ona hamdederler. Zira bakıyoruz ki; çiçekler tesbihat-ı İlahiyenin neşidelerinden kesilir kesilmez, hemen arkalarından gelen semereler, neşr-i nur eden beliğ hamdleriyle neşidesaz oluyorlar. Aynı zamanda meyvelerin içindeki çekirdekler dahi, kendi kalblerinde çok sırları cami' zikr-i hafîleriyle neşidelerini başka bir tarzda söyleyip hamd ü tesbih-i Rahmanîyi ifa ederler. Zira görüyoruz ki; bunların kalblerinin sırrında kendi ağaçlarının sahaif-i a'malleri matvî olarak yazılıdır. İşte bunların şu lisanları Fâlik-ül Habb ve Fâtır-ı Kadir'in medhine dair tekli kasidelerini âvaz edip izhar ediyorlar demektir. Demek bütün bitkiler, Kadir-i Kayyum'a hamdeder, tesbih eder ve secde ederler.
Evet nebatat, çiçeklerinin cilve ve cünbüşleri içinde tebessümkârane vaziyet göstermeleriyle; Fatırlarına yaptıkları zâhir bir hamd olduğunu ona bakanlara kanaat verir. Güya onların ağızları, tomurcuk ve sünbülleridir. Elfazları ise, onların kapaklı kutu içindeki tohum ve taneleridir. Aynı zamanda çekirdek ve habbeler, onların mevzun şiirli manzumeleridir. Lisanları da, onların parlak nakışları içindeki nizam ve mizanlarıdır. Bu da bâhir bir şekilde san'at, sıbgat ve tezyinatlarında cilvenüma olup kendi tat, renk ve kokularıyla Fatır-ı Hakîmlerini tavsif ile ona hâmidane tesbihat yaparlar. Zira bunların şu mezkûr tavırlarından anlaşılıyor ki; bunlar Fâtırlarının evsafını tavsif, esmasını tarif ettikleri gibi; bu esmar ve ezhar denilen kelimat dahi o Fâtırın mahlukata, bilhassa insanlara karşı taarrüf ve teveddüdünü tefsir ediyorlar.
Evet bitkilerden sünbüllerin sivri uçlarının lütufbahşa bir tarzda çıkışları; ve çiçeklerin gözleri hükmünde olan iç kapakları şirin damlacıklar akıtması gösteriyor ki; bunlar bir Fâtır-ı Hakîm'in celevat-ı rahmetinin katre ve reşhalarıdır ki, âdeta gayb perdesinden zâhire çıkarak kendini ibadına esmasıyla sevdirmek ve mahlukatına evsafıyla tanıttırmak irade ettiğini gösteriyor.
حَتّٰي كَاَنَّ الشَّجَرَ الْمُزَهَّرَةَ قَصِيدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌ اَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونَهَا الْمُبَصَّرَةَ وَزَيَّنَتْ لِعِيدِهَا اَعْضَاءَهَا الْمُخَضَّرَة لِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا آثَارَهَا الْمُنَوَّرَةَ وَ تُشْهِرَ فِي الْمَحْضَرِ مُرَصَّعَاةِ الْجَوْهَرِ لِتُعْرِضَ لِلنَّظَرِ كَالْعَسْكَرِ الْمُظَفَّرِ وَ تُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ بِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِ سُبْحَانَهُ مَا اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ مَا اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ مَا اَبْيَنَ تِبْيَانَهُ مِنْ بَارِيٍء مُصَوِّرٍ مِنْ خَالِقٍ مُقَدِّرٍ مِنْ فَاطِرٍ مُنَوِّرٍ
Arabî Fıkranın Tercümesi:[4]
"Yani güya çiçek açmış her bir ağaç, güzel yazılmış bir kasidedir ki; o kaside, Fatır-ı Zülcelal'in medaih-i bâhiresini inşad edip şairane lisan-ı hal ile söylüyor.. Veyahut o çiçek açmış her bir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ Sani-i Zülcelal'in neşr ve teşhir olunan acaib-i san'atını bir-iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın. Tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.. Veyahut o çiçek açan her bir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resm-i geçid-misal bir anda yeşillenmiş azalarını (harbden muzafferen çıkmış bir ordu gibi) en süslü müzeyyenatla süslemiş, tâ ki onun Sultan-ı Zülcelal'i ona ihsan ettiği hedayayı ve letaifi ve âsâr-ı nuraniyesini müşahede etsin. Hem meşher-i san'at-ı İlahiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde murassaat-ı rahmetini enzar-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilan etsin; İncecik dallarında ne kadar mühim hazineler bulunduğunu ve ihsanat-ı Rahmaniyenin meyvelerinde ne derece mühim defineler var olduğunu göstermekle, kemal-i kudret-i İlahiyeyi göstersin."
Tesbih ederiz o Bâri-i Musavviri ki; ibadına yaptığı ihsan ve ikramlar, ne kadar güzeldir; ve o Hâlık-ı Muktediri ki, berahin-i vücub-u vücud ve vahdaniyeti ne derece şirin ve müzeyyendir; ve o Fâtır-ı Münevviri ki, celal ve cemalinin âyât ve beyyinatı ne mertebe mübeyyen ve muvazzahtır.
İşte bahar mevsiminde teşhir-i san'at için cilvelerle kendini gösteren rahmet-i İlahiyeye bak, gör ki; âdeta bahar mevsimi, o zülcelal sultanın bendelerine bir bayram veya raiyetine bir zinet günü gibi olduğundan; ağaçlardan meyvelerine kadar her bir şecer ve nebat, kendi rütbesi miktarınca sultanının saltanatını izhar ve malikinin hediyelerini ilan etmekle beraber, onun emirlerine muntazırane hazır bekliyorlar.. Ve onun ismiyle onun mahlukatına hizmet yolunda her bir ağaç ve nebat, o Rahman'ın misafirlerini memnun etmek için birer latif, nazif sofra halinde onun izniyle çiçeklenip meyve veriyorlar.
Evet nur, hava, toprak ve su; o sultanın emirlerine -teşhir-i san'at ve tebliğ-i ahkâm ile beraber- birer elçi, birer sefir ve fermanlarının merkez-i tasarrufatının arşına birer hamele hükmündedirler. Meselâ ilim ve hikmetin arşı, nur unsurundadır. Fazl ve rahmetin arşı da su üstündedir. Hıfz ve ihyanın arşı ise, toprak olduğu gibi; emir ve iradenin arşları ise, hava üzerindedir. Amma kat'iyyen bilesin ki, bütün bunlar kendi işleyiş ve faaliyetlerinde esma-i İlahiyenin mazharları olarak çalışırlar. Yani kendileri masdar değil, mistardır. Fâil değil, kabildir. Allah'ın havliyle o büyük işlere hamele olup yüklenirler. Ve onun izniyle, onun namıyla kaldırdıkları vazife yüküne tahammül ediyorlar; Ve bütün bu yaptıkları işler, onun tavliyle ve onun havliyledir.
Eğer böyle olmasaydı; eşya için meselâ toprak, hava, su ve nur için her bir cüz' toprakta, zerrede ve katrede, bir marifet ve kudret-i mutlaka ve nihayet derece bir san'at kabiliyeti bulunması lâzımdı. Evet meselâ, cevv-i feza içinden geçen şu hava, kendi zerreleriyle bütün neşv ü nemaya müstaid nebatatı ziyaret eder. Onun bu ziyaret ve mürûru ise, semavat ve arza malik bir Zat-ı Zülcelal'in mu'cizat-ı san'atı içindeki nihayetsiz hârikalarını izhara vesile oluyor.
Evet eğer camid, cahil ve basit bir zerre, meselâ kendi kendine şu ağaçları inşa edebilse idi; Ve aynı zamanda bu semereleri dokuyabilseydi ve şu çiçeklere suret verebilse idi, hattâ belki bütün şu eşyayı icad edebilseydi; belki de şu arzı, şu dünyayı yüklenebilseydi; (yani ilmen ve aklen bunlar mümkün olsaydı) o zaman senin
وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ
hakikatında şek ve şübhe etmen için bir hakkın olurdu.
İşte madem o zerrenin kendi başına o işlere sahib ve medar olması muhal ender muhaldir. Elbette bilâ-şek velâ-şübhe, bütün mahlukatı kabza-i kudret ve hikmetinde tutan Allah'tan başka mülk sahibi kimse yoktur ve bulunamaz. Çünkü bakıyoruz ki, havanın her bir zerresi, suyun her bir katresi, toprağın her bir tanesi bütün ot ve yeşilliklerin meyve ve çiçeklerin neşv ü nemasına salih bir vaziyettedir. Eğer o zerre, habbe (hava zerresi) ve katreler, semavat ve arzın Rabb-i Zülcelalinin emriyle me'mur olmazlarsa; o zaman her bir zerrede bütün masnuatın her bir işine kâfi gelecek san'at, hikmet ve kudretin bulunması lâzımdır. Tâ ki şu mevcudatı yüklenebilsinler.
Sübhandır o Hâlık ki, bütün ağaçlar; yaprak, çiçek ve meyveleriyle ona hamd eylerler. Evet çiçekler, yaprakların tezayüdü içinde meyvelerin tekamülü için inkişaf etmesi; ve ağaçların nazenin çocukları hükmünde olan meyveleri, yeşil dallarının elinde oynaması; ve ruh-efza nesim-i seherin esmesiyle onların salıncaklarını latifane bir tarzda sallaması, dikkatle bakanlara; onları inşa eden, (kasidevari nutka getiren) inşad eden Vâhid-i Kahhar'ın medhinde gayet fasîh ve vazıh bir lütuf ile neşidehan oldukları gibi; O Vâhid'in de onları kendi medaihinde kasidehanlar gibi nutka getirdiğini idrak eder. Adeta bunların ağızları, hurufları ve elfazları; onların yaprak, çiçek ve meyveleridir.
Evet yapraklar; Fatırlarının zikrini yaparken, o zikrin ferah ve cezbesinden raksa geldiklerini; çiçekler ise Cenab-ı Bari-i Musavvir'in onlara taktığı pek latif, çok acib zinetlerden dolayı Kadir-i Kayyum-u Zülcelal'e teşekkürlerini takdim içinde tebessümkârane vaziyet gösterdiklerini, meyveler dahi üzerlerine saçılan rahmet-i Rahman'ın neş'esinden gülümseme içinde olduklarını çeşm-i im'an ve tefekkürle bakanlara ilan ve i'lam eden bir keyfiyet olduğu anlaşılır.
İşte bunların her birisinin şu lisanı, onlara bakıp tefekkür edenlerin, on aded nağamat-ı mütenevvia içinde Hâlıklarını medh ü sena ettiklerini fehmetmesi lâzımdır. Meselâ gayet parlak renkleri içindeki nizamlı ölçüleri ve mizanlı nizamları.. hem hususî ve farikalı bir şekilde tasvir edilmiş olan şekilleri içindeki gayet münakkaş olan san'atları; ve nihayet derece musanna' olan nakışları.. hem zevk u lezzet ve sürur veren tatları ile birlikte, gayet süslü renkleri ve renkli zinetleri; ve bütün bunların hepsinin nihayet derecede acib olan san'atları.. hem nevilerinin gayet derece tekessürleri ve her bir nev'in etleri çok mütenevvi' olması, elbette ki hepsi birden kendi Fâtırlarına hamdediyor ve Kadir-i Zülcelallerini tavsif ediyorlar. Çünkü bunların her birisi Saniin evsafını tavsif, esmasını tarif ve mahlukata karşı tahabbüb ve tahannününü tefsir ettiklerini bakanlara gösteriyorlar.
Evet meyvelerin dudak ve ağızlarından akıttıkları katre ve reşhalar ise, ancak Cenab-ı Fatır-ı Kerim'in celevat-ı rahmetidir ki, kendini bunlarla ibadına sevdiriyor, tanıttırıyor. Ve hadsiz ihtiyacat içinde çırpınan mahlukatına bir taahhüd ve terahhum manasını ihsas ediyor.
İşte tesbih ederiz o zatı ki; vahdaniyetinin hüccetleri nihayet derece nuranî, kudreti son mertebe bâhir, rahmeti gayetsiz zâhirdir. Ve o delil ve hüccetler ise, bir Münşi-i Musavvir'in, bir Münşid-i Müdebbir'in ve bir Münşir-i Mukaddir'in vücub-u vücudunu izhar ediyorlar. Evet Sübhandır o zat ki, celal-i azameti nihayet derece cemildir ve cemal-i rahmeti gayet mertebe celildir ve onun kibriya-yı saltanatı bîhad derece kebirdir.
Şimdi sen gel, küre-i arzına bak, "Allahü Ekber" söyle! Kâinata nazar et ve de:
هُوَ الْخَلَّاقُ الْفَعَّالُ ٭ هُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلَّامُ ٭ هُوَ الْوَهَّابُ الْفَيَّاضُ ٭ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ٭ هُوَ الْكَرِيمُ الرَّحِيمُ
Eğer اَللّٰهُ اَكْبَرُ in bir manasını fehmetmek istiyorsan, kâinata nazar et! Çünkü kâinat ve mevcudat baştan başa onun envarının gölgeleri, ef'alinin eserleri, kalemlerinin çizgileri, esmasının nakışları ve evsafının aynalarıdırlar. Bunu görüp bildikten sonra اَللّٰهُ اَكْبَرُ söyle ve âlemleri temaşa et, bak ki; bütün âlemlerin hepsi bittamam onun kabza-i ilmine alınmış, kabza-i kudretinde kemerbeste durmuş, kabza-i adlinde zelilane boyun eğmiş ve kabza-i hikmetinde harekete âmâde bekleyip, onun tartı ve vezni ile dizilip nizamatının silkinde mevzun bir vaziyet almışlardır. Evet nizam ile tanzim, mizan ile tevzin; Cenab-ı Rahman'ın iki kabzasıdır. Ve İmam-ı Mübin ile Kitab-ı Mübin'in iki babıdır. Demek Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin ile beraber, bir Kadir-i Alim ve bir Âdil-i Hakîm'in ilim ve kudretini beyan eden iki ünvandırlar. Öyle ise, hiçbir şey, bu nizamın nazmından ve şu mizanın vezninden hariç olmadığını başında iz'anı, yüzünde aynanı (iki gözü) bulunan kimse, her halde ona şahid olacaktır. Şu halde şuhudî bir hads ile, belki hissî bir şuhud ile sabit olur ki, kevn ü zaman içinde hiçbir şey yoktur ki; Rahman-ı Lâyezal'in kabza-i tasarrufundan hariç kalsın. İşte bu hakikatı gördükten sonra bağır ve de:
اَللّٰهُ اَكْبَرُ هُوَ الْعَدْلُ الْحَاكِمُ هُوَ الْحَكَمُ الْفَرْدُ هُوَ الْعَادِلُ الْحَكِيمُ
Çünkü O'dur ki, şu kâinatın temelini meşietinin mistarıyla, hikmetinin tanzimiyle te'sis edip; usûl-ü hikmetini büyük mevcudatın rabıtası yapmıştır. Ondan sonra da, mevcudatı düstur-u kaza, kanun-u kader ile fasletmiş, kudretin kavanini ise, masnuatın kametine göre suretlerin biçilmesi için terzi yapmıştır. Daha sonra kâinatı, sünnetinin namuslarıyla, âdetlerinin kanunlarıyla dizerek nazmedip sünnetin namuslarını, âdetin kanunlarını mahlukata nazzam tayin etmiştir ve eder. Çünkü O,
dir. Yerde, ve gökte rahmetinin taltifatıyla, inayetinin tekrimatıyla cilveler göstererek; kâinatı nevamis-i rahmet, desatir-i inayetle idare edip, masnuata güzellikler, mevcudata zinetler vererek kâinatı baştan başa süsleyen odur. Sonra cilve-i esma, tecelli-i sıfatla, celevat-ı sıfat içinde tezahürat-ı esma ile yer ve gökteki mevcudatı tenvir edip ziyalandırmıştır. Bunları fehmet ve de:
اَللّٰهُ اَكْبَرُ هُوَ الْفَاطِرُ الْعَلِيمُ هُوَ الصَّانِعُ الْحَكِيمُ اِذْ ذَاكَ الْعَالَمُ الْكَبِيرُ وَ هٰذَا الْعَالَمُ الصَّغِيرُ مَصْنُوعَا قُدْرَتِهِ مَكْتُوبَا قَدَرِهِ اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا اِيجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ عَابِدًا اِنْشَاؤُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مِلْكًا بِنَاءُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا صَنْعَتُهُ لِذَاكَ تَظَاهَرَةْ كِتَابًا صِبْغَتُهُ لِهٰذَا تَزَاهَرَةْ خِطَابًا قُدْرَتُهُ فِي ذَاكَ تُظْهِرُ عِزَّتُهُ رَحْمَتُهُ فِي هٰذَا تَنْظِمُ نِعْمَتَهُ حِشْمَتُهُ فِي ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ نِعْمَتُهُ فِي هٰذَا تُعْلِنُ هُوَ الْاَحَدُ سِكَّتُهُ فِي ذَاكَ فِي الْكُلِّ وَالْاَجْزَاءِ خَاتَمُهُ فِي هٰذَا فِي الْجِسْمِ وَ الْاَعْضَاءِ
25. Parça[değiştir]
Birinci Fıkra[değiştir]
ذَاكَ الْعَالَمُ الْكَبِيرُ وَ هٰذَا الْعَالَمُ الصَّغِيرُ مَصْنُوعَا قُدْرَتِهِ مَكْتُوبَا قَدَرِهِ
Yani: Kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musağğarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delailini gösteriyorlar. Evet kâinattaki san'at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta nümunesi insanda vardır. O daire-i kübrada san'at, Sani-i Vâhid'e şehadet ettiği gibi; şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî san'at dahi o Sani'a işaret eder, vahdetini gösterir. Hem nasıl ki şu insan gayet manidar bir mektub-u Rabbanîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir.. öyle de şu kâinat dahi, aynı o kalem-i kader ile, fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir. Hiç mümkün müdür ki; hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete; Ve bütün mevcudatı omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinat üstündeki hatem-i vahdaniyete, Vâhid-i Ehad'den başka bir şey'in müdahalesi bulunsun?!.
İkinci Fıkra[değiştir]
اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا اِيجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ عَابِدًا
Meâli şudur: Sani-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bir surette halkedip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki; kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş; Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek,
onunla o mu'cizat-ı san'atına ve o bedi' kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki: Şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin ma'bud-u hakikileri; o Sani-i Vâhid-i Ehad'den başkası olabilsin?
Üçüncü Fıkra[değiştir]
اِنْشَاؤُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مِلْكًا بِنَاءُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا
Meali şudur ki: O Malik-ül Mülk-i Zülcelal âlem-i ekberi, bahusus Küre-i Arz yüzünü öyle bir surette inşa ederek yapmıştır ki; birbiri içinde hadsiz daireler olup, her bir daire bir tarla hükmünde olup; vakit-bevakit, mevsim-bemevsim, asır-beasır eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder. En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı; kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra mutavassıt bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmış ki; mevsim-bemevsim âlemleri, enva'ları içinde eker, biçer, kaldırır. Manevî mahsulâtını dahi; gaybî, uhrevî, misalî ve manevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir bahçeyi yine yüz def'a, bin def'a kudretiyle doldurup, hikmetiyle boşalttırıyor. Daha küçük bir daire olan bir zîhayatı, meselâ bir ağacı, bir insanı, yüz defa onun kadar, ondan mahsulât alır.
Demek o Malik-ül Mülk-i Zülcelal; küçük büyük, cüz'î küllî her şeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san'atı onlara giydirir; cilve-i esmasını, mu'cizat-ı kudretini izhar eder. Kendi mülkünde her bir şeyi, birer sahife hükmünde inşa etmiş; her sahifede yüzer tarzda manidar mektubatını yazar, hikmetinin âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur. Şu âlem-i ekberi mülk şeklinde inşa etmekle beraber, şu insanı dahi öyle bir surette halketmiştir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, heva ve ihtiyaç ve iştiha ve hırs ve da'va vermiştir ki; o geniş mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiştir.
İşte hiç mümkün müdür ki: Pek büyük olan âlem-i zerrattan, tâ bir sineğe kadar bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insanı, o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve çiftçi ve tüccar ve dellal ve âbid ve memlûk yaptıran ve kendine muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatab ittihaz eden o Malik-ül Mülk-i Zülcelal'den başka, o mülke tasarruf edip, o memluke seyyid olabilsin?
Dördüncü Fıkra[değiştir]
صَنْعَتُهُ لِذَاكَ تَظَاهَرَةْ كِتَابًا صِبْغَتُهُ لِهٰذَا تَزَاهَرَةْ خِطَابًا
Meali şudur ki: Sani'-i Zülcelal'in âlem-i ekberdeki san'atı o derece manidardır ki; o san'at, bir kitab suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer hakikî fenn-i hikmet kütübhanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatla bağlı ve hakikattan meded alıyor ki; büyük Kitab-ı Mübin'in bir nüshası olan Kur'an-ı Hakîm şeklinde ilan edildi. Hem nasıl ki kâinattaki san'atı, kemal-i intizamından kitab şekline girdi; insandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi, hitab çiçeğini açtı. Yani o san'at, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki; o makine-i zîhayattaki cihazatı fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i Rabbaniye vermiş ki; o maddî, cismanî, camid kafada; manevî, gaybî, hayatdar olan beyan ve hitab çiçeğini açtı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutk u beyana, o derece ulvî cihazat ve istidad verdi ki; Sultan-ı Ezelî'ye muhatab olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani fıtrat-ı insaniyedeki sıbga-i Rabbaniye, hitab-ı İlahî çiçeğini açtı. Hiç mümkün müdür ki: Kitab derecesine gelen bütün mevcudattaki san'ata ve hitab makamına gelen insandaki o sıbgata, Vâhid-i Ehad'den başkası karışabilsin.... Hâşâ!..
Beşinci Fıkra[değiştir]
قُدْرَتُهُ فِي ذَاكَ تُظْهِرُ عِزَّتُهُ رَحْمَتُهُ فِي هٰذَا تَنْظِمُ نِعْمَتَهُ
Meali şudur ki: Kudret-i İlahiye âlem-i ekberde, haşmet-i rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbaniye ise, âlem-i asgar olan insandaki ni'metleri tanzim ediyor. Yani, Sani'in kudreti, kibriya ve celâl noktasında, kâinatı öyle muhteşem bir saray şeklinde icad ediyor ki: Güneş'i, büyük bir elektrik lâmbası; Kamer'i, kandil; ve yıldızları, mumlar meyveleriyle yaldızlar, elektrikler. Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir haliçe.. ve dağları birer mahzen, birer direk, birer kal'a ve hakeza.. Bütün eşyayı büyük bir mikyasta, o büyük sarayda, levazımatı şekline getirerek, şa'şaalı bir surette haşmet-i rububiyetini gösterdiği gibi, cemal noktasında rahmeti dahi en küçük zîhayata kadar her zîruha enva'-i ni'metini verir, onun ile tanzim eder.. baştan aşağıya kadar ni'metlerle süsleyip, lütuf ve keremle tezyin eder. Ve o haşmet-i celaliyeye karşı cemal-i rahmetini; o küçücük lisanlarla, o büyük lisana karşı çıkarır. Yani: Güneş ve Arş gibi büyük cirmler, haşmet lisaniyle "ya Celil ya Kebir, ya Azîm" dedikleri vakit; sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla; "ya Cemil, ya Rahim, ya Kerim" diyerek; o musika-i kübraya, latif nağamatlarını katıyorlar. Hiç mümkün müdür ki: O Celil-i Zülcemal'den ve o Cemil-i Zülcelal'den başka bir şey, kendi başıyla şu âlem-i ekber ve asgara icad cihetinde müdahale edebilsin... Hâşâ!..
Altıncı Fıkra[değiştir]
حِشْمَتُهُ فِي ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ نِعْمَتُهُ فِي هٰذَا تُعْلِنُ هُوَ الْاَحَدُ
Meali şudur ki: Yani, kâinatın hey'et-i mecmuasında tezahür eden haşmet-i rububiyet, vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat edip gösterdiği gibi; zîhayatların cüz'iyatlarına mukannen erzaklarını veren ni'met-i Rabbaniye dahi, ehadiyet-i İlahiyeyi isbat edip gösterir. Vâhidiyet ise, bütün mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise; her bir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ Güneşin ziyası, bütün zemin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve her bir şeffaf cüz'de ve su katrelerinde, Güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve her bir şeyde hususan zîhayatta ve bilhassa her bir insanda; o Sani'in ekser esması onda tecelli ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.
İşte şu fıkra işaret eder ki: Kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet, o koca Güneş'i şu zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca küre-i zemini onlara bir beşik, bir menzil bir ticaretgâh; ve ateşi, heryerde hazır bir aşçı ve dost; ve bulutu, süzgeç ve murdia; ve dağları, mahzen ve anbar; ve havayı, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze; ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren daye ve hayvanata âb-ı hayat veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i İlahiye, gayet vâzıh bir surette Vahdaniyet-i İlahiyeyi gösterir.
Evet, Hâlık-ı Vâhid'den başka, kim Güneş'i Arzlılara müsahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den başka, kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip, ruy-i zeminde çevik-çalâk bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe, binler batman eşyayı yuttursun ve hakeza... Her bir şey, her bir ecram-ı ulviye, o haşmet-i rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelal'i gösterir.
İşte celal ve haşmet noktasında vâhidiyet göründüğü gibi; cemal ve rahmet noktasında dahi ni'met ve ihsan, ehadiyet-i İlahiyeyi ilan eder. Çünki zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san'at-ı camia içinde hadsiz enva'-ı ni'meti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki; bütün kâinatta tecelli eden bütün esmasının cilvesine mazhardır. Âdeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün esma-i hüsnayı birden mahiyetinin ayinesiyle gösterir ve onunla ehadiyet-i İlahiyeyi ilan eder.
Yedinci Fıkra[değiştir]
سِكَّتُهُ فِي ذَاكَ فِي الْكُلِّ وَالْاَجْزَاءِ خَاتَمُهُ فِي هٰذَا فِي الْجِسْمِ وَ الْاَعْضَاءِ
Meali şudur: Sani'-i Zülcelal âlem-i ekberin hey'et-i mecmuasında bir sikke-i kübrası olduğu gibi; bütün eczasında ve envaında dahi birer sikke-i vahdet koymuştur.
Âlem-i asgar olan insanın cisminde ve yüzünde birer hatem-i vahdaniyet bastığı gibi, her bir azasında dahi, birer mühr-ü vahdeti vardır. Evet o Kadir-i Zülcelal her şeyde, külliyatta ve cüz'iyatta, yıldızlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet koymuştur ki; O'na şehadet eder. Ve birer mühr-ü vahdaniyet basmıştır ki, O'na delâlet eder. Şu hakikat-ı uzma, Yirmiikinci Söz'de ve Otuzüçüncü Mektub'un otuzüç aded penceresinde gayet parlak ve kat'î bir surette izah ve isbat edildiğinden onlara havale edip, sözü keser, burada hâtime veririz.
İşte bütün bunlara bak ve de:
اَللّٰهُ اَكْبَرُ هُوَ الْقَادِرُ الْمُقِيمُ هُوَ الْبَارِئُ الْعَلِيمُ هُوَ اللَّطِيفُ الْكَرِيمُ هُوَ الْوَدُودُ الرَّحِيمُ هُوَ الْجَمِيلُ الْعَظِيمُ هُوَ النَّقَّاشُ الْعَالِمُ
Eğer şu âlemin tarifini bilmek istersen; yani küllü, eczası nedir? Nedir şu kâinat? Nev'i ve cüz'iyatı hasebiyle neyin nesidir? Neyin manasıdır? Ve hakeza, bilmek istersen, bak! İşte: âlem ve kâinat ile müsemma şu mahluk-u Sübhanî, küllen ve cüz'en, baştan başa esma-i hüsna sahibi bir Zat-ı Celil ve Cemil'in kanun-u kazasının çizgileridir ve kaderinin bilançolarıdır. Bu iki kanun ise, zerratın tanziminde gayât ve semeratın tayininde hey'et ve suretlerin takdirinde daima mütecellidirler. Sonra, tayin-i hudud, mikdar-ı kudud için (yani her şeyin kamet ve kabiliyetinin hududunu tayin için) manevî kroki ve bilançoların tersiminden sonra, Zat-ı Kadir-i Zülcelal'in kudreti zuhur-pezîr olur. Tâ ki, kaderin pergeliyle çizilmiş olan hikmet ve müraat-ı mesalih gibi emirlere tevfiken suretleri birbirinden ayırıp teşhis etsin.
Evet, kat'iyyen şeksiz ve şübhesiz olarak; âlemdeki şu nakışlar, bir Alim'in ilminden ve bir Hakîm'in tedbirinden feyezan olduklarına şehadet eden, her şeydeki müraat-ı mesalihtir.
İşte teşhis-i suverden sonra, inayet-i ezeliye sahne-i icraata gelir ki; o inayet kendi yed-i beyzasıyla, inşasının lütfuyla o suretlere zinet verir, güzelleştirir. Çünkü bakıyoruz ki; eşyanın suretleri, mümkin vecihlerin en bedi' şekliyle süslenip güzelleşiyorlar. Elbette bu hal, iki gözü bulunan her adama kat'iyyen ve yakînen gösterir ki, eşyada görünen şu zinet ve bu güzellik, bir Cemil-i Zülkemal'in eser-i lütfudur, âyet-i keremidir.
Hem bu tezyin-i suverden sonra, onun keremi taltif ve tahsinlerle pertev-efşan oluyor ki, güzel masnuatı süslemek içinde teveddüdünü (yani kendini, mahlukatına sevdirilmesini) ibraz; ve cin ve inse tanıttırılmasını irade ettiği anlaşılıyor. Evet o güzellikler ve bu letafetlerden bir teveddüd ve taarrüfün kasdı aşikâr görünmektedir. Ve o güzel masnuattaki tahsin-i eserden, ona bakanlara Fatır-ı Hakîm'in tahabbübü takattur ettiğini ve hem tezyin-i suverden bir Kadir-i Kayyum'un taarrüfü zâhir, bâhir olduğunu görür.
Ve bu teveddüd, tahabbüb ve taarrüften sonra onun rahmeti cilveger oluyor ki; mahlukatı lezzetlendirmek, nimetlendirmek üzere serdiği sofrasında in'amını ibraz etmek istiyor. Zira, şu eserlerin icadından Hâlık-ı Kerim'in terahhumu tereşşuh etmektedir. Ve şu semerat-ı niamdan Rezzak-ı Rahim'in tahannünü damla damla takattur ediyor.
Elhasıl: Şu âlem, baştan başa hads-i şuhudî ile, belki ayan beyan bir tarzda Hâlık-ı Kerim'in kalem-i kaderinin çizgileridir, hame-i kudretinin nukuşlarıdır, kereminin zinetleridir, lütfunun çiçekleridir. Hem hak ve iman ile bilinir ki; onun rahmetinin semereleridir, cemalinin lemaatıdır, celalinin celevatıdır, kemalinin mir'atlarıdır.
Evet onun cemal ve kemalinden in'ikas edip parıldayarak nazar-ı şuhûda görünen şu seyyal mazharlar ve bu cevval aynalar, onun envarının gölgeleri, kemalinin âyetleri olduğuna şahid ise, onun eserlerinde sabit olan ve gözle görülen kemalât-ı fevkalâdedir.
Zira mükemmel bir eser, her akıl sahibi yanında, mükemmel bir fi'ile şehadet eder. Sonra o mükemmel fiil, fehmi olanlar için mükemmel bir isme delâlet eder. Mükemmel isim ise, bilbedahe mükemmel olan vasfa delâlet eder. Mükemmel vasıf dahi, bizzarure bir şe'n-i mükemmele delildir. Şe'n-i mükemmel ise, bilyakîn zata lâyık ve münasib bir şekilde o zatın kemaline delâlet eder. İşte o zat ise Hakk-ul Mübin, Refî-üd Derecat olan Hallâk-ı Âlem'dir.
Evet her gözü bulunan için, elbette şunu gösterip şehadet eder ki; mevcudatta görünen şu cemal-i zâhir, onların kendi malları değildir. Zira aynaların değişmesi, mevcudatın zevale ermesiyle beraber yine o tecelli, o cemal, o feyiz devam etmektedir. Bu ise, elbette bir Vâcib-ül Vücud'un, bir Baki-i Vedud'un cemal-i mücerredi ve ihsan-ı müceddedinin tecellileri olduğuna en vazıh bir bürhan ve en fasih bir tibyandır. Öyle ise onu tanı ve de:
اَللّٰهُ اَكْبَرُ هُوَ الْخَلَّاقُ الْكَبِيرُ هُوَ الْفَعَّالُ الْقَدِيرُ
Şu halde, kâinat bostanında olan ecsam-ı süfliye ve yeryüzündeki zinet ve renkler, hem yüksek âlemlerdeki ecram ve parıldayan yıldızlar, bir Vâhid-i Ehad ve bir Kadir-i Samed'in mu'cizat-ı kudretidirler, şevahid-i hikmetidirler, berahin-i vahdetidirler.
Sübhandır o zat ki; küre-i arz bahçesini san'atına bir meşher yapmış. Zira o bahçede nebatatın çiçeklenmeleri, ağaçların semerelenmeleri, hayvanatın süslenmeleri ve kuşların güzelleşmeleri elbette O'nun san'atının hârikalarıdır, ilminin şahidleridir ve lütfunun delilleridirler. Evet, meselâ şu bahçede meyvelerin kemal-i zinetiyle beraber, çiçeklerinin tebessümkârane gülümsemeleri elbette ve elbette ins ve cinne ruhaniyât ve hayvanata karşı bir Rahman-ı Rahim'in teveddüdüdür. Bir Hannan-ı Rahim'in terahhum ve şefkatıdır ve bir Mennan-ı Kerim'in kendini tanıttırmasıdır.
Öyle ise, çiçek ve semereler, habbe ve tohumlar onun mu'cizat-ı hikmetidir, hedaya-yı rahmetidir, vahdetinin bürhanlarıdır ve dar-ı âhirette eltafının beşaretleridir. Hem onların Sanii, her şeye Alim ve her şeye Kadir olduğunun sâdık şahidleridir ki; rahmetiyle, ilmiyle, lütfuyla ve tedbirleri cihetiyle her şeyi ve heryeri ihata ettiğinin pek sarih ayatıdır. Ve binaenaleyh, halk ve tedbir cihetinde hıfz ve tasvir hususunda vaz' ve tedvir işinde güneş onun yanında bir zerre gibidir. Yıldız bir çiçek mesabesindedir, küre-i arz bir yumurta kadardır. Ve ona ağır gelmezler. İşte bunları anla ve de:
اَللّٰهُ اَكْبَرُ هُوَ السُّلْطَانُ الْاَزَلُ هُوَ الْحَاكِمُ الْاَبَدُ هُوَ الْمَلِكُ السَّرْمَدُ
Şimdi semanın yüzüne dikkatle bak: Nasıl sükûnet içinde bir sükûtu, hikmet içinde bir hareketi, haşmet içinde bir parlamayı, zinet içinde bir tebessümü görürsün. Ayrıca her şeyin hilkatında bir intizam-ı ekmel de meşhudun olur.
Evet, semavî lâmbaların tebessüm içinde lem'a-nisar olmaları ve yıldızlarının parlaması, elbette ehl-i akla nihayetsiz bir saltanatı ilan eden bir vaziyettir. Demek, şu parıldayan yıldızlar ve bu seyyah seyyareler, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un kibriya-yı uluhiyetinin izzetini ilan eden ve saltanat-ı rububiyetin şevketini izhar eden ve onun azamet-i kudretinin haşmetini dile getiren, hem onun ihata-i hikmetinin vüs'atine işaret eden nuranî bürhanlar ve ziyadar şahidlerdir.
Öyle ise iman et ve de:
اَللّٰهُ اَكْبَرُ وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ فِي كُلِّ شَيْءٍ لَكَ شَاهِدَانِ عَلٰي اَنَّكَ وَاجِبٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ فِي كُلِّ حَيٍّ لَكَ آيَتَانِ عَلٰي اَنَّكَ اَحَدٌ صَمَدٌ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ سِكَّتُهُ مَضْرُوبَةٌ عَلٰي جِبَاهِ الْخَلْقِ بِالصِّدْقِ شَاهِدَةٌ نَاطِقَةٌ بِالْحَقِّ
Yukarıdaki Arabî fıkranın kısacık bir meali:
Yani semavat ve arzda kibriya, yalnız O'na mahsustur, o hem Aziz'dir, hem Hakîm'dir...
Ey her şeyde senin vücud ve vahdetin için iki şahid bulunan Cenab-ı Vâcib-ül Vücud! Sen Sübhansın, Mukaddessin. Ve ey her zîhayatta senin Ehad-i Samed olduğuna iki âyet bulunan Sultan-ı Ehad ve Samed! Sen bütün kusurattan münezzehsin, müberrasın. Ve ey her bir mahlukun cebhesinde sikke-i ehadiyeti sıdk ile madrub olup hakkı söyleyen ve sana şahidlik yapan Zat-ı Celil-i Zülcemal! Sen kâinatın mukteziyatı olan nevakıs ve avarızın cemiisinden müberrasın, mukaddessin.
Şimdi onun esma-i hüsnasının âsârı olan âleme ve içindeki masnuata bak! Nasıl bir intizam-ı mutlak içinde gündüz gibi parlak bir sehavet-i mutlaka göreceksin. Hem dahi sühulet-i mutlaka içinde bir nizam-ı âdili müşahede edeceğin gibi, bunu da bir ittizan-ı mutlak içinde; onu da bir sür'at-i mutlaka içinde; şunu da mutlak bir hüsn-ü san'at içinde; onu da bir vüs'at-i mutlaka içinde; bunu da bir ittikan-ı mutlak içinde mutlak bir ucuzlukla beraber son derece kıymettar olarak göreceksin. Ve aynı zamanda son derece karışık ve muhtelit iken, son derece bir imtiyaz ve tefrik içinde bulacaksın. Ayrıca mevcudat, birbirine son derece bu'd-u mutlak içinde iken, son derece bir muvafakat içinde zuhura geldiğini, hem kesret-i mutlaka içinde iken, son derece kemalli ve olgun olarak icad edildiği meşhudun olacaktır.
İşte şu meşhud keyfiyet ise, âkıl-i muhakkik için bir şahid-i hak iken; fakat ahmak münafık için ise, bir Zat-ı Alim'in kudret-i mutlakasının vahdetini ve şu âsâr-ı san'atın Cenab-ı Hakk'a ait olduğunu kabule icbar eden bir vaziyettir. Öyle ise düşün ve de:
لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ لَا فَاطِرَ اِلَّا هُوَ
İşte cezbe-i fikriye cazibeli nağmesiyle burada tamam oldu.
26. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِعْلَمْ Bil ey kardeş! Kur'an-ı Hakîm kat'iyyen tasrih ediyor ki, Arştan Ferşe, yıldızlardan böceklere, meleklerden balıklara, seyyarelerden zerrelere kadar bütün mevcudat, Allah'a ibadet eder, ona secde eder ve hamd ve tesbih eylerler. Fakat bunların ibadetleri çeşit çeşittir, ayrı ayrıdır.
İşte, biz dahi bir temsil ile şu tenevvu' eden ibadet çeşitlerinden yalnız bir vechine işaret edeceğiz. Meselâ:
Büyük bir padişah, cesim bir şehri bina ettiği veyahut muhteşem bir kasrı inşa ettiği vakit; o melik, o şehir ve o sarayın inşasında dört nevi ameleyi istimal ediyor.
Birinci nevi amele[değiştir]
Onun memaliki, yani köleleridir. Bunların ne maaşı var, ne de ücretleri... Belki bunlar, seyyidlerinin emriyle işledikleri her amellerinde ve maliklerinin medhinde tegannî ettikleri her neşidelerinde onların mahsus bir zevk ve şevkleri vardır. Ve o seyyide mensubiyet şerefiyle iktifa etmektedirler. Ve onun hesabıyla baktıkları her şeyde bir lezzetleri vardır.
İkinci nevi amele[değiştir]
Bazı amî hizmetkârlardır. O melik, bunlara lâyık ve muvafık olacak cüz'î bir ücret mukabilinde kendi ilmiyle bunları istimal ediyor. O amî hizmetkârlar, amellerine ne gibi âlî, küllî gayeler terettüb ettiğini bilmezler. Hattâ bazıları tevehhüm eder ki, bunların nefislerine ait cüz'î ücret ve maaşlarından gayrı, amellerinde başka bir gaye yoktur.
Üçüncü sınıf ameleler[değiştir]
O melikin bazı hayvanlarıdır ki, onları istihdam eder. Bunların bir yemden başka ve istidadları nisbetinde nefs-i amellerinden aldıkları bir telezzüzden maada bir şeyleri yoktur. İstidadların kuvveden fiile çıkması bir lezzet-i umumiye olduğu malûmdur.
Dördüncü nevi ameleler[değiştir]
Öyle amelelerdir ki, neye çalıştıklarını ve amellerine ne gibi gayeler terettüb ettiğini ve sair ameleler neye ve niçin çalıştıklarını; ve o melikin bu kasrın inşasından ve bu amelelerin hizmetlerinden gaye ve maksadı ne olduğunu biliyorlar. Şu halde bu dördüncü sınıf amelelerin sair ameleler üzerinde bir tefevvuku, bir riyasetleri vardır. Hem rütbelerinin derecatına göre, mütefavit maaşlara sahibdirler.
İşte aynen bu temsil gibi; semavat ve arzın padişah-ı zülcelali ve kasr-ı kâinatın bâni-i zülkemali dahi saray-ı kâinatta başta melaikeleri, sonra hayvanatı, sonra cemadat ve nebatatı, sonra insanları istihdam ile kendisine ibadet ettiriyor. Bu ise, herhangi bir ihtiyaçtan değil, çünkü bunları yaratan odur. Hem onun mülkünde kendi namlarına ve kendi başlarına te'sir-i hakikî sahibi olarak çalışmıyorlar. Belki izzet ve azamet ve şuûnat-ı rububiyet ve saire hikmetler içindir.
Amma melaikeler ise; onların mücahede ile terakki etmeleri diye bir şeyleri yoktur. Belki onların her birisinin malûm ve sabit bir makamı vardır. Fakat onların kendi nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusları ve nefs-i ibadetlerinde -derecelerine göre- bir füyuzatları vardır. Demek onların hizmetlerinin mükâfatı, aynı hizmetleri içinde münderiçtir. İnsan su ile, hava ile, ziya ile, gıda ile tagaddi edip mütelezziz olduğu gibi; melaikeler dahi zikir, tesbih, ibadet, marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddi edip tena'um ediyorlar. Çünkü melaikeler, nurdan mahluk oldukları için, gıdalarına revaih-i tayyibe gibi nur ve nuranî şeyler kâfidir. Hem meleklerin kendi ma'budlarının emriyle yaptıkları fiillerinde; ve onun hesabıyla işledikleri amellerinde; ve onun namıyla ettikleri hizmetlerinde; ve onun nazarıyla yaptıkları nezaretlerinde; ve ona intisabıyla aldıkları şerefte; ve onun mülk ve melekûtunun mütalaasında ettikleri tenezzühlerinde; ve onun tecelliyat-ı celal ve cemalinin müşahedesiyle aldıkları tena'umda tarife gelmez ve akılların idrâkinin ötesinde bir saadetleri vardır.
Amma hayvanat ise: onlarda cüz'î bir ihtiyarla beraber iştihalı bir nefisleri olduğu için, amelleri halisen livechillah olmuyor ve doğrudan doğruya onun vechiyle hasbî değildir. İşte bunun içindir ki, onların Malik-i Kerimleri onlara; kendisi için işledikleri amelleri içinde bir maaş i'ta ediyor.
Meselâ, gülün aşkıyla meşhur bülbül kuşu, onun Fatır-ı Hakîm'i onu nebatat taifeleriyle, hayvanat kabileleri mabeynindeki münasebat-ı şedideyi ilan etmek vazifesinde istihdam ediyor. Şu halde bülbül, Rahman'ın misafirleri olan hayvanat tarafından bir hatib-i Rabbanîdir ki, Râzıklarının hedayasına karşı ilan-ı sürur etmekle, hem ebna-i cinsine imdad olarak gönderilen nebatata karşı hüsn-ü istikbali izhar etmekle, hem aşk derecesine baliğ olan hayvanat nev'inin nebatata karşı şiddet-i ihtiyaçlarını nebatatın en güzellerinin başları üstünde dile getirmekle, hem Cenab-ı Malik-i Zülcelali ve-l Cemali ve-l İkram'a karşı şükrün en eltafını, en latif bir şevk içinde, gül gibi en latif bir yüzde takdim etmekle muvazzaftır. İşte bu vazife, Bülbülün, Hak Sübhanehu ve Teala hesabına yaptığı amelinin bir gayesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur, biz ise ondan şu manaları fehmediyoruz. Kendisi kendi nağamatının manasını tamamen bilmese dahi...
Evet, bülbülün şu gayelere, tafsilatıyla adem-i marifeti, o gayelerin ademini istilzam etmez. Laakal saat gibi sana evkatı bildirir. Fakat saat, kendisi ne yaptığını bilmez.
Amma bülbülün maaş-ı cüz'îsi ise, tebessüm eden çiçeklerin müşahedesiyle aldığı zevk ve onlarla yaptığı muhavereden aldığı telezzüzdür. Öyle ise, onun nağamat-ı hazînesi, hayvanî şikayetten gelen bir teellümat değil; belki ataya-yı Rahmaniyeden gelen bir teşekkürattır.
Bülbüle, nahli ve fahli, (yani arı ve hayvanatın erkek kısımlarını) Ankebut ve karıncayı ve hevam ve böceklerin bülbüllerini ve saireleri kıyas et! İşte bunların her birisinin yaptığı hizmetleri zımnında aldıkları zevk-i hususîleri içinde cüz'î bir maaşları vardır. O hizmetleri her ne kadar cüz'î de olsa, fakat küllî gayelere ve Rabbanî san'atlara medardır. Bir sefine-yi sultaniyede çalışan bir neferin gördüğü cüz'î hizmet gibi...
Demek, hayvanatın kemal-i itaatla evamir-i tekviniyeyi imtisallerinde; ve fıtratlarının gayelerini Cenab-ı Hak namına en güzel bir surette izharlarında; ve onun havliyle hayatlarının tezahüratını en bedi' bir tarzda ifalarında ve hakeza, sair tesbihat-ı hayatiyelerinde ibadetlerinin hedayasını ve tahiyyatlarının mezayasını Cenab-ı Fâtır-ı Kerimlerine takdim etmektir. Tahiyyatın manası, Cenab-ı Vâhib-ül Hayat'ın irade ettiği tarzda kendilerinde cilvelenen eserlerinin netaicleriyle bir tezahürat-ı hayattır.
Amma nebatat ve cemadata gelince; onların ihtiyarları olmadığından bir maaşları yoktur. Amelleri halisen livechillah oluyor. Ve sırf mahza Allah'ın iradesiyle, hesabıyla ve havliyle hasıl oluyor. Fakat nebatatın hallerinden anlaşılan budur ki: Onların -muhtar olan hayvana muhalif olarak- vazifelerinde telezzüzatları olduğu halde, hiçbir teellümleri yoktur. Hayvan ise, lezzeti kadar elemi de vardır. Hem cemadat ve nebatatın amellerinde ihtiyar müdahale etmediği için, eserleri ihtiyar sahibi olan hayvanlarınkinden daha mükemmel oluyor. Sonra vahiy ve ilhamla münevver olan arı ve emsali gibi hayvanların amelleri de, ihtiyarına güvenen sairlerinkinden daha güzel oluyor.
Amma insan ise: ubudiyetin külliyetinde, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında ve rububiyet-i İlahiyenin dellallığında melek gibi, belki daha cami' bir makamı vardır. Fakat iştihalı, şerire bir nefse sahib olduğundan, çok terakki ve tedennileri dahi vardır.
Hem insan, yaptığı her amelinde nefsi için bir haz ve zatı için bir hisse ayırdığı için, bu cihetten hayvana benzer. Şu halde insanın iki tane maaşı vardır.
Birisi muacceldir ki; cüz'îdir, hayvanîdir.
İkincisi müecceldir ki; küllîdir, melekîdir. Teemmel...
Risale-i Nur'un birçok derslerinde insanın ubudiyet vazifesinin esrarından ve nebatat ve hayvanatın ibadât ve tesbihatlarından kısmen bahsettiğimizden, burada tekrar edip bahsi uzatmaya ihtiyaç yoktur. Eğer istersen o derslere müracaat et. Tâ ki Sure-i وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ ile Sure-i وَالْعَصْرِ nın sırlarını göresin.
Bülbül bahsine bir tetimme[değiştir]
Sakın zannetme ki; tesbihatın nağamatıyla bütün kulağı bulunanlara karşı ilân ve dellâliyet ve teganni içindeki şu vazife-i Rabbaniye yalnız bülbüle mahsustur. Hâyır! Belki her bir nev'in, kendine mahsus birer Andelibi vardır ki, o nev'in hissiyatını en latif sec'a içinde, en latif bir tesbih ile temsil ediyor. Hususan küçücük ve muhtelif olan enva-i hevam ve haşaratın her birisinin çok andelib ve Bülbülleri vardır ki, tesbihatın sec'alarıyla neşideler söyleyip, bütün kulağı bulunanlar ondan mütelezziz olurlar.
Onlardan bir kısmı leylîdir (yani gececidir). Gecenin sükût ve sükûnetinde kendi cinsinden olan-olmayan küçücük hayvanatın müsameresinde bütün onlar namına hazin bir neşidehanıdır. Hattâ o, güya ki bir zikr-i hafînin halkasında bir kutubdur ki, kendi teganni âletini çalmakla o gına (ses), bütün his ve kulağı bulunanların bir lisan-ı müşterek-i umumîsi gibi olup, her hepsi onu fehmeder.
Bir kısmı da neharî (gündüzcü) olup, yüksek ve latif sec'alarla yaz mevsiminde ağaçların minberlerine çıkarak, bütün zevil-hayatın başları üstünde tesbihat-ı Rabbaniyeyi inşad eder. Bunlar ise meşhur bülbülden çok derece daha faiktirler. Âdeta bunlar, bir zikr-i cehrî halkasının reisi gibi olup, onu dinleyen sair kuşçukların cezbelerini tehyic ettikten sonra, her birisi kendi lisanıyla nutka gelip âvaz'a başlar.
Fakat, bütün envaın bülbüllerinin en efdali ve andeliblerinin en eşrefi ve en enveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesce en yükseği ve vasıfça en eclası ve zikirce en etemmi ve şükürce en eammi ise, kâinat bostanındaki nev'-i beşerin Andelib-i zîşanı ve insan cinsinin Bülbül-ü zi-l Kur'an'ı olan Muhammed-i Arabî'dir (A.S.M.) O derece ki, o zat, seca'ât-i latifesiyle semavat ve arzdaki bütün mevcudatın da bülbülü olmuştur.
عَلَيْهِ وَعَلٰي آلِهِ وَاَمْثَالِهِ اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَاَجْمَلُ التَّسْلِيمَاةِ آمِينَ اِعْلَمْ
27. Parça[değiştir]
Ey kardeş bil ki! Hayvanın dünyaya gelişiyle beraber, onun hayatına müteallık amelî ilimdeki kemal-i zekâvet ve mahareti gösteriyor ki; onun dünyaya gönderilmesi sadece taammül içindir, yani amel etmektir. Yoksa taallüm ile tekemmül etmek için değildir.
Amma insan ise, dünyaya çıkarıldığı anda, onun her şeye karşı cehalet ve aczinden ve bütün ömründe bütün metalibine karşı taallüme muhtaç oluşundan anlaşılıyor ki; onun dünyaya gönderilmesi, yalnız bir amel etmekle mükellef olmayıp, belki taallüm ve taabbüdle tekâmül etmek için gönderilmiştir. Şu halde onun en başta gelen matlub ameli; Cenab-ı Hakk'ın ona müsahhar etmiş olduğu nebatat ve hayvanatın amellerini tanzim etmek; Ve rahmet kanunlarından anlayıp istifade etmek; Ve nihayetsiz za'f ve acziyle, fakr ve ihtiyacıyla beraber şu mevcudatı ona müsahhar eden Allah'a dua ve iltica ve sual ve tazarru' ile kulluk etmektir.
Amma onun en makbul ilmi ise, onu mükerrem bir mahluk olarak halkeden ve birçok eşyayı ona müsahhar eden ve onu ibadet ve saadete müheyya bir surette techiz eden Cenab-ı Kerim-i Rahim'in marifetini; kâinatın hikmetini öğrenmekle kesbetmek, yani kâinat Hâlıkının marifetini, -esma ve sıfatıyla- celal, cemal ve kemalinin marifetini bir cihette intaç eden hikmet-i kâinatı taallüm etmektir.
İşte bu cihetten maada olan kâinata ait ilim ve hikmetler, ya malayaniyatır veyahut dalaletlerdir.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا عَبِيدًا فِي كُلِّ مَقَامٍ قَائِمِينَ بِعُبُودِيَّتِكَ مُتَضَرِّعِينَ لِاُلُوهِيَّتِكَ مَشْغُولِينَ بِمَعْرِفَتِكَ
28. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ki! Hâlık-ı Hakîm acz onun hakkında mümteni' olduğu, cûdu da nihayet kemalde bulunduğu için; zerreyi halkedip ona vücud verdiği gibi; güneşi dahi yaratıp var eder. Hem zerreyi güneşle beraber müsavi olarak halkettiği gibi; en küçük bir nebatı en büyük bir ağaç gibi halkeder. Hem güneşe müekkel meleği, katreye müekkel melek ile beraber halkettiği gibi; en küçük bir hayvancığı, en büyük bir hayvan gibi halkedip bunu da onun gibi kendisine isti'bad (yani kulluk) ettirir. Hem bir ferd-i vâhidi en güzel bir surette icad ettiği gibi, gayr-ı mahdud efradın mecmuunu da onun heyetinde icad edebilir. Şu halde mevcudat, küçük olsun, büyük olsun, az olsun çok olsun,
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
nun Malikinin hazine-i rahmetinden her birisinin lâyık bir vazifesi, münasib bir hikmeti ve nihayet güzel bir gayesi vardır.
29. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيُّهَ الْمُسْلِمُ Ey müslüman bil ki; senin usûl-i şeriat üzere tatbik ettiğin her bir örfî amelinde ve her bir muamele-i âdiyende (âdetli haller) uhrevî bir hazine ve büyük bir iksir-i nuranî vardır. Böylece senin bütün ömrün salih ameller; ve bütün mübah olan âdetlerin ibadet; ve gafletli meşagilin huzura kalbolabilir.
Evet, meselâ bir şeyi sattın veya satın aldın. Ve o muamelende şeriatın emrine göre amel ettin. Elbette şeriatın icab ve kabule dair hükmünü tahattur edeceksin. İşte senin şu tahatturun, sana bir nevi huzur olur. Bu ise, bir ibadet ve itaat ve uhrevî bir amel oluyor. Ve daha bu misale sair amellerini kıyas edip fırsatı elden kaçırma.
Ne mutlu o adama ki, bütün harekâtını âdâb-ı şeriatla nurlandıra; Ve ne bahtiyardır o adam ki, a'mâl ve muamelatında, onu Cenab-ı Hak ittiba-i sünnette muvaffak ede. Tâ, onun ömr-ü fanîsi bakî semereler versin.
Ve hasaret ve helaket o adama olsun ki; Allah onu hızlana uğratıp heva-i nefsine mütabaat içinde, hevasını kendisine ilah ittihaz edip, bütün ömrü heva ve ameli heba ola!..
اَللّٰهُمَّ وَفِّقْنَا لِمَرْضَاتِكَ وَالْعَمَلُ بِكِتَابِكَ وَبِسُنَّةِ نَبِيِّكَ آمِينَ
30. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey birader! Nasıl ki insanların bazıları, bazı hayvanların harekâtını tanzime nazır olup çobanlık eder. Ve onları bir nevi himaye ve muhafaza eder. Bazı insanlar da, bir kısım hububatın ekilmesini tanzim ve bir nevi tertibini sağlayıp onlara nezaretle çiftçilik eder.
Aynen öyle de: Bazı melaikeler vardır ki, hayvanatın bir nev'ine çoban olup, yeryüzü mer'asında onların harekâtını tanzim ederler. Fakat melaikenin nezareti, insanınki gibi değildir. Belki onların nezaret ve çobanlığı ise, sırf ve yalnız Allah hesabınadır. Ve onun ismi ve havl ve emriyledir. Belki de onların nezareti, yalnız tecelliyat-ı Rububiyeti o nev'de müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini onda mütalaa etmek ve evamir-i İlahiyeyi o nev'e ilham edip, o nev'in ef'al-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir.
Melaikelerin bir kısmı da, nebatattan bir nev'e nâzır olup, ruy-i zemin tarlasında Allah'ın izniyle, emriyle, ismiyle ve havliyle o nev'in intişarına müekkeldir. Belki de onun bu nezareti o nebatın tesbihat ve tahiyyatını Fâtırının barigahında temsil ve ilan etmekle beraber, o nev'e mevhub olan cihazları hüsn-ü istimal etmeleri için bir nevi tanzim ile himaye etmektir.
Demek melaikenin hizmeti, hakikî bir tasarruf değil, belki bir nevi kesbdir. Zira her şeyde Hâlık-ı Küll-ü Şey'e mahsus bir sikke vardır; Ve o şeyde başkasının müdahelesine mecal yoktur. Hem melaikenin o hizmeti, insanınki gibi âdetleri olmayıp, ubudiyet ve ibadetleridir.
İşte Rezzakiyet arşının hamelesi olan Mikail'in (A.S.) yeryüzü tarlasındaki nebatât ecnasına olan nezareti de, onun ubudiyetidir. Hem yine onun taht-ı emrinde, Allah'ın kuvvetiyle, havliyle, emriyle ve ismiyle her nevi nebat'a mahsus nâzırları vardır.. Ve hakeza hayvanat nazırlarını da bunlara kıyas et!
Eğer şu ulvî manayı derketmek istersen; yeryüzünü dikkatle temaşa ette, Fâtır-ı Hakîm, onu hayvanat ve nebatata nasıl vasi' bir mezraa ve azîm bir mer'a yapmış olduğunu gör! Sonra Fatır-ı Kadir ve Alimin hikmetiyle, acib bir intizamla ruy-i zemine yayılmış olan nebatata nazar et ve onların tohumlarının etrafa bir taksim-i garib içinde tevzilerine dikkat et!.. Meselâ, bazı nebatat tohumlarının, hususan dikenli otların kıldan kanatçıklarla techiz edilip, onunla havada uçarak muayyen menbetlerine gitmeleri gibi...
Hem ruy-i zeminde gayet garib bir tarzda, acib bir taksim ile serpilmiş olan enva-i hayvanata nazar et, gör ki; nasıl Hakîm ve Kerim olan Hâlıklarının inayetiyle hüsn-ü intizam içinde yeryüzü mer'asında koşuşmaktadırlar.
جَلَّ جَلَالُهُ وَلَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
Önceki Risale: Şulenin Zeyli ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Nokta: Sonraki Risale
- ↑ Bu parça, elle yazılmış Arabî bir fasikül olup, Hazret-i Üstad'ın (R.A.) bizzat mübarek elleriyle tashih edilmiştir. Mesnevî-i Arabî'nin bazı parçalarıyla birleştirilerek, Barla'da Arapça aynı ünvan altında Arabî bir küçük kitab halinde Hazret-i Üstad tarafından hazırlanmış; ancak çok zaman sonra elimize geçen bu kitab, çok azîm ehemmiyeti haiz olduğu halde, bilahare Mesnevî-i Arabî'nin tasnif, tercüme ve teksiri anında Hazret-i Müellif'in eline -tahmin ve zannımızca- geçmemiş bir eser olsa gerektir. Biz Arapça'dan Türkçe'ye tercüme ederken, Mesnevî'de mevcud parçalarını tekrar etmeden, yalnız Mesnevî'de bulunmayan parçaları tercüme ederek, Mesnevî'nin Şu'le Risalesi'nin âhirine ilhak etmeyi uygun bulduk. (Mütercim)
- ↑ Hâşiyesi bahsin nihayetinde yazıldığı gibi, makam itibariyle bunun yeri, Ondördüncü Reşha'dan sonradır. (Mütercim)
- ↑ Maatteessüf benim kasır ve kısır tercümem, metn-i Arabîsindeki pek yüksek, çok parlak, âlî ve gâlî üslubu muhafaza etmek değil, yalnız maanisindeki hakikatlarını olsun bile lâyıkıyla Türkçe'ye aktaramadı. Kariînden özür dilerim. (Mütercim)
- ↑ Şu Arabî kaside-i azîmenin tercüme ve şerhini, Hazret-i Müellif (R.A.) Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfı'nda hususiyle ve tefsir tarzında yazmış olduğundan, onun aynısını buraya dercetmek uygun ve münasibdir. Hazret-i Üstad'ın tefsiri, "Kudret-i İlahiyeyi göstersin" cümlesine kadardır. (Mütercim)
- ↑ Muazzam bir hakikat-ı tevhidiyeye işaret eden şu Arabî ibareleri, Hazret-i Müellif'in Yirminci Mektub'un İkinci Makamı'nın Dördüncü Kelimesi olan لَهُ الْمُلْكُ bölümünde, cümle cümle takti' ederek şerh ve beyan ettiğinin aynısını burada yazmayı en münasib gördük. O hakikat "Yedi Fıkra" halinde şerhedilmiştir. Buradan tâ Yedinci Fıkra'nın sonunda "hatime veririz" cümlesine kadar Hazret-i Üstad'ın şerh ve tercümesidir. (Mütercim)