A'raf 54
Önceki Ayet: A'raf 53 ← A'raf Suresi → A'raf 55: Sonraki Ayet
Meali: 54- Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!
{İstivâ: Lügatte, yükselmek ve karar kılmak demektir. Allah'ın bir sıfatı olarak, keyfiyeti bilinmeksizin Allah'ın Arşı istilâ etmesi demektir. Gökler ve yer yaratılmadan önce gün mefhumu olmadığı için bazı müfessirler âyette geçen altı günü altı vakit veya altı gün kadar bir zaman olarak tefsir ederler. Allah'a göre gün, an manasına geldiği gibi uzun devreler manasına da gelir. Hac sûresi'nin 47. âyetinde, Allah katında bizim sayımızca bin yıl süren bir günün var olduğu; Meâric sûresi'nin 4. âyetinde de bizim sayımızca elli bin yıl süren bir günün var olduğu ifade edilmektedir. Yani Allah katında gün itibarîdir. Farklı zaman birimlerini ifade etmektedir. İşte burada belirtilen gün, semâvât ve arzın oluşum devresi anlamındadır. Demek ki Allah kâinatı altı günde yani altı devirde yaratıp bugünkü duruma getirmiştir. Fussilet sûresi'nin 9-12. âyetlerinde bu husus daha teferruatlı anlatılmıştır.}
Kur'an'daki Yeri: 8. Cüz, 156. Sayfa
Tilavet Notları:
Diğer Notlar:
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Bkz. Halakassemavati Vel Ard Ayetleri Kategorisi
Eğer Kur’an’ın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen Âyetü’l-Kürsî ve âyet-i وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ ve âyet-i قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ ve âyet-i يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثٖيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهٖ ve âyet-i يَٓا اَرْضُ ابْلَعٖى مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِعٖى ve âyet-i تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ ve âyet-i مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ve âyet-i اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ ve âyet-i يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ ve âyet-i وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ وَالْاَرْضُ جَمٖيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ve âyet-i لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvi ifadelerine bak.
(12. Söz)
Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz derecesindeki kemal-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizamat-ı sanatı, muntazam üsluplarıyla tefsir ettikleri halde manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:
Âyetlerinin her bir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etsin. Güya serbest her bir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki her bir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki Yirmi Beşinci Söz’de beyan edildiği gibi; Sure-i İhlas içinde otuz altı Sure-i İhlas miktarınca her biri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor. Evet, nasıl ki semada olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle her bir yıldız, kayıt altına girmeyip her birisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhitasındaki –birer birer– her bir yıldıza mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya her bir tek yıldız, necm-i âyet gibi umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
İşte intizamsızlık içinde kemal-i intizamı gör, ibret al! وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ nün bir sırrını bil!
Hem âyet-i وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ sırrını da bununla anla ki şiirin şe’ni; küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’an’ın hakikatleri o kadar büyük, âlî, parlak ve revnaktardır ki en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse gayet küçük ve sönük kalır. Mesela
يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثٖيثًا
اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمٖيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ
gibi hadsiz hakikatleri buna şahittir.
(13. Söz)
Mesela خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ
“Altı günde gökleri ve yerleri yarattık.” demek olan hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için birer gün hükmünde olan her bir asırda, her bir senede, her bir günde Fâtır-ı Zülcelal’in halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zat-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır.
(14. Söz)
“وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ وَالْاَرْضُ جَمٖيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ den tut, tâ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهٖ ye kadar… Hem اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكٖيلٌ den tut, tâ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ e kadar… Hem خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ dan tut, tâ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ e kadar… Hem مَا شَٓاءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ den tut, tâ وَمَا تَشَٓاؤُنَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ ya kadar hudud-u azamet-i rububiyeti ve kibriya-i uluhiyeti tutmuş olan ezel ve ebed Sultanı, şu âciz ve nihayetsiz zayıf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz’î bir ihtiyar ile icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kesb ile mücehhez benî-Âdem’e karşı şedit şikayat-ı Kur’aniyesi ve azîm tehdidatı ve müthiş vaîdleri ne hikmete binaendir ve ne vecihle tevfik edilir? Ne suretle münasip düşer?” demek olan derin ve yüksek hakikate kanaat getirmek için şu gelecek iki temsile bak:
Birinci Temsil: Mesela, şahane bir bağ var ki nihayetsiz meyvedar ve çiçektar masnûlar, içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrasındaki deliğin kapağını açmaktır. Ve şu hizmetkâr ise tembellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit Hâlık’ın sanat-ı Rabbaniyesinden ve Sultan’ın nezaret-i şahanesinden ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka, bütün hademelerin o sersemden şekvaya hakları vardır. Zira hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi.
İkinci Temsil: Mesela, cesîm bir sefine-i sultaniyede, âdi bir adam cüz’î vazifesini terk etmesiyle, bütün gemideki vazifedarların netaic-i hidematına halel getirdiğinden ve bazı da mahvettiğinden bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedit şikayet eder. Kusur sahibi ise diyemez ki: “Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstahak değilim.” Çünkü tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder. Fakat vücud kendine göre semere verir. Çünkü bir şeyin vücudu, bütün şerait ve esbabın vücuduna mütevakkıf olduğu halde; o şeyin ademi, intifası, tek bir şartın intifasıyla ve tek bir cüzün ademiyle netice itibarıyla mün’adim olur. Bundandır ki “Tahrip, tamirden pek çok defa eshel olduğu” bir düstur-u mütearife hükmüne geçmiştir.
Madem küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları; inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de hakikatte intifadır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine perde çeker.
İşte bu hadsiz şikayete hakları olan mevcudat namına o mevcudatın sultanı, şu âsi beşerden azîm şikayet eder ve etmesi ayn-ı hikmettir. Ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstahaktır ve dehşetli vaîdlere bilâ-şüphe sezadır.
(14. Söz)
Kur’an kâh olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki sonra o âyine-misal tertibinden cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır. Şu esma onun manaları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar
...
Hem mesela
İşte Kur’an şu âyette azamet-i kudret-i İlahiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyya; gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat sahifelerinde yazan ve arş-ı rububiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelal’i gösterdiğinden, her ruh işitse بَارَكَ اللّٰهُ ، مَاشَاءَ اللّٰهُ ، فَتَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ demeye hâhişger olur. Demek تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ sâbıkın hülâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.
(25. Söz)
Bir denizde hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki o cevherler, bulduğu elmasın tabileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer, başkası murabba bir kehribar bulur ve hâkeza… Her biri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip işittiklerini o hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikin muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakiki rengini görmek için tevilata ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bazen inkâr ve tatile kadar giderler. Hükema-yı işrakiyyunun kitaplarına ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimat eden mutasavvıfînin kitaplarına teemmül eden, bu hükmümüzü bilâ-şüphe tasdik eder. Demek, hakaik-i Kur’aniyenin cinsinden ve Kur’an’ın dersinden aldıkları halde –çünkü Kur’an değiller– böyle nâkıs geliyor.
Bahr-i hakaik olan Kur’an’ın âyetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır. Lâkin onların gözleri açık, defineyi ihata eder. Definede ne var ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüp ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki hakiki hüsn-ü cemali gösterir. Mesela, âyet-i
وَالْاَرْضُ جَمٖيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ
يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
ifade ettikleri azamet-i rububiyeti gördüğü gibi
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَىْءٌ فِى الْاَرْضِ وَلَا فِى السَّمَٓاءِ
هُوَ الَّذٖى يُصَوِّرُكُمْ فِى الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُ
مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ
ifade ettikleri şümul-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ
ifade ettiği vüs’at-i hallakıyeti görüp gösterdiği gibi خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ifade ettiği şümul-ü tasarrufu ve ihata-i rububiyeti görüp gösterir. يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ifade ettiği hakikat-i azîme ile وَ اَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ifade ettiği hakikat-i kerîmaneyi
وَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهٖ
ifade ettiği hakikat-i azîme-i hâkimane-i âmiraneyi görür, gösterir.
ifade ettikleri hakikat-i rahîmane-i müdebbiraneyi
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا
ifade ettiği hakikat-i azîme ile
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
ifade ettiği hakikat-i rakibaneyi
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ
ifade ettiği hakikat-i muhita gibi
ifade ettiği akrebiyeti
تَعْرُجُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسٖينَ اَلْفَ سَنَةٍ
işaret ettiği hakikat-i ulviyeyi
ifade ettiği hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin her birisini tafsilen ve erkân-ı hamse-i İslâmiyenin her birisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o hakaikin heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin menbaından Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsi neş’et eder.
(25. Söz)
Kur’an-ı Hakîm’in hakiki tercümesi kabil olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir. Hem manevî i’cazındaki ulviyet-i üslup ise tercümeye gelmez. Manevî i’cazında olan ulviyet-i üslup cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müşkül. Fakat yolu göstermek için bir iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan
وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ
وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ
يَخْلُقُكُمْ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فٖى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ
يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهٖ
لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ
يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ وَ هُوَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
gibi âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslup ve i’cazkârane bir cemiyet içinde hallakıyetin hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki:
“Sâni’-i âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile aynı anda zerreleri yerlerine –mesela, zîhayatların göz bebeklerinde– yerleştiriyor. Semavatı hangi ölçü ile hangi manevî âlet ile tertip edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertip ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni’-i Zülcelal manevî kudretin hangi manevî çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa aynı o manevî çekiç ile beşerin simasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zahirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor.” diye ifade eder.
Demek, o Sâni’-i Zülcelal iş başında… İşlerini hem göze hem kulağa göstermek için âyât-ı Kur’aniye ile bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor; merkezine çakar gibi ulvi üslup ile vahdaniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celali nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs’ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu’diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem’-i ezdadın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir.
İşte bu tarz ifadesi ve üslubudur ki en hârika edibleri, belâgatına secde ettiriyor.
Tenbih:
Üçüncü Makale'de müşkilât ve müteşabihat-ı Kur'âniyeye dair bir kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle: Vakta ki, Kitab-ı Hakîm'den maksud-u ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun irşadı idi. Çünki havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise, havassa hitab olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise, ekseri avam.. ve avam ise, me'lufât ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakikat-ı mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmelerini temin edecek yalnız zihinlerinin te'nisi için, me'luf olan ziyy ve libas ile mücerredât arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise hakikat-ı mahza, me'luflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu sırra binaendir: Esalîb-i Arabda ukûl-ü beşere olan tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efham ve mümaşat-ı ezhan, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da cereyan etti.
Ezcümle: فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ ve يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدٖيهِمْ ve ﺟَٓﺎﺀَ ﺭَﺑُّﻚَ ve emsali...
Hem de تَغْرُبُ ـ﴿الشَّمْسُـ﴾ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ ve eşbahı...
Hem de وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ ve nezairi bu üslûba birer mecradır.
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'anın nihayet yüksekliğinin ve hakkaniyetinin en sâdık delillerinden birisi budur ki: Tevhidin bütün levazımatını, umum meratibiyle muhafaza etmesi; ve hakaik-ı âliye-i İlahiyenin bütün müvazenelerini müraat etmesi; ve esma-i hüsnanın bütün mukteziyatını müştemil bulunması; ve o esmanın aralarındaki tenasübü gözetmesi; ve rububiyet ve uluhiyetin bütün şuunatını kemal-i müvazene ile kendisinde cem etmesidir. İşte bu, öyle bir hasiyettir ki, beşerin eserinde hiçbir zaman bulunmamış ve bulunamaz. Ne melekûta geçen eazım-ı insaniye olan evliyanın netaic-i efkârlarında, ne de umûrun bâtınlarına dalan "İşrakiyyun"un eserlerinde; ve ne de âlem-i gayba nüfûz eden ruhanilerin kitablarında bulunmuştur. Çünkü bütün bunlar, hakikat-ı mutlakayı mukayyed nazarlarıyla ihata edemiyorlar. Belki ancak hakikatın bir tarafını görebiliyorlar. İşte bundandır ki; onlar yalnız kendi meşhudatlarıyla hakikatın izharına teşebbüs edip ve yalnız gördüklerinde hapsolup, ifrat ve tefrit ile tasarruf etmek istemişlerdir.Oysa, böylesi bir tasarruf, ile müvazene karışır, tenasüb de gider.
Bunların meseli şöyledir ki: Çok büyük ve hesabsız cevahir sınıflarından dolu ve gayet zinetli bir hazinenin keşfi için dalgıçlar, denize dalıyorlar. O dalgıçlardan bazısının eline meselâ uzunca bir elmas geçer, o ise hükmeder ki; o hazine yalnız uzun bir elmastan ibarettir. Şayet arkadaşlarından o hazinede başka cevahirlerin vücudunu işitse de, tahayyül eder ki; kendi bulduğu elmasın fusûs ve nukuşudur. Bir başka gavvas da, kürevî bir yakuta rastgelir. Daha öbürü murabba' bir kehrüba bulur ve hakeza... Fakat her birisi bulduğunu, hazinenin asıl ve mu'zamı itikad eder. Arkadaşlarından duyduklarını ise, bulduğunun zevaid ve teferruatı olduğunu zu'meder. İşte bu vaziyette müvazene karışır, tenasüb de bozulur gider. Ve bu halin neticesi olarak da, her birisi te'vilata ve tekellüfata ve tasallufata muztar kalır.
Evet, sünnetin terazisiyle tartmadan kendi meşhudatına itimad eden hükema-i İşrakiyyun ve (bir kısım) mutasavvıfların eserlerini tedkik eden zatlar, benim bu söylediklerimde tereddüd etmeyeceklerdir.
Sonra gel, Kur'ana da bak! O dahi bir gavvastır. Lakin Kur'anın gözü açık olduğu için, o hazineyi ve içindekilerini tamamen ihata ettiğinden, hazineyi olduğu gibi tenasüb ve intizam ve ittiradını muhafaza ile beraber tavsif etmektedir.
İşte
اَلسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ وَ الْاَرْضُ قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
olan zatın azamet-i kibriyasının iktiza ettiği bütün hakaikı şamildir.
Hem
يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
den tut, tâ
مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلَّا هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ
ye kadar...hem
خَلَقَ السَّمٰوَاةِ وَالْاَرْضَ
dan tut, tâ
ye kadar; hem
يُحْيِي الْاَرْضَ
dan tut, tâ
النَّحْلِ وَ اَوْحَي رَبُّكَ اِلَيالنَّحْلِ
ye kadar; hem
وَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاةٍ بِاَمْرِهِ
den tut, tâ
a kadar olan bütün hakaik-ı tevhidiyeyi kemal-i müvazene ile muhafaza ediyor. Evet arının kanat sahifesini, hüceyrat ve zerrat ile yazdığı gibi; sema sahifesini de yıldızlar ve güneşler ile yazar, tezyin eder.
Hem
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ
dan tut, tâ
هُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيم
e kadar ve hakeza bunlara kıyas et!
Demek nev'-i beşer içinde müşahede edilen çeşitli dalâlet fırkalarının teşekkülüne sebeb, onların bâtına geçen imamlarının kendi meşhudatlarına itimad ile, yarı yoldan dönmelerinin kusuratından ileri gelmiştir. Evet bunların hali şu beytin bir mâsadakıdır:
حَفَظْتَ شَيْئًا وَ غَابَتْ عَنْكَ اَشْيَاءُ
(Habbe, Mesnevi-i N. (Badıllı))
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; cüz'iyatta ve emsalleri çoğaltmakta kudretin tasarrufu tavassu' ettiği miktarca, tek tek ferdlere karşı inayetin derecesi dahi o kadar daha kuvvetleşir. Öyle ise ey insan, deme: Ben bir deniz içinde bir katreyim, denizin büyüklüğü ve genişliği beni nazar-ı inayetten setredip unutturur. Kellâ! öyle değil.. Belki deniz, senin bütün emsalinde cari olan bir nizam-ı kavi ve nafizin kuvvetiyle, senin onda muhat olduğun ve perdelerine sarıldığın nisbette sana ebedî bir şâhid-i mahfuzdur.
Çünkü bir şeyin küçüklük ve gizlilik ve muhatiyet derecesi ile, ona karşı ihtimamkârlık ve ihmalden masuniyet ve müdahale-i gayrdan ve tesadüfün oyuncaklığından mahfuziyeti ziyadeleşerek, onun üstünende mahlukiyet ve mec'uliyetin zuhuru tezayüd ediyor.
Görmüyor musun ki, muhitin ortasındaki merkez noktası, başkasının tasallutundan ve haricî hücumlardan en mahfuz ve masûn odur. Hem tesadüflerin oyuncaklıklarından ve fırtınaların ta'cizinden en mahfuz çekirdekler olduğu gibi, çekirdeğe karşı olan ihtimam dahi o nisbette daha eşeddir.
İşte ey insan! Sen küre-i arzın bir çekirdeğisin. Küre-i arz da âlemin bir yumurtasıdır. Bu sırdandır ki Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan,
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضَ
zikrini çok tekrar eder. Âdeta arzı, her şeyin halk ve icadına bir ünvan yapar.
(Zühre, Mesnevi-i N. (Badıllı))
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.
İşte kendisine nisbeten
مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ
وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ
hem,
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ
hem,
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ
hem,
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ
hem,
وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,
اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ
ve
اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا
Ve keza
اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ
ve
جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا
Ve keza
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar.
(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
(âyetinin gizli hazinelerinden bir tek cevheresinin beyanındadır.)
اِعْلَمْ Ey kendi nefsini ve vazife-i hayatını unutmuş ve insanın hikmet-i hilkatından gafil olmuş; ve Sani-i Hakîm'in şu müzeyyen masnuat içinde vaz' ettiği manalardan cahil kalmış Said! Bil ki: Şu âlemin binasının ve insan âleminin ona idhal edilmesinin meselini bilmek istersen, şu temsilî hikâyeyi dinle. Şöyle ki:
Bir zaman bir sultan varmış, onun pek çok esnaf-ı cevahirle dolu hazineleri varmış. Hem onun pek çok gizli defineleri varmış, hem sanayi-i garibede çok maharet ve ıttılaı varmış. Hem sayısız fünun-u acibeye ve hadsiz ulûm-u garibeye ilim ve marifeti varmış.
İşte o melik-i zîşan istedi ki; haşmet-i saltanatını ve servetinin şa'şaasını ve san'atının hârikalarını ve marifetinin garibelerini bütün herkesin başı üstünde izhar etsin. Yani kendi manevî kemal, cemal ve celalini iki vechile müşahede etsin:
Bir vechi: Bizzat kendi nazar-ı dakaik-âşinasıyla görsün.
Diğeri: Başkaların nazarlarıyla ve müşahedesiyle baksın.
İşte bu hikmete binaen o zat, çok menzil ve salonlara ayrılan cesim bir kasrı bina etti. Sonra o kasrı definelerinin türlü türlü cevahirleriyle murassa' bir şekilde tezyin edip süsledi. Sonra onu san'atının latif incelik ve tezyinatıyla nakışladı. Hem fünûn-u hikmetinin dekaikıyla tanzim etti; Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâranesiyle tevsim etti. Sonra kasrın içinde türlü türlü in'am ve nimetlerinin lezizleriyle sofralar kurdu. Ve hakeza, gizli kemalâtını izhar edecek her çeşit bedialarla bezedi.
Sonra kendi raiyetini o kasrı seyr ve tenezzühe davet etti. Ve onlara misli görülmemiş bir tarzda öyle bir ziyafet hazırladı ki; âdeta her bir lokma taam, yüzer latif san'atların birer enmuzeci ve nümunesidir. Sonra bir üstad-ı alim tayin etti. Tâ ki, kasrın içindeki o nakışların remizlerini ve o san'atların işaratını tarif etsin ve ne vechile o manzum murassaat ve mevzun cevahir, onların sahiblerinin kemalâtına delâlet ediyor, bildirsin. Hem ahaliye, adab-ı duhulü ve kasrın saniine karşı ne gibi muameleler lâzım geldiğini öğretsin.
İşte o üstad-ı alim dahi ahaliye karşı, gelecek şu tebligatta bulundu, dedi ki: Ey ahali! Benim melikim bu kasrı ve içindekilerini izhar etmesiyle kendini size tanıttırmak istiyor. Siz de onu güzelce tanıyınız. Hem bu türlü tezyinat ile kendini size sevdirmek ister. Siz de onun san'atını istihsan etmekle, kendinizi ona sevdiriniz. Ve şu sahavetperver ihsanatıyla muhabbetinizi celbetmek istiyor, siz dahi ona muhabbet ediniz. Hem size rahmet ve şefkatini gösteriyor, siz de ona teşekkür ediniz. Hem kendi cemal-i manevîsini size izhar etmek irade ediyor. Siz de ona karşı iştiyakınızı gösteriniz. Ve hakeza, ona ve o makama lâyık olacak tebligatı saraya dâhil olan ahaliye bildirdi. Fakat kasra giren ahali, iki güruha ayrıldılar:
Birinci güruh: Kasra girer girmez, etraflarına baktılar, dediler ki: "Bunda büyük bir iş var." Sonra o muallim üstada baktılar, dediler ki: "Esselâmü aleyke eyyühel üstad! Hakkan bu gibi hârika bir kasra senin gibi bir üstad-ı muallim lâzımdır; senin sultanın, seyyidin sana ne bildirmişse, lütfen bize de bildir. O üstad ise, sabıkan zikri geçen nutku onlara tekrar okudu. Bunlar da güzelce dinleyip iyice istifade ettiler.. ve o melikin marziyatı dairesinde hareket etmeye başladılar.
Sonra da o melik-i zîşan, onları tavsif edilmez bir başka saraya davet edip, kendi şan-ı saltanatına lâyık ve o itaatkâr raiyete şayetse ve o has kasra münasib bir şekilde onları ikramına garketti.
İkinci güruh ise, kasra girer girmez, yemeklerden başka hiçbir şeye bakmadılar. Körleşip sağırlaştılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. Hem içilmeyen bazı iksirlerden içtiler. Sarhoş olup bağırıp çağırmaya başladılar. O acip kasrın letaifini tedkik eden ahaliyi çok rahatsız ettiler. Sonra Melikin askerleri bunları tutup o edebsizlere lâyık olacak bir zindana attılar.
Ey kardeş! Elbette bilirsin ki; o melik, bu kasrı birinci güruhun iz'an ettikleri maksadlar için yapmıştır. Ve bu maksadların husulü ise, şu üstadın vücuduna ve insanların onu dinlemesine bağlıdır. "Eğer bu üstad olmasaydı, o melik şu kasrı bina etmezdi" dense, haktır ve hakikattır. Hem denilebilir ki; insanlar, bu üstad-ı mübelliğin talimatını dinlemedikleri vakit, o melik şu kasrı tahrib edip tebdil edecektir.
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin ise bak, hakikatın suretini de gör: Amma o kasır ise tavanı mütebessim yıldızlarla tenvir edilmiş ve tabanı güna-gûn çiçeklerle tezyin edilmiş olan şu âlemdir.
Amma o melik ise ezel ve ebed sultanıdır ki,
ile muttasıf zîhaşmet ve zîkudret bir Malik-el Mülk-i Zülcelal-i Ve-l İkram'dır. Ve o saraydaki menziller ise, her birisi kendine münasib bir şekilde tezyin edilmiş olan âlemlerdir. Ve temsildeki sanayi-i garibe ise melikin mu'cizat-ı kudretidirler. Ve o saraydaki taamlar ise, Cenab-ı Rahman-ı Rahim'in semerat-ı rahmetinin hârikalarıdır.. Ve o matbah ve ocak ise, karnında ateş bulunan arz ve ruy-i arzdır. Ve o gizli define ve cevahiri ise, esma-i kudsiye ile cilveleridir. Ve o kasırdaki nakışlar ve onların remizleri ise, mevzun, ölçülü olan masnuat'ın manzumeleri ve nakkaşlarının esmasına olan delâletleridir.
Ve o muallim üstad ile avane ve şakirdleri ise, Seyyidimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ile sair peygamberan-ı izam (A.S.) ve evliya-i kiramdırlar (R.A.) Ve o kasırdaki melikin askerleri ise, melaike-i kiramdır (aleyhimüssalatü vesselâm).. Ve o seyr ve ziyafete davet edilen misafirler ise, insan ile hâşiyeleri olan hayvanata işarettir.
Ve o iki güruhtan birinci güruh ise, kâinat kitabının âyetlerinin meanisini derkedip, ehline tefsir eden ehl-i iman ve Kur'an'dır.
İkinci güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi' olup sağır, dilsiz ve körlerdir ki;
كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ
hayvandan yüz derece aşağı bir surette, yalnız bu dünya hayatını anlayan bedbahtlardır.
Evet süada-yı ebrar olan ehl-i iman, şu kasr-ı kâinata dâhil oldukları vakit, Rabbini Cevşen-ül Kebir ve emsaliyle tavsif eden bir abd-i resule ve risaletiyle Kur'an-ı Kerim'e dellallık eden bir mübelliğ-i kerime kulak vererek; ve Kur'anın ahkâmına karşı "semi'na ve ata'na" diyerek saltanat-ı rububiyetin mehasinine nâzırlık makamına çıkıp, o saltanata karşı tekbirlerle tesbihhan oldular.
Sonra, esma-i kudsiye cilvelerinin bedayiine dellallık makamında tesbih ve tahmid vazifesini eda ettiler; Ve havas ve duygularının zevkleriyle rahmet hazinelerinin müddeharatını fehmederek şâkirane hamdettiler.
Sonra, kâinatta mütecelli olan esma-i hüsnanın definelerindeki cevherlerini, cihazatlarının idrâk terazisiyle bilip, takdis ve medih vazifesini edaya başladılar.
Sonra, kalem-i kudretin mektubatını mütalaa etmek makamında istihsan ve tefekkür vazifesine girdiler.
Sonra, fıtratın letaifini müşahede ederek, seyr ü tenezzüh makamında, onların Fâtırlarına müştakane muhabbet etmeye başladılar.
Sonra, Sani-i Zülcelal'i mu'cizat-ı san'atıyla tanıttıran garib san'atına karşı hayret içinde bir marifetle mukabele edip
سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ بِمُعْجِزَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ
dediler.
(5. Ders, Mesnevi-i N. (Badıllı))
اِعْلَمْ Ey
وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ
مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
ثُمَّ نُفِخَ فِيهِ اُخْرٰي فَاِذَا هُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ
ve emsali gibi âyetlerin ifade ettikleri hakaik-ı Kur'aniyenin bazı mes'elelerinin azametine karşı kalbi ona dar gelen ve fikrine sığmayan adam, bil ki! Göz önündeki kâinat kitabı, kendi âyât-ı şuûniyesiyle Kur'an'ın bu gibi âyetlerini sana tefsir etmektedir. Ve hem de onun birçok meşhud nazîrelerini; gece ve gündüz ihtilafının lefaifinde ve mevsim ve asırlar tahavvülâtının çevirilen yaprakları ve değişen satırlarının zamirleri arasında sana göstererek fehmine yaklaştırmaktadır.
Eğer bu mes'elede şuhud derecesinde bir yakîn istiyor isen;
فَانْظُرْ اِلٰي آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
âyet-i azîmesinin definesinin kapısını aç, bak; tâ ki, istib'ad ettiğin o mesail-i azîmenin sayısız nazîrelerini gözünle göresin. Meselâ, güz kıyametinde vefat eden enva-i hayvanat ve nebatattan binlerce âlemlerin haşr-i baharîde ihyasını gözünle görüyorsun. Ve bir kaç günlük zaman içerisinde o âlemlerin her birisini mahsus nizamlarla ve muayyen mizanlarla icadlarını dahi müşahede ediyorsun. Halbuki o âlemlerin ekserisi yer yüzünün ağlebini süslü, müzeyyen bir haliçe gibi süsleyecek derecede bir genişliğe sahibdirler. Ve hakeza, bunun gibi daha hadsiz, hesabsız şevahid-i meşhude-i sâdıka vardır.
Misal olarak, o hesabsız âlemlerden yalnız ağaç âlemine, bunun da sayısız envaından yalnız bir elma nev'ine, bunun da hadsiz efradından yalnız önümüzdeki şu ağaca bak. Tâ ki, iç içe ve ard arda üç haşir ve neşri göresin.
1- O ağacın gayet muntazam ve cezbe-i zikirle lerzeye gelen yapraklarının neşri.
2- Onun manzum ve müzeyyen çiçeklerinin haşri.
3- Onun mevzun ve leziz semerelerinin ihyası.
İşte yeryüzünde şu fiilleri yapan, çeviren; ve kış sahifesini çevirip değiştirmekle, sath-ı arzda, yeryüzü genişliğinde binlerle safhaları yazan o zattır ki, "Semavat ve arzı altı günde halkettim" diye Kur'an'ında haber verip, bu hakikatı sair geçmiş hakikatlarla beraber beyan etmektedir.
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- A'raf Suresi
- 11. Şua'da Geçen Ayetler
- 15. Şua'da Geçen Ayetler
- Şualar'da Geçen Ayetler
- Nur'da (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- 5. Ders'te (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- Şemme'de (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- Zühre'de (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- Habbe'de (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- Mesnevi-i Nuriye'de Geçen Ayetler
- Asar-ı Bediyye'de Geçen Ayetler
- 29. Mektup'ta Geçen Ayetler
- Mektubat'ta Geçen Ayetler
- Fihrist'te (Sözler) Geçen Ayetler
- Risale-i Nur'da Geçen Ayetler
- Sözler'de Geçen Ayetler
- 25. Söz'de Geçen Ayetler
- 14. Söz'de Geçen Ayetler
- 13. Söz'de Geçen Ayetler
- 12. Söz'de Geçen Ayetler
- Sitteti Eyyam Ayetleri
- Hizb-ül Kur'an Ayetleri
- A'raf Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri
- Münacat-ül Kur'an'da Geçen Ayetler
- Halaka/Halku/Halkissemavati Vel Ard Ayetleri
- A'raf Suresinin Risale-i Nur'da Geçen Ayetleri