Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Zehrenin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Şemme: Sonraki Risale

Hidayet-i Kur'aniyenin şuaından bir

ZERRE[değiştir]

MUKADDİME[değiştir]

Malûm olsun ki: Şu "Zerre" Risalesi, benim riyakâr nefs-i emmarem ile olan mübarezede ânî cevablar ve def'î müdafaalardır. Hem 'Katre' risalesinde olduğu gibi, ona atılan şeraratdan bir yaylım ateşidir. Zannederim ki, ben onun neşrinde me'zunum. Zira her bir remzin mualecesine tâ yazılmayıncaya kadar ihtiyaç hasıl oluyordu. Vakta ki kuvveden fiile çıktı, yani kağıt üzerine nakşoldu, o ihtiyaç zail oluyordu. Fakat bu defa tab'edilip neşredilmeyinceye dek münakaşaya bir nevi meyil baki kaldı. Vakta ki, tab' ile neşre başladı; o da zail olup kalb mutmain oldu. Bu hal ise gösteriyor ki; bu risale yalnız benim için değil, başkaların da hissesi içinde vardır. İşte bunun için ben, onun neşrine cesaret ediyorum.. Belki -inşâallah- bazı insanlara menfaat vermesi mümkin olabilir. Hem içindeki remizlerin mütenevvi' olmalarıyla, mümkündür ki, çokları istifade edebilsin.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

sırrınca hepsi anlaşılmazsa, hepsini bırakmak kâr-ı akıl değildir.

İşte buna göre, ben de terk-i tasannu' için, o hatıratı, kalbe ilk hutur ettiği surette olduğu gibi bırakıyorum.

وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ وَ الْهِدَايَةُ

Said-i Nursî

1. Parça[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Ey mülk onun, hamd onun olan Allah! Seyyid-ül Beşer olan Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) salât ü selâm indir. O Seyyid-ül Beşer ki, sen ona يَا اَيُّهَا النَّبِيّ diye hitab ettin, o da لَبَّيْكَ diye cevab verdi. Öyle bir cevab ki, aks-i sadası Arafat'tan tâ ulvi semavat melaikelerine kadar işittirildi.

Sonra Zat-ı Uluhiyet'in ona "Ya Muhammed (A.S.M.)! Tebşir ve inzar eyle!" diye emrettin. O da

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ

"Ey insanlar! Rabbinize ibadet ediniz." diye insanlara nida etti. Öyle bir nida ki, zamanın bütün edvarına ve dünyanın bütün aktarına işittirildi.

Evet o zat (A.S.M.), müşahid tavrıyla beşîr ve nezîr olduğundan bütün a'sar ve aktarın arkasına dizilmiş bütün ebna-i beşer taifelerine nida ederek, onları işhad etmektedir. Zira o zat (A.S.M.), hidayet-efşan sesini en yüksek bir sada ile ve bütün kuvvetiyle işittiriyor. Evet aks-i sadasını biz de işitiyoruz. Çünkü dünya, Kur'anın zemzeme-i hidayetiyle dolmuştur. Hem bütün kuvvetiyle nida ediyor. Zira onun nidası zemin yüzünün yarısını istila etmiştir. Hem bütün ciddiyetiyle davet ediyor. Çünkü onun tarih-i hayatı buna şahiddir. Hem bütün vüsukuyla iman etmiştir. Evet, onun dünyadaki zühdü ve faniyata adem-i tenezzülü buna şahiddir. Hem o zatın kuvvetli desatir ve temel kanunlarının şehadetiyle nihayet derece itminanını gösterir. Ve kemal-i imanına şahid ise, o zatın (A.S.M.) mahlukatın en âbidi ve en müttakisi olduğudur.

2. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْجَاهِلَةُ Bil ey câhile nefis! Cenab-ı Hakk'ın nur-u marifetine bakan açık kapılar, âlemin tabakat ve sahaifi kadardırlar. Hattâ belki mevcudat-ı âlemin mütesaid ve mütenazil olan mürekkebatı adedincedir. Şimdi sen kendi echeliyetine bak ki, senin yüzüne karşı adî bir kapının kapanmasıyla, bütün diğer kapıların da kapalı olduğunu tevehhüm ediyorsun.

Senin misalin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir memlekette büyük bir asker ordusunun süvari talimgâhını görmediği için ve bilemediği zaman; padişahın sair askerlerinin ve hademelerinin ve hükümet dairelerinin vücudları meydanda olduğu halde, padişahın vücudunu inkâr etmeye şürû' edip, bütün şeair ve alâmetlerini başka başka şeylere havale eder.

3. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bâtın, zâhirden şu'urca daha a'la ve etemm olduğuna ve hayatça daha kavi, daha müzeyyen, daha bilgili, daha mükemmel, daha güzel, daha latif bulunduğuna; hem zâhirin üstünde görünen hayat, şuur, kemal ve emsali gibi şeyler ise, ancak bâtından gelen zaif bir tereşşuh olmasına.. ve bâtın ise, ölü ve camid olup da zâhiri hayattar ve şuurkâr bir surette semere vermiş olmadığına delil budur ki; senin karnın intizamca evinden daha mükemmeldir; ve cildin, elbisenden daha güzel dokunmuştur.. Ve kuvve-i hâfızan, yazdığın kitabdan nakışca daha etemmdir. Ve daha şu cüz'î misale âlem-i melekût ile âlem-i şehadeti ve âlem-i gayb ile dünya ve âhireti kıyas eyle!

İşte hasretler olsun emmare olan nefislere ki; heva ve heves güzüyle baktığı için; bâtını ölü, derinliklerde gizlinmiş, zulmetli ve ürkütücü görüp; zâhiri ise, onun üstünde hayatdar, munis bir şekilde mefruş görüyor.

4. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; senin yüzün, geçmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye adedince alâmet-i fârikaları tazammun etmektedir. Hattâ belki eğer gayr-ı mütenahî efrad dahi bulunsa idi, yine seni bütün onların her birisinden ayıracak -ecza-i vechin erkânında tevafuk ile beraber- alâmetlere rastlanacaktı. İşte bu vaziyet ise gösteriyor ki; vahdet, gayr-ı mütenahî kesret içinde âdeta senin vechinden tecelli etmektedir.

Evet, insan ve hayvan efradının, esasat-ı a'zadaki tevafukları bilbedahe delâlet eder ki; onların Sanii, Vâhid-i Ehad'dir. Fakat taayyünat ve teşahhusat-ı muntazamadaki tehalüfleri ise, bizzarure sanilerinin bir Muhtar-ı Hakîm olduğuna delâlet ediyor. Ve bu sır, tek tek bütün ferdlere baktıkça, azamet kesbeder.

İşte, muhalatın en uzağı ve en bâtılı budur ki; şu hikmetdârane temyiz ve bu semeredarane tehalüf ve o maslahatkârane tefrik, bir kasıdın kasdıyla ve bir muhtarın ihtiyarıyla ve bir Müridin iradesiyle ve bir Alimin ilmiyle olmasın!

Tesbih ederiz o zatı ki; sahife-i vecihte gayr-ı mütenahî yazıları dercedip yazar da, o yazıların icmalı, basarla okunduğu halde, nazarla, belki akılla dahi görünmez. Âdeta o yazılar göz önünde malûm iken, mechul-u mutlaktır. Hem gâib iken, meşhuddur. Binaenaleyh, çok mertebelerle muhaldir ki, nev'-i insandaki şu muntazam ve faideli tehalüf; Ve buğday ve üzüm gibi enva'larda ve keza arı, karınca ve balık cinslerinin efradlarındaki tevafuk, kör tesadüfün ve a'ver ittifakın elleriyle olabilsin. Kellâ sümme kellâ! Belki ancak onlar bir Semi-i Basir ve bir Alim-i Hakîm'in san'atı olabilirler.

İşte, mademki tesadüfün cevelanına -eğer mümkün olsaydı- en münasib ve müsaid olan kesretin, en geniş ve en uzak ve en ince ve intişarca en çok yaygın ve ehemmiyetçe en edna tavır ve mertebeleri böyle başıboş ve mühmel bırakılmamış, belki tesadüfün eli ona karışmaktan o derece mahfuzdurlar ki; âdeta bir Hakîm'in kasdına ve bir Alim'in semiane ve basirane olan ihtiyar ve iradesine bir cevelangâh olmuştur. Öyle ise, ey tesadüf efendi! Senin daire-i mülkullah içerisinde bir yerin kalmadı. Kardeşin tabiat ve baban şirk ile birlikte def'olup, adem ve fena belki imtina' cehennemine gidiniz, kaybolunuz.

Evet

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ

âyeti dahi bu hakikatı te'yiden, tecelli-i hikmetin ilk ve son meratibine işaret etmektedir.

5. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Şeytanın kendi vesvesesine âlet ittihaz ettiği şeylerden birisi budur ki: Der: "Meselâ eğer inek, her şeyi bilen bir Kadîr-i Ezelî'nin mülk ve nakşı olmuş olsaydı, elbette bu derece miskin bir şey olmazdı. Çünkü eğer bir Kadîr-i Alîm ve Mürid'in kalem-i kudreti, onun cildi altında ve cisminin evi içinde alel'ıtlak olarak hükmetseydi; nasıl onun cildi üstünde ve dış yüzünde böyle âciz, câhil, yetim ve miskin bir şey olmuş olabilirdi?"

İşte o zaman o müvesvise şöyle cevab verilir:

Ey cinnî şeytanlara üstad olmuş olan şeytan-ı insî! Evvelâ eğer senin dediğin gibi o inek; her şeyin liyakatına göre ve maslahatı miktarınca ona cihazat i'ta eden, bir Kadir-i Ezelî'nin san'atı olmazsa, o zaman meselâ senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha çok akıllı ve daha mahir olması lâzım gelirdi. Ve keza, senin bir parmağının içinde, senin şuur ve ihtiyarından çok mertebe ziyade bir şuur ve iktidar bulunması icab ederdi. Ve o gibi letaifin şe'ni, inbisat ve intişar iken, acaba bunları kendi hududları dâhilinde kaydedip durduran kimdir?

Ve saniyen: Kader-i ezeli, her şeye onun kabiliyetine göre- bir mikdar ve bir kalıp tersim ediyor. Ve o miktar ve kalıptan her şeyin kalıbı nisbetinde feyz-i mutlaka kabil olacak bir kabiliyet neşet eder. O halde her şeyin dâhilinden haricine tereşşuh eden istidad vs. ne ki varsa, onun cüz'-i ihtiyarîsinin mikyas ve mizanı derecesine göredir. ve ihtiyacının mikdar ve derecesi nisbetindedir.. Ve keza kabiliyetinin müsaade ve tahammülü derecesine göredir. ve daha daha hâkimiyet-i esma nizamının mizan ve tekabülüne göre oluyor.

Buna göre, sanatkârane yapılmış olan bakarın harici, başka birine dahil değildir. Belki her şeyin dâhili, mutlak sıfatların mazharı olduğu gibi, harici ise, bir mukayyide, yani bir takyid ve tahdide mazhardır.

Evet, dünyayı ziyalandırmak ve seyyaratı cezbetmek ve âlemin merkeziyetini teşkil etmek ve saire. gibi güneşe ait azamet ve haşmet levazımatını, küçücük bir hababda görünen bir güneşcikten taleb eden adam, akıldan azledilmiş olur. Evet bir habab, (bir kabarcık) o levazımatı tavsif edebilir, fakat kendisi onlarla muttasıf olamaz.

6. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey insan bil ki; sen hikmetle yoğrulmuş sırf şuurî bir san'atsın. Hattâ sen, sani'in sıfatına vuzuh-u delâletinden dolayı, âdeta bir hikmet-i nakkaşenin mücessemi ve bir muhtarın ilminin mütecessidi ve liyakatına göre ihtiyacatını gören bir kudret-i basirenin müncemidisin. Hem senin nida-yı hacetlerini işiten semi' bir rahmetin semeresi; ve istidadının istediği şeyleri verebilen Mürid bir zatın fiilinin mutasallibi; ve bütün metalibini bilen bir Zat-ı Alim'in in'amının mütekâsifi; ve bina-yı vücuduna tam münasebetli olarak bir Mühendis-i Habir'in tersim ettiği plân ve krokisinin bir suretisin.

İşte madem öyledir; nasıl olur da sen gayet cüz'î olan ihtiyarınla ve bir kıl kadar olan şuurunla gidip küll olan ahkâmlardan kurtularak kendi başına hür ve müstakil kalabilirsin. Hem de, sonra dönüp te, küllü cüz'e kıyas edebilesin, Kellâ!. Evet, nasıl olurda sen, her şeyin maliki olan kendi malik ve sahibinden gaflet edebiliyorsun? Ve bütün bunları bildikten sonra bu ilim ile beraber nasıl olur da sen, senin enînlerini işiten ve hâcetlerini gören ve cinayetlerini bilip kaydeden Semi, Basir, Mucîb, Mugis bir Zat-ı Rakib'in senin üstünde bulunmamasını tevehhüm edebiliyorsun?

Ey miskin nefsim! Ne zorun var ki, sen kendini daire harici tevehhüm ediyorsun? Tâ ki, her zîhayata karşı mümaşatlı muraatı yapmak ve her birisine hürmet etmek; veyahutta ehemmiyetsiz addedip hepsine zulmetmek lüzumu, senin üzerine hasıl olmuş olsun.. Bu yük ağırdır, kaldırılmaz. Madem öyledir, şirkli ecnebiliği bırakıp, Allah'ın daire-i mülküne mü'minane ve muvahhidane girmen lâzımdır. Tâ ki, bütün mevcudata karşı bir uhuvvet peyda ederek, istirahat edesin. Belki mevcudatın muhterem, büyük bir ağabeysi olabilesin.

Bak ey nefis! Senin meselin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir padişahın malıyla meşhun bir gemisinde bir hizmetçidir ve o geminin çark ve dolaplarından birisinin cüz'î bir tedbiri ona bırakılmıştır. Fakat o ebleh şahıs ise tutmuş, gemi ile merbut o büyük dolabı kemal-i ihtimamla sırtına almış, muhafazasına çalışıyor. Şimdi eğer o ahmak adamın cüz'î bir aklı olmuş olsaydı; derdi ki: "Yahu ben dahi geminin içindeyim, geminin malik-i zîşanına ait olan bendeki şu emaneti gemiye bırakayım, rahat edeyim. Ona bir şey olmaz."

İşte ey nefis! Sen de, İslâm dimağının gemisi üstünde (yani şuur ve basiret ve akıl üstüne müesses olan İslâm gemisi üstünde) desatir-i İslâmiyeyi omuzuna al, tâ ki müsterih ve mutmain olarak istifade edebilsin.

7. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey insan bil ki! Seni bu cihazat-ı acibe ve makinat-ı garibe ile halkedip icad eden zat, elbette âlemi ve içindekilerini halketmesi ondan uzak görülüp istiğrab edilmez ve edilmemelidir. Çünki sendekiler var ya, yani senin içinde olan cihazat-ı acibe ve garib makinalar ve saire, âlemin küçücük nümune ve enmuzeclerinin fihristesinden ibarettir. Belki seni halkeden Hâlık, her şeyin de Hâlık ve Mûcidi olması vâcib ve zaruridir. Zira kavunu halkeden bir Hâlık, elbette o kavunun küçültülmüş ve ondan telhis edilmiş bir nümunesi ve o muhitin bir muhatı olan çekirdeğinin Hâlıkından gayri olması mümteni' ve imkânsızdır.

8. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey nefis bil ki; sen maddî vücud itibarıyla, iki had ortasında muayyen olan bir taayyün ile mukayyedsin. Hem mukayyed bir beden içinde, kayıdlı bir ömür ve mahdud bir iktidar ile mahdud bir beka içinde hududlu bir hayatın vardır. Madem öyledir; bu kısa, kalil ve fanî ömrünü; fenaya gidecek boş ve fanî bir şeye sarfetmemen lâzımdır. Belki bekaya gidecek ve ona müteveccih baki bir şeye sarfeylemek gerektir.

Çünkü meselâ şu ömürden, bu dünyadaki istifaden haydi yüz sene olsun diyelim. O yüz sene ise, daire-i İslâmiyet haricinde olsa, yüz hurma çekirdeği gibi kuru kurusuna ve çok az bir menfaat ile ve onları dikerek ağaç olup meyvelerinden yiyenlerin istifadelerini zail eder bir tarzda yiyip bitirirsin. Fakat eğer o ömrü, âhirete tevcih ederek, şeriat suyuyla ıska etsen, o zaman o fani yüz sene ömür, yüz tane semeredar ağaç olacaktır.

İşte yüz tane meyvedar ağacı, yüz tane kuru çekirdek ile satan adam, elhak Hutame'ye hatab olmaya lâyıktır.

9. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bütün evham ve şübehatın, belki de dalaletlerin mahzeni budur ki; nefsin, kendisini kader ve sıfat-ı İlahiyenin tecelli ettiği dairenin haricinde farz ve tevehhüm etmesidir. Sonra da daire-i tecelliyattan vehm ile hariç kalmış ve ecnebileşmiş olan nefis, kendini öyle bir şeyin yerinde farzeder ki; o şeye kaderin tek bir taalluku ve esma-i İlahiyeden yalnız bir ismin tecellisi vardır. Ve bu farz ile o şeyde tam fani olur. Sonra da ecnebilik sıfatıyla tekrar o şeyi dahi daire-i mülkullahtan ve tasarruf-u kudretinden te'villerle çıkarmaya şürû' eder. İşte bu desise ile nefis, şeytanlara bile üstad ve muallim oluyor ki, onun şirk-i hafîsinden tereşşuh eden halleri, o masum şeyin de içine akseyler.

Demek nefs-i emmare, şu haliyle deve kuşu gibidir ki; aleyhinde olan işlerde dahi kendi lehinde bir cihet görüyor. Hem sofestaî gibidir ki, münakaşa eden iki hasma, ayrı ayrı tarzda, birisine der: "Yahu işte senin hasmının delili, seni reddediyor." Öbürüne ise: "Yahu onun delili, seni butlan ile mahkum ediyor. Öyle ise hak, her ikinizin de canibinde değildir." der.

10. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nefis, dünyayı âhirete rabtetmek suretiyle gafleti idame ettiriyor. Güya dünyanın ve hayatın münteha ve neticesi bu imiş. Kellâ! Belki hakikat bunun tam aksidir.

Evet nefis -velev şek ile olsun- âhireti tasavvur etmekle, fena-yı dünya ve zeval-i elemin dehşetinden bir derece kurtuluyor zanneder. Hem gaflet veya şek sebebiyle de, a'mel-i âhiretin külfetinden kurtulmak ister. Hattâ vefat etmiş eslafa baktığı zaman, onları ölmüş olarak tabir etmiyor da, belki güya onlar hayatta imişler de, yalnız gözden kaybolmuşlar. Hem nefis, çok defa dünyevî metalibinin damarlarını bir desise ile ebedîleştirmek için, âhiret tarlasında tesbit eyler. Evet çünkü o metalibin iki yüzü vardır:

Birinci vechi: Dünyaya bakar ki, sebatsız, belki hebaen mensuradırlar.

İkinci vechi ise: Âhirete bakar, onun esasatı arz-ı âhiretle ittisal peyda edip öyle devam eder. Meselâ ilim gibi; bir vechi karanlık, bir vechi ziyadardır. Fakat şeytane olan nefis, ziya tarafını sana gösterip, altında karanlık vechini yutturur. Zira nefis devekuşu, şeytan sofestaî, heva ise bektaşîdir.

11. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ben şeksiz, şübhesiz bir tarzda yakîn hasıl ettim ki; halk-ı eşya mes'elesinde, eğer mûcibe-i külliye tasdik edilmezse (yani her şey birinin olmak zarureti olmazsa) bilmecburiye salibe-i külliyenin sıdkı lâzım gelecektir. (Yani hiçbir şey, onun olmamak keyfiyeti.) Zira bütün mahlukat, öyle muntazam bir tesanüd ile bir küll halindedir ki, tecezzi kabul etmez. Binaenaleyh ya o veya bu, ikisinden biri mutlaka ve mutlaka kabul edilecektir.

Bakınız görünen o dur ki, her şey birinin olmasında adem-i illeti tevehhüm etmek isteyen vehm-i bâtıl, örümcek ağından yüz derece daha ehvendir. Fakat eşyadan bir tek şeyi birinin olduğunu gösteren illet, bir hads-i sâdıkla her şeyin de aynı o zatın olmasını istilzam ettirir.

Ve keza Hâlık dahi, ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir. Kat'iyyen ortası olmaz. Çünkü sani' eğer bir Vâhid-i Hakikî olmazsa, bizzarure kesîr-i hakikî olacaktır. O ise nihayetsizdir. Şayet ikinci şıkka gidilirse, çok acib muhalat ile beraber mutlaka terkibsizliği ve birliksizliği icab ettirecek ve dolayısıyla vücud ve varlık, imtina'a saplanacaktır.

12. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; nasıl ki nuru verenin nuranî olmaması; ve icad edenin mevcud bulunmaması; ve mûcib olan bir zatın vâcib olmaması zâhirî bir muhaldir. Öyle; de ilmi in'am edenin âlim olmaması; ve şuuru ihsan edenin zîşuur bulunmaması; ve ihtiyarı i'ta edenin gayr-ı muhtar bulunması; ve iradeyi ifaza edenin gayr-ı mürid olması; ve mükemmelin sanii, gayr-ı kâmil olması muhal ender muhaldir.

Evet hiç mümkün müdür ki; gözü tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir eden bir zat, kendisi gayr-ı basir olsun, hâşâ!. Belki masnuatta bulunan ne kadar enva-i kemal varsa, Sani-i Zülcelale münasib olan feyz-i kemalinden olması vâcib ve zaruridir.

Fakat şahin kuşunu görmeyip tanımayan ve ancak kuşlar içinde sivri sineği kuş olarak tanıyan bir mikrop, şahini gördüğü zaman, bu kuş değildir. Zira benim gördüğüm kuş olan sinekteki evsaf, bunda yoktur der.

13. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; nefs-i natıkanın en şiddetli taleb ettiği şey, devam ve bekadır. Hattâ eğer nefis, kendini devamın tevehhümüyle aldatmazsa, hiçbir şeyden lezzet alamaz.

Öyle ise ey devama talib nefis! Bir Dâim'in zikrine bürün ki, daim kalasın. Ve onun nuruna bir zücace ol ki, sönmeyesin. Ve onun incilerine bir sadef ol ki, tasaffi edesin. Ve onun nesim-i zikrine bir beden ol ki, hayat bulasın. Ve esma-i İlahiyesinden bir isminin şuaından bir hayt-ı nuranîsine temessük et ki, adem fezasına düşüp hiçahiçe gitmeyesin.

Evet, meselâ gafil bir semere, onunla kaim olup kıyam bulduğu ağacına teveccüh etmeyerek; belki yüzüne karşı gülen ecnebilerin şa'şaasına aldanıp, onlara müncezib olsa, elbette kendi ağacından kopacak ve onların fani tebessümleri içine baş aşağı düşüp fani olacaktır.

İşte ey nefis, sen de sana beka ve kıyam veren zata istinad et. Fanilerin şa'şaasına aldanma. Zira senden, onun uhdesinde olanı binden dokuzyüz doksan dokuzdur. Ve senin uhdende olanı ise yalnız bir tanedir. Madem öyledir, kendi o bir taneni dahi, onun malının sefinesine bırak, istirahat eyle!

14. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey nefis bil ki; sen kendi nefis ve zatına en yakın ve ihtiyarca en geniş olduğun halde, kendin için hiçbir şeyi icad cihetinde yapmaya takatın yetmezse; ve senin elin, sana ulaşmazsa, elbette bittarik-il evla senden uzak, sair insan ve sebeblerin hiçbir surette, senin hiçbir şeyine -icad noktasında- takatları yetmez.. Ve senin şecere-i zatının bir yaprakçığına da elleri ulaşmaz.

İşte meydan, istersen kendini tecrübe et; Acaba kelimatın ağacı ve zevklerin havuzu ve muhaberatın santralı olan bir tek kendi lisanını yapmaya kudretin yetecek midir, kellâ! Elbette sen yapamazsan, sair sebebler ise aslâ!.. Öyle ise Allah'a şirk koşma. Çünkü şirk, bir zulm-ü azîmdir.

15. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; şu âlem, İlahî bir dükkan ve bir mağazadır ki, içinde her çeşit mensucat, motif ve mutarrezatla birlikte, şekil ve kışırlar da bulunmaktadır. Kimisi kesif, kimisi rakik, kimisi zail ve kimisi daimîdirler. Hem bazısı sert bir lüb ve bazısı mayi' ve havaî şeylerdir. Bunların bir kısmı icadın nesci ve bazısı tecellinin tersimidirler.

Fakat kör olası felasife-i tabiiye, tecellî zımnında bulunan icadı, "icab-ı bizzat" diye zu'medip dalalete saplanmışlardır.

16. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; enaniyetten neş'et eden şirk-i hafî, eğer kabuk bağlayıp tasallüb ederse, esbab şirkine inkılab eder bilir. Bu da devam ile müstemir bir hal alırsa, küfre tahavvül edebilir. Bu dahi devam ederse, tatile kadar gidebilir. El'iyazü billâh.

17. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Tavr-ı zulmet içinde[1] nefs-i emmarenin halatının muhafazası ile beraber; ziya ve nur taleb etmek, hem de ziyayı, nefsin zulmetli tabiatıyla birleştirmeye çalışmak, çok elîm ve şediddir. Hem o vaziyet, ziya ve nurun hürmetini ihlâl etmek, belkide onu telvis etmek demektir.

Öyle ise evvelâ zulmetten soyunup çıkmak ve uzaklaşmak lâzım.. sonra da, zulmet içinde ziyayı aramak değil, belki zulmetten ziyaya nazar lâzımdır.

18. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey birader! Acaibdendir ki; şu insan, Kadir-i Ezelî'nin vücûb-u vücud ve vahdetini gösterecek bir fatih, bir kâşif ve bir bürhan-ı neyyir; Ve hem onu gözlere sokacak vâzıh bir delil ve nuranî bir ma'kes; Ve onun nur-u vahdetine karşı münevver bir kamer, hem cemal-i ezelîsinin tecellisine şeffaf bir ayna olmak için halkedilmiş iken; hem dahi semavat ve arz ve cibalin hamlinden dehşetlenip çekindikleri olan haml-i emanetle cilalanıp parlamışken; nedendir ki, insanların çoğu mezkûr hikmet-i hilkatine zıd ve onun tam aksine hareket ediyor?

Zira, o emanetin tazammun ettiği pek çok vecihlerinden birisi, 'Ene'dir. Ve o ene ise, insan onunla muhit ve mutlak sıfat-ı İlahiyeyi anlamak için bir vâhid-i kıyasî iken, hem o sıfatları tenvir edecek bir anahtar olduğu halde; fakat gaflet veya şirk-i hafî ile o ene, bir nokta-i siyah kesilip tam aksine dönmüştür. İşte acaba ekser insanlara ne olmuş ve nedendir ki; mezkûr hikmet-i hilkatlarına perde, hicab ve sed olmuşlardır? Zira onun hikmet-i hilkatı ve vazifesi o mezkûr kapıları açmak iken, kilitlemiş.. ve o hakikatları tenvir iken karartmıştır. Hem emanetten olan 'ene' ile vahdaniyet-i İlahiyeyi anlamak iken, şirk koşmuştur. Ve o enenin mirsadıyla Allah'a bakmak ve bulmak ve bütün mülkü ona teslim etmek iken; lakin o ise, enenin gözlüğüyle halka nazar edip, Allah'ın mülkünü mahlukatına taksim etmiştir.

Evet اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ yani 'muhakkak ki insan, çok zâlim ve pek câhildir.'

19. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey nefis! Eğer sen, Hâlıkını takva ve amel-i salih ile razı ettiysen, o sana yeter. Halkın rızasını aramaya lüzum yoktur. Şayet halk da Allah hesabına senden razı olurlarsa menfaattir. Yoksa nefisleri hesabına olsa, faydası yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âcizlerdir.

İşte eğer birinci şıkkı istersen, Rabbini razı etmeye çalış!. ve eğer ikinci şıkkı ararsan, bilâ-faide şirk etmiş olursun.

Evet görmüyor musun ki; bir adam, bir işi veya bir maslahatı için bir padişahın makarrına varsa, eğer padişahı irza etmiş ise, halkın da muhabbeti ona dönmekle beraber, külfetsiz bir şekilde hemen işi bitmiş olur. Yok eğer o maslahatını, padişahın hükmü altındaki adamlardan taleb etse; bütün onları irza etmek ve hepsini o maslahatının husulü için ittifak ettirmek lâzım gelir ki, çok zor, pek çetin olur. Hem bütün onları ittifak ettirdikten sonra da, o maslahatın ifası yine sultanın iznine muhtaçtır. Onun izni ise -eğer ikram ise- yine onu irza etmeye mütevakkıftır. Amma eğer istidrac ise; o, bahisten hariçtir.

20. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, nasıl ki kendi zatında ve mahiyetinde mümkinata hiçbir surette benzemez. Öyle de, ef'alinde dahi yine onlara benzememektedir. Meselâ, hads-i şuhudî ile sabit olan şu: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un kudretine nisbeten uzak ile yakın, az ile çok, küçük ile büyük, ferd ile nev', cüz ile küll arasında fark yoktur.. Hem mümkinin hilafına olarak onun işinde külfet, mualecet, zorluk ve mübaşeret olmaz. İşte bu sırdan dolayıdır ki, Cenab-ı Hakk'ın künh-ü ef'alini fehm etmekte zorlanan ve mütehayyir kalan akıl, Cenab-ı Hakk'ın fiilini, fiil olmadığını zannetmiş.

21. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; kalbin gaflet ile harab olmasından ve heva-i nefs ile ölümünden sonra, onun enkazından yapılan bir vicdan, nefs-i emmare için yalancı bir mıklabdır. Ve bu vicdanın mevkii ise, insanın iki cenbi (yani) ortasında, göğsünün altında, midesinin başı üstündedir.

22. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeşim bil ki! Arslanın keskin olan azı dişleri iftiras ve parçalamak şanında olduğuna; kavunun letafet ve güzelliği de yemek için olduğuna delâlet ettikleri gibi; öyle de, insanın istidadı da delâlet eder ki; onun yegâne vazife-i fıtriyesi ubudiyettir. Hem insanın ulviyet-i ruhaniyesi ve beka ve ebediyete olan iştiyakı dahi delildir ki, insan daha önce bu âlemden başka latif bir âlemde halkedilmiş olup, buraya muvakkat bir zaman için gönderilmiş... tâ ki, burada cihazlanıp tekemmül ettikten sonra yine o âleme dönsün.

Hem insan, şecere-i hilkatın en nazenin bir semeresi olmasının delâletiyle; insan nev'inden birisi, elbette ki o hilkat ağacına çekirdek imiş olup Sani-i Zülcelal, o çekirdekten bu hilkat ağacını inbat etmiştir. İşte o çekirdek ise, (âlemin onun manevî rengiyle renklendirmesi sırrıyla) bütün mahlukatın en efdali olan Hazret-i Seyyid-ül Enam'ın (A.S.M.) nur-u şerif-i zatı olduğuna bütün kümmelîn-i evliyanın, belki nev'-i beşerin yarısının ittifakıyla sabittir.

ZERRE'NİN İKİNCİ PARÇASI[değiştir]

23. Parça[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; semavat ve arzın nizamını kuran ve koyan ve gece ve gündüzü; beşiğimiz olan arzımızın kafasına çizgili bir imame gibi saran bir zatın uluhiyetine hiç lâyık olur mu ki; âlemin bazı safahatını miskin bir mümkine tefviz edip bıraksın? Hem hiç mümkün olur mu ki, arşın altındaki mahlukata, Rabb-i Arş'tan başkası bizzat tasarruf etsin, hâşâ ve kellâ!.

Zira o kudret-i kâmile, bütün her şeyi ve heryeri ihata etmekten kısa ve kasır değildir. Madem değildir; öyle ise, başkasının müdahalesine bir fürce, bir delik yoktur. Bununla beraber, Ceberut ve istiklaliyetin izzeti. ve teveddüd ve taarrüfün muhabbeti dahi, ibadullahın enzarını kendine celbedecek ve mana-yı ismiyle birer hicab ve vasıta olabilecek olan gayrın vücuduna hiçbir vecihle müsaade etmezler.

Halbuki küll ve cüz'de, nev' ve fertteki tasarrufat, öylesine iç içe mütesaniddir ki, tefriki imkânsızdır. Velev farz-ı muhal olarak yalnız iki müttefik fail arasında da olsa, yine muhaldir.

Evet şu nizam-ı acib ile bütün âlemi nazmeden Nâzım, o aynı vasıf içinde olarak beşiğimiz olan küre-i arzın tedbirini de görür.. ve aynı halde insanı dahi terbiye eyler. Ve aynı vakitte enva'ın şuunatında da tasarruf eder. Hem aynı anda bedenin hüceyratını san'atkârane icad eder. Hem aynı zamanda âlemin bütün safahatına müteveccih olan o kudret ile zerreleri de halkeder. Belki umum âlemin nizamını kuran ve koyan, o aynı tanzim ile zerratı da tedbir eder. Hem o nefs-i tedbir ile bunları da terbiye eyler ve aynı terbiye içinde tasarruf edip halkeder.

Evet nasıl ki güneşin ziyası, deniz yüzünü nurlandırıp ta, kabarcıkların yanaklarını ve katrelerin gözlerini ve serpintilerin gözbebeklerini tenvir etmemesi mümkün değildir.. Öyle de, yerin sâkinlerinden her hangi cüz'î bir şeyin bir uzvunun, bir hüceyresinin, bir zerresine dahi; küre-i arzın, gece ve gündüzünü çevirip döndüren bir kudretten başka diğer bir şeyin müdahale etmesi imkânsızdır.

Hem sineğin dimağını ve mikrobun gözünü tasvir edip inşa ederek tanzim eden bir zat, elbette senin ef'alini; ipi boğazına sarılı olarak başı boş ve ehemmiyetsiz bir şekilde terkedip bırakmaz. Belki senin bütün fiillerini İmam-ı Mübin defterinde yazarak, seni ey insan onun üstünde hesaba çekecektir.

24. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; her bir masnu'da, belki her bir zerrede, hem de o masnu ve zerrenin alâkadar olduğu her şeyinde ve onunla beraber nizamın silkine giren bütün eşyada; bilhads ve bilmüşahede görünen mutlak bir tasarruf, muhit bir kudret ve basir bir hikmettir. Bu ise, bâhir bir bürhan ve zâhir bir âyettir ki; her şeyin sanii tektir, birdir, şeriki yoktur. Hem mümkinlerin, mahdudların, mukayyedlerin ve müntehîlerin lâzımı olan tevzi' ve inkısam ve tecezzî, onun iktidarında aslâ mevzuubahs değildir ve olamaz.

Çünkü mümkin bir şey, faraza sani olsa, elbette o şey-i mümkinin tasarrufunda tevzi', kuvvetinde inkısam ve teveccüh-ü iktidar ve ihtiyarında tecezzî olacaktır. Çünkü vâcib değil, mümkindir. Halbuki meselâ, bir cihetle bir bal arısına taalluk eden o üçler (yani tasarruf, kudret ve hikmet) faraza eğer -tecezzi ve tecavüz etmek şanında olan- bir mümkin-i miskinden olsa idi; elbette tecavüz etmemesi imkânsızdı. Halbuki o arı ise, kendi saniinin iktidarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, o iktidara âlemlerin halk ve icadları zor gelmez. Şu halde farz-ı muhal olarak o tasarruf, o kudret ve o hikmet, bir mümkinin fiili ve işi olsaydı, acaba nasıl o arı içinde hapsolup komşularına tecavüz etmeyecekti.

Öyle ise netice olarak; bizzarure o arının sanii ise, kudretine hiçbir hadd-ü inkısam olmayan, vücudu vâcib bir Vâhid-i Ehad olması lâzımdır ki, onun mizan-ı kaderinde cereyan eden kudreti, kaderin mistarı ve plânı üstünde eşyayı yazmaktadır.

25. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki: Sivrisinek, örümcek ve pire ve emsali gibi küçük mahluklar; fil, camus ve deve gibi büyük mahluklardan zekâca, cezalet-i hilkatça ve kıymet-i san'atça çok mertebe daha yüksek oldukları halde, bunların o büyüklere muhalif olarak ömürlerinin noksanlığı ve zâhiren faidesizlik ve menfaatsizlikleri ise, Saniin hilkat-ı eşyada hiçbir külfeti, mualeceti ve zorluğu olmadığına, belki كُنْ diye emreder etmez vücuda geldiğine, hem hiçbir şey ona hükmetmeyen bir Fail-i Muhtar olup istediği şeyi, istediği şekilde yapabildiğine delâlet eden bâhir bir bürhan, nuranî bir âyettir.

26. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; bir hababın (yani kabarcığın) içindeki güneşçik, nasıl ki güneşten bir cüz'dür. Öyle de aynı zamanda bir cüz'îsidir. Çünkü o, güneşin mahiyet-i asliyesi olmaksızın hüviyet-i zılliyesiyle bir güneştir.

Demek o güneşçik, (bu mahiyetiyle) ne güneşin aynısıdır, ne de gayrısı... Öyle ise güneşin ziyasın almakta, bütün dünya iştirak etse bile, o hababın hissesinden hiçbir şeyi noksan etmezler. Kâinatın umumu iştirak etmiş veya kendisi tek olarak mukabil kalmış, güneşin ifazası ve hababın tenevvürü cihetinden bir fark olmaz. Öyle ise o habab, diyebilir: Güneş tamamen benimdir ve benim içindir ve bana müteveccihtir.

27. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; bir şey 'Zâhir' isminin azîm ve vasi' olan dairesinden uzaklaşıp küçüldükçe, 'Bâtın' ism-i şerifinin nisbî veya hakikî dairesine yakınlaşıp, hududuna girer.

Evet Cenab-ı Hak, her şeyin her tarafını kendi esma-i hüsnasıyla muhittir. Fakat insan, kendi cüz'î, mahdud, mukayyed ve fani zihniyle yalnız kendisine taalluk eden ölçüye göre, Cenab-ı Hakk'ın azametine ve seyyaratı güneşin etrafında döndürmesindeki şevketine bakarken; şeytanî bir kıyasla, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'u bir mümkin-i miskine kıyas ederek; meselâ sinek gibi küçük mahlukların icadıyla iştigalini ondan istib'ad ediyor. Halbuki bu kıyastan küçük mahluklara bir zulm-ü azîm ve büyük bir tahkir çıkar. Zira hiçbir şey yoktur ki, kendi Hâlıkını tesbih etmesin. Ve yine mahlukattan hiçbirisi yoktur ki, dünyayı ona bir ev, güneşi lâmba, yıldızları kandiller yapan bir Rabb-i Zülcelal'den başka birisini kendine Rabb kabul etmeye tenezzül etsin. Âdeta, güya her şey-i zîhayat, yalnız kendisi dünyada varmış gibi tek bir Rabbi ve Hâlıkı tanımaktadır.

Öyle ise, büyüğün küçük üstüne tekebbüre hakkı yoktur ve caiz de değildir. Zira vücud, hak gibidir. Hak ise, büyük ile küçük arasında farketmez. Hem çok azlar var ki; hakikatta çokturlar ve çok kesîrler bulunur ki, hakikatta kalîldirler.

28. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki: Şems-i Şümus'tan tâ ağacın semeresine kadar mevcudattan herhangi bir şeye im'an-ı nazarla bakılırsa; o şeyin hadsiz eşya içinden intihab edilip, seçilerek temayüz ettiği görülecektir. Şu halde hangi şey olursa olsun, nihayetsiz şeylere nazar etmektedir. Öyle ise o şeyde bizzat tasarruf eden zat, elbette ancak sıfâtının tecelliyatına nihayet olmayan bir Zat-ı Zülkemal olabilir. Feteemmel.

29. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Umumilik, yani: (Nimetin umuma şamil olması, ve umumî bir şekil alması,) inamdaki hususî kasda ve şahsî inayete münafi olmaz. Zira Allah'ın nimetleri vakıf malı veya nehir suyu gibi değildir ki, mutlak bir in'am sayılıp da, şahıs kendi nefsinde hâs bir şükre ihtiyacını hissetmesin. Hem taayyünler ve hususiyetler, önceden yapılmış kaplar ve kalıplar gibi değildir ki, tâ o taayyünün kalıbı, müteayyin olan kimseye in'amın yüzünü çevirip kazandıran bir şey olsun. Evet, Mün'im-i Hakikî (Celle Şanühü) her bir ferd için, ona münasib bir şekilde bir kabiliyet kabı ve bir istidad çanağını yapıyor, sonra da kendi nimetinin yemeklerinden o kabı doldurarak, kasd-ı hususîsiyle o şahsa isim ve resmiyle ihsan eder. Şu halde mutlak ve umumî nimetler için şükür vâcib olduğu gibi, hususî olarak hâs nimetlere karşı da şükretmek lâzım ve vâcibdir.

30. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; meşhud olan kitab-ı kebir ki, âlemdir; ve mesmu' olan kitab-ı aziz ki, Kur'an'dır. Beşerin ekserisi bunların haklarını veremeyip noksan bırakmıştır. Çünkü beşerin mütefekkir feylesofları, kâinat kitabından Vâcib-ül Vücud'a ancak bizzat basit bir cüz'ü ve ince bir kışrı, yahut itibarî bir terkibi verip; baki kalan kısmını mevhum, belki mümteni' sebeblere ve müsemmasız isimlere taksim ediyorlar.

قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّ يُؤْفَكُونَ

(Yani: Allah o yalancıları kahretsin.)

Fakat muvahhid zatlar ise: "her şey Allah'ın malıdır ve ondan gelmiştir ve ona dönecektir ve onunla kaimdir" derler.

Amma Kur'an'ın hakkaniyetli ahkâmının noksan bırakıldığı mes'eleye gelince: Evet beşerin hayalperest edipleri, (Kur'anın hükmüne zıd bir surette,) kâinat denilen şu muhteşem kasrın esasatından ve mekîn desatirinden ve yaldızlı taşlarından ve çiçekli, motifli ağaçlarından; yalnız ondaki nazmın bazı nukuşunu ve az bir kısım maanisini arşın sahibine verdikten sonra, geri kalan o semavî yıldızları telahuk-u efkâr desisesiyle yerin sâkinlerine taksim eylerler.

Tuh, öylesi akl sahibine ki; ona beşerin elini yıldızlara kadar uzanıp onları tebdil etmek ve ecramlarında tasarruf etmek derecesinde bir kudrete sahib olduğunu tahayyül ettirir. Böylesi bir akıl sahibinin misali şöyle bir adama benzer ki: Denizi feyizlendiren bir feyyaza, ondan yalnız bazı kabarcıkları verir.

Fakat mü'min-i muhakkik ise, der: Kâinat sarayının evvel-i esasatından, tâ nukuş-u nazmın âhirine kadar, müştemil bulunduğu bütün her şey, Allah'tandır ve Allah'ındır.

Evet Kur'an, binler makamların mukteziyatının meratibine bakarak; ve muhatabînin hissiyatına ma'kes olan bütün manaları kendi üslubları içinde sararak cem'etmiş olmasındandır ki; Ve keza, Kur'an yetmişbin hicabdan geçerek, ervah ve kulûbun a'makına girerek kudsî hitabıyla tabakat-ı beşer üzerinde seyr ü sefer edip feyzini neşr ile ünsiyet verdiğindendir ki; her devir Kur'anı tam anlar, bilir ve onun kemalini itiraf eyler. Ve her karn Kur'anı tam kabul edip, onunla ünsiyet eder. Ve her asır onu kendine üstad ittihaz eyler. Ve her zaman ehli, ona ihtiram eyler. O derece ki, hepsi tahayyül eder ki; Kur'an hassaten o asır için nâzil olmuştur. Demek o kitab-ı aziz, ince, rakik ve sathî bir şey değildir.. Belki bir bahr-i zahhar ve bir şems-i feyyaz ve bir kitab-ı amîk ve dakiktir.

31. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey kardeş! su ve havaya bak, gör ki; nasıl selis ve yumuşak halkedilmişlerdir. Evet tesbih ederiz o zatı ki, su ve havayı hem mikroba, hem de file beraber olarak rızık edip lokma yapar.

İşte kudret tabbahına (pişirici) bak gör; Nasıl bir yemek yapar ki, o yemek arının ağzı ona dar gelmediği gibi; Filin ağzını da tam doldurur. Hem o yemek, bir mikrobun ağzına büyük gelmediği gibi; Gergedanın ağzı da ona büyük gelmez. Hem yine o kudret, (hava ile) öyle bir kelâm ile söyler ki, zerrenin dimağı o kelâmı işittiği gibi, güneşin kulağı dahi o kelâmla tam dolar. Hem yine o kudrete bak ki, söylenen bir kelimeye öyle bir tenasül ve istinsah verir ki; o kelime, dağın mağarasını doldurup, aks-i sada vasıtasıyla seninle konuştuğu gibi; aynı o kelime sivrisineğin kulağındaki delikte bulunan hücreciğe de büyük ve ağır gelmiyor.

32. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Her namaz vakti, âlem-i İslâmı bir mescid ve o mescidin mihrabı Mekke ve o mihrabın âyeti de, Kâbe olarak tasavvur edilmesi; ve o mescidde insan kitleleri namaz kılmakta ve bir kitle-i cemaat fenada secde edip kaybolurken, başka kitleler gelip namaz kılıp, gitmekte, ve böylece o mescid daima dolup boşalmakta olan bir vaziyette tahayyül edilmesi münasib ve lâyıktır. Böylelikle zamanın asırları, Bayezid Camiindeki ikindi vaktinin dakikaları gibi olur.

33. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا سَعِيدُ Bil ey Said! Senin rağmına olarak seni terkedip senden ayrılacak ve hem sen zelil olarak hasareti de senin üstüne bırakacak olan bir şeyi, bugün sen aziz iken, fazilet de sana kalmakla beraber, kerem üzere terketmen saadettendir.

Zira eğer sen bugün dünyayı terkedersen, onun şerrinden kurtulup hayrına varis olursun. Fakat eğer dünya seni terkederse, onun hayrından uzaklaştığın gibi, şer ve belası da sana semere kalacaktır.

34. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya meydana getirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kurtulmaları çok müşkilleşmiştir. Çünkü hal-i hazır medeniyet, riyaya, şan ü şeref ismini takmış, adamı da şahıslara dalkavukluk yapıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve unsurlara da riyakâr ve tasniatçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve müraîliğe dellallar haline sokmuş, tarihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim olan hamiyet-i cahiliyenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mevtini ona unutturmuştur.

35. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kadınların cemaati müzekkerleşerek sertlik ve huşunet peyda ettiği gibi, erkeklerin cemiyeti de müennesleşip yumuşaklık kesbeder. Bu sırra işareten Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan

وَقَالَ نِسْوَةٌ

وَقَالَتِ الْاَعْرَابُ

diye ferman eder. Demek zaiflerin cemaatı kavidir, kavilerin cemiyeti de zaiftir.

36. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kalkanın[2] kırılıp alçalmasında, Cennet'in açılış ve fethedilişi vardır.

37. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; Nübüvvet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) en zâhir bürhanı tevhiddir. Çünkü kâinatın mahlukatının başları üstünde tevhidin bayrağını bütün meratibiyle dalgalandıran; ve âlemin enzarında tevhide bütün makamatıyla dellallık eden; ve enbiya (Aleyhimüsselâm'ın) icmal ile bildirdikleri tevhid-i icmalîye mukabil, bütün tafsilatıyla fasleyleyen yalnız Seyyidimiz, Efendimiz Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)

Binaenaleyh tevhidin hakikat ve kuvveti derecesinde, onun nübüvvetinin hakikat ve hakkaniyeti kat'î olması lâzımdır. Âmenna.

ZERRE'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI[değiştir]

38. Parça[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Şunun gibi (yani âlemdeki) güzel bir tezyinat ve ulvî kemalât ve latif manzaralara; ve bu haşmet-i Rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet için, elbette onu temaşa edecek müşahidlerin ve onu seyr ve tenezzüh edeceklerin ve onlarda hayrete dalacak olanların ve onun etrafına ve mehasinine bakıp tefekkür ederek sani' ve maliklerinin celaletine ve iktidar-ı kemaline intikal edecek olanların bulunmaları bizzarure lâzımdır.

Evet insan, birçok cehalet ve zulümleriyle beraber, öyle cami' bir istidada sahibdir ki; âdeta insan, mecmu-u âlemin bir enmuzecidir.. ve ona öyle bir emanet tevdi' edilmiştir ki, o emanetle kenz-i mahfîyi anlayıp açabilecek bir mahiyettedir. Hem dahi insanın kuvalarına bir hadd konulmayıp serbest bırakılmış, tâ ki Sultan-ı Ezel'in azamet-i saltanat-ı uluhiyetinin seradık-ı cemalinin, haşmet-i celalinin şa'şaa-i kemalini idrak eden bir nevi şuur-u küllîye sahib olabilsin.

Evet nasıl ki hüsün, elbette bir âşıkın nazarını istilzam eder. Öyle de, Nakkaş-ı Ezelî'nin Rububiyeti dahi insanın takdirli ve hayretli müşahedesinin, tahsinli ve tefekkürlü nazarının vücudunu iktiza eyliyor. Hem dahi Rububiyet-i İlahiye o mütefekkir ve mütehayyir insanın da ebede kadar beka-i vücudunu iktiza ettiği gibi; ebed-ül âbâdda dahi hayret ile tefekkürünü yaptığı şeyle beraber arkadaşlığını istilzam eder.

Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini zinetlendiren Zat-ı Kerim-i Zülcemal, nasıl ki o güzel yüzlere karşı sinek ve serçelerden istihsancı uşşakı bulundurmuş ve nâzeninlerin rühlarını süslendiren Zat-ı Cemil-i Zül'ikram, onların temaşasından vâleh ve hayran olacak müştakların enzarını da icad etmiş. Öyle de âlemin yüzünü şu câzib zinet ile güzelleştiren ve gözlerini bu mütebessim lâmbalarla nurlandıran ve pek parlak enva-i mehasinle âlemi hüsn ü cemale garkeden ve âlemin her bir nakşı içinde kemal-i vuzûhla bir teveddüd ve taarrüf ve tahabbüb-ü Rabbanîsini manen yerleştiren bir zat; elbette ve elbette o âlemi, müştakların, mütehayyirlerin, mütefekkirlerin, münceziblerin ve bütün bunların kıymetini takdirkâr âriflerin nazarlarından hâlî ve boş bırakmaz ve bırakmamıştır.

İşte, insanın şu camiiyetinden dolayıdır ki; kâmil olan insan eflâkin, yani mükevvenatın hilkatine sebep ve ille-i gaiyye olduğu gibi; ona meyve-i zişuur dahi olmuştur.

39. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hakikî saadet ve kemal-i lezzet odur ki; her şeyi, hattâ vücudu dahi mûcidi için, onun yolunda terketmektir. Çünkü her şey O'nundur ve O'ndandır. Hem çünkü o Vâcib-ül Vücud'dur.. Hem çünkü o Kâmil-i Mutlak'tır.. Hem çünkü o mutlak olarak celal ve cemal sahibidir.

Öyle ise, benim her şeyim, küll ve küllüm ve küll-i şey' ona feda olsun (Celle Şanühû).

40. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Eşyanın arasındaki tevafuk, nasıl ki sani'lerinin Vâhid-i Ehad olduğuna delâlet eder.. Öyle de, mabeynlerindeki muntazam tehalüf dahi, sanilerinin Muhtar-ı Hakîm olduğuna delâlet etmektedir.

Meselâ; insan ferdlerinin, belki hayvanların dahi esasat-ı azada tevafuk etmeleri, hususan her şahıstaki çiftli azaların birbirine temasülleri, Hâlıkın vahdetine bir bürhan-ı bâhir olduğu gibi; itkankârane olan taayyün ve suretlerindeki tehalüf de, Hâlıkın ihtiyar ve hikmetine nuranî bir âyettir.

41. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Mahlukatın en zalimi insandır. Evet onun eşedd-i zulmünden şu tek birisine bak ki; kendi nefsine şedid muhabbetinden dolayı; onun nefsine ve zatına hizmetleri mikdarından başka eşyaya bir kıymet vermiyor. Ve ancak insana menfaatleri mikyasıyla faide ve semerelerine bakıyor. Ve hayatta ille-i gaiye yalnız bu hayat olduğunu zannediyor. Kellâ!. Evet her zîhayatın vücudunda akılların seziş ve kavrayışından çok dakik, Hâlıkın birçok hikmetleri vardır.

Öyle ise, neden caiz olmasın ki; şu kısa ömürlü hayvanat ve bu çabuk zeval bulan hayvancıklar, âlem-i misal ve Berzah ve Melekûtun garaib-i ahvaline mebadiler, mistarlar, bilançolar ve esaslar ve çekirdekler olsun. Hem âlem-i gaybdaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniye için birer tecelliyat-ı seyyale veya birer tereşşuhat ve semerat olsunlar!..

42. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; gözün görmesi, nasıl ki yalnız onun yanında malûm, belki gözü önünde mevcud şeylere inhisar ediyor. Öyle de, nefs-i emmare dahi bir şeyi görmediği zaman, ister ebdehi-l bedihiyat olsun vücudunu inkâr ediyor.

43. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hak Teâlâ, kemal-i kudretiyle kâinatın bütün zerratını şeriat-ı fıtriye ve evamir-i tekviniyesine birer emirber nefer yapmıştır. İşte bu sırdandır ki; meselâ bir sineğe emr-i tekvinîsiyle "Bu şekil ile ol, vücuda gel!" dediği gibi, aynı o sühuletle umum hayvanata da birden "Şu sıfatlar ve bu şekiller ve şu ömürler ile tekevvün ediniz, meydana çıkınız!" der demez, 'iradenin ayn-ı kudret gibi hükmüyle' derakab emrolunduğu gibi külfetsiz olarak oluverip meydana çıkarlar.

44. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; sen kendi aynanda inci taşlarını dizip tanzim ettiğin gibi; şu ecram-ı kâinatı kabzasına alıp öyle tanzim ve tertib edebilen bir kuvvet ve kudret, elbette hiçbir şeyden âciz kalmaz. Ve hiçbir şeye şerik-i rububiyet noktasında daire-i tasarrufuna müdahaleye müsaade etmez.

45. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl ki katrenin deniz ile ittihadında bir şübhe yoktur. Çünkü ikisi de sudur. Hem o katre nehir ile de müttehiddir. Çünkü ikisi de buluttandır. Hem katre içinde parlayan güneşçik dahi, gökteki güneşle müttehid olmasında; ve iğne gibi bir balık, Balina balığı ile nevi'ce ittihad etmesinde; ve keza, habbenin küme ve yığın ile müttehid bulunmasında bir şek yoktur..

Öyle de: Cüz'iyattan olan bir cüz'ün, bir hüceyresine tecelli eden bir isim, müsemmada; kâinatı ihata eden esma-i hüsnadan bir ismin müsemmasıyla müttehiddir. Meselâ her şeyi bütün ahval ve etvarıyla bilen "Alim" ismi gibi bir isim; şu zerrenin Hâlıkıyla ve bu ağacın Musavviriyle ve o semerenin Münşisiyle ve bu illetin Şafisiyle müsemmada müttehiddir. Belki muhaldir ki; şu cüz-ü cüz'înin ayni ismi, her şeyi kaplayan Vasiu-l Evsa' olmasın.

46. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Vücudunun varlığı, zuhur ve tezahürü, ancak tagayyür ve tahavvülüne bağlı olan bir mümkinde; atalet, sükûn, tevakkuf ve yeknesaklık, ahval ve keyfiyatta birer nev'-i ademdirler. Adem ise, mahz-ı elem ve şerr-i sırftır. Onun içindir ki zîhayattaki faaliyet, şedid bir lezzet olduğu gibi; şuûnatta olan tahavvül dahi, hayr-ı kesîrdir. Elem ve musibet dahi olsalar...

Binaenaleyh, teessürat ve teellümat, bir cihette çirkin ise de, fakat birçok cihetlerle güzeldirler, hasendirler. Demek nur-u vücud olan hayat, teessürat ile tasaffi edip, teellümat ile cilalanarak kuvvet buluyor. Öyle ise onlar hayatın menfuru değillerdir.

Madem öyledir; zîhayata ait gibi olan yalnız şu kısacık bir bekanın mizanıyla (meseleyi) tartma! Belki Cenab-ı Muhyî (Celle Şânuhû) nun tecelli-i şuûnuna mazhariyet ve makesiyet mizanıyla tart! Çünkü hayatın binler hissesi, Cenab-ı Muhyi'nindir. Zîhayata ait yalnız arazî bir hissedir. Öyle ise, o zîhayatın hakikî kemali, kendi o bir hissesini de Cenab-ı Muhyi'nin hisselerine tabi etmektedir.

Evet, bir Habab, bir an-ı seyyalede kendindeki güneşçiğiyle zînetlenip parlamasıyla; binler hikem-i cesime ile meşhun olan tecelliyat-ı şemsin hukukunda Güneş ile muaraza etmek derecesinde ona bir hak verilmemiş, verilemez.

Amma insanın hababı olan kalbi ise, iman ettiği vakit, o kalb iman ile öyle bir zücaceye inkılab eder ki, Şems-i Ezelî'nin şuaatından feyz alıp parlayan bir kevkeb-i dürrî imiş gibi içinde lüksü yanmaya başlar.

47. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey kardeş! Acaba hiç mümkün olur mu ki, bir zat bir kasrın esasatını ve içindeki müştemilat ve terkibatının hepsini, bir olan o kasrın binasına müteveccih bir surette yapsın da; sonra o kasır, o saniin bir ille-i gaiyesi olmasın!. Yani, abes ve beyhude olsun.. Ve hem onun semeratı ona ait olmasın... Kellâ! olamaz.

İşte ey insan, küre-i arz bir kasırdır, âlem dahi bir saraydır.

48. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hak (C.C.) kendini bize mahlukat ve masnuatıyla tanıttırıyor; nimet ve in'amatıyla da bildiriyor; Rızık ve rahamatıyla dahi sevdiriyor. Öyle ise mevcudatın şu fiilî vaziyetleri elbette mezkûr gayeler içindir. Belki âdeta aynı odur. Ve hakeza, bütün esma-i hüsnanın her birisinin tecelliyatını buna kıyas eyle!

Şimdi bak ki, mevcudat ve mahlukatın hikmet-i hilkatlarını lâyıkı olduğu vechiyle tefhim-i İlahî ile onlardan fehmedip, alıp; ve onun izni ile kâffe-i mahlukata mezkûr hikmetleri tefhim eden bir zat hakkında

لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ

denilmesi haktır ve lâyıktır. Ve elbette böyle bir zat (A.S.M.); semavat ve arz arasında metin ve emin bir rabıta ve bir bağdır ki, onun kalb-i pür-münevverleri üzerinde dokunmuş olan zincir-i nuranî ile ferş, arş ile bağlanmıştır. Öyle ise, o zat (A.S.M.) cinsen eşref-i kâinat, nev'en ekmel-i zevi-l hayat ve şahsen hilafetle müşerref olmuş olan nev'-i benî-Âdemin efendisi olan Seyyid-ül Mürselîn ve İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir.

عَلَيْهِ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ

HÂTİME[değiştir]

Cenab-ı Hak hastalık, musibet ve zillet elemlerini, zâhiren çok acı iken; tatlılaştıran çok büyük hayr ve sevab ve lezzetleri içlerine dercetmiştir. Çünkü o bela ve musibetler, münacat ve tazarru' ve duanın lezzetini sana tattırıyorlar.

İbn-i Sem'un'dan şöyle bir söz var:

كُلُّ كَلَامٍ خَلَا عَنِ الذِّكْرِ فَهُوَ لَهْوٌ

Yani: Zikirden hâlî olan bütün sözler lehvdir, boştur.

Biliniz kardeşlerim; ben kendimi âhirete göç etmek üzere görüyorum. Günahlarımın çokluğundan tövbe ve istiğfara ömrüm, belki ömürler kâfi gelmemektedir. Onun için ben de, şu kitabımı tevkil ile ona vasiyet ediyorum, tâ ki; benden sonra benim bedelime şu gelecek feryad ile nida edip istiğfar etsin. İşte:

Eyvah! Vâ-esefâ, vâ-hasretâ, vâ-hasaretâ, vâ-nedametâ ki; ben ömrümü, hayatımı, sıhhatimi ve gençliğimi; zail ve muzır olan maasî, günah ve hevesat yolunda zayi ettim. Ve benim şu ihtiyarlık ve hastalıklı anımda, elimde kalan yalnız günahlar ve elemlerdir. Ve bu ağır yük ve kara yüz ve mariz kalbimle dünya-yı fanîden ebedî bir firak ile ayıracak olan kabre yakınlaşıyorum. فَيَا ذُلِّي Vay zilletime ki; benim Rabbim ruz-u mahşerde dese: "Şu riyakârı nîrana sevkediniz!." Ne yaparım?!.

İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.

اِلٰهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي اَتَاكَ مُقِرًّا بِالذُّنُوبِ فَقَدْ دَعَاكَ فَاِنْ تَرْحَمْ فَاَنْتَ لِذَاكَ اَهْلٌ وَاِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَ

يَارَبّ زِ گُنَاهِ زُشْتِ خُودْ مُنْفَعِلَمْ اَزْ قَوْلِ بَدْ

و فِعْلِ بَدِ خُودْ خَجِيلَمْ فَيْضِ بَدِلَمْ زِعَالَمِ قُدْس

بَرِيزْ تَا مَحْو شُدَه خَيَالِ بَاطِلْ زِدِلَمْ

Ve Hazret-i Mevlâna'nın (K.S.) nidasıyla rahmetin kapısını şöyle çalıyorum:

اَيْ خُدَا مَنْ اَللّٰهْ اَللّٰهْ مِي زَنَمْ

بَرْدَرِ تُو شَيْئًا لِلّٰهْ مِي زَنَمْ

اَيْ خُدَا بَا سِوَي خُودْ رَاهْ نُمَا

زَانْكِه مَنْ گُمْ رَاهَمْ رَاهْ مِي زَنَمْ

اِلٰهِي لَسْتُ لِلْفِرْدَوْسِ اَهْلًا وَلَا اَقْوَي عَلَي نَارِ الْجَحِيمِ

فَهَبْ لِي تَوْبَةً وَاغْفِرْ ذُنُوبِي فَاِنَّكَ غَافِرُ الذَّنْبِ الْعَظِيمِ

Önceki Risale: Zehrenin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Şemme: Sonraki Risale

  1. Bu i'lemdeki mevzu hayli müşkil bir muamma ve çok kısa cümleli bir vecize halindedir. Tercümesi belki tam olmadı. Özür dileriz. (Mütercim)
  2. Bu i'lem, çok veciz ve öz bir tarzda yazılmış. Arapça ibaresinde الجنّة kelimesi var ki; hem "cennet", hem "cünnet", hem de "cinnet" lafızlarıyla okunabilir. Kerkük'lü İhsan Kasım hoca, onu "cinnet" manasıyla almış, dipnotta şerhetmiş ki; cinlerin yani, şeytanların kırılıp alçalması olur. Bize göre ise, o kelime "cünnet"tir. Yani, kalkandır ki, mecaz ve teşbih ile; nefsin ve enaniyetin kırılıp alçalması demek olur. Vallahu a'lemü bissavab. (A.B.)