Kaza-yı Şehvet
Kaza-yı Şehvet cinsel olarak şehvet ihtiyacını gidermektir. Hem erkek hem de kadınlarda fizyolojik ve psikolojik bir durumdur ve ihtiyaçtır (hayvanlarda da söz konusudur). Cinsel ilişki yoluyla ya da kendi kendine olabilir.[1] Risale-i Nur'da evliliğin gayesinin neslin çoğalması olduğu, kaza-yı şehvet lezzetinin ise o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir cüzi ücret olduğu, İslamiyetin belli şartlar çerçevesinde birden fazla kadınla evliliğe verdiği izni kabul etmeyen medeniyetin senede yalnız bir defa doğurabilen, fizyolojik olarak ayın yalnız yarısında gebe kalma kabiliyeti olan ve elli senede menopoza giren kadınların ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar çocuk sahibi olma kabiliyeti olan erkeğe kâfi gelmediğinden pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecbur kalacağı, harama nazarın nefsani hevesatı şiddetlendirip vücutta israfa yol açacağı ve tıbben unutkanlığa neden olduğu, normalde ayda veya yirmi günde bir ihtiyaç olmasına rağmen açık saçıklık sebebiyle kişinin her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zannedeceği ve her ayda 15 gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan nefsine mağlup ise fuhşiyata meyledebileceğinden bahsedilir.
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
İkinci Esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur’an’ın o hükmünü kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münafî telakki eder. Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa taaddüd bilakis olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivaç eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir.
Madem hikmeten, hakikaten, izdivaç nesil içindir, nev’in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede yeise düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkîh bir erkeğe kâfi gelmediğinden medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecburdur.
(25. Söz)
Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (ra) dediği gibi: “Haram nazar, nisyan verir.”
Evet, ehl-i İslâm’da nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücudunda sû-i istimalat ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.
Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden hususan bu memalik-i harrede o sû-i nazardan sû-i istimalat, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes cüz’î küllî o şekvadadır. İşte bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadîsin tevilini gösterecek.
Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memalik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve camiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm kıtası, ona nisbeten memalik-i harredir. Malûmdur ki muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık, belki çok sû-i istimalata ve israfata medar olmaz.
Fakat seriü’t-teessür ve hassas olan memalik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimalata ve israfata ve neslin zafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlup ise fuhşiyata da meyleder.
Üçüncü Nokta: Bilmiş ol ki; cismanî hacetler, nasılki vakitlere göre ayrı ve muhtelif oluyor. Meselâ, hava gibi bazılarına her an; ve bir kısmına midenin harareti zamanında su gibi her vakit; ve bir sınıfına gıda gibi hergün; ve bir nev'ine ziya gibi her hafta; ve bir taifesine nisa gibi her ay; ve bazısına bütün ilaçlar gibi her sene ağleb olarak muhtaçtır. Ve daha buna göre kıyas et.
Öyle de: insanın manevî ihtiyacatı dahi evkata göre öyle muhteliftir. Meselâ bir kısmına her an, اَللهُ ve هُوَ gibi.. ve bir kısmına her vakit, بِسْمِ اللّهِ gibi.. ve bir kısmına her saat, لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ gibi muhtaçtır ve hakeza kıyas et!.. Demek Kur'anın ayat ve kelimatının tekrarları, ihtiyaçların tekerrürüne delâlet ederler. Hem insanın onlara şiddet-i ihtiyacına işaret etmek içindir. Hem onlara ihtiyacın damarını tenbih ve ikaz etmek içindir. Hem de o ihtiyaca teşvik edip o manevî gıdalara insanın ihtiyaç istinasını tahrik etmek içindir.
Bâzan görünür, bir nurda nar, tahkikte tekrar, tezkar ile takrir, terdad ile ihtar; güzeldir büleğaya, hutebaya.
İnsan nasıl, her ân havaya, her gün gıdaya, her hafta ziyaya, her ay nisaya, her sene devaya
muhtaç ve hem fakirdir; tekerrür-ü esbabla, müsebbebat eder teceddüd-ü iade, ona tekrar denilmez. Öyle de: İnsan-ı zû zekaya;
Aklı canı cenânı, hem sırrı hem vicdanı, her an hakikate muhtaçtır. Her dakikada hakka dahi müştaktır her zaman aşıktır tecellaya.
Her saat kezâ zikre, fakirdir, her gün de mârifete talibdir. Şu hacât tekerrür eder, Kur'ân dahi tekrar ile, sevkediyor ziyaya.
Sual: Cisim, eğer hayatî olsa ecza-yı bedenî daim terkip ve tahlildedir, inkıraza mahkûmdur, ebediyete mazhar olamaz. Ekl ve şürb, beka-i şahsî ve muamele-i zevciye ise beka-i nev’î içindir ki şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde, şunlara ihtiyaç yoktur. Neden cennetin en büyük lezaizi sırasına geçmişler?
Elcevap: Evvela, şu âlemde cism-i zîhayatın inkıraza ve mevte mahkûmiyeti ise vâridat ve masarifin muvazenesizliğindendir. Çocukluktan sinn-i kemale kadar vâridat çoktur; ondan sonra masarif ziyadeleşir, muvazene kaybolur; o da ölür. Âlem-i ebediyette ise zerrat-ı cisim sabit kalıp terkip ve tahlile maruz değil veyahut muvazene sabit kalır, (Hâşiye[2]) vâridat ile masarif muvazenettedir. Devr-i daimî gibi cism-i zîhayat, telezzüzat için hayat-ı cismaniye tezgâhının işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir.
Ekl ve şürb ve muamele-i zevciye gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider. Fakat o vazifeye bir ücret-i muaccele olarak öyle mütenevvi leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki sair lezaize tereccuh ediyor. Madem bu dâr-ı elemde, bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar; ekl ve nikâhtır. Elbette dâr-ı lezzet ve saadet olan cennette o lezzetler; o kadar ulvi bir suret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştiha suretinde ilâve ederek cennete lâyık ve ebediyete münasip, en câmi’, hayattar bir maden-i lezzet olur.
Evet وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ sırrınca, şu dâr-ı dünyada, camid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu, hayattardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar; emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen “Filan meyveyi bana getir.” getirir. Filan taşa desen “Gel.” gelir. Madem taş, ağaç, bu derece ulvi bir suret alırlar.
Elbette ekl ve şürb ve nikâh dahi hakikat-i cismaniyelerini muhafaza etmekle beraber cennetin dünya fevkindeki derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir suret almaları iktiza eder.
(28. Söz)
Hem madem o Hâlık-ı Kerîm, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir. Şevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve şunda bir muazzam kanun-u keremin ucu görünüyor.
(30. Söz)
Sual: Yiyecek, içecek şahsî vücudu ibka etmek içindir. Çünkü vücuddan eriyip ayrılan şeylerin yerini doldurup tamir etmek, yemek ve gıda ile olur. Nikâh da nev’in bekası içindir. Halbuki âhirette eşhas ebedî olduğundan, vücudlarında eriyip ayrılan bir şey yoktur ki gıdaya ihtiyaç olsun ve âhirette tenasül yoktur ki nikâha lüzum olsun?
Cevap: Yemek, içmek ve nikâhın faydaları, yalnız bekaya ve tenasüle münhasır değildir. Evet şu elemli, kederli âlemde onlarda pek büyük lezzet ve faydalar olsun da lezzetler yeri olan âlem-i saadette ne için daha nezih lezzet ve faydaları olmasın?
Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünkü o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyif bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat bîçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir iki sene veledin meşakkatine, beslemesine ve açık saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsizlik ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azaplara mukabil; izdivaçta aldığı muvakkat bir keyif ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azap çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azabı çektiriyor.
Birisi: Tenasülün devamı için hikmet-i İlahiyece o fıtrî hizmete bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Halbuki o zevk on dakikada bir lezzet verse de eğer meşru ise erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî meyil, bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli.
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
Sual: Ehadîste denilmiş: “Huriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.” Bu ne demektir? Ne manası var? Nasıl güzelliktir?
Elcevap: Manası pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, camid ve çoğu kışır olan dünyada; hüsün ve cemal, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mani olmazsa yeter. Halbuki güzel, hayattar, revnaktar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan cennette; göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri cins-i latîf olan hurilerden ve huriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, cennetteki nisa-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer latîfenin medar-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor.
Evet “Hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi” tabiriyle hadîs-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsün-perver ve zevk-perest ve ziynete meftun ve cemale müştak duyguları ve hâsseleri ve kuvaları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve her birisini ayrı ayrı okşayıp mesud edecek, maddî ve manevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemale huriler câmi’dirler. Demek, huriler cennetin aksam-ı ziynetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemalin aksamını gösteriyorlar. وَفٖيهَا مَا تَشْتَهٖيهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُ işaretinin hakikatini gösteriyorlar.
(28. Söz)
İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- İstimna: Kişinin kendi kendine şehvetini teskin etmesi.
Kaynakça[değiştir]
- ↑ https://tr.wikipedia.org/wiki/Orgazm
- ↑ Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrat için güya bir misafirhane, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki camid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekaya zerrat olmak için liyakat kesbederler, çıkarlar. Âhirette ise اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ sırrınca, nur-u hayat orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o talimat ve talime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler.