Risale:Habab (Mesnevi Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Katrenin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Hababın Zeyli: Sonraki Risale

Risale-i Nur'un Arabî Mesnevîsinin Dördüncü Parçası

Kur'an-ı Hakîm'in Bahr-i Ummanından Bir HABAB[değiştir]

خُدَايِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِي خَرَدْ اَزْ تُو

بَرَايِ تُو نِگَهْ دَارَدْ بَهَايِ بِي گِرَانْ دَادَه

(Çok keremkâr olan Allah, sende emanet olan kendi mülkünü senden satın almak istiyor. Sana nazar-ı şefkatle bakarak, o mülkün bedelinde hesapsız tarzda fiat veriyor.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

1. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey musallî-i zâkir! Sen اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ veyahut مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ veya اَلْحَمْدُ لِلّٰه deyip, meselâ bir hüküm ile hükmettiğin zaman; bir davayı iddia ediyor ve bir itikadı ilân ediyorsun. İşte senin o davanda o hükmî kelimeleri an-ı telaffuzunda milyonlarca müslümanlar sana şehadet ettikleri gibi; senden evvel gelip geçen milyarlarca mü'minler dahi, senin söylediğin aynı o kelimeleri söylemiş olduklarından, âdeta seni o davanda hep tasdik ediyorlar.

Hem dahi, İslâmiyetin sıdkına dair olan bütün delil ve bürhanlar; ve onun ahkâmını isbat eden bütün hüküm ve davalar; ve bina-yı İslâmiyetin birbirine dayanmış şâhidlerinden, bürhanlarından ve delail mismarlarından her bir cüzü, seni yine davanda te'yid ediyor ve o hükmünü tesbit ediyor ve o şehadetlerini tezkiye ediyorlar.

Ve keza, telaffuz etmiş olduğun o kudsî mübarek kelimelerin içine ve üstüne pek büyük emirler ve nurlar giriyor ve konuyor. Ve onların üzerine çok cesîm, kudsi feyizler ve bereketler nâzil oluyor. Ve keza telaffuz ettiğin o mübarek kelimelerin çeşmelerinden ab-ı hayat içen cumhur-u mü'minînin teveccühlerinden hasıl olan cezebatın elektriklerinden ve umum muvahhidînin kalblerinden sızan ab-ı hayat-ı maneviyenin reşhalarından, serpintilerinden gayet câzib bir ruh ve câlib bir mana o kelimelerle ittisal peyda ediyor ve onları ihata etmektedir.

2. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey birader! İlm-i usûlde takarrur etmiştir ki, müsbit, (yani isbat eden) nâfîye müreccahtır. Bunun sırrı budur ki; nefy, kendi mevziine inhisar eder. Fakat isbat ise, taaddî eder, (yani başka yere de hükmeder). Hattâ isterse, bin nefyedici birleşerek bir şeyi nefyetsinler, yine hepsi bir hükmündedirler. Fakat bin isbatçının her biri âdeta bin hükmündedir. Çünkü isbatçılar meselâ birisi güneşi bir pencereden gördü, gösterdi. Diğeri başka bir pencereden gördü ve hâkeza, her birisi diğerlerini te'yid etmiş olur. Zira görünen ve müşahede edilen güneş, başka başka pencerelerden, deliklerden görünsede, müddeada birleşip ittihad ediyor.

Amma nefyedicilerde ise, birisi penceresi olmadığı için görmemiş, öbürü göz za'fiyetinden dolayı müşahede etmemiş. Başkası bakmadığı için ve hakeza!.. Demek her birisinin kuvveti ancak nefsine münhasır kalıyor. Ve görünmemek yalnız onun indindedir ki, nefs-ül emirdeki intifaya delâlet etmez. Öyle ise bunlar, esbabın ihtilafıyla beraber ayrı ayrı müddealarından dolayı, birbirlerini te'yid edemezler. Çünkü o intifa ve görünmemek, yalnız nefyedicinin yanında münhasır ve mukayyeddir ki, meselâ "Benim yanımda yoktur" der. Demiyor: "Nefs-ül emirde yoktur."

Eğer bu sırrı anladınsa, bil ki; bütün ehl-i dalâlet ve küfrün mesail-i imaniyeden bir mes'eleyi nefyetmek noktasında ittifak etmeleri; onda onların ittifakları te'sirsizdir. Belki onların umumu bir tek şahıs hükmünde kıymetsizdir. Bununla beraber, o nefydeki o hüccet, yalnız ona münhasır kalan kasır ve kısır bir hüccettir.

Amma ehl-i hidayetin mesail-i imaniyede olan ittifakları ise, adeta umumun hepsi, her hepsiyle teeyyüd ediyor.. Ve sanki hepsi birden her birinin şahidleri hükmündedirler.

3. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir binanın birbirine dayanmış olan ecza ve taşları, her birisi o binadaki umum taşların yekûn kuvvetlerine dayanır. Ve böylece her birisinin za'fiyeti de külle dayanmakla zail olmuş olur. Ve bu noktadan âdeta bütün taşlar yekdiğerlerinin avenesi ve mismarlarıdırlar.

Hem nasıl ki bir ağaçtaki dal, budak ve semereler, her birisinin sıfatlarının marifetleri, bütün hepsine istinad eder. Demek her biri, hepsi için birer tarifçi oluyor ki, güya her birisi yekdiğeri için bakar birer pencere ve marifeti için birer miyardırlar.

Aynen öyle de; iman ve İslâmın lemaat ve mesailinin tafsilat üzere geniş ve kesretli bulunmalarıyla beraber, her bir cüz'î mes'ele ve lem'ası, âdeta küllün kuvvetine istinad ederek kuvvetlenir. Tafsilat ve cüz'iyatları çoğaldıkça da her bir cüz'ün anlaşılması vuzûh peyda eder. Ve her bir cüz'înin kuvvet-i marifeti ziyadeleşir ve her bir hükmün iz'anı fazlalaşır ve her bir mes'elenin îkanı tezayüd eder. İşte bütün bunlarla beraber şeytane olan nefis, aksiyle bakıp tersiyle görüyor. Ve bir cüz'ün za'fiyetini küllün za'fiyetine sebebdir diye zu'metmekdir.

4. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kâinatın hey'et-i umumiyesinin her bir cüz'ü, sair eczaların imkânatlarına birer vâhid-i kıyasî olduğu gibi, bunun aksi ile başka bir tarz ile bakılsa, o eczalar, kendi aralarındaki imkâniyet için her hepsi hepsine birer mikyastırlar.

5. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! En büyük bir küllün en küçük bir cüz'ü, kemiyet cihetiyle o küllün heyet-i umumiyesinin muhtaç olduğu şeye o dahi muhtaçtır. Evet bütün bir ağacın muhtaç olduğu bir şeye, bir semere dahi aynen ona muhtaçtır. Öyle ise bir semerenin, belki o semerenin hüceyratından her bir hüceyresinin Hâlıkı kim ise, ağacın da Hâlıkı o olmak, belki küre-i arzın, belki şecere-i hilkatin de Hâlıkı o olmak lâzımdır.

6. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bir mes'ele ki, iki tarafı birbirinden nihayet uzaklıkta olup, her bir taraf, bir çekirdek gibi sünbüllenip ağaç haline gelerek, dal, budak salarsa; elbette artık onların üzerine şükûk ve evham gubarının konmaması gerektir. Zira bir çekirdek, yer altında mestur iken, başka çekirdeklerle iltibası mümkin olabilir. Fakat o çekirdek, ağaç olup semere verdikten sonra, artık o çekirdeğin cinsinden şek ve şübhe edersen, o zaman bütün semereler o çekirdeğe şâhidlik yaparak seni rezil ederler. Eğer yine tevehhüm edip bu ağaç, o çekirdekten değildir desen, o zaman bütün o semereler, seni yalancı ilân edeceklerdir.

Meselâ bir çekirdek, bir elma ağacına inkılab ederek elma verdi.. Elbette sen artık o çekirdeği 'hanzele çekirdeğidir' diye farzedemezsin, illâ ki, bir tevehhüm-ü bâtıl ile onu bununla iltibas edesin. Veyahut da, göz önündeki o ağacın vermiş olduğu semereleri olan bütün o elmaları, hanzelelere tebdil edebilesin. Bu ise, elbette muhal ender muhaldir.

İşte nübüvvet hakikatı dahi bir çekirdeğe benzer. İslâmiyet ağacını bütün çiçek ve meyveleriyle inbat etmiş. Kur'an dahi, bir güneştir; Erkân-ı İslâmiyenin on bir seyyarelerini semere vermiştir.

7. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey aziz kardeşim bil ki! Nasıl ki birisi görse ki, bir yumurtanın kabuğu yarılıp inkişa' ederek bir Hümâ kuşunun (devlet kuşu) civcivi ondan çıktı. Ve o civciv, büyüyüp tekemmül ederek bir kuş oldu. Ve cevv-i asumanda tayarana başladı. Bunları gördükten sonra o adam, feza-yı âlemde tayaran eden o kuşun kemalâtını işittiğinde, gidip o kuru kabuklar içerisinde, işittiği o kemalâtı taharri ederse, elbette onun nefsi ya mugalataya veya tekzibe sapmış olması lâzımdır.

Ve keza bir adam baksa ki; bir çekirdeğin iki falkası (kapağı) açıldı ve bir ağaç ondan inkişaf etti. Hem o ağaç gittikçe tekemmül ederek semeredar bir vaziyete geldi. Ve cevv-i semada dal, budak açarak yayıldı. Sonra o adam ağacın azametine ve semereleri ve çiçeklerinin vaziyetine dair kulağına gelen tavsifatı, eğer toprak içinde terkedilen o kabuklar içerisinde araştırırsa; elbette ya belahete düşmüş veya inkâra sapmış olması lazımdır.

Aynen bunun gibi; Peygamberimiz'in (A.S.M.) mebadi-i zuhuruna dair tarihlerin naklettiği evsafın suretine maddî ve sathî ve surî bir nazarla bakan bir adam, elbette mahiyet-i nebeviyenin derki ve kıymetinin takdiri ve şahsiyet-i maneviyesinin marifeti ona müyesser olamaz. Belki tevarih ve siyerin naklettikleri evsafa, ince bir kışır nazarıyla bakması lâzımdır ki; o kışır ve kabuk, feza-yı melekûtta kamer gibi cevelan eden bir kumrunun üstünden inşikak etmiş olduğunu bilsin.

Hem o zatın levazım-ı beşeriyetinden ve ahval-i suriyesinden olarak görünen şeyleri, bir çekirdeğin kabuğu gibi görmesi lâzımdır ki, o kabuktan şecere-i tuba-i Muhammediye (A.S.M.) inkişaf etmiş ve o şecere, dehr ve zamanların akışı boyunca feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbanînin imdadıyla neşv ü nema bulmuştur.

İşte o zatın (A.S.M.) bidayet-i emirdeki ahval-i suriyesinden insanın kulağına bir şey geldiği zaman, lâzımdır ki; zihni onda hapsolmasın. Belki her ne vakit bunlardan bir şey işitirse; sür'atle, hemen o zatın bidayet-i ahvalinden başını kaldırıp, hâlâ ve el'an terakkî ve tesa'ud eden ve münteha-yı terakkisi idrâk olunamayan kemalât-ı maneviyesine bakması lâzımdır.

Ve keza, insanların nazarını aldatıp ayağını kaydıran, hususan şekci, şüpheci ve müteharri müşterinin nazarını perdeleyen esbabdan birisi de budur ki; masdariyet ile mazhariyetin mabeynini ve menbaiyet ile ma'kesiyetin arasını ve mana-yı ismî ile mana-yı harfînin ortasını ve zatiyle tecelli mabeynini tefrik edip ayırmamaktır.

İşte, Peygamber'in (A.S.M.) zatı, bir abd-i mahzdır. Ve Allah'a olan ubudiyeti bütün mahlukatınkinden daha çoktur. Öyle ise o zata; (A.S.M.) tecelliyat-ı İlahiyeye bir mazhar ve bir ma'kes nazarıyla bakılması istilzam eder. Ve onda olan bütün kemalât ise, Cenab-ı Hakk'ın feyz-i fazlından geldiğini bilmek gerektir.

Evet, defalarca söylemişiz ki; meselâ bir zerre, -velev bir sinek başı kadar olsun- kendisinde bir masdariyeti istiab edip yerleştiremez. Fakat mazhariyet noktasında semavatın bütün yıldızları dahi olsa, istiab edebilir. Hal böyle iken, gafletli nazarlar, eşyaya evvelâ ve bizzat zatiyet ve mana-yı ismî ve masdariyet cihetiyle bakarak, san'at-ı İlahiyeyi tağutî bir tabiat tevehhüm ediyorlar.

8. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Dua, tevhid esrarının ve ibadet manalarının bir enmuzecidir. Çünki gizlice kendi kendine dua eden adam, elbette şöylece itikad eder ki: Dua ettiğim ve yalvardığım zat, mutlaka kalbimin en gizli hatıratını işitiyor ve metalibimin tahsiline kudreti yetmektedir.

İşte şöyle bir itikad ise, duaya icabet eden zatın kendi ilmiyle her şeyi bildiğine ve her şeyi yapabilecek ve verebilecek bir kudrete malik bulunduğuna bir inancı istilzam eder.

9. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey birader bil ki! Meselâ nasıl ki şu âlemin lâmbası olan güneş, tecelli vasıtasıyla bir sineğin gözüne girip parlatması mümkündür. Ve fakat bir kibrit başı kadar bir ateş kıvılcımının bir parçası dahi o göze bil'asale girmesi mümkün değildir. Belki eğer öylesi bir kıvılcım girerse, o göz kör olup sönecektir.

Öyle de: Bütün zerreler, Şems-i Ezel'in tecelliyat-ı esmasına mazhar olmaları mümkündür, belki vâcib ve lazımdır. Lâkin o zerre, hakikî müessirlik noktasında mana-yı ismiyle masdar ve zarf olması mümkün değildir. Hattâ imtina'lıdır. Velev o te'sir ve masdariyet, en küçük ve en ufak bir zerre kadar da olsa...

10. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey mütemerrid, mağrur ve mütekebbir ene! Derece-i za'f ve aczine, fakr ve meskenetine bak ki; çok defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir hayvancık, bir mikrop, seninle mübareze ve müsaraa edebiliyor ve seni mağlub edip yere serebiliyor.

11. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey kardeş! İnsanın küçüklük derecesinden bir şuna bak ki; kendi kuvve-i hâfızasının hardelesinde her zaman cevelan ettiği halde, 'hardele' tohumunun bir habbesi kadar olan o kuvve-i hâfıza ona bir sahra-yı azîm kesilip şu insan, onda daimî surette seyrediyor da, yine o sahrayı kat'edip sahiline ulaşamıyor.

İşte bir hardele kadar olan kuvve-i hâfızada daimî seyr ü sefer edip devrini tamamlayamayanın küçüklük derecesini sen kıyas eyle! Halbuki insanın aklına kuvve-i hâfıza bir sahra-i azîm kesildiği gibi, o akıl dahi, bazan dünyayı yutabilecek bir deniz gibi oluyor.

İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza hardelesini insanın aklına bir dünya kadar genişlettiği gibi, koca dünyayı da o akla bir hardele gibi yapmış!

12. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey kardeş! Beşerin eşedd-i zulmündendir ki, bir cemaatın kesbinin muhassalasını bir şahsa verir. Ve o semeratın sudurunu o şahıstan tevehhüm eder. İşte böyle bir zulümden şirk-i hafî tevellüd eder. Çünkü bir cemaat kesbinin muhassalasını ve cüz-i ihtiyarîlerinin eserini bir şahıstan sudurunu tevehhüm etmek, mümkün olmaz.. İllâ ki o şahsı derece-i icada kadar terakki etmiş hârika bir kudret sahibi şeklinde tasavvur etmekle olabilir.

Evet Yunanların ve Vesenîlerin (yani putperestlerin) âlihe ve sanemleri ancak bu gibi tasavvurat-ı zalime-i şeytaniyeden tevellüd etmişlerdir.

13. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Şu insanoğlu; merkezde müttahid, iç içe olan dairelere benzer. Meselâ bir dairede onun cisim ve libas dairesi vardır. Diğer bir dairede onun beldesi vardır.. ve diğer birinde yeryüzüdür. Daha ötekinde âlem-i şehadettir ve hâkeza!.. Fakat insan için en küçük dairede bir fiil ve te'siri vardır, diğerlerinde yoktur. Hem diğer dairelerde âciz ve miskin olup, ancak feyz-i İlahîyi almakta kabil ve münfaildir. Bundan gayrı bir şey yapmak istese, yapacağı şey, yalnız kusur ve noksaniyetiyle feyz-i İlahînin suretini tağyir edebilmesidir. O kusur ve noksan ise, ademin renklerinden iki çeşit levndirler.

14. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Zikr-i İlahîyi çeken zâkirin istifaza noktasında birçok muhtelif latifeleri vardır. O latifelerden bazıları akıl ve kalbin şuurları çalıştığı miktarca devam eder, diğer bazılarının ise, istifadeleri lâşuurîdir, şuur çalışmazsa dahi yine istifadeleri vardır ve hiç şuur ermeden de istifade hasıl olur. Demek zikir, gafletle dahi olsa, yine ifazadan (feyzlendirmekten) hâlî değildir.

15. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Allah, insanı gayet acib bir terkibde halketmiş ve basit bir kesret içinde ona bir vahdet vermiştir.

Meselâ insan hem mürekkeb bir ferddir, hem aza, havass ve letaife sahib bir cemaattir. Ve bu aza ve letaif ve havassın her birisi zatında hem elemi, hem de lezzeti vardır. Hem de hepsi ayrı ayrı umumun infiallerinden aldığı teessür ve arkadaşlarının te'siratından gelen başka bir tarzda teellüm ve telezzüzleri vardır. Buna delil ise, aralarındaki sür'at-i teavün ve imdaddır.

İşte insanın şu acib tarzdaki hilkatinin hikmetindendir ki; Cenab-ı Hak onu, bütün lezaiz envaına ve nimetler aksamına ve kemalât esnafına mazhar kılmıştır. Hususan ubudiyet yolunda sülûk etmiş ise, dar-ı âhirette bu mazhariyet daha kâmil ve şamildir.

Ve keza insan, (eğer enaniyet yolunda dalâlete saparsa,) bütün elemler envaına ve azablar eşkâline ve nıkmetler aksamına mahal yapmıştır. Evet diş ağrısının elemi, kulak ağrısının eleminden ayrı olduğu gibi; gözle alınan bir lezzet, lisanla alınan lezzetten başkadır. Ve hakeza lems, hayal, akıl ve kalbi kıyas eyle...

16. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ecellerin adem-i taayyününde bulunan faidelerin kesreti, ilm-i Bari'de onların muayyen olduğuna nurlu bir delildir. Eğer ecellerin vakti muayyen olmuş olsaydı, ilm-i Bari' cihetinden onların adem-i taayyünü tevehhüm olunacaktı ki; o zaman, o taayyün, kanun-u tabiîye (fıtrîye) tefvizi ile tevehhüm edilecekti. Binaenaleyh, ecellerin iki hadd-i muayyen ortasında taayyün etmemesiyle, vehmin hakkı yoktur ki, ilm-i Bari'de dahi adem-i taayyününü iddia etsin.

17. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Zikrin şe'ni odur ki, şeair-i İslâmiyeden olsun. Şeair ise, riya ve gösterişin elleri ona ulaşamaz, kasırdır.

18. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kelime-i tevhidin tekrarı, kalbi çeşitli alâkalardan ve bâtıl ma'budlar tabakatından tecrid etmek içindir.

Evet, çünki zâkir olan kimsede, latifelerden çok neviler ve havastan çok tabakalar vardır ki, bunların her birisiyle münasebettar olan şirklerden kurtarmak üzere, her bir لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i tevhidiyesi birer tevhid ve tecrid ifade ederler.

19. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Meselâ: Okunan bir Fatiha-yı Şerife, emvatın ruhlarına ihda edilirken, onun misl-i sevabı bir ile binlere veya milyonlara gitmekte bir fark olmaz. Evet nasıl ki telaffuz edilen bir kelimenin işitilmesinde, bir ile binler müsavidir. Bu da latif şeylerin sür'at-i tenasül ve istinsahının bir sırr-ı lâtifidir. Hem nuranî bir şeyin vahdetiyle beraber, çoğalıp külliyet kesbetmesinin bir remz-i şerifidir.

Meselâ, bir lâmbanın karşısına bir tek ayine konulsa, lâmba o ayinede kolaylıkla göründüğü gibi; binler ayinelerde dahi yine aynı kolaylıkla görünmesi gibi bir sırdır.

20. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nebiyy-i Zîşan Aleyhissalatü Vesselâm'a getirilen salavat; sahib-i Mi'racın Aleyhissalatü Vesselâmın makamına feyz ü rahmetini akıtan ve in'am sofralarını açıp seren bir Mün'im-i Kerim'in ziyafet ve davetine bir icabet gibidir.

İşte, Zat-ı Risalet'e (A.S.M.) salavat getiren adam, meselâ Peygamber'i (A.S.M.) bir sıfatla tavsif ettiği vakit, o sıfatın nereye baktığını bilmek; ve o sıfatın merci' ve menatını düşünmek lâzımdır. Tâ ki tekrar be-tekrar salavat getirmeye iştiyak göstersin.

21. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ اَيُّهَ الْعَالِمُ الدِّينِيا Bil ey din âlimi! Senin ilminin rağbet görmemesine ve ücretinin azlığına merak edip mahzun olma! Zira dünyevî ücret ve mükâfatlar, kıymet-i zatiyenin derecesine göre değil, belki yalnız ihtiyaç cihetine bakıyor. Amma meziyet-i zatiye ciheti ise, mükâfat-ı uhreviyeye nâzırdır. Öyle ise, birkaç kuruşluk meta-i gurur olan dünya malını satın almak için; ebedî bir hayatın pırlantası olan ilmini feda etmek sana yakışmaz ve caiz değildir.

22. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey gazete lisanı ile konuşan muharrir ve hatib-i umumî! Sana düşen odur ki: Sen tevazu edip hazm-ı nefs ederek, nedametkârane kusurunu ilan etmendir. Amma açıktan açığa temerrüdkârane bir surette şeair-i İslâmiyeye zıd olan şeyleri neşretmeye hakkın yoktur. Sana nereden icazet gelmiş ve kim seni tevkil etmiş ve hangi hak ile cesaret gösteriyorsun ki, (kendi bâtıl zu'muna göre ve kendi ölçün dâhilinde) dinî kusuratı ilan ediyorsun. Belki millet hesabına ve ümmet namına dalâleti işaa ediyorsun! Ve milleti kendi dâll kalbin gibi dâll zannediyorsun!

Evet hiçbir kimseye; fuzuliyane bir tarzda başkasının nefsini -hattâ kardeşi de olsa- hazmedip kusurlarını neşretmeye cevaz yok ve hakkı olmaz. O halde, sana nereden cevaz gelmiş ki, sen su-i zan ile umum millet-i İslâmiyeyi, şeair-i İslâmiyeden yüz çevirmişler tarzında tezyif edesin.

Evet, cumhur-u mü'minînin kabul etmedikleri bid'at ve müstahdesatı umumî gazetelerde neşretmek, doğrudan doğruya hiç şüphesiz dalâlete bir davettir ve onları neşreden de dalâlet dâîsidir. Şu halde şu herifin yalnız şamarla ağzına vurup susturucu cevab vermek değil; belki ta'nif ve şiddetle ellerini, kollarını tutup bağlamak gerektir.

23. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngilteredeki şeytanlar ve Frenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur'ana ebedî can düşmanı ve daimî muannid hasımlardır.

Çünkü Kur'an-ı Hakîm; Kur'an'ı ve İslâmı inkâr eden kâfirleri ve onların abâ ve ecdadlarını idam-ı ebedî ile mahkum ediyor. Evet o Kur'anın kat'î nusûsuyla o kâfirler ebedî bir surette idama mahkum ve Cehennem'de sermedî mahbusturlar.

İşte ey ehl-i Kur'an! Size ebedî düşman olan ve hiçbir surette size muhabbet ve meyletmelerine imkânı olmayan kimselere nasıl meyl ve muhabbet ediyorsunuz?

Madem öyledir,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

فَنِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ

deyiniz.

24. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyetiyle mü'minlerin medeniyeti arasında fark budur ki:

Kâfirlerin medeniyeti; dışı içe, içi dışa çevrilmiş bir vahşet-i mahzadır. Zâhirîsi süslü püslü, bâtınîsi çirkin ve pistir. Sureti me'nus, sîreti muvahhiştir.

Amma mü'minlerin medeniyeti ise, bâtını zâhirinden daha a'lâ ve ahsendir. Manası, suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet, bir sevgi, bir muavenet saklıdır.

Bunun sırrı budur ki: Mü'min, sırr-ı iman ve tevhid ile bütün kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet ve eczaları mabeyninde -hususan Benî Âdem arasında ve bilhassa müslümanlar ortasında- bir ünsiyet ve mütekabil bir sevgi görüyor. Hem asıl, mebde' ve mazî itibariyle yine her şeyde bir uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve kavuşmak olacağını ve müstakbelde neticenin kesin varlığını biliyor ve görüyor.

Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik ve ayrılık, belki kendisine hiçbir menfaatı olmayan bir nevi düşmanlık görür, bu düşmanlığı âdeta her şeyde, hattâ kardeşinde de görür. Çünkü kâfir; uzanıp giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir firak ortasında yalnız nokta kadar küçük ve az bir buluşma anındaki bir uhuvvetten başka, bir kardeşliği görmüyor ve yoktur. Yalnız bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle, az bir zamanda kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zâhiren sevdiği kimseyi de samimi ve kardeşane bir muhabbet ile değil; belki ancak nefsinin ondaki menfaatini sever.

Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur'anın irşadatının in'ikasları ve sayhalarındandır.. veya semavî dinlerin bakiye kalmış olan parıltılarındandır.

Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile "Nurşin" karyesindeki "Seyda" (K.S.) Hazretlerinin meclisine git! Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak, göreceksinki; o Zat-ı Kerim'in irşadiyle fukara elbisesine bürünmüş sultanları veya insan libasını giymiş melaikeleri görürsün... Sonra bu durumu müvazene etmek üzere Paris'e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Orada göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî-Âdem suretine girmiş birer ifrittirler.

Bu hususta, Kur'anın medeniyetiyle medeniyet-i hazıra arasındaki farkı, matbu' Lemaat kitabının 13-15. sahifelerinde ve Sünûhat'ta 23-26. sahifelerinde beyan etmişim. Onlara müracaat et! İnsanların tegafül ettiği bir emr-i azîm görürsün.

25. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey şu zamanda mesail-i diniyede içtihad yapmak[1] isteyen zat! Bil ki; içtihad kapısı açıktır, lâkin altı tane husus (mani) vardır ki, sizin içtihada girmeye cevaz vermemektedir.

Birinci Mani: Nasıl ki kışta, şiddetli fırtınaların hücumu zamanında dar delikler dahi kapatıldığı halde, elbette yeni kapılar açmak kâr-ı akıl değildir. Öyle de münkerat ve bid'atlar seylinin ihatası zamanında ve tahribkâr düşmanların tehacümü vaktinde elbette İslâm kal'asının duvarları yarılarak pencere ve kapılar açılamaz.

İkinci Mani: Zaruriyat-ı diniye ki, onlarda içtihad mecali yoktur. Hem onlar, müslümanların kut ve gıdası hükmündedirler. İşte onlar ihmale uğramış ve sarsılmışlardır. Öyle ise, bütün himmet ve gayreti bunların ikamesine ve müslümanları, onların imtisaline sevketmeğe ve onları ihya etmeye sarfetmek gerektir. Ve bunlar, tamam ve kemalini bulduktan sonra, içtihad mümkin olabilir. Bununla beraber, nazariyat-ı Diniyedeki ihtiyaç, zaruriyyatın kemalinden sonra içtihada temas eder ki, o da selefin içtihadatıyla tevessü' etmiş.. ve bütün zamanların ihtiyacatına da dar gelmemektedir. Üçüncüsü: Her bir zaman için birer meta' mergub olup, o zamanın çarşısında teşhir edilir. Ve bütün rağbetler ona müteveccih ve umum fikirler ona müncezib olurlar. Meselâ, şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin te'mini gibi... Amma selef-i salihîn asrında ise, bütün rağbet ve himmetler, Hâlık-ı Âlem'in marziyatını kelâmından istinbat etmek veya saadet-i ebediyeyi te'min etmek üzere dönerdi. İşte, zaman-ı selefteki cumhur-u mü'minînin bütün zihin, kalb ve ruhları; yer ve gökler Rabbisinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğu için, her kimin güzel bir istidadı olsaydı, o zamanda cereyan eden bütün ahval ve vukuat ve muhaverelerden kalbi ve fıtratı, âdeta şuuru taalluk etmese de ders alırlardı. Öyle ki, her şey birer muallim olup onun fıtratına, içtihad yapmak için birer ihzarî istidad telkin ediyordu. Hattâ öyle olurdu ki; kesb-i tahsil ateşi, onun zihninin zeytine temas etmeden de, kendi kendine parlamak derecesine gelirdi. İşte bu vaziyetteki bir müçtehid, içtihada müteveccih olduğu vakit, o içtihad ona nurun alâ nur olurdu.

Amma şimdi bu zamanda, efkâr ve kulûbun dağılması ve inayet ve himmetlerin inkısam etmesi ve zihinlerde siyaset ve felsefenin hükümran olması sebebiyle; birisi bu zamanda şayet "Süfyan İbn-i Uyeyne"nin zekâsında olsa dahi, Süfyan'ın bir senede tahsil ettiği içtihadı, o ancak on senede tahsil edebilir. Çünkü Süfyan'ın tahsil-i fıtrîsi, daha sinn-i temyizden başladığı için, istidadı ateşlenmeye hazır kibrit gibi müheyya olurdu.

Fakat bu zamanda onun nazîri ise, sâbıkan geçtiği gibi; fünun-u hazırada tebahhuru derecesinde içtihaddan istidadı uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tevaggulü nisbetinde içtihadın kabulünde gabileşmiştir.

Dördüncüsü: Tevessü' ve içtihad meyli, eğer bihakkın dâhilden gelip takva-yı kâmileye ve zaruriyat-ı diniyeyi imtisale mazhariyetle İslâmın daire-i kemalinde ise, o meyl-i içtihad bir kemal, bir tekemmül meyli olabilir. Amma eğer o meyil, zaruriyat-ı diniyeyi ihmal eden ve dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden birisinden gelse, o zaman o meyl-i içtihad bir meyl-i tahrib olur. Ve kendi boynundan tekalif-i şer'iye zincirini söküp çıkarmaya bir vesile olur.

Beşincisi: Maslahat ki, bir hikmet-i mürecciha ise de, hüküm için illet değildir. Amma bu zamanın nazırı ise, maslahatı hükme bir illet yapmış. Hem dahi bu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye teveccüh ediyor. Halbuki şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye nazırdır. Şayet dünyaya müteveccih olsa da, ancak ikinci derecede ve arazî bir surette dünyanın vesile-i âhiret olması cihetiyle ona bakar.

Ve keza, insanların mübtela olduğu çok işler var ki; umum-ül belva suretini almış, hattâ insanlarca zaruriyât derecesine gelmişlerdir. Halbuki o ihtiyaçları ise, su-i ihtiyardan tevellüd ettiklerinden ve gayr-ı meşru meyillerden doğdukları için; mahzuratı mübah kılamaz ve ruhsatlı ahkâma medar olamazlar.

Nasıl ki haram bir şarab ile (bilerek) kendini sarhoş eden bir kimse, sarhoşluk haletinde yaptığı tasarruflarından ma'zur olamaz ve hakeza!.. İşte şu zamanda böyle bir nazarla yapılan içtihadlar, elbette arziye olup semaviye olamazlar. Öyle ise Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın izni olmadan, onun ahkâmında ve onun ibadında yapılan herhangi bir tasarruf, merduddur.

Meselâ: Bazı gafiller, siyaset-i hazırayı avam-ı müslimîne de tefhim için hutbeyi arapçadan çıkarıp, türkçe lisanıyla okunmasını istihsan ediyorlar. Halbuki şu biçare gafil bilmez ki; siyaset-i hazıranın içine o kadar yalan, hile ve şeytanet girmiş; âdeta vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Şu halde şu vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, vahy-i İlahînin tebliğ makamına kadar çıksın.

Hem dahi bu cahil anlamaz ki, ümmetin ekseriyeti, yalnız zaruriyat-ı diniyenin ihtarına ve müsellematın tezkirine ve mü'minler mabeyninde hakaik-ı mütearife hükmüne geçmiş olan iman ve İslâmın erkânlarını ve ihlas ve ihsanın mertebelerini imtisal için teşvike ve ihtara muhtaçtırlar. Çünkü, Kur'anın sema' ve nağamatıyla bu mezkûr hakikatlar o kadar işitilmiş ve duyulmuş ki, adeta tahattur ve tezekkürde avam ile ülema bir olmuşlardır. Zira en acemi bir müslüman da, hutbe-i arabiyenin manasını bilmese de, icmalen bir mealini anlayabilir. Hem o gafil düşünmez ki, hutbe-i arabiye vahdet-i İslâm simasında gayet müstakim, muhkem ve müzeyyen bir vesm-i semavîdir. Fakat onu tağyir etmekle çok çirkin ve dağınık bir veşm[2] halini alır.[3]

26. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey gaflet kendisini ihata edip saran ve tabiat ona âlemi karartıp, kendisini kör ve sağır eden, tâ mevhum tabiat zulümatı içinde esbaba tapan bedbaht! Bak, kâinatın mürekkebat ve zerratının her birisi, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un (C.C.) uluhiyet ve rububiyeti içindeki vücub-u vücud ve vahdetine ellibeş lisanla konuşarak şehadet ettiklerinin bir tek lisanını sana tercüme edeceğim.[4] Şöyle ki:

Ruh ve akılların dalâletlerinden neş'et eden bütün ızdırablar; eşyanın icadını, eşyaya veyahut imkânî sebeblere isnad etmekten gelir. Bu da, istib'ad, istiğrab ve hayretin menşei olan istinkârlarından neşet ediyor. İşte bu ızdırablar ise, ervah ve ukulü; ancak onun kudretiyle bütün müşkiller hallolabilen ve ancak onun iradesiyle bütün muğlak düğümler açılabilen ve ancak onun zikriyle kalbler mutmain olan Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e firar etmek üzere iltica ettiriyor.

Eğer bu mes'elenin tahkikini istersen, şu gelecek müvazeneye bak! Şöyle ki: Mevcudatı icad eden fail, ya kesret ve imkân cânibi olacak veya vücûb ve vahdet cânibidir.

Evet, kasr-ı nazardan dolayı bütün eşyanın Vâcib-ül Vücud'a isnad edilmesinde tevehhüm edilen külfetler, istib'ad ve istiğrablar; kesrete isnad edildiği zaman, o tevehhüm hakikata inkılab eder. Çünkü vahdete isnad edilmeksizin kesret canibindeki hangi sebeb olursa olsun, herhangi bir müsebbebi kendi başıyla yüklenmekten kasır ve zaiftir. Demek orada (vahdet canibine verilmekte) tevehhüm edilen şey, burada mütehakkıktır. Hem sonra, bunun arkasında da kâinatın eczaları adedince o külfet, istib'ad ve istiğrab ziyadeleşiyor. Halbuki eşyayı birinci şıkka isnad etmekte, tek bir istiğrab varken, burada kainatın eczaları adedince katkat hakikat olmuş oluyor. Zira o eşyayı, Cenab-ı Hakk'a isnad etmekte, mahiyetçe onlara mübayin (yani eşyanın cinsinden olmayan) bir zat-ı vâhide isnad etmek için gayr-ı mahdud olan çok münasebetler vardır. Fakat kesret canibine isnad ise, mahiyetleri birbirine mümasil, gayr-ı mahdud şeylere bir şey-i vâhidi isnad etmek vardır.

Çünkü meselâ bir arı, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'a isnad edilmediği zaman, bütün âlemin erkânlarıyla alâkadarlığı hasebiyle, arının icadında yer ve göklerin iştiraki lâzım gelir. Halbuki eşya-yı kesîrenin bir vâhidden suduru; bir tek şeyin kör ve sağır ve birbirine zıd olan ve birbiriyle ihtilât ettikçe körlük ve sağırlıkları ziyadeleşen o eşya-yı kesîreden sudûr etmesinden kat kat daha kolaydır. Bununla beraber, eşya-yı kesîreyi bir tek zata isnad etmekte şayet bir zerre kadar külfet varsa, bir tek şeyi eşya-yı kesîreye havale etmekte külfetler ve meşakkatler dağlar kadar büyür ve çoğalır. Çünkü bir vâhid, bir tek fiil ile kesrete bir vaziyet verip, bir netice istihsal eder ki; eğer kesrete havale edilse, o vaziyeti bulmak ve o neticeyi istihsal etmek mümkün olamaz. Ancak pek çok fiiller ve çok büyük tekellüflerden sonra belki taklidî bir sureti mümkün olabilir.

Meselâ, bir zabit kendi neferatının başında olduğu zaman ile; o iş neferata bırakıldığı vakitki gibi.. veya su damlalarından müteşekkil bir fevvare (yani suyu fışkırtan âlet) ile; aynı vaziyet başıboş su damlalarına havale edildiği zamanki gibi.. veyahut da nokta-i merkeziyede bulunan bir lâmbanın; dairenin etrafındaki noktalara sühuletle in'ikas ettiği vaziyetle; aynı bu vaziyet nikat-ı daireye havale edildiği zamanki gibidir. Bununla beraber; birinci vaziyette tevehhüm olunan istib'ad ve istiğrab, ikincisine havale edildiği zaman, pekçok müteselsil muhalâta inkılab ederler. O muhallerden birkaçı şunlardır:

1 - Her bir zerrede Vâcib-ül Vücud'un sıfatlarını farzetmek lâzım gelecektir. Çünkü san'atın kemali ve ondaki nakışlar, hem o san'atın ittikan üzere yapılışı elbette bir ilm-i muhiti ve mutlak bir basarı ve tam bir kudreti ve şamil bir iradeyi iktiza ediyor. 2 - Uluhiyet ve vücûb ki, aslâ ve kat'â tek bir şeriki ve şirketi kabul etmezlerken; öylesi bir uluhiyette ve vücubî bir vücudda hadsiz, gayr-ı mütenahî şürekayı farzetmek lâzım gelecek. Çünkü eşya Vâhid-i Vâcib'e isnad edilmediği zaman, her birisi için; o şeyin içinde bir ilahın bulunması icab edecektir.

3 - Her bir zerrenin bütün zerrata hem hâkim, hem her hepsine birden ve hem de ayrı ayrı her birisine mahkûm farzetmek lâzım gelecektir. Nasıl ki kemerli kubbelerdeki taşların bânisi yoktur denildiği vakit, o zaman her bir taş, bir usta kadar maharetli, hâkim ve mühendis olması iktiza eder. Çünkü eşyadaki nizam, intizam, ittikan ve hikmetler, bunu böyle iktiza ediyorlar. Zira onlarda tesadüfe haveleye mahall yoktur.

4 - Her bir zerre ve sebebde, muhit bir şuurun ve tam bir ilmin ve mutlak bir basarın bulunduğunu farzetmek lâzım gelecektir. Zira onlardaki müvazene, tenazür, tesanüd ve teavün; muhit bir şuuru, mutlak bir basarı, ve hakeza her birisinde bunlar gibi sıfat-ı muhitaları iktiza ediyorlar.

İşte eğer eşya kendi kendilerine isnad edilirse, o zaman onların zatlarında bu mezkûr sıfatları tasavvur etmek lâzım gelir. Ve şayet esbaba isnad edilse, o vakit aynı bu mezkûr sıfatları onların sebeblerinde tasavvur etmek icab eder.. Hatta belki onların zerrelerinin her birisinde bu sıfât-ı muhitaları tasavvur ve farzetmek iktiza eder.. Ve hakeza müteselsil muhalât ve aklî mümteniât ve ebatıl ki, vehimler dahi bundan kaçıyorlar.

Amma eğer mertebe-i vücûb ve vahdet sahibi olan sahib-i hakikîlerine isnad edilse, hiçbir şey lâzım gelmez. Yalnız o zerreler ve mürekkebleri; in'ikas sırrıyla, güneşin timsalciklerini yüklenen yağmur taneleri gibi, ezelî ve gayr-ı mütenahî, bir ilim ve iradeye istinad eden, belki tazammun eden gayr-ı mütenahî mutlak ve muhit olan lemaat-ı kudretin nuranî tecelliyatına bir mazhar olmaları vardır ki, mahlukattaki bütün mu'cizeler öylesi bir kudrete şehadet ediyorlar. İşte böyle bir kudretin en küçük bir parıltısı, imkân ve kesretin bir güneşinden dahi ecell ve a'lâdır. Çünkü imkân ve kesret canibinde tecezzi, tevzi' ve inkısam vardır. Vahdet ve vücub canibinde ise aslâ!..

Hem o kudret-i mutlakanın bir zerresi, esbabın dağlarından dahi büyüktür. Çünkü bir cüz'-ü nuranînin tecellisi, küllün hâsiyetine maliktir. Velevki imkân canibinde de olsa... Âdeta onun küllü, küllî hükmünü alıyor. Hattâ mümkin olan şu güneş, tamam-ı azametiyle beraber; bir zerrecik cam parçasında nuraniyet sırrıyla girip saklandığını görmektesin. Acaba Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad canibinden tezahür edip parlıyan bir nur-ül envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!

Şimdi eşyayı, Vâcib-ül Vücud'a isnad etmek ile, imkânî sebeblere veya kendi nefislerine isnad etmenin arasındaki farkı görmek istersen, bak: Bir katrede, belki bir zerrede şemsin tecellisinin hâsiyetiyle beraber bulunması ile; o katrede şemsin bil'asale vücudunun bulunmasını dava etmek gibidir. İşte şu ikinci şıkktaki davanın muhaliyeti, elbetteki bedihî ve pek aşikârdır. Bütün bunlarla beraber, o kudret-i mechule-i ezeliyenin tasarrufunda külfet ve mualecet ve taammül yoktur. Belki o kudrete nisbetle zerrat ile nücum, cüz' ile küll, ferd ile nev', az ile çok, büyük ile küçük veyahut sen veya âlem, çekirdek ile ağaç mütesavidirler. Bunun sırrı ise; o kudrete nisbet edildiği zaman, onun yanında külfet ve meşakkatin olmaması keyfiyetidir. Çünkü o kudret, bir Zat-ı Ezelî'nin lâzime-i zatiye-i zaruriye-i nâşiesidir. Onun içine, zıddı olan aczin müdahale etmesi muhaldir. Madem ki o kudrette acz yoktur; Öyle ise, onda meratib bulunamaz. Madem meratib yoktur, elbette ona nisbeten eşyanın en küçüğüyle en büyüğü müsavidir.

Eğer daire-i imkân ve kesrette şu hakikatın temsilât ile fehme takribini istersen dinle: Meselâ

وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي

şeffafiyet sırrıyla; şemsin tecellisinin timsallerini tutmakta, cam parçacıklarının zerrecikleriyle, yeryüzündeki denizler ve semavî seyyaraler birdirler.

Hem, nokta-i merkeziyede bulunan bir lâmba, muhitteki aynalara verdiği aksi; en dar olan bir dairenin bir aynasıyla, en geniş dairenin umum ayineleri müsavidir.

Hem, nuraniyet sırrıyla, nur ve nuranî şeylerin mukabilinde ziyalanmak ve feyiz almakta, bir ve binler eşya müzahametsiz olarak müsavi oluyorlar. Evet nasıl ki kelimenin letafetindeki bir nevi nuraniyetle, istima'da bir kulak ile binler kulak birdir.

Hem meselâ, müvazene sırrıyla; bir ceviz ile bir çekirdeği hissedip tartan bir terazi farzedelim ki, iki kefesinde birer güneş veya birer ceviz bulunsa; ona başka bir cevizin ilavesiyle, o terazinin bir kefesini süreyyaya ve birini de seraya çıkarıp indirmekte bir tefavüt olmaz.

Hem meselâ, intizam sırrıyla; bir çocuk, elindeki oyuncak gemiciğini ve saatını parmaklarıyla tahrik edip çevirdiği gibi, en büyük bir gemiyi de aynı kuvvetle sevk ve tahrik etmekte bir zorluk çekmez.

Hem meselâ, imtisal-i iltizamî sırrıyla, bir kumandanın bir tek "Arş!" emriyle, bir nefer ile bir ordunun tahrik ve taharrükü o emre karşı farketmez, bir tek nefer ile, bütün askerler müsavi olur.

Hem meselâ, tecerrüd sırrıyla, enva' ve külliyatta bir mahiyet-i mücerredenin tesiri, en küçük bir ferd ile en büyük bir ferd veya gayr-ı mahdud efrad ona nisbeten müsavidir. {[1]: Bu altı temsilâtın tafsilî, Yirminci Mektub'un İkinci Babı'nın وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ bahsinde mufassalan mevcuddur. Müracaat oluna!</ref> Ve hakeza!.. Bir şey-i vâhide nisbeten az ile çoğun, küçük ile büyüğün tefavüt etmeden müsavi olmasının imkânına delil olan temsiller pek çoktur.

Hem de bütün eşyanın melekûtiyet vecihlerinin sırr-ı şeffafiyeti; ve kudret-i ezeliyeye karşı her şeyin melekûtiyet yüzü mukabil olmasının sırrı; ve o kudretin nuranîyetinin sırrı; ve imkânın her iki tarafının müvazi olmasının sırrı; ve kaza ve kader kanunlarıyla var olan mevcudatın sırr-ı intizamı; ve kâinatın zerratının her birisi كُنْ emrinde mündemic olan evamir-i tekviniyeye karşı kemal-i şevk ve lezzet ile imtisalkâr olmasının sırrı, ve Vâcib-ül Vücud'un mahiyeti, maddiyatın mahiyetlerinden mücerred olmasının sırrı...

İşte bu altı sırlar ile, Cenab-ı Hakk'ın kudretine nisbeten sineğin ihyasıyla ihya-yı arz.. ve bir ağacı halketmek ile semavat ve arzı halketmek.. ve bir zerrenin icadıyla güneşi icad etmek müsavidirler. Ve belki de bu müsavat ve adem-i tefavüt hads-i kat'î ile ve müşahede ile sabittir. Zira mahiyeti itibariyle mechule ve mu'cizatıyla malûme bulunan o kudret-i ezeliye, ince hayt gibi bir ağacın incecik bir dalında hurma ve üzümün salkımları ve bunların benzerleri gibi hârika işler yapıyor. Eğer o hayattar hârikaların san'atları esbaba havale edilse, hadsiz külfetlere muhtaç olunacaklar.

Evet, ancak iğnenin deliğinden geçip gelen; ve berzahî timsalleriyle hayale görünen şeffafat ve gözler üstüne tecelli edip; vücud cilveleriyle parlayan o kudret-i ezeliye, eğer esbaba havale edilse, eşya ve mevcudat, ya imtina'a girip hiç vücuda gelmeyecekti veyahut hadsiz külfet ve mualecelere muhtaç olacaklardı.

Elhasıl: Hayatdar, vücudî ve nuranî olan eşyayı vücuda getiren kudrette görünen, icad fiili, üç şeye delâlet ediyor ve onları iktiza ediyor:

Birincisi: Vesait ve esbab-ı zâhiriye; yalnız eşyanın kesif, nâpâk gibi görünen dış yüzlerinde izzet-i kudretin zâhirî mübaşeretleri üstünde birer zaif perde olarak vaz'edilmiş olduğu anlaşılıyor.

İkincisi: Hayat, vücud ve nurun melekutî yüzleri gibi mülk vecihleri dahi şeffaf olduğu için, bunların icadındaki kudret eli üzerine kesif perdeler vaz'edilmemiştir. Belki onlardaki zâhirî vesait dahi rekakat peyda edip şeffaflaşarak, altında doğrudan doğruya kudret-i İlahiye görünmektedir.

Üçüncüsü: O kudretin te'sir-i icadiyesinde külfet, taammül ve mualecet yoktur. Çünkü bir zat ki, incirin zerrecik nüvesinden incir ağacını azametiyle san'atkârane icad ede.. Ve ince hayt gibi bir çubuk ile üzüm taneleriyle mücehhez bir üzüm salkımını icad edip, her habbesinde de üzüm ağacının mahiyetini dercetmiş ola!.. Elbette ve elbette o zata hiçbir şey ağır gelmez. Ve hem nazar-ı hakikatta hiçbir reyb ve şüphe kalmaz ki, o ezelî kudretin Sahib-i Zülcelalinin zuhuru, kâinatın zuhurundan kat kat şiddetlidir.

Evet, her bir masnu'un kendi nefsine delâleti, sadece görünen surî bir kaç vecihle olduğu halde; fakat Saniine olan delâleti pek çok vücuh-u meşhude ve akliye ve saire iledir. Ve buna göre, hangi masnu' olursa olsun esbaba havale edildiği vakit, bütün yer ve göklerdeki esbab da toplansa,

لَمْ يَاْتُوا بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

sırrıyla, bütün o esbab birbirine yardımcı da olsalar, yine o masnuun benzerini getiremezler ve icad edemezler. Zira bir incir meyvesinin içindeki zerrecik olan bir tohumu, cezalet-i san'atça incir ağacından aşağı olmadığı gibi; insan dahi küre-i arzdan san'at ve cezaletçe geri değildir. Öyle ise, bir tohum ve bir insanı icad edip getiren zat, elbette ağaç ve âlemin ibrazı ona zor gelmez.

İşte ey cânib-i hakta istib'ad, istiğrab, hayret ve istinkâr ile evhama düşüp dalâlete sapan biçare! Şu geçen tahkikat ile işittin ki, nihayetsiz istib'ad ve gayetsiz istiğrab ve hadsiz hayret; hem tahakkuk etti ki, hesabsız külfet; çok acib ve sayısız muhalatıyla beraber anladın ki, senin eşyayı bil'asale esbaba veya nefislerine verip giriftar olduğun canib-i bâtılındadır.

İşte, ervah ve ukûl'ün bu gibi dalâletden neş'et eden ızdırabatı; elbette çar u naçar kalbleri Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e teslim ile iltica etmek üzere firar ettiriyor.. Odur ki; ancak her şey, onun kudretine tefviz edilmekle mes'ele vuzuha kavuşur.. Ve ancak onun iradesine rabt ve ittisal ile muğlak düğümler açılabilir.. Ve ancak onun ismine ve zikrine bağlatmakla bütün mes'elelerde kalb ve yakin mutmain olup, istikrar kesbedebilir. (C.C.)

27. Parça[değiştir]

اِعْلَم Ey kardeş bil ki! İnsanın meydan-ı iştigali ve himmetinin cevelan sahası, ihata edilemiyecek kadar geniş olduğu halde; bazan bir zerre içinde geziyor.. Bir katrede yüzüyor.. Ve bir noktada habsoluyor. Hâl böyleyken, aynı o insan, bazan bütün âlemi, gözü önüne koyuyor. Bazan da kâinatı, kendi aklının içine vaz'ediyor. Hattâ bazan haddini tecavüz ederek Vâcib-ül Vücud'u görmek ve müşahede etmeye kadar elini uzatmak istiyor.

İşte şu insan, öyle oluyor ki zerreden daha çok küçüldüğü halde, bazan da, semavattan daha büyük ve geniş oluyor. Buna göre şu insan, bir katre içine girip sıkışabildiği gibi, fıtrat ve mükevvenat bütün erkân ve envaıyla o insanın içine giripte yerleşebiliyor!..

28. Parça[değiştir]

اِعْلَم Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın insana in'am ettiği her bir ni'metin birer şartı, birer anahtarı vardır. O nimetlerden bir kısmı afakî, bir kısmı da enfüsîdir. Meselâ Cenab-ı Allah ziya, hava, gıda ve sadayı in'am etmekle; bunlardan istifadeyi de göz, burun, ağız, kulak ve hakeza hasselerin açılmasına bağlamıştır. Halbuki (zâhiren) kesbimizden olan şu enfüs âletlerinin açılması, yine ancak Allahü Teâlâ'nın halk ve icadıyla hasıl oluyor. Öyle ise ey gafil, bu nimetleri kıymetsiz ve ehemmiyetsiz şeylerden sayarak, istediğin gibi minnetsiz ve hesap vermeyi düşünmez bir tarzda, onların içinde oynayasın değildir. Belki ancak onları in'am edenin kasdıyla sana sevkedilip gönderiliyor. Sen yalnız ihtiyarınla hazır lokma gibi yiyorsun. Yedikten sonra da, onları ihsan edenin iradesiyle senin vücudunun ihtiyaç yerlerine göre kemal-i hikmetle intişar edip tevzi olunmaktadırlar.

29. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Eşyanın netice ve nihayetleri; evvel ve ibtidalarındaki intizam ve ittikandan daha az intizam ve ittikanlı değillerdir. Onların zâhirleri ve suretleri de bâtınlarından daha güzel, san'atlı ve hikmetli değillerdir. Öyle ise, eşyanın âhirlerini ve iç yüzlerini boş ve ehemmiyetsiz sanarak tesadüfün eli, onlarla oynadığını zannetme.

Görmez misin ki; meyve ile çiçek, çekirdekten çıkıp yeşeren bir ağacın gövdesinden daha çok açık hikmetlidirler. Öyle ise Sâni' (C.C.)

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

dir.

30. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş, kat'iyyen bil ki! Kur'anın i'caz-ı mu'cizidir onu tahriften muhafaza etmiş!.. Evet hiçbir müfessirin, yahut müellifin, yahut mütercimin veyahut tahrifçinin veya başkasının sözleri, Kur'anın âyetleriyle iltibas olunmaya veya onlar âyetlerin i'cazkâr libas-ı üslûbunu giymeye müyesser olamaz ve olamamış... Çünki Kur'an; başkaların sözleri ile iltibas oluna oluna, tâ muharrefe oluncaya dek giden sair kütüb-ü münzele gibi i'cazsız değildir.

31. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Sure-i Rahman'da ki âyât-ı Tenziliyenin makta'larında tekrar edilen

فَبِاَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

âyeti, mütenevvi' ve muhtelif olan tekvinî âyetlere işaret etmektedir. Oysa, gösteriyor ki, cin ve insin ekser isyanları ve tuğyanlarının en şiddetlisi ve küfranlarının en büyüğü; nimette in'amı görmemek ve Mün'im-i Hakikî'den gaflet etmek ve ni'metleri esbab ve tesadüflere isnad etmekten doğuyor. Ve böylece ins ve cinn Allah'ın ni'metlerini tekzib ve inkâra kadar gidiyorlar.

Öyle ise, ehl-i iman için; ona kasdî olarak gelen her bir ni'mete başlarken, "Bismillah" demelidir. Yani, bu nimetler ondandır.. Ve ben Cenab-ı Hakk'ın ismiyle ve hesabıyla onları alıyorum, vesait hesabına değil.. Öyle ise şükür ve minnet yalnız onundur.

32. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey şeytanın ilkaatıyla gelen vesveseye düşüp pis hatıralarla uğraşan bîçare adam! Bil ki, şeytan evvelâ senin kalb ve hayalinin hasta olduğunu ihtar eder. Sonra nefsinin hasislik ve rüsvaylığını gözünün önünden geçirerek, hakaik-ı İlahiyeye teveccühün anında aklının gözü önüne çeşitli müzahrefatı serer. Hattâ bazan hakikatların güneşine bakmakta iken, gözünün önünde; onlardan lerzedar olduğun çok rezail ve fevahiş ve şetimler yağdıran muzlim bulutlar geçmeye başlarlar. Sen ise güya bu vaziyette tenzih ve takdis elini uzatıyor ve gözlerini tesbih ve tahmid için yolluyorsun. Halbuki sen böyle yapmakla; senin elin, hayalinin ircasıyla (bulaşıklık) müteneccis oluyor. Nazarın ise, nefsinin habislik, denaet ve hakaretinden dolayı, üstünden geçen rezil ve münasebetsiz vaziyetlerden kirleniyor, müstakzer oluyor. Hem sonra senin nazarında sanki o nâpâk şeyler, mukaddesata da in'ikas ediyor zannettirip müstakzerat içinde dolaşıyor, elem ve azab çekiyorsun.

Bak ey bîçare! Me'yus olma, telâş da etme! Hem bu halden firar etmek ve şu levm-i elîmden kurtulmak için kendini gaflete de atma! Çünkü bu halin zararı ise, onu sen zararlı tevehhüm etmendir. Hem sen onu tekrarlayıp meşgul oldukça, zarara düşüyorsun.

Görmüyor musun ki; meselâ sen, çeşitli müzahrefatla bulaşmış kirli, müstakzer bir bez parçasından güneş ve ziyasına ve gökler ve yıldızlarına veya bahçeler ve çiçeklerine baktığın zaman, elbette o kirli, bulaşık müzahrefat, o beze ait olup onlara sirayet etmez; ve onların bunlarla mükedder olmasıda mümkün değildir. İşte bunun gibi sen de, o pis hatırat-ı şeytaniye ve nefsiyeye ehemmiyet verme ki; çabuk dağılsınlar. Çünkü bu vehimli haller ve hevalı vaziyetler, hevam ve arılara benzerler. Onlara karşı müdafaaya girişsen, daha çok başına üşüşürler. Eğer ehemmiyet vermeyip müdafaayı terketsen, senden ayrılıp giderler.

33. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey aklı nakl üzerine tercih eden mütefelsif, bil ki! Sen kendi felsefî aklınla nakli te'vil ediyor, belki de tahrif ediyorsun. Öyledir, zira gururdan ve felsefiyatta tagalguldan tefessüh etmiş olan aklın ona dar gelir. Ben de bir zaman senin gibi o hale giriftar oldum. Sonra bir vakıada gayet yüksek ve çok parlak bir saray gördüm ki, onun damı semanın sakfıyla bitişmiş idi. Ve o sarayın yüksek balkonları ve pencerelerinden çeşitli asansör gibi zenbiller sarkıtılmış idi. O zenbillerin ipleri de, mebde'den tâ müntehaya kadar uzundular. O asansörlerden bazıları yere yakın olup,[5] muvaffak olabilen kimseler onlara atlayıp yüksek menzillere çıkıyorlardı. Bazıları da mebdede alçak, müntehada yüksek idiler. Ve hakeza... Sonra o sırada, bazı mağrur ve hasaretkâr insanlar gördüm ki, o zenbillere iltifat edip ehemmiyet vermiyorlar. Belki yukarıya çıkmak için taşlardan, eşyalardan yığınlar, merdivenler dizip ayakları altına koymaya teşebbüs ediyorlardı... Haliyle ve biraz yukarı çıktıktan sonra, tekrar yere düşerek sukut ediyorlardı. Evet böylesi eblehler, hiçbir zaman menzil-i maksuda çıkamadılar ve çıkamayacaklardır da. Hem yine bazı insanları da gördüm ki, firavunlaşmış olarak nefislerine itimad edip, basamak yapmak için sarayın duvarlarına çiviler çakmak suretiyle basıp çıkmak istiyorlardı. Bunlar dahi az bir miktar çıkar, sonra ayakları sürçerek düşüp boyunları kırılıyordu. Ve hakeza!.. Hem gördüm ki; insanın, mücehhez olduğu kesb ve âlât denilen şeyler ise, ancak istidad ve muvaffakiyet nisbetinde o zenbil ve asansörlere atlamak için kullanmak üzere verilmişlerdir. Yoksa menzillere ulaşmak için değildir.

İşte bu halde senin aklın ikalindir (yani, gem ve dizginindir). Nakl ile de, senin hakikata ulaşman için füze gibi keskin âletindir. Evet kim ki, Allah'a tevekkül ederse, Allah onun vekilidir.

34. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey dünya hayatında füccarın ebrara galebesinin ve fâsıkların sâlihlere üstün gelmesinin sebebinde hayrete düşen adam, bil ki! Bir zaman bir vakıada gördüm ki, ben bir şehirdeyim. O şehirde çok saraylar var.. Her bir kasrın mütedahil ve üst üste tabakaları var. O kasırların sâkinleri de letafet, ulviyet ve nuraniyette mütefavittirler. Bazıları padişah gibi yüksek merkezde oturmuş, onun altında da kıymet ve nuraniyet cihetinde çeşitli sâkinler oturan menziller var.. Ve hakeza, yukarıdan tâ aşağı kapıya kadar bu minval üzeredir. Sonra da bazı kapıların yanında sakil ve kesif nursuz bir hâdim ile, kapının önünde de bir kelb-i mütemellik vardı. (Yani müdahin ve yaltakçı bir it bulunuyordu.)

Daha sonra bazı sarayları gördüm ki, kapısı gayet şenlikti. Düşündüm; Ne için o öyle, bu böyle?. Sonra baktım ki, saray reisi kapı önüne gelmiş, it ile oynuyor. Yetişmiş kızlar dahi başları açık olarak çocuklarla oynuyorlar ve oynamalarını tanzim ediyorlar. O vakit anladım ki, sarayın tabakatındaki pek nâzik vazifeler muattal kalmış, yalnız it ve çocuk ve sefil hademelerin vazifeleri şa'şaalanmış; kasrın iç kısmı ise, tefessuk edip harice çıkmış ve meknunatından boş ve hâlî kalmıştır. Dış vaziyeti ise parlak, muktedir ve kuvvetli görünüp, dâhilde karanlık, muattal ve zelil bir vaziyet hükümran olduğunu anladım. Adeta nar meyvesinin yarılıp bozulmuş habbelerinden boşanan ve boş kalan kabuğu gibi olmuş...

Sonra anladım ki, o saraylar insanlardır. Hattâ her bir insanı bir kasır olarak görmüştüm. Hattâ kendi âsi nefsimi dahi bir kasır olarak görmüştüm. Evet o sarayların ehli, başaşağı giden sukutta muhtelif mertebelerde ve başka başka tarzda. İşte o zaman müşahede ettim ki; ehl-i medeniyetin terakki diye zu'mettikleri şey, ancak bir sukuttur.. Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır.. Ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaflette bir batmaktır.. Ve nezaket dedikleri mes'ele, nifakî bir riyadır.. Ve zekâvet diye gururlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir.. Ve insaniyet diye tahmin ettikleri şey, ancak insaniyetin hayvaniyete bir inkılabıdır.

Ancak ne varki, bu âsi şahs-ı sâkıtın nuranî latifeleri, zulmanî olan nefsiyle bulaştığı için, onun nefsi ona dünyevî letafet ve cazibedar levhaları irae ederek aldatır. Amma dindar ve mutî' olan adam, bunun hilafınadır ki, saray-ı insaniyede onun nefsi, yalnız kapıda kaba, sert ve sâkin duran hâdime benzer. Lâkin salih kimselerin dahi letaifi, bazan süfliyete doğru nüzûl edebiliyor.. Fakat hevesat-ı süfliyeden gelen bir hal ile değil, belki hududundan tecavüz etmiş insanları irşad etmek ve onları gaye-i hilkatlarına çevirmek için imdadlarına koşarken, ayakları dolaşıp düşmesinden geliyor.

Evet Cenab-ı Hak (C.C.), bir abdini severse, dünyanın süs ve zinetlerini ona sevdirmez. Belki bela ve musibetlerle ona kerih gösterir.

Eyvah, vâ esefâ! Şu medeniyet-i sefihe, gayet câlib hârikaları ve çok câzib oyuncakları izhar etmiş olmakla; insan saraylarının sâkinleri olan latifeleri; ziya saçan lâmbaya müncelib olup, gelip çarparak yanıp kül olan pervaneler gibi düşüp yanmaktadırlar.

35. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey Said-i şakî! Nedir bu gurur, nedir bu gaflet ve nedir bu istiğna?!. Görmüyor musun ki, ihtiyarın ancak bir tel saç kadardır. Ve iktidardan ancak bir zerreye mâliksin.. Ve şu hayattan sana ancak çabuk söner bir şulecik vardır.. Ve ömürden çabuk geçer bir dakikacığa sahibsin.. Ve şuurun ancak zevale maruz bir lem'acık gibidir.. Ve zamandan ancak akmakta olan bir an-ı seyyalen vardır.. Ve mekândan ancak kabir kadar bir yerin vardır. Bununla beraber aczin hadsizdir, ihtiyacın nihayetsizdir, fakrın hududsuzdur. Hem emeller ve arzuların ise hesabsızdır ve hakeza!..

İşte bu kadar âciz ve bu derece ihtiyaçlı bir insan, acaba kendi elindeki mezkûr sermayeye ve kendi nefsine itimad ederek mi bel bağlar? Yoksa öyle bir Rahman-ı Rahîm'e tevekkül eder ki; onun hazain-i rahmetinin zarflarından olan ve nimetlerinin sandukçaları bulunan şu nurlarla dolu güneşler ola; ve şu semeratla memlû ağaçlar ola.. Hem su ve ziya, onun havz-ı feyzinin ve mesîl-i rahmetinin boruları ola!..

Farisi Münacat[değiştir]

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَةْ فِي الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِي‌

يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ م۪يكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَم۪ى د۪يدَمْ

دَرْ رَاسْتْ م۪ى د۪يدَمْ كِه د۪ى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ

وَ دَرْ چَپْ د۪يدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

وَ ا۪يمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

بَرْسَرِ عُمْرْ جَنَازَهءِ مَنْ ا۪يسْتَادَه اَسْتْ

دَرْ قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ

چُونْ دَرْ پَسْ م۪ينِگَرَمْ ب۪ينَمْ ا۪ينْ دُنْيَاءِ ب۪ى بُنْيَادْ ه۪يچْ دَرْ ه۪يچَسْتْ

وَ دَرْ پ۪يشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ م۪يكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ

وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَد۪يدَارَسْتْ

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَار۪ى چ۪يز۪ى ن۪يسْتْ دَرْ دَسْتْ كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاه و هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ

نَه دَرْ مَاض۪ى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْتْ

مَيْدَانِ اُو ا۪ينْ زَمَانِ حَال و يَكْ آنِ سَيَّالَسْتْ

بَا ا۪ينْ هَمَه فَقْرْهَا وَ ضَعْفْهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه

نُوِشْتَه اَسْتْ دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ

دَٓائِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَٓائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگ۪ى دَارَسْتْ

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ ن۪يزْ رَسَدْ

دَرْ دَسْتْ هَرْچِه ن۪يسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ

دَٓائِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَٓائِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ

پَسْ فَقْر و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ وَ سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لَايَتَجَزَّا اَسْتْ

ا۪ينْ جُزْءْ كُدَامْ وَ ا۪ينْ كَٓائِنَاتِ حَاجَاتْ كُدَامَسْتْ

پَسْ دَرْ رَاهِ تُو اَزْ ا۪ينْ جُزْءْ ن۪يزْ بَازْ م۪ى گُذَشْتَنْ چَارَهءِ مَنْ اَسْتْ

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتْگ۪يرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ ب۪ى نِهَايَتِ تُو پَنَاهِ مَنْ اَسْتْ

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ ب۪ى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتْ اَسْتْ تَكْيَه

نَه كُنَدْ بَرْ ا۪ينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْتْ

اَيْوَاهْ ا۪ينْ زِنْدِگَان۪ى هَمْ چُو خَابَسْتْ

و۪ينْ عُمْرِ ب۪ى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ آمَالْ ب۪ى بَقَا آلَامْ بَبَقَا اَسْتْ

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانِى‌‌‌ خُودْرَا فَدَا كُنْ

خَالِقِ خُودْرَا كِه ا۪ينْ هَسْت۪ى وَد۪يعَه هَسْتْ وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ

اَزْ آنْ سِرّ۪ى كِه ، نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتْ اَسْتْ

خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْ تُو

بَهَاىِ ب۪ى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ

Farisî beyitler ve Türkçe manası[6]

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَةْ فِي الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِي

Yani bu münacat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır.

يَا رَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِي دِيدَمْ

Yâ Rab! Tevekkülsüz gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Manen bana denildi ki: "Yetmez mi derd, derman sana."

دَرْ رَاسْتْ م۪ى د۪يدَمْ كِه د۪ى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ

Evet gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki: Dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

(1) İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbab gösterir.

وَ دَرْ چَپْ د۪يدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

Sonra soldaki istikbale baktım. Derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtînin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp ünsiyyet değil, belki vahşet verdi.

(2) İman ve huzur-u iman, o dahşetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarında ziyafete bir davet-i Rahmaniye gösterir.

وَ ا۪يمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım, gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur; hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor. (3)

İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şa'şaalı bir misafirhane gösterir.

بَرْ سَرِ عُمْر جَنَازَهءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت

İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp, şecere-i ömrümün başına baktım, gördüm ki: O ağacın tek meyvesi benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor. (4)

İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.

دَرْ قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْت

O cihetten dahi me'yus olup başımı aşağıya eğdim, baktım ki: Aşağıda, ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.

(5) İman, o toprağı, rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

چُونْ دَرْ پَسْ م۪ينِگَرَمْ ب۪ينَمْ ا۪ينْ دُنْيَاءِ ب۪ى بُنْيَادْ ه۪يچْ دَرْ ه۪يچَسْتْ

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım gördüm ki: Esassız, fani bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilave etti.

(6) İman o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış, mektubat-ı Samedaniyye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniyye olduğunu gösterir.

وَ دَرْ پ۪يشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ م۪يكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ

وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَد۪يدَارَسْتْ

Onda dahi hayır görmediğim için, ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim, gördüm ki: Kabir kapısı yolumun başında açık görünüp, onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

(7) İman, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi, saadet-i ebediyye yolu olduğunu gösterdiğinden; dertlerime hem derman, hem merhem olur.

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَار۪ى چ۪يز۪ى ن۪يسْتْ دَرْ دَسْتْ

İşbu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim.

(8) İman, o cüz-i lâyetecezza hükmündeki cüz-i ihtiyarî yerine, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesikadır ve belki iman bir vesika oluyor

كِه اُو جُزْء هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاه و هَمْ كَمْ عَيَارَسْت

Halbuki o cüz-i ihtiyarî denilen silah-ı insanî; hem âciz, hem kısadır, hem ayarı noksandır; icad edemez. Kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez.

(9) İman, o cüz-i ihtiyarîyi Allah namına isti'mal ettirip, her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesabına isti'mal ettiği vakit; binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi...

نَه دَرْ مَاضِي مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْت

Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.

(10) İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp; kalbe ve ruha teslim ettiği için; maziye nüfûz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünki kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir.

مَيْدَانِ اُو اِينْ زَمَانِ حَالْ وَ يَكْ آنِ سَيَّالَسْت

O cüz'-i ihtiyarînin meydan-ı cevelanı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir an-ı seyyaldir.

وَ سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لَايَتَجَزَّا اَسْتْ

Sermayem ise, cüz'-ü lâyetecezza gibi cüz'î bir şeydir.

اِينْ جُزْء كُدَامْ وَ اِينْ كَاءِنَاةِ حَاجَاةْ كُدَامَسْت

İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilebilen hâcât nerede? Ve bu beş paralık cüz'-i ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْ رَاهِ تُو َازْ ا۪ينْ جُزْءْ ن۪يزْ بَازْم۪ى گُذَشْتَنْ چَارَهءِ مَنْ اَسْتْ

O çare ise şudur: O cüz'-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica ederek, hakikat-ı tevekküle yapışmaktır. Ya Rab! Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz'-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.

تَا عِنَايَتِ تُودَسْتْگ۪يرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ ب۪ى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْتْ

Tâ senin inayetin, acz ve za'fıma merhameten elimi tutsun. Hem, tâ senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِي نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْت اَسْت

تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِي كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْت

Evet her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serab hükmünde olan cüz'-i ihtiyarına itimad etmez; rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.

اَيْوَاهْ ا۪ينْ زِنْدِگَان۪ى هَمْ چُو خَابَسْتْ

و۪ينْ عُمْرِ ب۪ى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ

Eyvah! Aldandık, Şu hayat-ı dünyeviyyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider...

بَا اِينْ هَمَه فَقْرهَا وَ ضَعْفهَا قَلَمِ قُدْرَةِ تُو آشِكَارَه

نُوِشْتَه اَسْت دَرْ فِطْرَةِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zaifliğimle ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; kalem-i kudretin sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzuları ve sermede yayılan emelleri aşikâre bir surette yazmıştır, mahiyetimde dercetmiştir.

بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ

Belki dünyada ne varsa, nümuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

دَٓائِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَٓائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگ۪ى دَارَسْتْ

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ ن۪يزْ رَسَدْ

دَرْ دَسْتْ هَرْچِه ن۪يسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ

Hattâ hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hacet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَٓائِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَٓائِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْر و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ

Demek, fakr ve ihtiyaçlarım, dünya kadardır.

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْت آمَالْ بِي بَقَا آلَامْ بَبَقَا اَسْت

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Sür'atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta baki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَان۪ى خُودْرَا فَدَا كُنْ

خَالِقِ خُودْرَا كِه ا۪ينْ هَسْتِى وَد۪يعَه هَسْتْ

Madem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder; gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de: Sen de kendine ve vücuduna ve enaniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen fanî vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünki şu vücud, sende vedia ve emanettir.

وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ

اَزْ آنْ سِرِّي كِه نَفْيِ نَفْي اِثْبَاة اَسْت

Hem onun mülküdür. Hem o vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et; tâ beka bulsun. Çünki nefy-i nefy, isbattır. Yani yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.

خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا م۪ى خَرَدْ اَزْ تُو

بَهَاىِ ب۪ى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ

Hâlık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiat verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem baki, hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma; birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Tâ beş hasaretten kurtulup, beş rıbhi birden kazanasın.

Meclis-i Meb'usana Hitabe[değiştir]

هٰذِهِ الْخِطَابَةُ الْاِرْشَادِيَّةُ لِلْمَجْلِسِ الْمِلِّيِّ الْاِسْلَامِيِّ صَدَرَةْ هٰكَذَا

فِي سَنَةِ ١٣٣٩ تُرْكِيَّةً فَلَتَنْتَشِرُ كَذٰلِكَ

İslâm Meclis-i Millî-i Meb'usanının irşadı için irad edilen şu hitabe, Türkçe olarak 1339 senesinde böylece sudûr etti, öyle de neşredildi.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ الصَّلَوةَ كَانَتْ عَلَي الْمُوءْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

يَا اَيُّهَا الْمَبْعُوثُونَ اِنَّكُمْ لَمَبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظِيمٍ

Ey mücahidîn-i İslâm! Ey ehl-ül halli ve-l akd! Bu fakirin bir mes'elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica ediyorum.

Evvelâ: Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Madem ki Kur'an'ı, Allah'ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur'anın en sarih ve en kat'î emri olan (salât) gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevalî ve devam etsin.

Sâniyen: Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lakin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.

Sâlisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur'an'ın evamir-i kat'iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmağa çalışmak, sizin gibi âlî-himmetlilerin şe'nidir. Yoksa, burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ü şerefiyle öyle bir meta' değil ki, sizin gibi insanları işba' etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.

Râbian: Bu millet-i İslâmın cemaatleri -çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan'da umum me'murlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor mu?" derler. Namazı kılıyorsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beyt-üş Şebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: "Sebeb nedir?" Dediler:

- Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem eşkiya idiler.

Hâmisen: Enbiya'nın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak Din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Madem şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır...

Sâdisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a'male tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihadcılar o kadar hârika azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâm'ın şu intibahına da bir sebeb oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmediği için hürmeti verdiler.

Sâbian: Âlem-i küfür bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünûnuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, -âlem-i İslâma- dinen galebe etmedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye birer kemiye-i kalile suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini, sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane; Avrupa medeniyet-i habîsesi kısmından süzülen bir cereyan-ı bid'atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş...

Sâminen: Zaaf-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'anın zuhûra yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfice, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir.

Tâsian: Sizin bu "İstiklal Harbi"ndeki muzafferiyetinizi ve âlî bir hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü'minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümanlardır.. Sizi ciddi sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler.. Ve intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, frenk mukallidlerini, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafi olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek!..

Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzımdır ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saatini işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde, yüzde doksandokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal-i zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksandokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba Dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus bu güruh-u mücahidîn ve bu yüksek meclisin ef'ali taklid edilir. Kusurları ya taklid veya tenkid edilecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icma'ı tazammun eden hadsiz ihbarât ve delaili dinlemiyen; ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddi iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle, mana-yı hilafeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç; fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğinizi isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarikıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise,

وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا

ya zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Hârice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci' eder...

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ

36. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey netice (olan bir hakikat-ı imaniyenin isbatını)yi isti'zam ederek, delilini zaif gören adam! Bil ki; hakaik-ı imaniyeden herhangi bir hakikatın sıdkına şehadet eden hiçbir delil yoktur ki, İslâmiyetin herhangi bir mes'elesini, bir şeyini tasdik eden umum delil ve bürhanlarla tezekkî ve teeyyüd etmesin.. ve hem bütün onlar, bunu takviye etmesin ve mededkârı olmasın! Evet âdeta ne kadar o hadsiz şahidler ve şehadetler ve berahin ve emarat varsa, her hepsi kendi arkadaşlarının senedlerine imzalarını koymakla; her birisi diğerini beraet ve fermanına mührünü basıyorlar, nasıl ki sabıkan 184. sahifede tafsili geçti. Amma nefyediciler ise, öyle değiller. Çünkü isbatçı ile nefyedici arasında ki münafât sırrıyla, isbatçının yanında sabit olan bir şey, nâfiye göre yok olabilir. Öyle ise, nâfîler birbirine kuvvet veremedikleri için, bin nefyedici, bir tek hükmündedir.

37. Parça[değiştir]

اِعْلَم Ey kardeş, bil ki! Bazan bir şeye karşı şiddet-i muhabbet, o şeyin inkârına sebeb olabilir.Ve keza şiddet-i havf dahi öyledir. Hem nihayetsiz azamet de öyle olduğu gibi, aklın ihatasızlığı da o şeyin inkârına sebeb olabilir.

38. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ben bir hads-i kat'î ile adeta gözümle görmüş gibi öyle bir yakîn hasıl etmişim ki; nasıl ki meselâ hanzele ağacı, bilkuvve kendi çekirdeğinde mündemic olduğu gibi; Cehennem dahi küfür tohumunda bilkuvve mündemicdir. Ve keza hurma ağacı, kendi çekirdeğinde münderic olduğu gibi; Cennet dahi iman habbesinde mündemicdir.

Evet nasıl ki o iki çekirdek, hanzele ve hurma ağaçlarına istihale ile inkılab etmesinde bir garabet yoktur.. Aynen öyle de; dalâlet manasının da tecessüm ederek tazib edici bir Cehenneme tahavvül etmesinde de bir istib'ad olmaz. Hem envar-ı hidayetin de, temessül ederek, lezzet ve huzur verici bir Cennet[7] halini alması dahi baîd değildir. (Eski matbu') Lemaat kitabının 33. sahifesinden 36. sahifeye kadar olan kısımda, bu âlemde de o şuhûdun bir nebzesi izah edilmiştir.

39. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş, bil ki! Nasıl ki hububatın tohumundan bir habbe veya semeratın çekirdeklerinden bir nüve, eğer kalblerinde herhangi bir delik vaki' olursa, daha onlar, tenebbüt edip neşv ü nema bulamazlar. Aynen öyle de; 'ene' habbesi de, eğer "Allah Allah" zikrinin şuaıyla delinse, daha artık o enaniyet, dirilerek dal budak salıp, gaflet ile firavunlaşarak, nev'inin âsârına istinad edip ona sığınarak, semavat ve arzın Cebbarına karşı isyan ile mübareze etmeye doğru büyüyüp teazüm edemez.

İşte Nakşibendî evliyaları, enaniyet dağını delmek suretiyle habbe-i kalbin fethine ve bir kısa yolun keşfine ve zikr-i hafî matkabıyla da nefsin başını kırmağa muvaffak oldukları gibi; zikr-i cehrî vasıtasıylada (Kadirîler) dahi, tabiat tağutunun tahribine veyahut uyarılmasına muvaffak olmuşlardır.

40. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kesretin en uzak ve en geniş ve en ince devair ve tabakatı üstünde dahi hikmet, ittikan ve ihtimam eserleri parlamaktadır. Eğer istersen, kesretin nihayet derecede inbisat ve intişar ile tekessür ettiği insanın cild ve suretine bak! Tâ kalem-i kudret, onun alnının ve yüzünün ve avuçlarının sahifesini nasıl ince çizgiler, yazılar, nakışlar ve âletlerle hâşiyelendirdiğini göresin. Bu çizgi ve nakışlar ise, insanın ruhundaki istidad[8] ve maanîye ve boynunda asılı bulunan amel defterine delâlet ediyorlar. Bu dahi fıtratında yazılı bulunan kaderin cilvelerine işaret etmektedir. Hattâ öyle ki, bu kaderî tahşiyeler, hiçbir surette kör tesadüfün ve a'ver ittifakın duhulüne bir menfez, bir delik bırakmamışlardır.

41. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey şu hayat-ı dünyeviyeye mübtela olan insan! Bil ki: Sen o derece bu fani hayata düşkün olmuşsun ki, hayattaki ille-i gaiye, yalnız şu dünya hayatı ve bekasıdır diye tevehhüm etmişsin. Hem kudret-i ezeliyenin cevher-i insaniyette ve zevilhayatta emanet bıraktığı acib cihazat ve hârika techizat ise, Fâtır-ı Hakîm onları yalnız şu seri-üz zeval olan hayatın hıfz ve bekası için vermiştir diye zannetmişsin. Kellâ, sümme kellâ! Kat'iyyen öyle değil!.. Zira eğer hayat kitabından maksud-u aslî, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin kısacık bekası olmuş olsaydı, o zaman nizamat-ı kainatın icma'ı şehadetiyle; hikmetin, inayetin, intizamın ve adem-i abesiyetin en zâhir ve en bâhir ve en nuranî delilleri olan her şey; abesiyet ve israfın intizamsızlık ve hikmetsizliğin en acib ve en garib ve en bâriz misali olurlardı. Adeta o zaman, dağ gibi büyük bir ağacın, yalnız bir tek hardele kadar küçücük olan bir tek semeresi onun gayesi olurdu, Kellâ! Belki hayatın gayât ve semeratından, insanın ve zîhayatın yalnız o hayata malikiyeti derecesinde ve onda hakikî olarak tasarruf edebildiği miktarca ona raci' olabilir.. Hayatın sair bütün semerât ve gayâtı ise, Cenab-ı Zat-ı Muhyi'ye (C.C.) aittir ki; onun esmasının tecelliyatına mazhar olmakla; ve hayat-ı uhreviyedeki cennet-i bakiyesinde rahmetinin çeşitli enva-ı cilvelerini izhar etmekledir ki, şu dünya hayatının tohumlarının semereleri de işte bunlardır.. Ve hakeza!..

Evet, nasıl ki bir sefine-i azîme-i sultaniyede muvazzaf bir şahsın vazifesi, yalnız geminin çalışma ve hareketini te'min eden bazı cihazata lüzumu vaktinde parmağını koyup dokundurmak gibi cüz'î bir iş iken; elbette geminin pek çok fevaidinden bu adama yalnız alâkasının ve hizmetinin nisbeti derecesinde olabilir. Yani binler faydalarından yalnız bir tane olabilir. Aynen öyle de; her zîhayat, kendi sefine-i vücudunda hakikî mutasarrıf olduğu derecede hisseye sahib olabilir. Hattâ gemi ile misal verilen şahıs, belki binler hisseden bir hisseye müstahak olsa dahi, burada insan ve zîhayat, milyonlar hisseden bir hisseye de müstahak olamaz.

42. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا قَلْبِي Ey kalbim, bil ki! Hâlıkımızın, Mâlikimizin ve Mevlâmızın ma'rifeti olmaksızın, dünyanın lezzet ve zinetleri cennet de olsalar, yine cehennemdir. Evet, ben öyle zevkettim ve böyle de müşahede ettim. Hattâ, (Eski matbu') Katre Risalesinin 71. sahifesinde geçtiği üzere şefkat nimetinde ve marifetindeki lezzet, dünya ve mâfihanın lezzetlerine, hattâ Cennet bile olsa, râcih geliyor.

43. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا قَلْبِي Bil ey kalbim! Bu dünyada cereyan eden her şeyin, her hâdisenin iki yüzü vardır. Bir yüzü dünyaya, nefse ve hevaya bakar; bir yüzü de, âhirete nazar eder. Amma dünyaya müteveccih olan yüzde ise, dünyanın en büyük ve en ağır ve en sabit işleri ve emirleri dahi hakikatta ve nefs-ül emirde o derece küçük ve hafif ve zevale maruzdurlar ki, kalbin merakla, titremekle, teellümle ve şiddet-i teemmülle müşevveş olmasına değer, müvazi ve lâyık olacak bir şey değillerdir.

44. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا قَلْبِي Bil ey kalbim! Acaba hiç böylesi ahmak, ebleh ve echel bir adam bulunur mu ki; güneşin timsalini, meselâ bir zerre-i şeffafe içinde görse, yahut onun tecellisini bir çiçeğin renk ve boyasında müşahede etse, sonra da o zerrede görünen güneşcikte veya o çiçeğin sıbgasında parlayan muvakkat bir tecellicikte; âlem sarayının tavanındaki sirac-ı vehhacı bütün levazımatıyla -hattâ güneşin seyyarat için olan cazibesini ve umum âleme merkeziyetini- o güneşcik ve tecellicikte arasın ve taleb etsin! Ve sonra da o ahmak sarhoş, o zerre ve o çiçekte müşahede ettiği güneşciğin başına bir arıza gelir, zail olursa; kasr-ı nazarıyla ve inhisar-ı fikriyle gündüz ortasında gökyüzünde parlayan güneşin vücudunu; sair bütün şeffaf zerrelerin ve bütün şebnemlerin ve reşhaların ve katrelerin ve deniz yüzündeki kabarcıkların ve havuzların ve denizlerin ve seyyaratın güneşe şehadetlerinin mevcudiyetiyle birlikte, inkâr etmeye teşebbüs ve şuru' etsin!..

Hem sonra, kaderin tersimiyle eşyanın kabiliyetine göre tecelli eden zıllî olan bir vücud, o echele bil'asale olan bir vücudla iltibas olunur. Çünkü meselâ şeffaf bir zerrede güneşin timsalini görse, der: "Hani nerede güneşin azameti?. ve hani onun hârika olan harareti?!. ve nasıl?!." ve nasıl?. gibi tâ belahetin en sonuna kadar hezeyanlar!..

Hem o cahil-i nâdan, bazan güneşin ateşinden iktibas etmek istiyor. Yahut onun zatında eliyle bir tecessüs yapmak, yada onun kendisinde her hangi bir vecihle bir te'sir icra etmek ister. Halbuki o cahil bilmez ki, güneşin onda yaptığı te'sir ile ona yakın olması, onun da ona yakın olmasını istilzam etmez ki; şems, onun fiilinden müteessir olabilsin.

Sonra o bedbaht ahmak, eşyanın en küçük ve hasislerinde bile acib bir ittikan, garib bir ihtimam, yüksek bir san'at ve nâzik bir hikmeti gördüğü zaman; bâtıl bir kıyas ile: "şunların sanii bunların tasniinde çok külfetler ve pek çok çalışmalar yapmıştır" zu'meder. İşte bu tevehhüm-ü bâtıldan dolayı der ki: Meselâ 'sineğin ne kıymeti var ki, bir Sani-i Hakîm tarafından ona bu kadar mühim masraflar yapılsın' gibi vehimlere kapılır; tâ o miskin sofestaî oluncaya kadar gider. Bak ey cahil-i nâdan!

وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰي

اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلٰي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ

sırlarıyla, senin bu mes'elede dört şeyi bilmekliğin lâzımdır, tâ ki, müşkiller hallolsun.

Birincisi: Her şey, zerrelerden güneşlere kadar, Cenab-ı Hakk'ı kemal-i rububiyeti içindeki layık sıfatlarıyla tavsif eder. Fakat o şey, bu sıfatların tecellisine mazhar olmasıyla onlarla muttasıf olması lâzım gelmez.

İkincisi: Her şeyden Cenab-ı Hakk'ın nuruna karşı bir kapı açılır. Ve hem bir kapının açılmasıyla diğer bütün kapıların da, açılması mümkün olur. Lakin kısa ve kasır bir nazarda olduğu gibi; bir tek kapının kapanmasıyla, sair hadsiz kapılar dahi kapanmazlar.

Üçüncüsü: Bir ilm-i muhitten in'ikas eden kader, nuranî esma-i mutlaka-yı İlahiyenin feyz-i tecelliyatından, -her şeyin istidadına lâyık- bir hisse alıp kaydetmiş ve tersim etmiştir.

Dördüncüsü:

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

اِنَّمَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُون

Yani: Cenab-ı Kadir-i Mutlak, bir şeyin halk ve icadını irade ettiğinde o şeye, كُنْ emr-i Rabbanîsi tebliğ edilince, hemen derakab zamansız vücud-pezîr olur.

İkinci âyetin meali: Yani kabirden kalkıp mahşerde hesap vermek için, sizin halk ve ihyanız, O'na bir tek nefsin ihya ve ba'si kadar kolay ve ehvendir.

Amma eğer gaflet ile eşya ve mahlukat, kendi kendilerine, yahut imkânî sebeblere isnad edilseler; o zaman bütün ehl-i akılın, o echel ve eblehin hükmünden çıkan hadsiz muhalatı kabul etmeleri icab eder. Tâ ki o takdirde hak, o echelin canibinde olabilsin.

45. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, hakikatları tebyin ederken; çok zaman darb-ı meseller ile ta'bir edip serd-i kelâm eder. Bunun sırrı ise, çünkü hakaik-ı mücerrede-i İlahiye, daire-i mümkinatta misallerin (ayna ve) kayıdlarında mütemessildir. Mümkin-i miskin olan insan ise, daire-i imkândaki misallere bakarak, o emsalin arkalarında daire-i vücûbun şuunatını mülahaza edebilir. İşte, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي (buna işaret eder.)

46. Parça[değiştir]

اِعْلَم Ey kardeş bil ki! Arş-ı Rahman, kalb-i insan gibidir. Buna göre; Meselâ senin kalbin, sende mülk vaziyetinde olduğu halde, sen ise kendi kalbinde bir melekûtsun.

Demek, daire-i ism-i Zâhir içinde arş-ı azîm, her şeyi muhit olduğu gibi; İsm-i Bâtın dairesinde de arş, kevn içinde bir kalb mesabesindedir. Hem İsm-i Evvel dairesinde

وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَي الْمَاءِ

âyeti, arşın ilk hakikatına işaret ettiği gibi, İsm-i Âhir dairesinde ise,

سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمٰنِ

hadîs-i şerifi, onun âhir hakikatına remzeder.

Demek

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ

ile muttasıf olan zat'ın arşı için evveliyet, âhiriyet, zâhiriyet ve bâtıniyetten birer hisse vardır.

47. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, acz, nidanın madenidir. İhtiyaç, duanın menbaıdır. Madem öyledir; (ben dahi dergâh-ı rahmet-i Rahman'da şöylece nida ediyorum:) Ya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Benim hacetim, nida ve niyazım vaktinde hüccetimdir. Fakr u fakatim de duam zamanında üddetimdir. Vesilem hilelerimin (çarelerimin) inkıtaıdır. Aczim, hazinemdir. Sermayem, emellerimdir. Şefiim de Habibin ile rahmetindir. Beni afvet, mağfiret kıl ve bana merhamet eyle! Ya Allah, ya Rahman, ya Rahîm. (Âmîn.)

Önceki Risale: Katrenin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Hababın Zeyli: Sonraki Risale

  1. Otuzuncu Söz'ün Birinci Maksadı'nın âhirindeki vakıa-i ruhaniyeyi kasdediyor. (Mütercim)
  2. "Vesm" ve "Veşm" lügatta nişanlama manasındadırlar. Ancak "Veşm" ateşle dağlamadır. (Mütercim)
  3. Mesnevî-i Arabî'de içtihada mani esbabın altısından beşi beyan edilmiş. Altıncısı yazılmamıştır. Demek ki, içine icmalen altıncı da girmiş oluyor. (Mütercim)
  4. Katre Risalesi'nde o ellibeş lisanları icmalen zikretmişim. Burada ise yalnız bir tek lisanın izahıdır.
  5. Şu mes'elenin izahını, Fatiha'nın sonundaki üç yolun beyanında Otuzuncu Söz'ün "Ene" bahsinde ve Lemaat kitabında "Bir Seyahat-ı Hayaliye"de zikretmişimdir. O semadan tedelli eden zenbil ve asansörler ise, sırat-ı müstakim olan hakaik-ı Kur'aniyeye işarettir. -Müellif- Arapçadan tercüme eden (Mütercim)
  6. Onyedinci Söz'de merhum, muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri tarafından yapılan Türkçe tercümelerini aynen buraya almayı kendimce münasib buldum. (Mütercim)
  7. Risale-i Nur çok müvazeneleriyle bu davayı isbat etmiş. -Müellif
  8. Hz. Üstad, yanındaki talebelerine bir kaç def'a buyurmuşlardır ki: Ben Van'da iken, henüz Türkçe'yi iyi tekellüm edemediğim sıralarda, Kürdçe lisanıyla iki küçük risale yazmıştım. Bunlardan birisi, Matematik ve hesap ilmiyle ilgili... ikincisi de, insanın el ve avucu gibi yerlerinde; onun ruhundaki istidadının neye münasib olduğunu kaderce belirtilen yazıları hakkında idi. (Mütercim)