Risale:Katrenin Zeyli (Mesnevi Badıllı)
Önceki Risale: Katre ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Habab: Sonraki Risale
KATRE'NİN ZEYLİ[değiştir]
ZEYL-ÜL KATRE
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اۤلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
1. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Vaktin evvelinde namaza durup, hayalen Kâ'be'ye nazar etmek, namaz için mendubdur ki; musallî olan zat, Beytullah'ın etrafında merkezde ittihad etmiş safları mütedahil daireler gibi görsün. Yani Beyt'e en yakın olan saf, onu ihata ettiği gibi, en uzak safı da âlem-i İslâmı ihata ettiğini görsün ve o da, o safların teşkil ettiği hatlara girmeye ve o manevî iple bağlanmaya iştiyak göstersin. Ve böyle bir musallî o cemaat-i uzma içine girmekle, o manevî iple bağlandıktan sonra; o cemaat-i uzmanın icma' ve tevatürleri, o adam için; namazın tazammun ettiği bütün hüküm ve davalara birer hüccet ve birer kat'î bürhan hükmüne geçerler.
Evet meselâ musallî namazda اَلْحَمْدُ dediği vakit, sanki küre-i arz mescidinde cemaat olmuş olan bütün mü'minlerin hepsi birden, "Evet doğru söyledin" diye onu tasdik ediyorlar. İşte bu vaziyette evhamın tekzibleri, şeyatînin vesveseleri eriyip dağılırlar.
Hem dahi bütün havass ve letaifin her birisi bu kudsî manadan birer hisse, birer zevk, birer iman alarak feyizyâb olup, artık (niçin ve nasıl)ların vesveseleri o havass ve letaifi ta'vik edemezler. İşte, böylece vaktin evvelinde müttakîlerden teşekkül eden bir cemaat-i uzma in'ikad ettiği ve beş vaktin namazları akval ve erkânca birbiriyle ittifak ettiği cihetle, musallînin hayalini ihtilâf-ı metali' gibi manialar karıştıramaz.
Evet, vaktin evvelinde hayalen Kâ'be'ye karşı namaz kılan zat, kendi yerinde iken Kâ'be'ye; Kâ'be'yi makamında olarak tasavvur edip nazar etmesi lâzımdır. Ve Kâ'be'yi kendi yanına çekmeye uğraşmasın ki, saflar tezahür etsin. Hem kasdî olarak da bununla meşgul olmasın. Belki yalnız tebeî bir şuur kâfi gelir.
Evet kim bilir, belki de eşyadan hiçbir şeyi ihmal etmeden kaydeden Kalem-i Kader-i İlahî, şu mübarek muntazam safların harekâtındaki eşkâli, âlem-i misalin sahifelerinde satırlar halinde yazsın. Zaten âlem-i misalin şânı da, kendindeki misalî levhaları her zaman hıfzetmektir.
2. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ben taht-el arz zulümatındaki[1] seyahatimde kat'iyyen müşahede ettim ki; sünnet-i seniyenin her birisi birer yıldız ve birer lâmbadırlar gördüm. Böylece bütün sünnetler ve umum şer'î hadler, hasra gelmeyen dalaletli, karanlıklı yollar içinde birer lüküs gibi parlıyorlardı. Ve o halde sünnetten inhiraf etmek demek, şeytanın oyuncağı ve evhamın merkebi ve korkunç dehşetli hallerin ma'razı ve dağ gibi ağır yüklerin hammalı olmak demektir bildim. Fakat sünnet-i seniyyeye ittiba' edenin, o ağır yüklerini ondan alıp kendi sefinesine bırakır. Hem gördüm ki, sünnet-i seniyyenin her birisi semadan tedelli etmiş birer muhkem halat gibi olup, onlara yapışan -velev bir cüz'îsi ile dahi olsa- yükselerek saadete gidiyor. Hem gördüm ki, insanların zâhirî ef'alleri arasında ancak bir derece dolaşabilen aklına
itimad edip, sünnet-i seniyyeye muhalefet edenler, şuna benzer ki: Yerdeki vesile ve merdivenlerle göklerin esrarını öğrenmek için çıkmak isteyen Firavun'un kendi vezirine 'Bana bir kule yap, taki onunla belki semavatın esrarına giden yollara ulaşayım' âyetindeki
يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا
diyerek ahmaklaştığı gibi ahmaklaşır.
3. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nefiste öyle müdhiş ve muğlak bir düğüm vardır ki; zıddı kendi zıddına müvellid yapar. Ve aleyhinde olanı lehinde gibi görür, gösterir.
Meselâ, güneşin ışık elleri sana ulaşır, yüzünü mesheder veya döğebilir. Fakat senin elin, ona ulaşamaz.. Ve senin keyfin, onda te'sir yapamaz. Binaenaleyh, güneş bu vaziyetiyle sana yakın iken senden uzaktır. Öyle ise, senin güneşten uzaklığın cihetiyle onun sende bir te'siri olmadığına ve onun sana yakınlığı haysiyetiyle de senin onda te'sir icra edebildiğine delil yapmak nasıl cehalet ise; öyle de nefis, heva ve enaniyet gözüyle; kendisine kendisinden yakın bulunan, fakat o ise ondan uzak olan Hâlıkına bakarak ona göre muamele düşünse, dalaletine sebebdir.
Hem nefis, mükâfatın büyüğünü gördüğü zaman, şiddet-i hırsından dolayı "âh!. keşke!. nerede!.." der. Amma mücazatın dehşetini işittiği vakit, şiddet-i havfından dolayı gözünü ya kapar veya inkâr etmekle müteselli olur.
İşte ey nokta-i sevda olan nefis! Cenab-ı Hakkın ef'al-i rububiyeti ancak ona lâyık bir tarzda olur.Ve ancak onun irade ve meşietine nazar eder. Yoksa o ef'al, ne sanin keyfine göredir; ve ne de senin dar havsalana bakar. Hem kâinatın hendese ve bilançosu senin heva ve hevesin üzerine bina edilmediği gibi, onun halk ve icadında da seni şâhid dinlememiştir.
İmam-ı Rabbanî (R.A.), bu hususta ne kadar doğru ve güzel söylemiş, demiş ki:
لَا يَحْمِلُ عَطَايَا الْمَلِكِ اِلَّا مَطَايَاهُ
Yani, padişahın atiyye ve ihsanlarını yine ancak onun matiyyeleri (taşıyıcıları) taşıyabilir.
4. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Bil ey insan! Senin başını süsleyip güzelleştiren ve o başa göz zinetini takıp görmeklik veren zat, elbette seni senden daha çok görüyordur. Evet o Sani' ki, senin başını iki tane göz elmaslarıyla ve iki adet kulak sadefiyle zinetlendirip, yüzünün mağarası olan ağzına laklaka eden lisan mercanını takan; elbette ve elbette seni senden daha çok görüyor. Ve sana senden daha çok yakındır. Ve sana senden daha çok şefiktir. Ve senden çıkan en gizli âh ü enînleri senden daha çok işitir.
5. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey birader bil ki! Duanın (hususan muztar olanların duaları) te'siri çok azîmdir. Evet duanın sebebiyle, eşyanın en kuvvetlisi ve en azametlisi, en zaif ve en küçüğüne musahhar olur. Evet deniz ortasında kırık bir tahta parçası üstünde kalan kalbi kırık bir masumun duasının hatırı için denizin gazabı sükût eder, durur. Bu ise delâlet eder ki, dualara icabet eden zatın her şeye hükmü nâfizdir. Öyle ise o, her şeyin Rabbisidir.
6. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Dalalet-i nefsiye marazının en mühimlerinden birisi budur ki; cüz'den küllün şevket ve azametini taleb eder. Ve padişahın haşmetini bir neferden ister. Eğer bu taleb ettiklerini cüz'de veya neferde bulmazsa, red ile inkâr eder. Meselâ, güneşin tamam tecelliyatını deniz yüzünde parlıyan bir kabarcığın içinde teressüm eden bir timsalciğinde taleb eder. Eğer o timsalcikte güneşin tamam tecelliyatını bulmazsa, o timsalin güneşten geldiğini inkâr eder.
Ey nefs-i pürsevda! Güneşin vahdeti, tecelliyatının da vahdetini istilzam etmez. Hem delâlet etmek, tazammun etmeyi iktiza etmez. Hem bir şeyi tavsif edenin, kendisi de o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Evet bir zerre-yi şeffafe, güneşi tavsif eder. Fakat güneşle muttasıf olması icab etmez. Hem bal arısı, Sani'i tavsif eder, amma sani' olamaz.
7. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Küfür yolunda gitmek, buzların içinde yürümeye benzer, belki toprağın altında, hattâ belki demirin içinde yürümek gibidirki, bütün maniaları def'eden bir dâfi'inde beraber olması lazımdır. İşte bu yola kasden ve bizzat teveccüh eden için pek müşkül ve çok asîrdir. Fakat bu müşkilâtlar, sathî ve tebeî nazarlar altında gizlenip görünmüyorlar.
Amma iman yolunda ise; suda, belki havada ve belki ziya içinde yürümek ve seyretmek gibidir. Hem bunun yanında bir cazibenin cezbesiyle yolunu kat'eder ki; bu yol, muvaffak olana gayet kolay, nihayet âsandır. Meselâ istesen ki, güneş senin altı cihetine mukabil gelsin. Eğer sen, külfetsiz olarak kendini bir dönderiversen, maksud hasıl olur. Fakat eğer güneşe; gel, etrafımda dön diye teklif etsen, o zaman güneş o tek maksad-ı cüz'î için pek müdhiş mesafeleri kat'etmesi lâzım gelecektir. İşte birinci şekil, sühuletli olan tevhid misalidir. İkincisi; müşkil olan şirkin temsilidir. Evet, ben böyle müşahede ettim ve bu remzin bürhanı Katre Risalesi'nde (sh. 113-118'de) mevcuddur.
Eğer desen ki: Küfür bu müşkülatıyla beraber nasıl kabul ediliyor?. ve iman, şu kolaylığıyla birlikte nasıl terkediliyor?..
Elcevab: Küfür, kasden ve bizzat kabul edilmiyor... Belki su-i heva ile ayağı kayar, içine düşer, onunla bulaşır, pislenir. Daha çıkamaz. Amma iman ise, ona kasden gidilir ve bizzat kabul edilir ve kalbe yerleşir, oturur.
8. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl bir tek kelime; muhatablarının binlercesinin kulaklarına girip duyulması, bir tek adamın kolaylıkla kulağına girmesi gibidir. Bir ile milyonlar arasında fark olmaz.
Aynen öyle de; kudret-i ezeliyeye nisbeten eşyanın icadı için bir ferd ile bir nev' arasında fark yoktur.
9. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'anın câmiiyeti ve genişliği, hem muhatablarının çok mütefavit olan tabakalarının hissiyatını müraat etmesi, hususan mutlak ekseriyet teşkil eden ve en evvel ve bizzat muhatab olan avam tabakalarının te'nis-i ezhanı için tenezzülat-ı kelâmiye yapması, Kur'anın kemaline sebeb iken; acibdir ki, hasta ve mariz olan nefis, bununla dalalete gidiyor. Çünkü meselâ Kur'an, münasib-i makam olarak avama tefhim için onlara göre olan edna dereceli tarz-ı tefhiminde; o hasta olan nefis onda en âlâ ve en ezyen bir suret-i ifadeyi arar.
Hem muhatabın hissine ve fehmine lâyık bir mizan ve ma'kes olan o üslûb-u Kur'anîyi, o bedbaht nefis tutar, o üslûbdan mütekellime bakmak için bir mizan ve mirsad yapıp, öylece Mütekellim-i Ezelî'ye (C.C.) bakarak dalaletin en uzak semtine sapar, gider.
10. Remz[değiştir]
Nasıl olur da, dünyanın üçüncü yüzüyle, ona karşı sükûn ve sükûnet te'min edilebilir?..
Evet dünyanın üç tane yüzü vardır:
Birinci yüzü, esma-i İlahiyeye bakar.
İkinci yüzü: âhirete bakar ve onun tarlasıdır. İşte dünyanın bu iki yüzü güzeldir, hasendir.
Amma üçüncü yüzü ise: zatında müstakil olarak mana-yı ismî dünyaya teveccühtür ki, insanın hevesatına ve hayat-ı faniyesinin metalibine bakar ve onunla ferahlanmaya medardır. (İşte dünyanın bu üçüncü yüzüne mübtelalık itibariyle gördüm ki,) Ben bir ölü noktaya binmişim. Ve ölü bir lâşe de bana yüklenmiş bir vaziyetteyim. Benim hazır günüm de tabutumdur ki, dün ile yarın ortası olan babam ile oğlunun (yani benim) kabri mabeynindeyim. Demek ben iki meyyitin tazyiki ve iki kabrin sıkışık duvarı arasında sıkışan bir vaziyetteyim.
Fakat dünyaya, mezraa-i âhiret olmak cihetiyle; ve nur-u iman ile bakmak haysiyetiyle, bir manevî cennet gibi olur.
11. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Senin vücudun, bir askerin elinde bulunan mirî bir silah veya bir at gibidir. O asker, nasıl padişah ve devlete ait olan o silah ve atın muhafaza ve hizmetlerini taahhüd etmekle mükellef ise, sen de onun gibi sana emanet edilen bu vücudun muhafazası ve taahhüdüyle mükellefsin.
Ey kardeş bilmiş ol ki! Beni bu sözü söylemeye sevkeden saik şudur: Gördüm ki; nefsim, kendi mehasiniyle mağruredir. Ona dedim ki: Sen hiçbir şeye malik değilsin. Öyleyse dedi, madem bu bedenden hiçbir hisse benim değildir, ben de ona ehemmiyet veripte bakmıyacağım.
Ona dedim ki: Sen bu vücuda hizmette lâakal bir sinekten geri kalmaman lâzımdır. İşte şahid, şu sineğe bak! Nasıl ayaklarıyla kanatlarını temizliyor ve elleriyle, gözünü, başını meshediyor.
Tesbih ederiz o zatı ki, sineğe şu abdest ve nezafeti ilham eder ve bana da bir üstad yapar. Ben de nefsimi onunla sustururum.
12. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanların ayaklarını kaydırıp yuvarlandıran esbabın bir cinsi de, bu gelen hususlardır:
1 - Bâtın ism-i şerifinin ahkâmını ism-i Zâhir'in ahkâmıyla karıştırmak ve bunun ahkâmını ondan istemek..
2 - Ve kudretin levazımatını hikmetin levazımatıyla karıştırmak ve bununkini onunkinde görmeyi taleb eylemek..
3 - Ve daire-i esbabın mukteziyatını daire-i itikad ve tevhidle karıştırmak ve onları bunlardan istemek..
4 - Ve kudretin taallukatını; vücud cilveleriyle veyahut sair sıfâtın tecellileriyle karıştırmak; ve bunun nevamis ve hikmetlerini, her bir sıfatın tecelliyatında mülahaza etmektir.
Meselâ, senin vücudunun icadı bu dünyada tedricî iken, berzahî aynalarda def'î ve anidir. O ise, tâ ki, taallukatta sıfat-ı İlahiye temayüz etsinler. Hem tâ, icad ile tecelli arasında bir fark olsun.
13. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey birader bil ki! İslâmiyet umumî ve âmm bir rahmettir. Hattâ kâfirlerin dahi dünya hayatlarındaki saadetlerine ve lezzetlerinin elîm elemlere kalbolmamasına sebeb, İslâmiyettir. Çünkü İslâmiyet, pek elîm olan ye'si ve şiddetli elemi mutazammın olan cuhudu ve küfr-ü mutlakı ve inkar-ı mahzı; şek ve tereddüde kalbettirdiği için, kâfirin zihninde Kur'anın sayhasıyla hayat-ı ebediyenin varlık ihtimali doğduğundan, dehşetli gam ve kederlerden bir derece müsterih olur. Hem adem-i yakînden dolayı da, diyanetin lâzımı olan tekliflerden de kurtulup (bir derece) istirahat eder.
Demek kâfir, bu vaziyetiyle deve kuşu gibidir. Nasıl ki deve kuşuna denilse: Madem kuşsun, uçsana! O ise: "Yok, ben deveyim" der. Öyle ise, yük götür denildiğinde, bu defa (kanatlarını açarak,) ben kuşum der.
İşte şu desise-i şeytaniye ile, kâfir-i mütereddid ve müteşekkiki ve hem fâsık-ı mahrumu; kâfir-i mutlaka ve mü'min-i halise nisbeten beyne beynde bırakmış ve zâhiren bir derece mes'ud kılmıştır.
14. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nefis, kendisinden küçük ve kıymeti az olan şeyleri Hâlıkın yed-i kudretinden çıktığını bilmek ve tasavvur etmek istemiyor, tâ ki, kendi daire-i rububiyetini muhafaza edebilsin. Bunun için sadece kendisinden büyük ve azametli ve kıymetli eşyayı Hâlıka veriyor. Kendisinden aşağı olan şeylere gelince de, gözünü kapayıp gaflete dalmak ister. Demek ki nefis, kendini eşyanın en küçüğü olarak ve belki de hiç olarak görmedikçe, bir nevi ta'tile veya şirk-i hafiye olan meylden kurtulamaz.
15. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nefis, kendi vazife-i diniyesinde yaptığı tenbellik sebebiyle; kendisini mürakabesi altında bulunduran bir rakîbin ademini arzu eder. Ve bu arzudan kendini o rakîbden saklamak sevdasına düşer. Daha sonra bir Malik-ül Mülk'ün ademini mükerreren mülahaza eder. Ve bu mülahazadan kendisinin hür ve müstakil olduğuna itikad eder. Yani evvelâ temenni.. sonra arzu.. sonra mülahaza eder. Sonra da Malikin ademini itikad ederek maazallah dinden çıkar.
Halbuki nefis, o hürriyet ve rahat ve adem-i mes'uliyet altında saklanan müdhiş ve muhrik ehvali ve hazin ve elîm yetimlikleri eğer düşünebilseydi; aslâ ve kat'â en edna bir meyli dahi ona etmezdi. Belki nefretle firar edip, teberri ederek tevbe edecekti. Veyahutta yaşayamayıp ölecekti.
16. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Eşya, istinadgâhlarının derece-i kuvvetlerinin tefavütüne göre kuvvetçe tefavüt ediyorlar. Meselâ, bir padişaha istinad eden bir neferin yaptığı icraat ve işleri; büyük bir şah da yapamaz. Demek o nefer, kendisinden yetmiş mertebe daha mertebeli olan bir şahtan yedi mertebe fazla mertebeler alıyor.
İşte kudret-i ezeliye cânibinden me'mur olan bir sivrisinek, en mütemerrid olan nemrudların nemrudunu bile mağlub eder. Hem Fâlik-ul Habbi ve-n Neva'nın emr-i tekvinîsi tarafından me'zun olan bir çekirdek, kocaman bir ağacın muhtaç olduğu ne varsa, hepsini o da içinde saklıyor ve tazammun ediyor. Halbuki o çekirdeğin tazammun ettiği manevî ve kaderî cihazatı, bir köyün sahası kadar büyük olan fabrikalar dahi istiab edemezler.
17. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an'dan müstefad olan KATRE Risalesi'nde izahı yapılmış olan; benim tarîkim, yolum ile; ehl-i nazar ve felsefenin yolu arasındaki farklar şöyledir ki: Ben nerede bulunursam bulunayım, hemen kuyu kazarım, su çıkar. Onlar ise, âlemin etrafından su getirmek için küngân ve borular düzmeye teşebbüsü andıran bir yolla, âb-ı hayat-ı maneviyenin celbi için, arşın tâ fevkine kadar silsile ve merdivenler koyuyorlar. Evet onlar, sebebi olduğu gibi kabul ettiklerinden; o uzun yoldaki o silsile ve merdivenleri evham şeytanlarının tahriblerinden muhafaza etmek için milyonlarla muhafazakâr bürhanlar, o yolun etrafında vaz'edilmesi onlara lâzım geliyor.
Amma Kur'anın bize öğrettiği yol için ise, bize Asâ-yı Musa gibi bir âlet verilmiş. Nerede olsam, ister kayanın üstünde olayım, asamı vurduğumda hemen âb-ı hayat fışkırır. Âlemin tâ haricine kadar gitmek için uzun seferlere ihtiyaç olmadığı gibi, uzun yollardan dolaşıp gelen boruların tıkanıp kırılmamalarını da taahhüde almak mecburiyeti yoktur.
18. Remz[değiştir]
Eyvah! Vâ esefâ! Nefsin (enaniyetli) varlığı demek, o nefsin gözünde körlüğün mevcudiyeti demekmiş. Belki onun vücudu, körlüğünün tâ kendisi imiş. Eğer nefsin vücudundan bir sinek kanadı kadar da baki kalsa, hakikat güneşini görmesine mani' bir hicab olmuş olur.
Evet, ben kat'iyyen müşahede ettim ki; nefsin varlığı sebebiyle, hadsiz berahin-i kat'iyye ile mersus olan büyük bir kal'anın içinden küçük bir taşında az bir za'fiyet ve gevşeklik görse, o kal'a-i azîmenin tamam vücudunu inkâr eder. İşte buradan; nefsin vücudu varken, eşyaya baktığında, eşyayı o adese ile görmekliğinden neş'et eden derece-i cehlini kıyas et!
19. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Yâ ene! (Bil ey ene!) Kat'iyyen anladın ve bildin ki; senin elindekilerinin binlerce hisselerinden, senin hissene ait ancak meşkûk bir cüz'dür. Öyleyse, o zaif olan cüz'-i ihtiyarînin kaldırabileceği kadar yük yükle; ve bir tel saç kadar zaif olan şuurun üstüne azîm kayaları yükleme! Hem sana ait olmayan şeylere de, malikinin izni olmadan o yükleri yükletme.
Ve binaenaleyh ey nefis! Gaflet içinde kendi nam ü hesabına konuştuğun zaman, meydan-ı cevelanın yalnız bir kıl kadar olduğunu bil, ona göre davran, haddinden tecavüz etme. Amma eğer Malik-ül Mülk (C.C.) hesabına âvaz etmek istiyorsan; o zaman görebildiğin kadarıyla Malik-ül Mülk nasıl emretmiş ve nasıl istemişse, ona göre yükleyebilirsin. Yoksa senin istediğin şekilde değil. Malikin izin ve meşieti de ancak onun şeriatından anlaşılabilir.
20. Remz[değiştir]
Ey örf-ü nâsta, şan u şeref namıyla müsemma olan şöhreti isteyen adam! Gel bu mes'eleyi benden işit ve öğren. Zira ben, kat'iyyen gördüm ki, şöhret ayn-ı riyadır ve kalbin ölümüdür. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmayasın. Eğer sana verilmişse, yani içine düşmüş isen
اِنَّا لِلهِ وَ اَنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
söyle.
21. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Sani-i Hakîm, insanı öyle bir keyfiyette yaratmıştır ki, eğer insan kendini mütalaa edebilse; o zaman, misli ve benzeri olmayan; hem zıdları ve vâhid-i kıyasîleri de bulunmayan gayr-ı mütenahî sıfat-ı mutlaka-yı İlahiyeleri tasdik etmesi ona kolay gelir.
Meselâ: İnsan, hayali ile bazan rü'ya veya yakazada olduğu gibi, bir anda büyük bir şehri bütün levazımatıyla birlikte sanki kendi yanında hazır eder. Kendisi de güya binefsihî o şehirde sabitmiş gibi görür. Ve kudretin te'sirini, iradenin taalluku sür'atinde görüp, güya kudret ayn-ı irade imiş gibi müşahede eder. Hem iradenin taallukunu ise, emrin sür'at-i sudûrunda görür.. Güya irade, ayn-ı emir imiş gibi olur. Emrin cereyanını da, ilmin ve levazımının taalluk-u umumisinde görüp, güya irade ayn-ı ilimdir müşahede eder. Halbuki adam bakıyor ki, kendisinin sem'i ve lisanı ve iradesi ve hareketi ise; zihnîdir, cüz'îdir ve taakubîdirler ki, bir şeyle meşgul iken aynı vakitte birkaç şey-i âherle de meşgul olamaz bir vaziyettedir. Ve o cereyan eden işlere, keyfiyetlere ancak birer birer taalluk edebildikleri halde; fakat basar, hayal ve basiret-i kalbi ise, küllî ve âmm olarak birçok eşya ile, bir tek şey gibi müzahametsiz bir şekilde taalluk ettiğini görür. Ve bundan anlıyor ki, basar ile (yani göz ile) işitmek ve hayal ile irade etmek ve kalb basireti yoluyla akıl ile bakmak mümkündür. Ve böylece cüz'î küllîye, hâs âmma, mukayyed mutlaka inkılab edebiliyor.. Ve bu kıyasla bu adam, mevhumdan muhakkakın imkânını anladıktan sonra, onun mevhum rububiyeti bir vâhid-i kıyasî şeklini giyer.
22. Remz[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Maksud-u hakikî olan tevhide biaynelyakîn ulaştıran kapılar, yollar (ikidir.) Bunlardan birincisi: Geniştir, âfâkîdir. Bir Nebi veya bir Resule kesbsiz İlahî bir davetle açılmasından başka, gayrilere kapalı ve mesduddur. İşte bu kapıdan kesb ile, âfak meydanında ve Zâhir isminin daire-i tecellisi altında girip onda yürümek isteyen adam, eğer vusûle ulaştıran bürhan üzerinde âfâk ve kesreti iktisar etse ve matlubun tecellisini bulmak üzere nazarını bürhanlarda hasretse ve tavr-ı aklının mâfevkinde olan hallerde, nübüvvet tavrına inkıyad ve teslimi de rehber ittihaz ederse, ona bir beis yoktur. Fakat bunda terakki ettikçe, maksuddan uzaklaşacak ve şâyet (bu şartları) tecavüz etse,
tokadını yiyecektir.
Hele hususan, aklıyla beraber kalbini dahi o meydanlara gönderir ise; ve ecnebilerin şirk ve tatil üzerine müesses olan edebiyatının memesini emen zevk-i nefsiyesiyle beraber, şirk-i hafîyi tazammun eden nefsin enaniyetini de o yoldaki terakkisine merdiven ve basamak yaparsa, elbette dalâlet derelerine yuvarlanıp, şeytanların pençesine düşecektir.
İkinci kapı ise: Daima açıktır ki, ism-i Bâtın cânibinden ve enfüs dairesi içinde kalb tarafından başlanır. Bunun anahtarı yalnız mahviyet ve terk-i enaniyettir.
İşte ey fâsık ve mağrur edibler! Nereye gidiyorsunuz? Yol orada değil, dalâlete gidiyorsunuz. Dalâlete götürüyorsunuz.
فَتُوبُوا اِلَي بَارِءُكُمْ فَاقْتُلُوا اَنْفُسَكُمْ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِءُكُمْ
Hâlık ve Malikinize tövbe ile rücû' ediniz. Nefsinizin gururunu kırınız. Ve böyle yaparsanız, Hâlıkınızın yanında kendiniz için en hayırlı bir iş yapmış olursunuz.
Önceki Risale: Katre ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Habab: Sonraki Risale
- ↑ Otuzuncu Söz'ün Birinci Maksadı'nın âhirindeki vakıa-i ruhaniyeyi kasdediyor. (Mütercim)