Al-i İmran 103
Önceki Ayet: Al-i İmran 102 ← Al-i İmran Suresi → Al-i İmran 104: Sonraki Ayet
Meali: 103- Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.
Kur'an'daki Yeri: 4. Cüz, 62. Sayfa
Tilavet Notları:
Diğer Notlar:
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Bu nurlu eserler hem okşamak hem korkutmak gibi iki zıt tesiri haizdir. İnsanlara bu iki vasıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikati göz önünde bulunduran şerait-i imandaki esaslara müşabih bir tarzda, Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerini ve hâdimlerini hakikaten ikaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın ders veriyorsunuz:
1- Hubb-u câh yerine, Allah’a imanın bir manası olan rıza-i İlahîyi…
2- Havf ve vehim yerine kadere imanı…
3- Hırs ve tama’ yerine اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ âyet-i celilesi delâletiyle Kur’an’a, kütüb-ü İlahiyeye imanı…
4- Menfî milliyetçilik hissi yerine bütün cin ve inse mürsel, Nebiyy-i Efham (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini; اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ve وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا gibi âyât-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere imanı…
Dördüncü Nükte: Şîaları ilzam edecek kadar kuvvetli bir derstir. Bu şümullü dersten gaye ne olduğu, sonunda mükemmelen icmal edilmiştir. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا emr-i celiline tevfikan, bütün mü’minler tevhide çağrılmıştır.
(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)
Bugün hayreti mûcib, nazarı cazip, dikkati câlib, manası latîf, tertibi zarif, tevafuku nazif, envarı zahir, i’cazı bâhir, zübde-i bürhan, erkân-ı iman, bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an olan ve mübarek Hüsrev’in çok mükemmel bir tarzda istinsah ettiği Yirmi Dokuzuncu Söz ile melfufu cidden çok mühim meseleleri câmi’ ve bedî’ cevapları hâvi On Altıncı Lem’a’yı ve benim gibi tembellere mükemmel bir ders-i ikaz olan mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım Nurlara kavuşmaktan mütevellid nimete mazhariyetten dolayı, Cenab-ı Hallak-ı Rahîm’e teşekkürden âcizim.
Orada kardeşlerimizden beş nevi ibadet hakkındaki izahları ile kötü şahsiyetime değil, sırf Kur’an’a, imana, Nur’a, hakaike müteveccih halime baktım ve kanaatlerimi yokladım. Ben de aynı şeyleri düşünmüş ve kanaat getirmiştim.
1- Ehl-i dalalete karşı mücahede: اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ
2- Neşr-i hakikatte üstada yardım: وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى
وَ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ
3- Müslümanlara iman cihetinden hizmet: اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ gibi âyetlerle اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ hadîs-i şerifi.
4- Kalemle ilmi tahsil: نٓ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ Mademki hakikat ilmi tedris edilmiyor. Elbette mahfî hikmetlere binaen mahdud insanların eline geçen, kulağına giren bu nevi derslerin ciddi tahsili için bilhassa okuması yazması olanların bizzat yazmak suretiyle, bu neticeyi bulacaklarına şüphe edilmemelidir. Bir şeyi yazmak; okumak, anlamak, sonra başka kâğıda nakletmektir ki bu tarzla matlub istifadenin temin edileceği muhakkaktır.
5- Bir saati bir sene ibadet hükmüne geçecek tefekkür: Evet Nurlarla istifade, böyle saatler, zannederim hepimizin meşhudu olmuştur. Sözler’deki hakaiki tefekkür, aynen Kur’an’ın künuzunu manen taharridir ki Fettah ismi imdada yetişerek, öyle muhayyirü’l-ukûl kapılar açıyor ki zevkine nihayet bulunmuyor. Perdesiz, vasıtasız Kur’an’a bakınca zülâl gibi hakaikin tecelli ettiği, bulutsuz havada güneş ve böyle bir havada yıldızlarla süslenmiş semada bedirlenmiş kamer gibi müşahede olunuyor.
Yalnız bunca mesavî ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmîlerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimi şefkat, hakiki re’fet, halîmane iltifat, kerîmane hüsn-ü kabulünüz beni birtakım ümitlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti. Ancak Allah’ın en âciz, en aşağı, en günahkâr, en zalim bir mahlukunu arkadaşlığına kabul ve tahammül eden bir şahsiyet, alelâde olamayıp kuvvetli püştibana, fütur götürmez bir mesnede mâlik olmak lâzım geldiğini teyakkun edebildim.
وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسٖيلَةَ وَجَاهِدُوا فٖى سَبٖيلِهٖ
Riyakârlık olmasın, selim fikrinizden, ciddi tavrınızdan, Kur’an’a ittiba ve temessük yolundaki doğru irşadınızdan, hakiki sözlerinizden, samimi telkininizden, umumî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîg-i şifa, neşter-i ümidin tesiriyle dilşâd ve mutmain oldum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden rahnedar kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum. Zira
وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ مَعَهُ
وَالَّذٖينَ يُمَسِّكوُنَ بِالْكِتَابِ
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا
وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِىَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ
فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ
هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَ هُدًى وَ مَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقٖينَ
قَدْ جَٓاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبٖينٌ
وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطٖى مُسْتَقٖيمًا
مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ
vesaire gibi hakikatler dimağıma yerleşti.
...
Talebe namzedi, sefil Yusuf Toprak
İkinci Nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anûdane particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:
Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.
Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için millete ve memlekete ve vatana âdilane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için… O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى nass-ı kat’îsiyle Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:
Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa aşireti ve taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur, dünyada değil.
Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaya düşecek.
İşte Kur’an’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz.” diye bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini, o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumî’de üç bin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi binler misaller var.
İşte bu vahşiyane irticanın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’an’ın yüzer kanun-u esasîsinden وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “mürteci” namını verip onları müttehem etmek; mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’an’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.
Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve asayişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini –hattâ istibdat ile de olsa– asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız İhtilal-i Kebiri’nin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.
Madem bu ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor, milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset; Garb’a ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’an’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ
وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا
وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى
وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلوُا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ
kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.
Bâhusus bu güruh-u mücahidîn ve bu yüksek meclisin ef’ali taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek, ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş görülmez.
Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu Meclis-i Âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâekall beş defa dine muhtaç olan, şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا âyetine zıttır.
Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî ancak ona istinad ile vezaifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız.
وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ
Kur'ânın Hâkimiyet-i Mutlakası
Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, -yüzde doksandır- bizzât Kur'ânın ve Kur'ânın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes'ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütununu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir?
Cumhuru, bürhandan ziyade me'hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur'ânı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.
Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir.
Meselâ; hükmün me'hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur'ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cümhûrun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal-meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cümudet peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur'ân gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan "kudsiyet"e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.
Demek şeriat kitabları, birer şeffâf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden, paslanıp hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur'âna tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.
Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i'caz ile revnekdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur'âna çevirmek üç tarîkledir:
1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.
2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffâf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur'ânı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitabları gibi; "Muvatta", "Fıkh-ı Ekber" gibi.Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ânı anlamak ve Kur'ânın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.
3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur'ânı gösterip, Kur'ânın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va'azına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş'et eder.
Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemâline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.
Eğer cema'ât-ı İslâmiyenin hacât-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur'âna müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur; ve bu suretle nüfûs üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.
Bununla beraber zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tabi gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır.
Zîrâ "Musavvibe"nin[*[1]] muhalifi olan "Tahtieci"lerden biri der ki: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var." Halbuki cumhur-u avam, mezhebde imtizac etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden; sehven veya vehmen Tahtie'yi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci hubb-u nefisten neş'et eden inhisar-ı zihniyet illetiyle ma'luldür. Ve Kur'ânın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür.
Hem Tahtiecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menba'ı olduğundan; İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehabbüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz. Bu mes'eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü'yada Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur'ândan ders vereceklerdi. Kur'ânı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur'âna ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi. Bilâhere bu rü'yayı, suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: "Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir."
(Sünuhat)
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- ↑ Dört mezheb de haktır. Füruatta hak taaddüd eder diyenlere, ilm-i usûl ıstılahınca "Musavvibe" denir. (Müellif)