Otuz Birinci Söz
Önceki Risale: Otuzuncu Söz ← Sözler → Otuz İkinci Söz: Sonraki Risale
Bu risaleyi okumak için Otuz Birinci Söz okuma sayfasına ve Kur'an hattı ile okumak için Otuz Birinci Söz (Kur'an Hattı) sayfasına gidin
Otuz Birinci Söz Bediüzzaman'ın 1 Mart 1927 tarihinden itibaren zorunlu ikamete tabi tutulduğu Barla'da telif ettiği eserlerdendir ve Sözler kitabının 31. risalesidir. İsra suresinin "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir." mealindeki 1. ayetinin ve Necm suresinin "Battığı zaman yıldıza andolsun ki" mealindeki 1. ayetinin hakikatini doğrulayan ayetlerin en mühim hakikati olan Peygamberimizin mi'racını, o mi'rac içindeki kemalatını, o kemalatı içindeki peygamberliğini ve peygamberliği içindeki çok rububiyet sırlarını ispat eden bir risaledir. Mi’racın sırr-ı lüzumunu, hakikatini, hikmetini ve meyvelerini ders verir. Mi’racın niçin Hz. Muhammed'e mahsus olduğunu, Hz. Muhammed'in nasıl hem kâinatın çekirdeği hem de en son ve nurlu meyvesi olduğunu, kâinatın onun nurundan yaratılmasının anlamını ve Hz. Muhammed'in (asm) mi'racda bu dünyadaki eserlerin makinelerini ve tezgahlarını görmek için ulvi aleme çıkmasının ne demek olduğunu izah eder. Son kısmında Peygamberimizin ayı ikiyi yarma mucizesine gelen itiraz ve vehimleri kesin delillerle reddeder.
Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti
- Mi’rac meselesi iman esaslarını yani Allah'ı, peygamberleri, melekleri vb. kabul ettikten sonra ders verilir. Bu yüzden bu risalede asıl muhatap mü’mindir, mülhidler ikinci derecede dinleme makamındadır. Bununla beraber, mi’racın bütün hakikatlerini inkarcılara da gayet kuvvetli bir surette ispat eder.
- Bediüzzaman bir mektubunda 31. Söz'ün çoklar tarafından şevk ile okunması, yazılması ve neşredilmesi zamanında yağmurun bereketle gelmesinden bahseder.
- 31. Söz'de Peygamberimizin Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmesinin hakikati izah edilir.
- 31. Söz'de Peygamberliğin velayet ile veya ilhamın vahiy ile nisbetinin güneşin bizzat kendisiyle aynalardaki yansımasının nisbeti gibi olduğu ders verilir.
- Risale-i Nur’da imanın hem dünya hem de ahiret meyveleri izah edilir. Bu meyvelere misal 31. Söz'ün sonundaki ve 24. Söz'ün 5. Dal’ında verilmiştir. Tatlı ilim isteyenler okuyabilir.
- Bediüzzaman bir mektubunda iki talebesi Peygamberimizin mucizelerinden bahseden 19. Mektup ile Mi'racdan bahseden 31. Söz'ü ayrı ayrı tashih ederken 31. Söz'ün 600 satırı içinde tek satırda ve 19. Mektup'un 150 sayfası içinde tek sayfada bahsi geçen kuru direğin ağlaması bahsine aynı anda tevafuk etmelerinden bahseder.
İsimleri, Telifi, Neşri/Basımı, İçeriği, Tevafukları ve Gaybi İşaretlerle İlgili Bilgiler
Diğer İsimleri
Mi'rac Risalesi, Mi'raciye Risalesi, Mi’rac-ı Nebeviyeye dair, Mi'rac ve Şakk-ı Kamere Dair.
Zeyli: Şakk-ı Kamer Risalesi
Telif Dili
Türkçe
Telifiyle İlgili Bilgiler
31. Söz'ün de içinde olduğu Sözler 1927-1929 yılları arasında Barla'da telif edilmiştir.[1]
Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler
Kur'an harfleriyle kitap basımının yasaklanması üzerine ilk başta elle çoğaltılan bu risale ancak 1956-1959 yıllarında matbaalarda büyük kitaplar basıldığında Latin harfleriyle basılan Sözler kitabının içinde yer almıştır.
İçeriği
- İhtar: İsra 1. ayetteki zamir'in izahı
- Esas: Mi’racın sırr-ı lüzumu
- Esas: Mi’racın hakikati
- Esas: Mi’racın hikmeti
- 1. Sual: Mi’rac niçin Hz. Muhammed'e mahsustur?
- 2. Sual: Hz. Muhammed nasıl hem kâinatın çekirdeği hem de en son ve nurlu meyvesidir? Kâinatın onun nurundan yaratılması ne demektir?
- 3. Sual: Hz. Muhammed'in (asm) mi'racda bu dünyadaki eserlerin makinelerini ve tezgahlarını görmek için ulvi aleme çıkması ne demektir?
- Esas: Mi’racın meyveleri
- 1. Meyve: Melekleri, cenneti, âhireti ve Cenab-ı Allah'ı göz ile görmek
- 2. Meyve: İslamiyetin başta namaz olmak üzere esasları
- 3. Meyve: Ebedi saadet definesinin anahtarı
- 4. Meyve: Allah'ı görmenin her mümin için imkanı
- 5. Meyve: İnsanın kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni’-i kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğunun anlaşılması.
- Zeyli (Şakk-ı Kamer'e Dair): Ayın yarılma mucizesine gelen evhamları giderir
- Nokta: İlgili ayeti kafirler yalanlamamış
- Nokta: Bu mucize mütevatirdir
- Nokta: Mucizeler ikna içindir, icbar için değildir
- Nokta: Gece ani vakitte olmuş; gören olsa da az olduğundan tarihe geçmez, güneş ve ayın doğma-batma zamanları tüm dünyada farklı
- Nokta: Allah hikmeti icabı çeşitli sebepler perdesinde diğer insanlara göstermemiş
Uzunluğu
Toplam 30 büyük sayfa
- 31. Söz: Toplam 26 büyük sayfa
- İhtar: 2 büyük sayfa
- Esas: 2,5 büyük sayfa
- Esas: 9 büyük sayfa
- Esas: 8,5 büyük sayfa
- Esas: 4 büyük sayfa
- Zeyli (Şakk-ı Kamer Risalesi): 4 büyük sayfa
Ekleri
19. ve 31. Sözlerin Zeyli olan Şakk-ı Kamer mucizesine hakkındaki parça 31. Söz'ün ve 19. Mektub'un sonuna konulmuş ve 19. Söz'ün sonuna alınmamıştır.
Bu Risaledeki Tevafuklar
- Talebesi Hüsrev’in tevafuklu yazdığı 31. Söz Risale-i Nur talebelerini şevke getirip onun tevafukunu, hattâ 7 adet “fakat” kelimelerinin parlak tevafukunu gösteren nüshaları yazarlar. Tam o sıralarda Mi’rac Gecesi kesretli yağmur rahmeti ile gelmesi, Risale-i Nur’un yazılması ve Hüsrev’in Mi’rac Risalesi ve intişarı dahi bir vesile-i rahmet olduğuna dair talebelerine bir kanaat verir.
Bu Risaleye Gaybi İşaretler
- Hz. Ali Celcelutiye kasidesinde sureleri sayarken Zariyat suresinden sonra Tur suresini atlayarak 31. mertebede وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى ifadesiyle açık şekilde miracdan bahseden Necm suresini zikrederek 31. Söz olan Mi'rac risalesine işaret eder.
- Hz. Ali (ra) Celcelutiye kasidesinde sureleri sayarken 19. Mertebede Nur Suresine işaret eden "Kur'ân'da geçen bütün 'Hâ, Mîm'lerde bulunan sırların hakkı için ve risalelere bölünmüş Nur'un hakkı için beni koru ey Nur!.." mealindeki satırları zikreder. Bediüzzaman bu satırlarda nur lafzının tekrarlandığını, 14. Mektup telif edilmediğinden 15. Mertebede yine Nur Suresinden bahsederek buna işaret ettiğini, Nur suresinde Hz. Ayşe'nin temize çıkmasından bahsedildiğini, 35. Ayette geçen nur kelimesindeki zamirin 3 vecihten biriyle üç vecihten birisi ile Muhammed aleyhissalâtü vesselâma baktığını, bu surenin Zat-ı Muhammediye (sav) ile ziyade ilgili olduğunu ve iki defa geçen nur kelimesiyle ve bu sure ile risalet-i Muhammediyeye işaret eden 19. Söz ve 19. Mektuba, belki üç nur kelimesiyle bunlara ilaveten Mirac hakkındaki 31. Söz dahil 3 risaleye baktığını beyan eder.
- Yine aynı kasidede بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا satırıyla Haşre dair meşhur 29. Söz’e, sonra 31. Söz'e ve zeyli olan şakk-ı kamere bakar.
- Hz. Ali (ra) Celcelutiye kasidesinde sureleri sayarken 26. ve 27. mertebelerde اَبَاذٖيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا (Bu cümlede geçen بَعْدَهَا kelimesi "(ondan) sonra" demektir) cümlesi geçer. 30. ve 31. mertebelerde ibare yine değişir ve بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا cümlesinde yine بَعْدَهَا kelimesi geçer. Kasidede bu kelimenin yalnızca bu iki yerde geçmesi (ikincisinde ifade değişerek), bu kelimenin "zeyl" anlamında da olması ve tam da Sözler kitabında risale şeklinde zeyl içeren 27. ve 31. Sözlere (İçtihat hakkındaki 27. Söz'ün sahabelere dair olan zeyli ve Mirac hakkındaki 31. Söz'ün Şakk-ı Kamer (ayın ikiye ayrılma) mucizesine dair olan zeyli) tevafuk etmesi Celcelutiye'de Risale-i Nur'a işaret olduğunu gösterir.
Risale-i Nur'da Derc Edildiği ve Benzer İçerikli Yerler
- Sözler adlı büyük kitapta ve Mi'rac ve Şakk-ı Kamer Risaleleri adlı küçük kitapta tamamı mevcuttur.
- Bu risalenin zeylindeki Şakk-ı Kamer bahsi 19. Mektup'un sonunda ve Zülfikar adlı büyük kitapta da mevcuttur.
- 3. Esas'ın sonundaki 3 sorudan 1. sorunun cevabı 19. Mektup'un sonunda, Tılsımlar Mecmuasında, Bediüzzaman Cevap Veriyor adlı küçük kitapta, Mirkat-üs Sünnet adlı küçük kitapta ve Mu’cizat-ı Ahmediye adlı küçük kitapta mevcuttur.
- 24. Mektup'un 2. Zeylinde Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Nebevî adlı eserinin Mi’raciye kısmına dair beş nükte vardır.
- 6. Şua namazda oturulduğunda okunan ve Mi’rac Gecesinde Cenab-ı Hak ile Resul’ünün konuşmaları olan ettehiyyatü hakkındadır.
- Yine Mi'rac hakkında benzer bir bahis 15. Şua'da mevcuttur.
Peygamberimiz hakkında diğer kısımlar:
- 19. Söz Hz. Muhammed'in (SAV) peygamberliğini 14 reşha adında 14 parlak delille tefsir ve ispat eder.
- Mesnevi-i Nuriye risalesinin Reşhalar kısmı Peygamberimiz hakkındadır ve 19. Söz'e yakın mealli dersler içerir.
- Nur'un İlk Kapısı adlı küçük kitabın 14. Dersinin 14. Lem'ası 19. Söz ile hemen hemen aynı dersleri içerir.
- 10. Söz'de Mukaddeme kısmında uluhiyetin risaleti gerektirdiği izah edilir.
- 22. Söz'ün 2. Makamının 11. Lem'asında Peygamberimizin bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterdiği izah edilir.
- Şuâat-ı Marifeti’n-Nebi namındaki Türkçe uzun bir risalede Peygamberimizin nübüvvetine deliller izah edilir.
- 15. Şua'da imanın altı rüknünün hakikatlerinin Hz. Muhammed’in (asm) risaletine ve hakkaniyetine şahitliğine dair kapsamlı bir ders mevcuttur.
- 19. Mektup peygamberimize dair 300'den fazla mucizeyi izah eder. Özellikle 19. İşaretinde o zatın sıdk ve istikametine dair 15 esas beyan edilir.
- İşarat-ül İ'caz kitabında 23. ve 24. ayetlerin tefsirine dair olan kısım Peygamberimizin nübüvveti hakkındadır.
- 33. Söz'ün 32. Penceresinde Peygamberimizin vahdaniyete delaletinden bahis vardır.
- 31. Söz Peygamberimizin miracına dairdir. Özellikle 3. Esas'ın sonunda mi’rac'ın niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsus olduğu sorusunun cevabı ehemmiyetlidir.
- 7. Şua olan Ayet-ül Kübra risalesinin 16. Mertebesi Peygamberimiz hakkındadır.
- İşarat-ül İ'caz kitabında 23. ve 24. ayetlerin tefsirine dair olan kısım Peygamberimizin nübüvveti hakkındadır.
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği
Bu Risalenin Telifi, Neşri ve Adı Hakkındaki Bahisler
Mi’rac Risalesi’nde asıl muhatap, mü’min idi; mülhid ikinci derecede istima’ makamında idi. Şu risalede ise muhatap, münkirdir; istima’ makamlarında mü’mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı.
(33. Söz)
Mi’rac meselesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melaikeyi kabul etmeyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara mi’racdan bahsedilmez. Evvela o erkânı ispat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek ona karşı beyan edeceğiz. Ara sıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı sözlerde hakikat-i mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatin aslıyla birleştirmek ve kemalât-ı Ahmediyenin (asm) cemaline birden bir âyine yapmak için inayeti Allah’tan istedik.
(31. Söz)
Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler
İşte bu mesele-i mi’raciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’raca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Mi’raciye Risalesi’nin burada çoklar tarafından şevk ile kıraat ve kitabet ve neşrine rast gelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle birkaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acib gürültülerle, söylenmeyecek maddî manevî zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkârane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın meyusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslâmiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak, kâinat bu gecelere hürmet eder “Neden siz etmiyorsunuz?” diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslâmiyeye karşı, hattâ semavat ve feza-yı âlem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki bu işte hususi bir kasd ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve merhamettir, hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.
Bu Risaleye Atıflar
Şu pencere, sema-i risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın penceresidir. Şu gayet parlak ve pek büyük ve çok nurani pencere Otuz Birinci Söz olan Mi’rac Risalesi’yle, On Dokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm Risalesi’nde ve on dokuz işaretli olan On Dokuzuncu Mektup’ta, ne derece nurani ve zahir olduğu ispat edildiğinden, o iki Söz’ü ve o Mektup’u ve o Mektubun On Dokuzuncu İşaret’ini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip yalnız deriz ki:
(33. Söz)
Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mütevatir ve kat’î bir mu’cize-i kübrası, şakk-ı kamerdir. Evet şu inşikak-ı kamer; çok tarîklerle mütevatir bir surette, İbn-i Mesud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eâzım-ı sahabeden müteaddid tarîklerle haber verilmekle beraber, nass-ı Kur’an’la اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ âyeti, o mu’cize-i kübrayı âleme ilan etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler; belki yalnız “Sihirdir.” demişler. Demek, kâfirlerce dahi kamerin inşikakı kat’îdir. Şu mu’cize-i kübrayı, şakk-ı kamere dair yazdığımız Otuz Birinci Söz’e zeyl olan Şakk-ı Kamer Risalesi’ne havale ederiz.
Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nasıl ki arz ahalisine inşikak-ı kamer mu’cizesini göstermiş; öyle de semavat ahalisine mi’rac mu’cize-i ekberini göstermiştir. İşte mi’rac denilen şu mu’cize-i a’zamı, Otuz Birinci Söz olan Mi’rac Risalesi’ne havale ederiz. Çünkü o risale, o mu’cize-i kübrayı, ne kadar nurani ve âlî ve doğru olduğunu kat’î bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da ispat etmiştir.
Risalet-i Ahmediye (asm) delaili hakkında olup Mi’rac Risalesi’nin Üçüncü Esası’nın nihayetindeki üç mühim müşkülden birinci müşküle ait suale, muhtasar bir fihriste suretinde verilen cevaptır.
Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi’rac’da kat’î bir surette ispat edildiği gibi şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-i Kur’aniye, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hakikat-i Muhammediye (asm) ile beraber müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşrederek gele gele tâ nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etemmi olan Kur’an-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.
Risalet-i Ahmediyeye (asm) dair On Dokuzuncu Söz’le Otuz Birinci Söz, nübüvvet-i Muhammediyeyi (asm) delail-i kat’iye ile ispat ettiklerinden, ispat cihetini onlara havale edip yalnız onlara bir tetimme olarak on dokuz nükteli işaretlerle, o büyük hakikatin bazı lem’alarını göstereceğiz.
İşte şu risalenin telifi hiç kalbimde yoktu. Çünkü risalet-i Ahmediyeye (asm) dair Otuz Birinci ve On Dokuzuncu Sözler yazılmıştı. Birdenbire, şu risaleyi yazmak için mücbir bir hatıra kalbe geldi. Hem kuvve-i hâfızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde, nakil suretiyle –“Kāle-Kıyle” suretiyle– gitmemiştim. Hem yanımda kütüb-ü hadîsiye ve siyer kitapları yoktur. Bununla beraber “Tevekkeltü alallah” diyerek başladım.
Mi’rac-ı Nebeviyeye dair Otuz Birinci Söz, hakaik-i mi’raciyeyi usûl-ü imaniye dairesinde izah etmiştir. Ona iktifaen burada ihtisar ediyoruz.
“Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş.” tabiri, bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vâcibü’l-vücud mekândan münezzehtir, her şeye her şeyden daha yakındır. Bu ne demektir?
Elcevap: Otuz Birinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hâssı ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’an’ın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi doğrudan doğruya kelâm-ı İlahî olan Kur’an güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet, her bir âyinede görünen güneşin misalleri, güneşindir ve onunla münasebettardır denilse haktır fakat o güneşçiklerin âyinesine küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!
Sünnet-i seniyeye tamam ittibaı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer.
Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.
Risale-i Nur’daki bütün mizanlar ve muvazeneler, imanın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her mü’minin imanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak belki sümbül verecek ve o surette inkişaf edecek, diye haber verirler.
Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i mi’rac olarak Otuz Birinci Söz’ün âhirinde ve beş meyvesi Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşinci Dal’ında numune olarak yazılmış.
(11. Şua)
اَلصَّلَوَاتُ dür ki hem umumî mi’rac-ı ekber-i Muhammedîde (asm) hem her mü’minin hususi mi’racı olan namaz teşehhüdünde, her gün hiç olmazsa on defa, yüz milyonlar ehl-i iman, o kudsî kelimeyi, Peygamber’in (asm) tebaiyetiyle dergâh-ı İlahîye takdim edip kâinatta ilan ederler. Mi’raca dair Otuz Birinci Söz, mi’racın bütün hakikatlerini –bir muhatap ittihaz ettiği muannid, mülhid, münkirlere karşı dahi– gayet kat’î ve kuvvetli bir surette ispat ettiğine binaen, tafsilatını ve hüccetlerini ona havale ederek gayet muhtasar bir işaretle bu üçüncü kelime-i mi’raciyenin geniş manasını gösteren zîruh, zîşuur taifelerinin acib âlemine bakıp ilm-i ezelînin cilveleriyle Hâlık’ımızın vahdet ve mevcudiyeti içinde kemal-i rahmaniyetini ve rahîmiyetini ve azamet-i kudret ve şümul-ü iradetini bilmeye çalışacağız:
(15. Şua)
Bu Risaledeki Tevafuklar
Dünkü gün Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) tashih edilirken küçük, latîf iki tevafukun on dakika fâsıla ile vücuda gelmesidir. Şöyle ki:
İkişer arkadaş Mu’cizat-ı Ahmediye ve Mi’rac’ı ayrı ayrı tashih ediyorlardı. Mi’rac’ın altı yüz satırı içinde bir tek satır, kuru direğin ağlamasından bahsediyor. Mu’cizat-ı Ahmediye yüz elli sahife içinde bir sahife o bahse dairdir. Birden o iki kısım musahhihler aynı kelimeyi söylüyorlarken içlerinden bir efendi intikal etti, iki kısım aynı kelimeyi söylüyoruz dedi. Baktık, fevkalâde bir surette iki tashih aynı kelime üzerindedir.
O saatten on dakika evvel hem On Dokuzuncu Mektup hem Mi’rac Risalesi ayrı ayrı tashih ediliyordu. On Dokuzuncu Mektup’un yüz elli sahifesi içinde bir tek sahifede kuru direğin ağlamasından bahis var. Mi’rac Risalesi’nde altı yüz satırdan bir tek satır ondan bahseder. Muhtelif tarzlarda, muhtelif vakitte, muhtelif adamlar, muhtelif kitaplarda birden bir tek sözü söylediklerini ben işittim. O da kuru direğin ağlaması idi. Her biri iki kişiden ibaret iki kısım tashihçiler, aynı kelime üstündedirler, o kelimeyi söylüyorlardı. Ben hayret ile dedim: “İki taraf da bir kelimeyi söylüyorsunuz.” Sonra baktık. Mi’racın tashihi aynı kelimeye geldiği gibi On Dokuzuncu Mektup’un tashihi de aynı kelime üzerindedir. Biz hazır olanlar şüphemiz kalmadı ki yedi yaşında Meliha’nın yedi çocuk bahsine tevafuku ve bu iki kısım musahhihlerin aynı kelimede ittifakları, o Mu’cizat-ı Ahmediye bahsinin bir kerametinin bir şuâıdır.
İkinci tevafuk: Bugünlerde Hüsrev’in tevafuklu yazdığı Mi’rac Risalesi’ni burada Risale-i Nur talebeleri şevke gelip aynen tevafukunu, hattâ yedi “fakat, fakat, fakat” kelimelerinin parlak tevafukunu gösteren nüshaları yazdılar, bitirdiler. Ben de tashih ediyordum, başkaları da okuyordular. Birden Mi’rac Gecesi kesretli rahmeti ile gelmesi, Risale-i Nur’un yazılması ve Hüsrev’in Mi’rac Risalesi ve intişarı dahi bir vesile-i rahmet olduğunu talebelerine bir kanaat verdi.
Bu Risale Hakkındaki Gaybi İşaretler
Hem mi’rac-ı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâmı delail-i akliye ile gayet makul ve kat’î bir surette ispat eden ve Otuz Birinci Söz namında ve mertebesinde bulunan Risale-i Mi’rac’a, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) otuz birinci mertebede mi’rac-ı Ahmedî (asm) ve Kab-ı Kavseyn’deki müşahede ve mükâlemeyi sarîh bir surette başlayan Sure-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى nın başında bulunan وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى cümlesi ile sarahate yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve Sure-i وَ الطُّورِ yi bırakarak وَ الذَّارِيَات den sonra وَ النَّجْمِ Suresi’ni zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.
Hem şakk-ı kamer mu’cizesini münkirlere karşı kuvvetli deliller ile ispat eden Mi’rac Risalesi’nin zeyli bulunan Şakk-ı Kamer Risalesi namında otuz birinci mertebenin âhirinde olan o risaleye, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) şakk-ı kameri nass-ı sarîh ile zikreden Sure-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ den iktibas ederek otuz birinci mertebenin akabinde zikredilen وَ بِاِقْتَرَبَتْ لِىَ الْاُمُورُ تَقَرَّبَتْ fıkrasıyla sarahate yakın işaret eder.
…
Ve Âişe-i Sıddıka radıyallahu anhânın beraeti münasebetiyle, âyet-i Nur’un مَثَلُ نُورِهٖ kelimesindeki zamir, üç vecihten birisi ile Muhammed aleyhissalâtü vesselâma râci olmak haysiyetiyle Sure-i Nur Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm ile ziyade alâkadar bulunduğundan, o sure ile risalet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden o iki risaleye iki nur lafzıyla belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden Mi’rac Risalesi’ne dahi işaret etmiş.
…
بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا([2]*) ٭ بِذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ
…
Sonra yirmi altı ve yedide اَبَاذٖيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا der. Sonra otuz ve otuz birincide بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا deyip yine ibareyi değiştirip بَعْدَهَا kelimesini zikreder. Gayet zahir ve kuvvetli bir karine ile içtihada dair Yirmi Yedinci Söz’ün sahabeler hakkındaki çok mühim ve kıymettar zeylini ve mi’raca dair Otuz Birinci Söz’ün şakk-ı kamere dair ve ona çok ihtiyaç bulunan ehemmiyetli zeylini بَعْدَهَا kelimesiyle gösterir gibi kuvvetli işaret eder.
Ben itiraf ediyorum ki ben bu zeylleri unutmuştum, İmam-ı Ali’nin (ra) bu ihtarı ile tahattur ettim. Şakk-ı kameri sâbıkan yazdım. Şimdi bu anda sahabeler hakkındaki zeyli hatırladım.
İşte madem ilm-i belâgat ve fenn-i beyanda bir tek karine ile mecazî bir mana murad olunabilir ve bir tek münasebetle, bir mefhuma işaret bulunsa o mefhum bir mana-yı işarî olarak kabul edilir. Elbette zahir ve çok karinelerden ve emarelerden kat’-ı nazar, yalnız bu iki yerde tam zeyllerin bulunduğu aynı makamda ve zeyl manasında olan بَعْدَهَا kelimesini tekrar suretinde ifadeyi değiştirerek söylemesi, tam bir karinedir ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) mana-yı hakikisinden başka bir mana-yı mecazî ve işarîyi dahi ifade etmek istiyor.
…
Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Mesela yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i ta’dadda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimler ile ve başta, Sözlerin başı olan Birinci Söz’e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de fakat çok güzeldir ve letafetlidir.
…
Hazret-i İmam-ı Ali (ra) تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri ta’dad ederek münâcat eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا; diğeri, otuz birde وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا der. İşte Risale-i Nur’un Sözler’i otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münâcatla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeylleri bulunması ve o zeyllerin birisi Yirmi Yedinci Söz’ün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci Söz’ün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve بَعْدَهَا kelimesi dahi aynı yerde, aynı manada tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) tebeî bir mana ile ve işarî bir mefhum ile Risale-i Nur’a, hattâ zeyllerine bakmak için öyle yapmış.
Bu Risale Hakkında Fihristte Geçen Kısım
âyetlerinin hakikatini teyid eden âyâtın en mühim bir hakikati olan mi’rac-ı Ahmediyeyi (asm) ve o mi’rac içinde kemalât-ı Muhammediyeyi (asm) ve o kemalât içinde risalet-i Ahmediyeyi (asm) ve o risalet içinde çok esrar-ı rububiyeti tefsir eder ve kat’î delillerle ispat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlardan bu risaleyi kim görmüşse karşısında hayran olup, akıldan uzak mesele-i mi’racı en zahir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabul ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i mi’racın âhirlerinde beş yüz meyveden beş meyvesini o kadar güzel tasvir eder ki zerre miktar zevki, şuuru bulunan onlara meftun olur.
Şakk-ı kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını beş nokta ile gayet kat’î bir surette reddedip, inşikak-ı kamerin vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma ile şakk-ı kamerin vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette ispat eder. Şakk-ı kamer mu’cize-i Ahmediyesini güneş gibi gösterir.
Risalet-i Ahmediye (asm) hakkında olup Mi’rac Risalesi’nin Üçüncü Esas’ının nihayetindeki üç mühim müşkülden birinci müşküle ait “Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?” sualine muhtasar bir fihriste suretinde verilen cevaptır.
Hem Otuz Birinci Mertebede
وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى
cümlesiyle sarahata yakın bir tarzda Mirac-ı Ahmedîyi (A.S.M.) delail-i akliye ile gayet makul ve kat'i bir surette ispat eden Otuz Birinci Söz'e hem sûre-i
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ
den iktibas ederek Otuz Birinci Mertebenin akabinde tekrar edilen
وَ بِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ
fıkrasiyle Otuz Birinci Sözün zeyli olan Şakk-ı Kamer risalesine sarahata yakın işaretini gösterir.
Beşinci Dal اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى âyetinin şecere-i nuraniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir surette gösteriyor.
Bu beş meyve ve Otuz Birinci Söz’ün âhirindeki beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun.
Diğer Bahisler
Madem kitapların parçaları ve hediyelerin nevleri birbirine tevafuk ediyor. Öyle ise her bir nevi, bir nevi kitaba işareti var, münasebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise Mu’cizat-ı Ahmediye namında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektup’a muvafakat münasebeti var. Çünkü şu levha o Ravza-i Mutahhara’nın ve Hücre-i Saadet’in suretini gösterdiği gibi, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi dahi asr-ı saadetin manevî suretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işaret ediyor. Şu kubbe, Mi’rac Risalesi’ne bakıyor.
(Barla L.)
Bu kere ikmaline muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki Yirmi Dördüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Mektup’un Beşinci Lem’a’sı Mirkatü’s-Sünne Risaleleri bera-yı tashih ve manzur-u üstadanelerine buyurulmak üzere takdim edildi.
…
Âsım
Bu defaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i iman mabeyninde nihayet derecede muteber ve ehl-i dalalet başında sâıka gibi tesir gösteren Otuz Birinci Söz olan mi’rac ve şakk-ı kamere dair risaleyi ve vahdaniyet ve marifetullah ve muhabbetullaha dair ve ehl-i tahkik meyanında emsalsiz ve pek meşhur ve nurani üç mevkıflı olan Otuz İkinci Söz’ü takdim ediyorum.
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler
Evet dinin, şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve mi’rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arz ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-i Kur’aniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.
Bu Risaledeki Temsiller/Misaller
Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır.
Birisi: Âmî bir raiyetiyle cüz’î bir iş için hususi bir hâcete dair, has bir telefonla sohbet etmektir.
Diğeri: Saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evamir ile münasebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir mükâlemedir.
Bir adam elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır. Onun nisbetinde güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse güneşin kıymeti nisbetinde değil belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şaşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin daimî ziyası ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın, bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” Halbuki evvelki âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise âsârı mahduddur, o kayda göredir.
Bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır.
Mesela, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı a’zam ve ilmiyede halife ve hâkeza sair isim ve unvanları bulunur. Her bir dairede birer manevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve unvana sahip olabilir. Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden başkadır.
İşte böyle bir sultan, istediği bir zatı, bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hâkimanesini gösterip, daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taalluk eden bazı evamir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.
Nasıl ki bir sultanın unvanlarından olan “kumandan-ı a’zam” unvanı, devair-i askeriyenin serasker dairesi gibi küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz’î ve hususi her bir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Mesela bir nefer; o kumandanlık unvan-ı a’zamının numunesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda; çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa o vakit kumandanlık numunesini ve cilvesini mülazım dairesinde görür. O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur ve hâkeza… Yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık unvanını görür.
Şimdi bir neferi o kumandan-ı a’zam, bütün devair-i askeriyeye taalluk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devairi görüp ve görünecek bir makam vermek istese elbette o kumandan-ı a’zam, o neferi onbaşı dairesinden tut tâ daire-i a’zamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.
Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki padişah eğer âciz olmazsa, surî olduğu gibi manevî cihetinde de iktidarı olsa o vakit ferik, müşir, mülazım gibi eşhası tevkil etmez. Bizzat her yerde bulunur. Yalnız bazı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar, çok dairelerde bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.
Şu temsil ile baktığımız hakikat ise acz, onun içinde olmadığı için doğrudan doğruya her bir dairede emir ve hüküm kumandan-ı a’zamdan geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.
Nasıl ki güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. Belki âyine-misal senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin.
Hem mesela bir nefer, kumandan-ı a’zamın şahs-ı manevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını onbaşılıkta gördüğü küçük bir numune ile gayet uzak bir mesafede, manevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakiki onun şahs-ı manevîsiyle kurbiyet ise mülazımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok meratib-i külliyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki kumandan-ı a’zam; emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle –sureten olduğu gibi manen de kumandan ise– bizzat zatıyla o neferin yanında bulunur, görür.
Hem on dakika yatsan bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır.
İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki o saatte on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.
Şimdi iki şahıs farz ediyoruz: Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temaşa ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya, saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir.
İşte bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi aynı zamanda, o muayyen saatte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, burak-ı tevfik-i İlahîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı katedip, acayib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
Mesela, her zînazar gözüyle yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile bir dakikada arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin arştan ferşe, ferşten arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i cennet, mahşerden cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.
On Birinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi nasıl ki bir sultan-ı zîşanın, pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envaı bulunsa hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı olsa; her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir meşher açmak ister ki içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini hem servetinin şaşaasını hem kendi sanatının hârikalarını hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i sanatının en güzel, en latîf sanatlarıyla ziynetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını göstermek için onları seyre ve ziyafete davet eder.
Sonra birisini yaver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulatın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının madeni olan mübarek zatını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın sâni’ini, o sarayın müştemilatıyla, nukuşuyla, acayibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki sanatlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.
Nasıl ki bir zat-ı zîfünun, mu’ciz-nüma bir kitabı telif edip yazsa; öyle bir kitap ki her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar latîf manalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar manalar bulunsa bütün o kitabın maânî ve hakaikleri, o kâtib-i mu’ciz-nümanın kemalât-ı maneviyesine baksa, işaret etse elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o kitabı, bazılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, manasız kalıp beyhude olmasın. Onun gizli kemalâtı zahir olup kemalini bulsun ve cemal-i manevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acib kitabı bütün maânîsiyle, hakaikiyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
Herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşke bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der.
Beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa ne kadar hayret ve meraka düşer.
Âdi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur.
Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenazelerle dolu, işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile bize yabancı olanlar ahbap şekline girse düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse o yetimane ağlayışlar, senakârane “yaşasın”lar hükmüne girse ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse kendi sürurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın.
Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zat, o karanlık perdesinden geçip; sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp sırr-ı teklif zayi olacaktı.
Bu Risalede Geçen Ayetler
Bkz. 31. Söz'de Geçen Ayetler Listesi
Bu Risalede Geçen Hadisler
- Risalede Nasıl Geçtiği: اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ
Meali: Sema, dalgaları karar kılmış bir denizdir.
Kaynağı: Tirmizi, Tefsîru Sûreti'l-Hadîd: 1; Müsned, 2:370
Kaynaklarda geçen şekli: "Şu sizin üstündekinin ne olduğunu biliyor musunuz?" Ebu Hüreyre diyor: Biz dedik: "Allah ve Resulü daha iyi bilirler." Bunun üzerine, Resulullah (A.S.M.) semavatı göstererek dedi ki: "Şu gökler, mevcelenmiş karardade bir köpük iken, aynı zamanda muhafazalı bir tavandır." (Müsned-i Ahmed) - Risalede Nasıl Geçtiği: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ
Meali: Bir şeye sebep olan, o şeyi işleyen gibidir.
Kaynağı: Müslim, İmare 133; Tirmizî, İlim 14; Ebu Dâvud, Edep 115; Müsned, 4:120, 5:272-274, 357
Kaynaklarda geçen şekli: Kim ki İslam'da güzel bir sünnet koyarsa, yani; hayırlı bir işin öncüsü olarak bir işe başlarsa, ondan sonra o şeyle amel edilse, o zaman hem o iyi şeyin sevabı, hem de kendisinden sonra onunla amel edenlerin sevabları onun olur... - Risalede Nasıl Geçtiği: “Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir.
Kaynağı: Sahih-i Müslim hadis no: 291 ve 294
Kaynaklarda geçen şekli: Allah ile mahlukat arasında, nurdan yetmişbin hicab vardır. - Risalede Nasıl Geçtiği: Nass-ı kat’î ile dalalet üzerine icmaları vaki olmayan ümmet-i Muhammediye
Kaynağı: Nazm-ül Mütenasir Fil-Hadis-il Mütevatir sh: 180; Mu'cem-üt Taberani El-Kebir 12/13623 ve 13624, 17/665, 666 ve 667
Kaynaklarda geçen şekli: (Aynı mealde) - Risalede Nasıl Geçtiği: Bir anda dönmüş, gelmiş.
Kaynağı: El-Hasais-ül Kübra -Suyuti 1/439 ve 444; Eş-Şifa - Kadı İyaz 1/190 ve 192
Kaynaklarda geçen şekli: Ümm-ü Hani (R.A.) Resulullah benim evimde yatsı namazını kıldı ve yattık. Sonra fecirde bizi sabah namazına uyandırdı ve bana Mi'racını haber verdi. - Risalede Nasıl Geçtiği: Ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uçmaları...
Kaynağı: Sahih-i Buhari 8/147; Ez-Zühd - ibn-ül Mübarek 2/122
Kaynaklarda geçen şekli: İnsanlar kıyamet gününde Sırat'tan geçişleri iman ve amellerine göredir. Mesela birisi göz açıp kapama sür'atinde geçebildiği gibi, bazıları da atılmış okun sür'atinde geçer. Bir kısmı da sür'atli olan kuş çabukluğunda geçtiği gibi, bir kısmı da sür'atli at koşusu gibi geçerler. Yine bazıları insan koşusu gibi Sırat'ı geçebildiği gibi, bir kısmı da normal yürüyüş ile geçerler. En ahir derecesi, diz üstü emekleye emekleye geçme tarzındadır. (Ez-Zühd) - Risalede Nasıl Geçtiği: Mecerretüssema
Kaynağı: Cem'-ul Fevaid 2/611, Mecma-uz Zevaid 8/135; Mu'cem-üt Taberani El-Kebir 20/123
Kaynaklarda geçen şekli: Ey Muaz! Ben seni ehl-i kitap olan bir kavme göndereceğim. Şayet onlar senden semadaki "Mecre"den sual ederlerse sen, de: "Arş'ın altındaki bir yılanın ağız suyudur." (Mu'cem-üt Taberani) - Risalede Nasıl Geçtiği: Kainat Nur-u Muhammedi (A.S.M.) çekirdeğinden halk olunduğu…
Kaynağı: El-Havi Lil-Fetava - Suyuti 2/545; Hüccetullah Ale-l Alemin, Nebhani sh: 52
Kaynaklarda geçen şekli: Ey Cabir! Cenab-ı Allah bütün eşyadan evvel senin Peygamberinin nurunu kendi nurundan halkeyledi. - Risalede Nasıl Geçtiği: Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: “Böyle bir hâdiseyi gördük.”
Kaynağı: Feth-ül Bari - İbn-i Hacer 7/145; El-Bidaye Ve-n Nihaye - İbn-i Kesir 3/119; Delail-ün Nübüvve - Beyhaki 2/266 ve 268
Kaynaklarda geçen şekli: Vaktaki sağdan soldan kafileler Mekke'ye geldi, onlara sordular, hepsi de Kamer'in ikiye bölündüğünü gördüklerini haber verdiler." (Feth-ül Bari)
Cenab-ı Allah'ın Bu Risalede Geçen İsim, Sıfat ve Şuunatı
- Alîm
- Allah
- Âmir-i Mutlak
- Celil-i Zülcemal
- Cemil-i Zülcelal
- Cenab-ı Hak
- Emr-i kün feyekûn'e mâlik
- Ezel ve ebed Sultanı
- Fâtır-ı Hakîm
- Hakîm
- Hâkim
- Hâkim-i arz ve semavat
- Hâkim-i ezel ve ebed
- Hâkim-i Mutlak
- Hakîm-i Zülcelal
- Hâkim-i Zülkemal
- Hâlık
- Hâlık-ı âlem
- Kadîr
- Kadîr-i Ezelî
- Kadîr-i Zülcelal
- Kâinat Hâlık’ı
- Kerîm
- Mâlik-i Zülcelal
- Mâlikü’l-mülk
- Mâlikü’l-mülk ve’l-melekût
- Mâlikü’l-mülki Zülcelal
- Mütekellim
- Nakkaş-ı Ezelî
- Rab
- Rabbü’l-âlemîn
- Rahîm
- Rahman
- Rahman-ı Zülcemal
- Sahib-i âlem
- Samed
- Sâni
- Sâni’-i âlem
- Sâni’-i kâinat
- Sâni’-i mevcudat
- Sâni’-i Muhteşem
- Sâni’-i Zülcelal
- Sâni’-i Zülcemal
- Sâni’-i Zülkemal
- Sultan-ı Ezelî ve Ebedî
- Sultan-ı Zülcelal
- Şems-i Ezel
- Şems-i ezel ve ebed
- Şems-i ezel ve ebed Sultanı
- Şems-i Ezelî
- Zat-ı Celil-i Zülcemal
- Zat-ı Ehad ve Samed
- Zat-ı Ehadiye
- Zat-ı Kibriya
- Zat-ı Zülcelal
- Zat-ı Zülcelali ve’l-kemal
Peygamberimizin Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
- Ahmed
- Bütün evliyaların sultanı
- En meşhur meyve
- En muhteşem semere
- Fahr-i Âlem
- Habib-i Ekrem
- Hazret-i Muhammed
- Muhammed
- Muhammed-i Arabî
- Muhbir-i Sadık
- Peygamber
- Resul-i Ekrem
- Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet
- Umum ehl-i cennetin reisi
- Umum melaikenin makbulü
- Umum mü’minlerin imamı
- Umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve
- Zat-ı Ahmediye
Kur'an'ın Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
- Kur’an
- Kur’an-ı Hakîm
Bu Risalede Geçen Salavatlar
- اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَ نَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَاءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ مَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَصْحَابِهٖ اَجْمَعٖينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلٰى اٰخِرِ الْمَحْشَرِ
Meali: Allahım! Onun işaretiyle ay parçalanan, parmaklarından kevser gibi sular akan, gözün asla şaşmadığı Mirac mu'cizesinin sahibi, Efendimiz Muhammed'e ve bütün âl ve ashabına, dünyanın iptidâsından mahşerin âhirine kadar salât et. - عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهِ الصَّلَاةُ وَ التَّسْلٖيمَاتُ مِلْأَ الْاَرْضِ وَ السَّمٰوَاتِ
Meali: Ona ve âline, yer ve gökler dolusunca salât ve selâm olsun. - Aleyhi efdalü’s-salâti ve ekmelü’s-selâm
Meali: En üstün salât ve en mükemmel selâm onun üzerine olsun.
Bu Risalede Geçen Dualar
- اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ مَنِ انْشَقَّ الْقَمَرُ بِاِشَارَتِهِ اجْعَلْ قَلْبٖى وَ قُلُوبَ طَلَبَةِ رَسَائِلِ النُّورِ الصَّادِقٖينَ كَالْقَمَرِ فٖى مُقَابَلَةِ شَمْسِ الْقُرْاٰنِ اٰمٖينَ اٰمٖينَ
Meali: Allahım! Bir işaretiyle ay parçalanan zâtın hürmetine, benim kalbimi ve Risale-i Nur'un sadık talebelerinin kalblerini, Kur'ân güneşine mukabil bir ay hükmüne getir. Âmin, âmin.
Bu Risalede Geçen Zikirler
Bu Risalede Geçen Emir ve Tavsiyeler
- İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve müslim gözlerini tak.
Bu Risalede Geçen Darb-ı Meseller/Deyimler
Bu Risalede Geçen Düstur, Kaide ve Tespitler
- Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melaikeyi kabul etmeyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara mi’racdan bahsedilmez.
- Velayet zıllden geçer… Risalette zıll yoktur.
- Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır.
- Nur-u a’zam olan risalet ise akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki bir ân-ı seyyale kâfidir.
- Hakikat-i mi’rac… Zat-ı Ahmediye’nin (asm) meratib-i kemalâtta seyr ü sülûkundan ibarettir.
- ...tâ Kab-ı Kavseyn’e, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama…
- Cism-i Muhammedî (asm), elbette onun ruh-u âlîsiyle arşa kadar beraber gidecektir.
- Feza-yı ulvi, bi’l-ittifak “esîr” ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyalat-ı latîfe, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder.
- Âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması vardır.
- Cennette, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor.
- Bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
- Zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir.
- Cemal hem kemal, ikisi de mahbub-u lizatihîdirler. Yani bizzat sevilirler.
- Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin; anâsır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.
- Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir.
- Binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.
- Şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok.
- Çekirdek daima çıplak olamaz.
- Bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir.
- Âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i ulviyededir.
- Her kalp sahibi bir insan; zîcemal, zîkemal, zîihsan bir zatı sever.
- Mu’cize, dava-yı nübüvvetin ispatı için münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir.
- Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak
- İman ise aklın ihtiyarıyladır.
Bu Risalede Geçen Halk Dili İfadeler
- Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek, elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki körler de görebildiği için biz de deriz ki:
- Fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insan…
Bu Risalede Geçen Edebi ve Dikkat Çekici İfadeler
- Bu seyahat-i cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acayib-i sanat-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür.
- Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram’dan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksa’ya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidretü’l-münteha’ya tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.
- O bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için…
- Mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (asm) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki bütün kâinatın Rabb’i ismiyle, bütün mevcudatın Hâlık’ı unvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyettir.
- Onun velayeti, risaletine mebde olur… Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş.
- Mi’rac ise velayet-i Ahmediyenin (asm) keramet-i kübrası hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor.
- ... Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.
- Rabbü’l-âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat birbirine benzer tecelli ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufatında başka başka fakat birbirini ihsas eder unvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat birbirini ikmal eder tasarrufatı vardır. Ve rengârenk sanatında ve masnuatında çeşit çeşit fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyeti vardır.
- Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, çünkü ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır, elbette bütün devair-i rububiyetle alâkadardır.
- Muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz. Manidar bir kitap, kâtipsiz olmaz. Sanatlı bir nakış, nakkaşsız olmaz.
- Bir işte iki hâkimin bulunması, o işin intizamını bozuyor.
- “Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. İşte mi’rac budur.
- Cenab-ı Hak her şeye, her şeyden daha yakındır. Fakat her şey, ondan nihayetsiz uzaktır.
- Şu kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için kesret tabakatının müntehasından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlukatında cemal-i sanatını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.
- Cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.
- O kitap, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış.
- Bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder.
- ...şu kâinatın tahavvülatındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkülün muamması…
- Kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zatında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.
- Velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış.
- İnşikak-ı kamer, dava-yı nübüvvete delil olmak için o davayı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiğinden hem ihtilaf-ı metali’ ve sis ve bulutlar gibi rü’yete mani esbabın vücuduyla beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudat-ı semaviye pek az olduğundan bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir.
- Eğer Fâtır-ı Hakîm inşikak-ı kameri, feylesofların hevesatına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi o vakit sair hâdisat-ı semaviye gibi; ya dava-yı nübüvvete delil olmazdı, risalet-i Ahmediyeye (asm) hususiyeti kalmazdı veyahut bedahet derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek.
- Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namına ve iman hesabınadır.
- Mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayet
- Zat-ı Ahmediye (asm) kamerin açılmış iki nurani kanadı gibi risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile evc-i kemalâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış hem ehl-i semavat hem ehl-i arza medar-ı fahir olmuştur.
Bu Risalede Bahsi Geçen Şahıslar, Eserleri ve Eserlerinden Alıntılar
- Abdülkadir-i Geylani: Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile bir dakikada arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor.
- Ebu Talib: Yetim-i Ebu Talib’in sihri semaya da tesir etti.
- Ebubekir: Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp sırr-ı teklif zayi olacaktı.
- Ebucehil: Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp sırr-ı teklif zayi olacaktı.
- Hüseyin-i Cisri: Şu zamanda dahi Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dair yüz on dört işarî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Hamîdiye”de göstermiştir.
- İmam-ı Rabbani: Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile bir dakikada arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor.
- İsa (as): Mesela, ism-i Kadîr’e mazhar Hazret-i İsa aleyhisselâm, hangi semada Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile görüştü ise işte o sema dairesinde Cenab-ı Hak, Kadîr unvanıyla bizzat orada mütecellidir.
- Kisra: Veladet-i Ahmediye (asm) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan Eyvan’ı inşikak etmesi gibi irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
- Musa (as): Mesela, Hazret-i Musa aleyhisselâmın makamı olan sema dairesinde en ziyade hüküm-ferma, Hazret-i Musa aleyhisselâmın mazhar olduğu “Mütekellim” unvanıdır ve hâkeza…
- Risale-i Hamidiye: Şu zamanda dahi Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dair yüz on dört işarî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Hamîdiye”de göstermiştir.
- Sadeddin-i Taftazani: Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: İnşikak-ı kamer; parmaklarından su akması umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfarakat-ı Ahmediyeden (asm) ağlaması umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir.
- Satih: Tarihçe sabit, Şıkk ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (asm) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhir Zaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.
- Şıkk: Tarihçe sabit, Şıkk ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (asm) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhir Zaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.
Bu Risalede Bahsi Geçen Yerler
- Amerika: Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor.
- Avrupa: Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin başına…
- Çin: Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor.
- Eyvan: Veladet-i Ahmediye (asm) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan Eyvan’ı inşikak etmesi gibi irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
- İngiltere: Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor.
- İspanya: Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek.
- Japonya: Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin başına…
- Kabe: Veladet-i Ahmediye (asm) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan Eyvan’ı inşikak etmesi gibi irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
- Mescid-i Aksa: Kur’an-ı Hakîm, Habib-i Ekrem aleyhi efdalü’s-salâti ve ekmelü’s-selâmın mi’racının mebdei olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyranını zikrettikten sonra…
- Mescid-i Haram: Kur’an-ı Hakîm, Habib-i Ekrem aleyhi efdalü’s-salâti ve ekmelü’s-selâmın mi’racının mebdei olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyranını zikrettikten sonra…
- Serendip Adası: Görmediğimiz Serendip Adası’nın vücudu gibi tevatürle vücudu kat’îdir, demişler.
- Yemen: Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: “Böyle bir hâdiseyi gördük.”
Bu Risalede Bahsi Geçen Hadiseler
İlgili Resimler/Fotoğraflar
İlgili Maddeler/Kategoriler
- Sözler: 31. Söz'ün içinde olduğu büyük kitap
- 31. Söz'de Geçen Ayetler Listesi
Önceki Risale: Otuzuncu Söz ← Sözler → Otuz İkinci Söz: Sonraki Risale
Kaynakça
- ↑ https://risale.online/soru-cevap/risalelerin-telif-tarihleri
- ↑ Haşre dair meşhur Yirmi Dokuzuncu Söz’e, sonra Mi’rac ve zeyli şakk-ı kamere bakar.