Risale:Şualar'ın Fihristi (Fihrist Risalesi)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Onuncu Şua (Fihristenin 2. Cildi)Fihrist RisalesiMesnevi-i Nuriye'nin Fihristi: Sonraki Risale

Şuâlar

Birinci Şua[değiştir]

1350 tarihinden sonra gözleri kamaştıran ziyâ-i faaliyetle nev-i beşerin mühim bir kısmını kendine teshir eden ve edecek olan Risale-i Nur Külliyatından Otuz Birinci Lem'a'nın Birinci Şuâ'ı işârât-ı Kur'âniye olup, bu Şuâ'nın fevkaladeliğini gösteren ve sisli bir asırda semlenmekte olan nev-i beşeri idam-ı ebediden alıp hayat-ı bakiyeye ve boğucu bir zulmetten çıkarıp, halaskâr bir nura atlatan ve "Risale-i Nur" ismiyle müsemma kılınan Külliyat-ı Nuriye'ye mânen ve makamen ve cifren bakan ve böyle müşevveş bir zamanda o Nurun intişarını ve kıymetini sarahat derecesinde haber veren otuzüç âyât-ı Kur'âniye bu risalede münderiçtir. Yalnız beş âyet nümune olarak bu fihristede dercedildi.

Birincisi:

وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

ilâ âhir âyeti olup, mânen Risale-i Nur'u gösterdiği gibi, makam-ı cifrisi dahi 1344 olmakla bu tarihte Risale-i Nur'dan daha ziyade bu vazife-i kudsiyeyi müşkil şerait içinde ve ağır tazyikat altında sebatkarâne ifâ eden başkası görülmediğinden; ve Kur'ân'ın müteşâbihlerini ehl-i ilhad hilaf-ı hakikat te'vilât ile tahrife başladığı hengâmda, hakiki bir taife Kur'ân'ın müteşabihatını vaktinde ve yerinde tefsir ve tabir ettiklerinden Kur'ân onlara birkaç cihetlerden hasr-ı nazar eder.

İkincisi:

اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ

şu âyet 1350 olan makam-ı cifrisiyle ve gayet mûciz ve mu'ciz olan mânâsıyla o tarihleri muteâkip ehl-i ilhad ve dalâletin tecavüzatlarından ârız olacak yılgınlığı ref' ve izale ve Risale-i Nur nâşirinin galibiyetiyle neticeleneceğini, çok hakikatdârâne, hoş bir eda ile nazargâh-ı âmmeye vaz' eder.

Üçüncü âyet:

وَ اِنْ كُنْتُمْ مَرْضَۤى اَوْ عَلَى سَفَرٍ

ilâ âhir... Şu âyet ahkâm-ı zahiresiyle Şeriat-ı Garrâ-i Ahmediyenin (A.S.M.) taharete müteallik bir meselesini beyan etmekde olup, makam-ı cifrisi ve bid'at ve dalâletin hemen tekemmül etmekte olduğu 1357 tarihine tevafuk ile, kemalin zevali sırrına, mazhariyetle beraber, şimdiye kadar ne görülmüş, ne işitilmiş, ne bilinmiş -tabir hata değilse- bâkir bir mânâsını yâr ve ağyârın bilâ-itiraz şu zamanda itiraf edecekleri ve kat'iyen inkâra mahal bulamayacakları gayet hikmetdâr ve kıymettâr bir mahz-ı hakikat olarak çok ehemmiyetli, şu asrın bir vechini açar. Ve gayet merakâver olmakla mütâlaâya lâyık ve sezâdır. Hem şu devirde bir cihette mânâ-yı işâriyle nazar-ı Kur'ân Risale-i Nur'a tam bakar gibidir" demek, mübâlağa değildir. Belki hak ve ayn-ı hakikattır.

Dördüncüsü: Beşinci mertebedeki

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ

âyetidir ki, pek zahir bir işaretle hem cifir, hem mânâca Risale-i Nur'a ve tercümanına bakar.

Beşincisi: Birinci mertebedeki Âyetü'n-Nur olan

مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َالْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ

ilâ âhir ki, cifrî ve mânâ cihetinde on vecihle Risale-i Nur'a bakar ve baktırır. Diğer üç-dört âyet de, Risale-i Nur'un sâdık şakirdleri ehl-i cennet olacaklarını ve imanlarını kurtaracaklarını ve imanla kabre gireceklerini müjdeli işaret veriyorlar.

Bu Birinci Şua risalesi bir derece setredilmesi ve izhar edilmemesi tavsiye edildiğinden, bu kısacık nümune ile iktifa edildi.

M. Sabri

(Rahmetullahi Aleyh)

İkinci Şua[değiştir]

Bu şuâ, esmâ-i Rabbi'l-Âlemin'den "Allahü Ehad" ism-i celîlinin inkişafıyla Otuzuncu Lem'a olan ve "Sekine" tabir edilen " Ferdün, Hayyün, Kayyûmün, Hakemün, Adlün, Kuddûsün " esmâ-i azimesinin yedinci nüktesi olarak gayet mühim akâid ve delâil-i İslâmiyeyi ve esrar-ı imaniyeyi hâvi bir risale olup, üç makam, üç meyve, üç muktazî, üç hüccet, bir hâtime olarak tanzim ve tekmil edilmiştir.

Birinci Makamın Birinci Meyvesi: Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin Cemâl-i İlâhisi ve Kemâl-i Rabbânisi ancak Tevhid ve Vahdette tezahür ettiğini makûl ve mütesânid bir şekilde iddia ve ispat ile akl-ı kâmil ve kalb-i selim sahiplerini hayran edecek bir i'câz ve îcaz ile mahlûka Hâlıkını ra'ye'l-ayn derecesinde tanıttıracak bir makamda bir ders-i hikmettir.

İkinci Meyve: Bu meyve dahi kâinatın zât ve mahiyetinden bahisle

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

sırrıyla kâinatın icmal edilmiş bir nümune-i acibesi olan nev-i insan "kendisini bilmekle Rabbi'sini bilir" ferman-ı nebevisi, tam şu zamanda dertlere derman olacak bir tertipte tastîr edilmiştir. Nev-i beşer, sebeb-i hilkatiyle hem sâir zîruhların fevkinde akıl, vicdan, kalb ve ruh gibi mühim techizatla küre-i arza sultan olduğu halde, bazı insan suretini takınan akrepler Zât-ı Bârî hakkındaki küfr-ü mutlaklarıyla o kadar çıfıtlık gösteriyorlar ki, âdeta bütün kâinatı ve bilhassa kendi vücudlarını inkâr ediyorlar. Bu gibi mühlik ve sekametli bir uçurumdan gidenlere gayet müstakîm bir yol ve son derece şevkli bir cadde ve baki bir hayata ve saadete mazhar olmak isteyen ashab-i şuur, şu meyveden müstefîd olmakla ebedî bir hayat kazanabilir.

Üçüncü Meyve: Mahlûkattan zîşuur olan insana bakar. Der ki: "Ey Âdemoğlu! Sen mahlûkatın en nazenin ve pek mükerrem ve mükemmelisin. Çok mes'ûd ve mümtaz olmak, tâ ebede kadar elini yetiştirmek ve temin-i istikbal-i ebedî etmek ve Hâlık-ı Âlem'in muhatabı, hem dostu olmak istersen, Zât-ı Ehad ve Samed olan Cenab-ı Rabbi'l-Âlemin Hazretlerine Tevhid ile tam i'tisam eyle. Ve illâ zîhayat ve zîruh içindeki imtiyazın kemâl ve saltanatın bâd-ı hevâ olup, mahlûkatın pek bedbahtı ve mevcudâtın çok süflîsi ve hayvanâtın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlü ve gamlı ve elemlisi ve azaplısı olacağını, delâil-i akliye ve nakliye ve kat'iye ile tefhim ediyor.

İkinci Makam

Birinci muktazî: Tevhid ve Vahdâniyeti aklına sığdıramayıp, kabul edemeyen, bilakis şirk içine hâh-nâhah girenleredir.

Her fiil bir fail ister. Hâkim-i münferidliğin şe'n ve muktazîsi, istiklâl ve başkasının müdahalesini reddetmektir. Bir tek işte müstebidâne iki âmir-i hâkim bulunamaz, bulunsa ihtilâl başlar. İntizam bozulur, herc ü merc olur.

Temsilleriyle nur-u Vahdet'i akıl ve kalbin merkezinde ay gibi parlatır, güneş gibi şuâlandırır bir kimyâ-yı saâdettir.

İkinci muktazi: Vahdaniyeti kabulde akıl ve ruha son derece bir sühûlet ve şirkte müşkil bir suûbet bulunmasıdır. Çünkü gözönünde olan hayvanât ve nebâtâtın ihyâ ve imâtesi kendi kendine hem dâvâ, hem delildir. Bunlarda hiçbir kimsenin tesiri olamadığını ve bu ef'âlin sırf bir emr-i Rabbâni ile olduğunu takdir ve tasdik edemeyen şeklen insan olanlar, kendi vücudlarını divânece nefy ve inkâr etmişlerdir. Bütün mevcudâtı adem-i zahirîden vücud-u hariciyeye çıkaran Zât-ı Bârî'ye intisab ve istinad bir neferin bir kumandan-ı âzama intisab ve istinadıyla arkasındaki küllî kuvvetlere dayanarak tek başıyla bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kal'ayı teshir ederek harikulâde bir eseri gösterdiği gibi; Kadir-i Mutlak'ın meşîet ve iradesiyle bir karınca bir Firavun'u, bir sinek bir Nemrut'u, bir mikrop bir Cebbar'ı mağlûp etmesi, akıl ve ruhu kendine yâr olanlar için sarsılmaz bir burhan, feshedilemez bir ferman olduğunu vâzıhan irâe eder.

Tevhid'in üçüncüsü muktazisi: Her şeyin hilkatinde, hususiyetle zîhayat masnûların evsaf ve eşkalindeki alâmet-i harikulâde o kadar aciptir ki, küçük bir çekirdek bir meyvenin bir meyve bir ağacın, bir ağaç bir nev'in, bir nev' de dolayısıyla kâinatın küçük bir nümunesi bir misal-ı asğarı, bir mücmel ve muhtasar fihristesi olduğunu ve bunlardan herbirinin lisan-ı hal ile "Beni kim yarattı, yoktan var etti ise, bütün enva ve ecnasımı da o Hâlık halketmiştir" dâvâsını derece-i sübuta îsal ettiğini kanaat-ı tâmme bahşeder bir halde beyan eder.

Üçüncü Makam

Vahdet-i Bârî'nin tahakkukuna dâl olan hadsiz hüccet ve alâmetlerden üç hücceti beyan eder.

Birinci Hüccet ve Alâmet:

وَحْدَهُ

kelimesinin tecelli-i tâmmı ile herşeydeki birlik, bu dâvâ-yı vahdeti takviye ve te'yid eder. Meselâ Küre-i Arzın senevi hareket-i devriyesi bidâyet-i hilkat-i arzdan tâ kıyamete kadar bir siyakta yürümesi keza, kamerin ve şemsin devr ve cereyanları, insan ve sair hayvanatın teşekkülât-ı bedeniye ve cismiyelerindeki cihazatça yeknesaklığı, kezâlik, envâ ve esnaf-ı nebatatın şeklen ve halen bir olması gibi binler birlikler, onların Fâtır-ı Akdes ve Kâdir-i Zülkemâl'inin bir olması hususiyetine delâlet ettiğini hayret-efzâ bir üslûp ile tasvir ve tefhim eder.

İkinci alâmet ve hüccet:

لاَ شَرِيكَ لَهُ

kelimesinin müfâd ve netâicidir. Evet, herşeydeki intizam-ı tâm ve hakiki bir mizan ve mükemmel bir ittihad

لاَ شَرِيكَ

kelimesini tasdik ve te'kid etmektedir. Zira şirket bütün ef'al ve ahvalde dahi vahdete mübayin ve münafidir. Şirket, vahdetin iktiza ettiği birlik sikkesini nakzeder. Halbuki herşeyde güneş gibi zâhir olan birlik ve hiçbir suretle kabil-i inkâr olamayan ihsanat-ı Rabbaniye

لاَ شَرِيكَ

kelimesine bakan münasebet-i hakikiyesi mutabakat-ı tâmme ile Vahdet-i Bârî'yi izhar ve tavsif etmekte olup, bu bâbda varid olan iki sualden.

Birincisi: Zîhayatta bulunan musibetlerin, hastalıkların, beliyyelerin ve ölümlerin hüsün ve cemal neresindedir? İtirazına karşı herşeyin kıymeti, ehemmiyeti ve hassası ancak zıtlarıyla tezahür ve tebarüz ettiğini, ezcümle, ziyânın kıymeti, ehemmiyeti ve hassası karanlıkla, ateşin lüzumu ve ehemmiyeti soğukla, iyilerin ve hüsn-ü ahlâk sahiplerinin yüksek dereceleri fenaların ve ahlâksızların vücuduyla zâhir olarak iktisab-ı kıymet ve ehemmiyet ettikleri gibi, sureten çirkin ve bed görülen mesâib ve beliyyât ve vefiyât; selametin, saadet ve hayatın ayineleri olup, mânen hüsün ve cemal ifade ettiğini...

İkinci sual: Birinci sualin cevabı umumi surette şayan-ı kabul olsa. Madem ki, Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Ale'l-Itlak, nasıl olur ki ferdleri ve şahısları musibete, şerre ve çirkinliğe müptelâ eder? sualine karşı Esmâ-i Hüsnâ'nın hadsiz ve kayıtsız cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o külli kavânin ve âdetullah düsturlarının umumî kanunlarının şâzlarıyla, hem şerli cüz'î neticeleriyle ibtilâ etse de, o cüz'î şerler ve ibtilâlar o kanunların cereyanlarının cüz'î muktezâları olduğu cihetle, elbette külli maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve icabına riâyet etmek, o kanunların muktezaları olmakla beraber, o cüz'î elîm neticelere karşı dahi Hâlık-ı Zülcemâl Hazretleri imdâdât-ı hassa-i Rahmâniyesiyle ve ihsânat-ı hususiye-i Rabbâniyesiyle, mesâibe giriftar olanlarını istiğaselerine yetiştiğini ve Fâil-i Muhtar olduğunu gösterdiğini, etraflı delâil-i mesrûde ve hüccet-i kâtıa ile ispat edip, cüz'î insaf ve imanı olan insanları dahi teslimiyete mecbur eder.

Üçüncü alâmet ve hüccet: Lâ-yetenâhî bir sikke-i tevhid,

لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ

kelimeleriyledir. (Evet, bu kelimeler) cüz'i olsun, külli olsun, zerrâttan seyyarâta kadar herşeyde öyle sarih bir sikke-i tevhid ve vahdaniyet var ki, dünya ve mâ-fîhâ kadar herşeyde âşikâre bir surette Mâlikü'l-Mülk'ü irâe ve tasarrufâtını ilan eder.

Zira, o tâifelerin erzak ve elbisesi, talimat ve terhisâtı cihetinde mer'î ve meşhud olan kemal-i intizam ve hüsn-ü idare hâs bir sikke-i tevhid olduğu gibi, insan ve sâir hayvanâtın yüzüne, sâir ebnâ-yı cinsleriyle beraber alâmet-i fârika olmak üzere konulan sikke-i tevhid ve hâtem-i ehadiyet çok parlak bir mühr-ü vahdet olduğunu serd ve bayandan sonra der:

"Ey insan-ı gafil! Düşün, Âgâh ol, dikkat et. Makamların, meyvelerin, muktazilerin, hüccet ve alâmetlerini nazar-ı dikkate al. Bu âlemde tasarruf eden ve hallâkiyetini ve Rahmâniyetini ve hakîmiyetini her nev'î mahlûkatına in'âm ve ihsanatı ile tanıttırıp, kendini sevdiren bir Hâlık-ı Kerim ve Kâdir-i Hakîm azamet ve kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haşri vukûa getirmeyerek, bir dâr-ı beka ve saadeti açmayıp, bütün hikmetlerini ve rahmetlerini ve kemâlât-ı Rububiyetini inkâr ettirsin. Hâşâ, yüzbinler defa hâşâ! "Kelâm-ı takdis ve tenzihiyle zaman-ı hâzırın, hususiyle akide-i mü'minînin akaid-i imâniyelerindeki pek vahim ve elim tahribâtı bir kat daha tamir ve tahkim ve takviye ve tersîn eder.

Hem haşirde ruhun cesedine iâdesine ve her ferdin bir anda içtimâına dâir üç mühim temsili irad ile ra'ye'l-ayn derecesinde ispat ve daha bunlara mümâsil bir çok ihyâ misallerini ihtivâ eder.

Bu bâbda diyebilirim ki: Sirâcü'n-Nûr'un herbiri mahbubiyette tufûliyetini, faâliyet ve cevvâliyette şebâbiyetini, kuvve-i tesiriye icrâ ve infaz cihetinde şeyhûhetini mânâ-yı tâmmıyla eda ve îfa eder nazirsiz bir güldür, Furkân'ın bağından gelmiş bir bülbüldür.

M. Sabri

(Rahmetullâhi Aleyh)

Üçüncü Şua[değiştir]

Cenab-ı Hakka ilme'l-yakîn ve hattâ ayne'l-yakîn derecesinde iktisab-ı marifet ederek, ubûdiyetin

كَمَا هِىَ حَقِّهَا

iktizâ ettiği acz ve fakr-ı tâmmı izhar ederek Dergâh-ı İlâhiyeye iltica ve huzur-u Rahmân'a takarrüb gibi mezâyâ-yı insaniyeyi bihakkın tâlim ve dünya ve mâ-fihâya malik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiyâ Aleyhi ekmelü't-tehâyâ Efendimizin münâcâtından ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanın tesbih ve tahmid ve senâ ve duâya münhasır 700 adet âyâtından me'hûz nazîrsiz şu Münâcât'ın menba-i mânevîsi;

Başta: Hilkat-ı âlem hakkında âyât-ı adideden ve âyet-i celileden...

Saniyen: Cevşenü'l-Kebir'in binbir esmasından hilkat-i mevcudat ile münasebattar birkaç ukdelerinden...

Salisen: "İlim şehrinin kapısı" ta'bir-i senâiyye-i Nebeviyye'sine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Keremallahü Vechehünün (R.A.) ecram-ı semâviye ve mevcudat-ı arzıye ile Vücub-u Vücud, Vâhid-i Ehadi ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi muktedâbih ittihaz ederek mevzu ve gaye-i maksadı o kadar ta'mik ve tevsî eder ki, bu hakaika ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menût ve mütevakkıf olup, yalnız mükerreren sâdır olan emre mutâvaat niyet ve kasdıyla şurû edilen şu Fihriste'de deriz:

Birinci Fıkra'da; semâvâttaki devran ve bu kesret içindeki acip sükûnetle kemal-i fâaliyet, Mâbud-u Bi'l-Hak olan Vâcibü'l-Vücud Vâhid-i Ehad'e delâlet ettiğini...

İkinci Fıkra'da; fezanın, bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraât-ı hayret-efzâsı, yine mezkûr-u bilküll-i lisân olan Vâcibü'l-Vücud Vâhid-i Ehad'e dâl bulunduğunu...

Üçüncü Fıkra'da; unsurlar, sâir müştemilatiyle ve küre-i arz umum mahlûkatıyla ve teferruâtıyla...

Dördüncü Fıkra'da; edille-i sâbıka gibi denizler, nehirler, pınarlar mâruf-u bikülli ihsan olan Vâcibü'l-Vücud Vahid-i Ehad'e delâlet ettiğini...

Beşinci Fıkra'da; geçen şehâdet gibi dağlar, zelzele tesirâtından zeminin muhafaza ve sükunetine ve içindeki inkılâbât fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilâsından halâsına; hem havanın muzır gazlardan tasaffisine ve suların iddiharına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcibü'l-Vücud'un vücuduna ve vahdetine şehadet ettiğini...

Altıncı Fıkra'da; geçen deliller gibi zemindeki ağaçların ve nebatâtın, yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarâne hareket-i zikriyeleri ve kemal-i sühûletle giydirilen cihazât ve zînetleri, bil-bedâhe Vücub-u Vücud ve Vahdet-i Bâri'ye delâlet ettiğini...

Yedinci Fıkra'da; kezâ zîruhun ve hususan nev-i beşerin cisimlerinde mevcud ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dahilî ve haricî âzâ ve cevarih ve bilhassa havass-ı hamse-i zahire gibi kemal-i fâaliyetle iş gören duygularıyla vahdaniyeti ispat ettiğini...

Sekizinci Fıkra'da; kâinatın hülasası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiya ve evliya ve asfiyânın hülasaları olan kalblerinin ve akıllarının müşâhedât ve keşfiyât ve ilhamât ve istihracâtıyla yüzler icmâ ve tevatür kuvvetinde ve kat'iyetinde Vücub-u Vücud ve Vahdet-i İlâhiyeye şehadet ettiklerini kemal-i vuzuh ile beyan ve tehaccür etmiş kalbleri ıslâh hem Cenab-ı Kibriyâ'ya münacât olan şu yektâ ravza-i hakikat hatime-i tazarru' ve niyazını şöyle bağlar ki:

Yâ Rab! Ve Yâ Rabbe's-Semâvati ve'l-Ard! Yâ Hâlıkî ve Yâ Hâlık-ı Küll-i Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla, umum mahlûkatı bütün keyfiyâtıyla halk ve inşâ ve ibdâ ve teshir eden kudretinin, iradetinin, hikmetinin, hâkimiyetinin, rahmetinin hakkı için nefsimi bana teshir eyle, âmin. Matlûbumu musahhar kıl, âmin. Kur'ân'a, imana hizmet için insanların kalblerini Risale-i Nur'a musahhar kıl, âmin. Hem bana, hem ihvanıma iman-ı kâmil ver, âmin. Ve hüsn-ü hâtime nasip et, âmin. Ve Hazret-i Musâ'ya (A.S.) denizi, ve Hazret-i İbrahim'e (A.S.) ateşi ve Hazret-i Dâvud'a (A.S.) dağ ve demiri ve Hazret-i Süleyman'a (A.S.) cin ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur'a kalbleri ve akılları müsahhar kıl, âmin. Beni ve Risale-i Nur talebelerini nefs ve şeytan şerlerinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle, âmin. Ve Cennetü'l-Firdevs'te mes'ud kıl, âmin." kelimât-ı niyâziyeleriyle ihtitâm eden şu Münâcât, ehl-i imanın lâzıme-i gayr-ı mufarıkı olmaya çok lâyık olduğu âşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi.

M. Sabri

(Rahmetullâhi Aleyh)

Dördüncü Şua[değiştir]

Dördüncü Şuâ olan âyet-i nûriye-i hasbiyenin başının hulâsası

Diyor ki: Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gafletle Risale-i Nur'un teselli verici ve medet edici nurlarına bakmayarak doğrudan doğruya kalbime baktım. Ve ruhumu aradım, gördüm ki: Gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedit bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fenâ o bekayı söndürüyor. O haletimde yanık bir şâirin dediği gibi dedim:

Dil bekası, hak fenası istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm âh ki, Lokman bî-haber

Me'yusâne başımı eğdim. Birden

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyeti imdadıma geldi, "beni dikkatle oku" dedi. Ben de günde beş yüz defa okudum. Okudukça yalnız ilme'l-yakîn ile değil, ayne'l-yakîn ile çok kıymettâr envârından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişâf etti.

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bendeki aşk-ı beka bendeki bekaya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i mutlak sahibi Zât-ı Zülkemal'in ve Zât-ı Zülcemâl'in bir isminin ve bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan fıtratımda o Kâmil-i Mutlak'ın varlığına ve kemâline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, ayinenin bekasına aşık olmuştu.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

geldi, perdeyi kaldırdı, gördüm ve hissettim ve hakka'l-yakîn zevkettim ki bekamın lezzeti ve saadeti aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâl'in bekasına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna tasdik ve imanımda ve iz'ânımda vardır. Bunun edillesi zevi'l-ihsası hayrette bırakacak gayet derin ve dakik on iki hem.. hem..lerle ve şuur-u imanlar ile Risale-i Hasbiye'de beyan edilmiştir.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalben dedim: "Elleri bağlı zayıf ve hasta birtek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?" diye,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyetine müracaat ettim. Bana bu âyet bildirdi ki; intisab-ı imanî vesikasıyla Kadir-i Mutlak öyle bir Sultana intisab edersin ki, zemin yüzünde her baharda dörd yüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvânat ordularının bütün cihazahatlarını kemal-i intizamla vermekle beraber, başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki o medeni hülâsalardan yüz derece daha mükemmel ve bütün taamların her nev'inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülasalara koyup ve o hülasaları dahi onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderi tarifeler içinde sarıp muhafaza için küçük sandukçalara koyup tevdî eder. O sandukçaların icadı "kün" emrinde bulunan kâf-nûn fabrikasında o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki, Kur'ân der: "Hâlık emreder, meydana gelir."

Madem sen intisab-ı imâni tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhumla beraber

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

dedim.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlûmiyetlerin tazyikıyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedi bir dünyada ve bâki bir memlekette, dâimi bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda tehassür akıtan "Of! Of!" dan vazgeçip beşaşet izhar eden "Oh! Oh!" dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekâtlarını ve sekenatlarını ve ahvâl ve âmâllerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak nev-i insanı kendine dost ve muhatap edip bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadir-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inâyet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünürken, bu iki noktada yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında, imanın inkişafını ve kalbin itmi'nanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim; dedi ki:

حَسْبُنَا

daki

نَا

ya dikkat et, bak. Senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile

حَسْبُنَا

yı kimler söylüyorlar, dinle!" emretti.

Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşcuklar olan sinekler ve hesapsız hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar ve gayetsiz ağaçlar dahi benim gibi lisan-ı hal ile

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

in mânâsını yâdediyorlar ve herkesin yadına getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanâtın yüz bin tarzlarını ve nebatatın yüzbin nev'ini ve ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı ve intizamlı, birbirinden ayrı, fârikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çok, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar; bir kudretin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmalarıyla, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir.

Ve böyle hadsiz mu'cizatı ibraz eden bir fiil-i rubûbiyete bir tasarruf-u hallâkıyete müdâhale ve iştirâk mümkün olmadığını bildirir diye anladım.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rastgelip -şiddetle alâkadar oldular ve meftun olduğum vücudum, belki mahlûkatın vücutlarını ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Mânâma dikkat et ve iman dürbünüyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum her mü'minin vücudu gibi hadsiz bir vücudun ayinesı ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar bâki, müteaddit vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymettar olduğunu ilmelyakin ile bildim.

Çünkü, şuur-u iman ile bu vücudum Vâcibü'l-Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan hadsiz karanlıklardan ve hadsiz müfârakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zihayatlara taalluk eden ef'âl ve esma-i İlâhiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde dâimi bir visâl var olduğunu bildim.

İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü'min gibi bu vücudum dahi hadsiz vücutların firaksız envarını kazanır. Kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından, kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hulâsa; ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır. Bâki bir meyveyi sünbül vermektir.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Ve nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor; âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki "Hayy" ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faideleri, böyle çabuk sönmeye değil, belki uzun yaşamaya lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyetine müracaat ettim. Dedi: "Sana hayatı veren Hayy-ı Kayyûma göre hayata bak!" Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'a bakması yüzdür. Ve bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. Şu halde, marzi-i İlahi dairesinde bir an yaşaması kâfidir, uzun zaman istemez.

Bu hakikat dört mesele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahut diri olmak isteyenler hayatın mahiyetini ve hakikatını ve hakiki hukukunu o dört mesele içinde arasınlar, bulsunlar ve dirilsinler.

Bu hakikatın hülasası şudur ki: Hayat Zât-ı Hayy-ı Kayyûma baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakılmaz.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfârakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemâl-perestlik ve güzellik sevdası ve kemâlata meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimi tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalade bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecâzi bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye'ye müracaat ettim.

Dedi: "Beni oku ve dikkatle mânâma bak!"

Ben de, Sûre-i Nur'daki

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

ilâ âhir... Âyetinin rasathanesine girip imanın dürbünüyle Âyet-i Hasbiye'nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imani hurdebini ile en ince esrarına baktım, gördüm: Nasıl ki, ayineler, şişeler, şeffaf şeyler, hatta kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemâlini ve o ziyanın elvan-ı seb'a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüt ve teharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkısaratlariyle o cemal ve o güzellikleri tazeleşdiriyorlar ve inkisaratlariyle güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb'asının gizli güzelliklerini güzel olarak izhar ediyorlar.

Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelâl'in cemâl-i kudsisine ve nihayetsiz güzel olan Esma-i Hüsnasının sermedi güzelliklerine ayinedarlık edip cilvelerinin tazelenmesi için bu güzel masnûlar, bu tatlı mahlûklar ve bu cemâlli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemâller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedi ve mukaddes bir cemâlin ve dâimi tecelli eden ve görünmek isteyen mucerret ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem'aları ve cilveleri olduğun, Risale-i Nur pek çok kuvvetli delilleri ile tafsilen izah edilmiş. Burada o burhanlardan üç tanesi kısaca gayet makul bir surette zikredilmiştir, diye beyana başlar.

Bu risaleyi gören herbir zevk-i selim ashabı hayrette kalmakla beraber, kendilerinin istifadelerinden başka, gayrılarının da istifadelerine çalışmayı lüzumlu buluyorlar.

Hususan ikinci burhanda beş nokta beyan ediliyor. Aklı çürük, kalbi bozuk olmayan herhalde takdir, tahsin ve tasvip ile "Maşaallah fetebarekallah" diyecek. Fakir ve hakir görülen vücudunu teâli ettirecek harika bir mucize olduğunu derk ve tasdik edecek.

Hafız Hüseyin

Beşinci Şua[değiştir]

Risale-i Nur'un şuâlarının telifinden otuz beş sene evvel tab edilmiş olan Muhakemât-ı Bedîiyye'ye tetimme olmak üzere bir kısım müsveddesi yazılmış olan ve eşrât-ı sâatten bahseden bu Şuâ, ihtiva ettiği hakikatleriyle çok münkirlerin ağızlarını tıkamakta ve çok mülhidlerin kulaklarını çınlatmakta ve bir kısım ehl-i inkârın asırlardan beri İslâmın mazisine istihkârâne gönderdikleri nazarlarına mukabil, mazi-i İslâma hayretkârâne baktırmakta ve 1300 seneden beri her asırda yaşamış milyonlarla Müslümanların lisanlarında ve meclislerinde mütemadiyen medar-ı bahs olmuş eşrât-ı sâaten haber veren ihbârât-ı gaybiyeyi bu zamanda tebellür ettirerek istihsankârâne göstermekte ve çok insanların eğrilmiş akidelerini düzeltmekte ve istikbal hadisâtını hakikatııyla ve gayet ciddi ve latif bir üslup ile ve gayet doğru olarak hem pek ciddi bir surette ihbar etmekte ve yalnız, yanlış telakki edilmek ihtimalinden dolayı herkese gösterilmesine müsaade edilmeyerek mahrem tutulmakta olan gayet feyyaz bir risaledir.

Bu Şuâ

فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَا

âyetinin bir nüktesi olmakla, beraber, bu zamanda akide-i müslimini vikâye ve şübehattan muhafaza için yazılmış olup, âhirzamanda vukua gelecek hadisata dair rivayet edilen hadislerin bir kısmının, -müteşâbihât-ı Kur'âniye gibi- derin mânâları bulunduğundan, bu gibi hadislerle ihbar edilen hadisat vukûa geldikten sonra

وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

âyetinin beşaretiyle ilimde rüsuh sahibi olanlar te'vil ile anlarlar ve izhar ederler. O vakit mânâ-yı hadisin ihbar ettiği vak'a bilinebilir. Ve maksat ne olduğu anlaşılabilir.

Bu Şuâ bir mukaddime ile yirmi üç meseledir.

Mukaddime beş noktadır.

Birinci Nokta: İman ve sırr-ı teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan ve bir tecrübe olduğu için perdeli ve derin ve dakik ve tecrübeye muhtaç olan nazari meseleler, sırr-ı teklif bozulmamak; hem bir seviyede olmayan Ebu Bekir'lerle Ebu Cehil'ler birbirinden ayrılmak için elbette bedihi olamaz.

İkinci Nokta: Peygamber Aleyhissalatü Vesselâma bildirilen umur-u gaybiyenin bir kısmı tafsil iledir. Peygamber-i Zişan Aleyhissalâtü Vesselâm onlara karışamaz, Kur'ân ve hadis-i kudsiler gibi aynen tebliğ eder. Diğer kısmı icmal iledir. Tafsilât ve tasviratı Peygamber-i Zişana (A.S.M.) aittir. Hem hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz'i hâdisât-ı istikbaliye nazar-ı Nübüvvette ehemmiyetli değildir.

Üçüncü Nokta: İki nüktedir.

Birincisi: Avam nazarında hakikat telâkki edilen ve vâkıaya mutabık zuhur etmeyen ve teşbihler ve temsiller suretinde vürud eden hamele-i arş ve hamele-i arz gibi hadislere dâirdir.

İkincisi: Bir cihette hususi bulunduğu halde külli ve âmm telakki edilen (meselâ; "Bir zaman gelecek, 'Allah, Allah' diyenler kalmayacak" diye varid olan) hadisler hakkındadır.

Dördüncü Nokta: Çok hikmetler ve maslahatlar için Rahmânirrahîm'in gizlediği mevt ve ecel muayyen olsa idi, yarı ömr-ü beşer gaflet-i mutlaka içinde ve daha sonraki ömrü dehşet-i mutlaka içinde geçecek idi. Hem başa gelen musibetlerin vakitleri muayyen olsa idi daha o musibetler gelmeden, gelip geçinceye kadar elem ve ızdıraplarını çektirecekti. Hem muayyen olmayan dünyanın eceli ve bilcümle mahlukatın mevtleri muayyen olsa idi, kurûn-u ulâ ve vustâ büsbütün gaflet içinde, kurûn-u uhrâ mezbahaya gider gibi pek dehşetli bir endişe ve pek müthiş bir elem içinde kalacaktı.

İşte zîşuur ve zevi'l-idrakin bu dehşetlerden kurtulması, hem dünya ve ukbâyı imar etmeleri, hem havf ve recâ ortasında hayatlarını idame etmeleri gibi daha bir çok hikmetler ve maslahatlar için rahmet-i İlâhiye mevt ve eceli ve musibetlerin vakitlerini gizli bırakmıştır.

Hem izn-i Rabbâni ile gaipten haber veren bir kısım ehl-i keşf

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

yasağına karşı hürmetsizlik etmemek için, keşfen müşahede ettikleri hadisat-ı istikbâliyeyi perdeli ve bir derece müphem olarak işaretlerle ihbar etmişler, hattâ kütüb-ü semâviye Peygamberimizden (A.S.M.) bahsettiği halde, bir derece perdeli olduğu için bir kısım ehl-i kitap te'vil edip, iman etmemişler.

Fakat itikadât-ı imaniye böyle değildir. İtikadât-ı imaneyeye giren mesâil-i imaniyeyi tasrih ile tekrar ile ihbar etmek, hikmet-i teklifin muktezasından bulunduğu içindir ki, Kur'ân ve Tercüman-ı Zîşanı (A.S.M.) umur-u uhreviyeyi vâzıhan ve tekrar ile bildirmişlerdir.

Beşinci Nokta: Deccal asırlarına ait harikalardır. Peygamber-i Zişan (A.S.M.) Efendimiz ferman etmişler ki: "Deccal kırk günde dünyayı gezecek." Bu haber ile, deccal asrında tayyare ve şimendifer gibi süratli nakil vasıtalarının çıkacağını.. ve yine ferman etmişler ki: "Deccal öldüğü zaman şeytan İstanbul'da Dikilitaş'ta 'öldü' diye bağıracak, bütün dünya işitecek." Bu ihbar-ı Nebevi ile o zamanda radyo gibi ses nakleden gayet süratli nakil vasıtalarının keşfedileceği bildirilmiş.

Hem yine ferman etmişler ki: Deccalın yırtıcı rejiminin ve teşkil ettiği komitesinin ve kurduğu hükûmetinin ve şahs-ı mânevîsinin dehşetli icraâtının, İsevîlerde zuhur edecek hakiki bir dinin hakikat-ı Kur'ân'a iktida edip ittihad etmesiyle ve Hazret-i İsa (A.S.) ın nüzul etmesiyle parçalanıp, mahvolacağını ihbar etmişler. Hem her iki deccalın asırlarındaki hadisât-ı acibeler, onların bahisleriyle alakadar olmasından onlardan südur edecek zannedilmiş. Hem bir kısım râvilerin yanlış ve hatâ içtihadları metn-i hadise karışmakla hadis zannedilerek, zuhur eden bir kısım vukuât-ı süfyaniye rivâyât-ı hadise muhalif gibi görünmüş. Hem her iki deccalın evsafları ayrı ayrı iken rivayetlerde iltibas olmuş. Hem büyük mehdinin vasıfları sabık mehdilere işaret eden rivayetlerle mutabık çıkmamasından o hadisler müteşabih hükmüne geçmiş olmasından ibarettir.

İkinci Makam

Bu makamın ihtiva ettiği yirmi üç mesele, istikbalden haber veren hadislere âittir. Bu hadislerin mânâları kısmen tefsir, kısmen te'vil, kısmen tabir edilmekle anlaşılır.

Yirmi üç meseleden Birincisi: Bu risale yazıldıktan hayli zaman sonra tevilini göstermiştir. "Süfyan bir su içecek, eli delinecek." Yani, bir nevi su olan rakı içecek ve çok israfâta girecek.

İkincisi: Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında "Hâzâ kâfir" yazılmış bulunur.

Üçüncüsü: Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan deccalın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.

Dördüncüsü: "Âhirzamanda 'Allah, Allah' diyecek kalmaz." Bu hadis-i şerif iki surette tevil edilmiştir.

Beşincisi: Âhirzamanda deccal gibi bir kısım şahıslar ulûhiyet dâvâ edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.

Altıncısı: Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hakim olamaz. Bütün ümmet emr-i Peygamberi (A.S.M.) ile bin üçyüz seneden beri

مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ اۤخِرِ الزَّمَانِ

diyerek duâ etmişler.

Yedincisi: Süfyan büyük bir âlim olacak, ilmi ile dalâlete düşecek ve çok âlimler ona tabi olacak.

Sekizincisi: Deccalın dehşetli mânevî fitnesi İslâmlar içinde olacak ve o fitneden bütün ümmet istiâze edecek ve etmiş olacak.

Dokuzuncusu: Süfyanın vukûatı ve istikbale âit hadisâtı Şam'ın etrafında ve Arabistan'da tasavvur edilmesi. Ravilerin yanlış tevillerinin sebebi olduğu izah edilmiş.

Onuncusu: Eşhas-ı âhirzamanın tahribatçı olmalarıyla fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.

On Birincisi: "Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret edecek" denilmiş. Bu hadis-i şerifin bir kısım tevili Rusya'da görülmüş.

On ikincisi: Deccalın birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür, denilmiş. Bu, deccalın, altı ayı gündüz, altı ayı gece olan, yani bir günü bir sene olan kutb-u şimâliden çıkacağına, hem bir senede yapılacak icrââtı bir günde yapacağına işaret edilmiş.

On üçüncüsü: İsâ'nın (A.S.) deccalı öldüreceği haberi verilmiş.

On Dördüncüsü: Deccalın mühim bir kuvveti Yahudilerdir, deccala seve seve tabi olurlar. Bu rivayetin bir parça tevili Rusya'da çıkmış.

On Beşincisi: Rivayet-i hadiste bir kısım tafsilâtı bulunan ve Kur'ân'da icmâlen bahsi geçen Ye'cüc ve Me'cüc hakkında olup, bu hadis müteşâbih olan hadislerden sayılmasıyla mânâsı hem tevil, hem tabir ile bilindiği ve onlar acâib-i seb'a-i âlemden olan Sedd-i Çin'e yakın, mukaddesâtı tanımayan anarşist Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız ve Tatar kabileleri olduğu bildirilmiş.

On Altıncısı: İsâ Aleyhisselâm, fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet ve heykelde bulunan deccalı öldürdüğü vakit, kendisi deccala nisbeten çok küçük bulunmasıdır. Bu hadis-i şerifin meâli, deccalın şahs-ı mânevîsi ile hakiki din-i İsevi'nin şahs-ı mânevîsi olarak tefsir edilmiş.

On Yedincisi: Deccalın çıktığı gün bütün dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer, fevkalâde bir eşeği vardır.

On Sekizincisi: "Ümmetim istikametle giderse ona bir gün var. Eğer istikametten ayrılsa ona yarım gün var" diye varid olan ve çok medar-ı bahs olmuş olan bu hadis-i şerife âhiret günlerinin bir günü dünyanın bin senesi olması cihetiyle İslâmiyetin yeryüzünde bin sene galibâne devam edeceğiyle mânâ verilmiştir. Ki, beş yüz sene Abbâsilerin sonuna kadar, beş yüz sene de Osmanlıların sonuna kadar devam etmekle bin sene tamam olmuş. Hem Abbâsilerin, hem Osmanlıların siyâsiyyûnları istikameti tam muhafaza edemedikleri için, her ikisi de beş yüz sene sonunda kendi vefatlarıyla bu hadis-i şerifin meâlini tasdik etmişlerdir, diye tefsir edilmiş.

On Dokuzuncusu: Âhirzaman alâmetlerinden olup, Âl-i Beyt-i Nebevî'den çıkacak olan Hazret-i Mehdi (R.A.) hakkında ayrı ayrı rivayetler var. Bu rivâyâtın te'vili ile beraber büyük Mehdi'nin dört ehemmiyetli vazifesini ve daha evvel gelip geçen küçük Mehdiler büyük Mehdinin bir kısım vazifelerini bir cihette icra ettiklerini ve Al-i Beyt kadar Şeriat-ı Muhammediye'yi (A.S.M.) ve hakâik-ı Kur'âniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ihyâ ve ilân ve icrâ eden hiçbir nesil olmadığı gibi, büyük Mehdinin Al-i Beyt'e mensup kumandanların başında İslâmiyetin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecek, âhirzamanda gelen başkumandanları olduğunu bildirmektedir.

Yirmincisi: Güneşin mağripten çıkacağı ihbar edilmiş. Hem zeminden zuhur edecek dâbbetü'l-arz garib tabir ile tefsir edilmiştir.

<Bu geçen yirmi meseleye ilâve edilmiş üç meseleden;>

Birincisi: Hem Hazret-i İsa (A.S.), hem her iki deccala 'Mesih' namı verilmesinin ve bütün rivayetlerde

مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ

denilmesinin hikmeti izah edilmiş.

İkinci Mesele: "Her iki deccalın harika icraatlarından ve fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden ve bir kısım bedbaht insanların onlara bir nevi ulûhiyet isnat etmelerinden bahsedilmesinin sebebi nedir?" sualine dört vecihle verilen cevaptan;

Birinci Vecih: Haksız olarak muhabbet-i âmmeye mazhar olan o şahısların nefret-i ammeye lâyık oldukları;

İkinci Vecih: Her iki deccalın istibdat ve zulümde en büyük bir şiddet ve dehşetle hareket edecekleri, hem öyle bir zulüm ki, bir adamın yüzünden yüz köyü birden harap ve binler masumu tecziye ve tehcir ile perişan edecekleri beyan edilmiş.

Üçüncü Cihet: Her iki deccal gizli zındıka ve komünist komitesinin muâvenetini ve kadın hürriyeti perdesi altındaki bir komitenin yardımı ve daha başka aldatmak suretiyle elde edecekleri komitelerin müzâharetlerini kazanarak yapacakları gayet kolay olan tahripkârâne icraâtlarıyla şahıslarında harika bir iktidar görünmesinin sırları izah edilmiş.

Dördüncü cihet: İstidraca mazhar olan deccalın bütün bütün münkir olduğunu ve bu inkâr-ı mutlakdan çıkan bir cür'et ve cesaretle mukaddesata hücum edeceğini ve yapacağı tahribatın fevkalâde bir iktidar ve bir dehâ eseri zannedileceğini ihbar edip, kahraman ve mücahid bir ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve meş'ale-i Kur'ân'la hakikat-ı hali göreceğini ve o çok dehşetli tahribatı tamire çalışacağını tebşir eder.

Üçüncü Mesele: Medar-ı ibret üç hadisedir.

Birincisi: Hazret-i Ömer'in (R.A.) deccalın suretine karşı gösterdiği hiddet ve adavete mukabil, deccalın Hazret-i Ömer'i (R.A.) senâkârane medh etmesidir.

İkincisi: İslâm deccalı kendisiyle alâkadar zannettiği ve içerisinde

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

âyeti bulunmasından

وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ

sûresinin mânâsını tekrar tekrar soracağını, halbuki bu sûrenin komşusu olan İkrâ sûresinde

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغَى

cümlesi mânâsıyla o deccalın harekâtına ve cifrî makamıyla o deccalın tam tarihine baktığını ve insan ism-i umumiyesiyle de şahsından haber verdiğini ihbar etmesidir.

Üçüncü hadise: "İslâm deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek" denilmiş. Bu rivayet, tefsir ile anlaşılmakla beraber, hem bu rivayet zamanında Türklerin vatanı Horasan olduğunu haber verir. Hem de medar-ı şükran bir kerameti ihbar eder ki, o İslâm deccalı İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı yedi yüz sene müddet zarfında İslâmiyetin ve Kur'ân'ın elinde şerefşiâr, bârikaasâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü muvakkaten istimal edeceğini ve fakat tam muvaffak olamayarak, geri çekileceğini ve kahraman ordu, dizginlerini onun elinden kurtaracağını rivayetler haber veriyor diye beşaret verir.

Hüsrev

Altıncı Şua[değiştir]

Bu risale, namazdaki teşehhüdde bulunan

اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ

ilâ âhir.. kelimelerinin hem mühim bir nevi tefsiri ve hem onun iki noktasına gelen iki mühim suale gayet güzel ve mühim bir cevaptır.

Birinci sual: "Teşehhüdün mübarek kelimatları Mi'rac Gecesinde Cenab-ı Hak ile Resûlünün bir mükâlemeleri olduğu halde namazda okunmasının sırr-ı hikmeti nedir" demelerine karşı, her mü'minin namazı onun bir nevi mi'racı hükmünde olduğunu ve o huzura lâyık olan kelimeler ise Mi'rac-ı Ekber'de söylenen kelimeler olduğundan onları namazda zikretmekle o kudsi sohbet tahattur edileceğini ve o tahatturla o kudsi kelimelerin mânâları cüz'iyetten külliyete çıktığını ve Resul-i Ekrem (A.S.M.) Cenab-ı Hakka karşı selâm yerine

اَلتَّحِيَّاتُ للّٰهِ

emesini ve Cenab-ı Hak tarafından Resul-i Ekrem'e (a.s.m.)

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ

demesi gelecek ümmetinin herbiri her günde lâ-akal on defa olsun

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ

demelerine âmirâne iş'âr olduğunu ve Resul-i Ekrem (A.S.M.) o selâma karşı

اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ

demesi, muazzam ümmetinin selâm-i İlâhiyi temsil eden İslâmiyete mazhar olmasını ve mü'minler ortasında

وَ عَلَيْكَ السَّلاَمُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ

demelerini râciyâne, dâiyâne Cenab-ı Haktan istediğini ifade ve ihtar olduğunu ve o sohbette Cibril-i Emin tarafından şehadet getirildiğinden bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini mübeşşirâne işaret edip, müjde verir.

İkinci sual: Teşehhüd âhirinde;

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَfi

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünkü Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâmdan daha ziyade rahmete mazhardır. "Bunun sırrı nedir? Hem bu salâvatın teşehhüde tahsisinin hikmeti nedir? Hem aynı duâyı eski zamandan beri bütün ümmet her namazda tekrar etmelerinin sırr-ı hikmeti nedir?" suallerine karşı üç cihetle gayet mühim ve nurânî bir cevap verir.

Birinci cihet: Gerçi Hazret-i İbrahim (A.S.) Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) yetişmiyorsa da, fakat Onun âli enbiyâ olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âli ise evliyâ olduğunu, evliyâ ise enbiyâya yetişmediğini ve âl hakkında bu duanın parlak bir surette kabul olduğunu ve Âl-i Muhammed'den (A.S.M.) yalnız iki zâtın, yani Hasan ve Hüseyin'in (R.Anhüma) nesillerinden gelen ve

عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَآءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ

hadisine mazhar olan ve ekser tarîklerin reisleri bulunan büyük zâtlar hakkındaki bu dâimî duânın makbul meyveleri olduklarını gösterir.

İkinci cihet: Bu tarzdaki salavâtın vech-i tahsisi ve hikmeti ise, insanın en mükemmeli ve en nurânisi olan enbiya ve evliyâ kâfile-i kübrâsının açtıkları yolda ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı azimeye o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmekle şübehât-ı şeytâniyeden kurtulacağını ve bu kafilenin, bu kâinat sahibinin en mükemmel masnûu ve makbul dostları olduklarına şâhid, dâima mu'cizeler ile onlara muâvenet-i gaybiye gelmesi ve muârızlarına her vakit musibet-i semâviye inmesi olduğunu ve Fatiha'da

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

o kafile-i nûrâniyeye baktığı gibi

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّالِّينَ

muarızlarına baktığını parlak bir surette gösterir.

Üçüncü cihet: Verilmesi va'dolunan Makam-ı Mahmud gibi birşeyin mükerreren duâ ile istenilmesi ise, istenilen Makam-ı Mahmud olduğuna göre, o bir uç olup, onun istenilmesiyle âlem-i bekâ ve haşirden sonra Cennet gibi mühim şeylerin verilmesine sebeb olduğunu ve o bekâ aleminin gelmesiyle haşr-i ekberde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma verilecek Makam-ı Mahmud'un umum ümmete şefaat-ı kübrâ olacağına bir işaret ve bir müjde olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ümmetinin saadetiyle pek alâkadar olduğundan, ümmetinin, salavât ve rahmet duâlarına çok ihtiyaç gösterdiğini parlak bir surette beyan eder.

Bu risale, ehl-i imanın muttaki kısmına Mi'rac-i asğar olan namazda Cenab-ı Hakka yakışır bir tarzı gösterdiğinden, her vakit mütâlaa edip o tarzı bulmaya gayret etmeleri lâzım olduğunu bildirir büyük bir hazine-i esrardır.

Küçük Ali

Yedinci Şua[değiştir]

Âyetü'l-Kübrâ ve Asâ-yı Musa ve otuz üç mertebeli bir mirkat-ı hakikat namlarını alan ve Risale-i Nur hakikatlarının bir hülâsası ve bir fihristesi ve şu Kur'ân-ı mücessem-i kâinatın gayet parlak tevhid burhanlarının bir küçük mecmuası, hem âlem-i şehadet künûzünün gayet büyük bir dürbünü ve bir projektörü, hem âlem-i gaybın âlem-i şehadette gayet mükemmel bir rasathânesi hem Nakkaş-ı Ezelinin kâinat içinde esmâ ve sıfatının mazhar-ı etemmi halkettiği, hem küçüklüğü ve hakaretiyle beraber mahlûkat üstünde en yüksek bir mevki ve en mümtaz bir makam verdiği, hem bütün kâinatı istiâb edecek bir kabiliyette olarak yarattığı şu acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak içinde çırpınan biçare insanın vazife-i fıtriye-i hakikiyesini öğreten ve kemâlâta ulaştıran bir mecmua-ı hakâikı.

Hem dalâlet ve zulümât içinde yakîn-i imâniyi kazandıran bir vesile-i hidayeti; hem kulûb-u ehl-i imanı nur-u imanla dolduran bir hazâin-i nimeti; hem kulûb-u ehl-i kemali şükûfe-i gûnâ-gûn ile süsleyip tezyin eden bî-nazir bir keşşâf-ı hadâiki olan bu kıymettar risale kıymet ve ehemmiyetini gösteren bir ifade-i meramla başlayarak bir Mukaddeme ve iki makama inkısam etmiştir. Mukaddemesi dört mesele-i mühimmedir.

Birinci Makamı Âyetü'l-Kübrâ'nın Arapça tefsiridir. İkinci Makamı Birinci Makamın burhanlarının ve tercümesinin ve meâlinin beyanıdır.

Mukaddeme

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

âyetini tefsir eder. İns ve cinnin dünyaya gelmelerindeki hikmet ve gayenin üssü'l-esası Hâlık-ı Zülcemâl'i bilmek ve Ona ubûdiyet edip, mühabbet etmek olduğunu beyanla, yakîn-i imanîyi sarsan iki vartayı (Dört Mesele) içinde izah eder.

Birinci Vartanın Birinci Meselesi: Nefiy ve ispat mesâilini, ikincisi imanın mâhiyeti ile küfrün mahiyetini ve itikâdât-ı küfriyenin iki kısım olduğunu ve ikincisinin de iki kısım olduğunu ve bu ikinci kısmın da nefy meselesinin iki kısma ayrıldığını, pek inceliklerle ve çok güzelliklerle iknâ eder bir surette izah eder.

İkinci Vartanın Birinci Meselesi: Azamet-i Kibriyâ ve nihayetsizlik cihetiyle gelen cehl ve gurur içindeki dalâletin gayr-ı mâkuliyetini ve imandaki mâkuliyeti; hem Azamet-i Kibriyâ'nın imanda hadsiz mertebeler bulunmasına sebep, hem bir vesile-i ihticab olduğunu; ikinci meselesi, imânî mesâilin fevkalâde azametini çok kolay kabul ettiren burhanları zikreder.

Birinci Makam:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ

ilâ âhir. Âyet-i Kübrâ'nın Arapça olarak tefsiri olup, ikinci makamın mertebelerinin nihayetlerine kısmen dercedilmiş olmakla müstakil yazılmamıştır.

İkinci Makam: İki Bâb'a ayrılan otuz üç mertebedir.

Birinci Bab

Vâcibü'l-Vücud'un vücûduna delâlet eden on dokuz mertebedeki berahin-i ulûhiyeti gösterir.

Birinci Mertebede, semâvâttaki burhanlardan, ikincide; cevv-i âsumânda, üçüncüde; küre-i arzda, dördüncüde; deniz ve nehirlerde, beşincide; dağ ve sahralarda, altıncıda; üç büyük külli hakikatı gösteren eşcar ve nebatâtta, yedincide; üç muazzam hakikat müşahede edilen hayvanât ve tuyûr âleminde, sekizincide; hak olduklarına dair dokuz hüccet serdedilen enbiyaların meclislerinde, dokuzuncuda; hadsiz muhakkiklerin dershanelerinde, onuncuda; milyonlar mürşidlerin zikirhanelerinde, on birincide; bînihaye melâikelerin lisanında, on ikincide ve on üçüncüde; âlem-i berhaza giden hadsiz ukul-ü müstakime ve kulûb-u münevvere ashabının ittifakında, on dört ve on beşincide; beş hakikatle sübût ve hakikatı ifade edilen vahiylerde ve vahiyden farklı olup mahiyeti ve neticesi dört nurdan terekküp ettiği izah edilen sadık ilhamlarda, on altıncıda; Muhammed-i Arabi'nin (A.S.M.) kıymet ve hakkâniyetini ve ihbârâtının doğruluğunu gösteren hadsiz delillerden dokuz külli delilinde ve dokuzuncu delilin aldatmaz ve aldanmaz üç icmâ'ında, on yedincide; Kelâmullah olan Kur'ân'ın azametine şehadet eden altı noktasında, Onsekizincide; kainatın heyet-i mecmuasında görülen azametine münasip iki büyük hakikatında, on dokuzuncuda; Esmâ-yı Hüsnâ'da zahir ve bariz görülen iki büyük hakikatla, pek geniş bir surette berahin-i ulûhiyyeti izah eder.

İkinci Bab

Berahin-i vahdâniyete dâir üç menzil olup, herbir menzil üç-dört hakikatı muhtevidir.

Birinci Menzil: Kâinatı baştan başa istilâ eden dört hakikattır.

Birincisi: Şirk ve küfrü reddeden Ulûhiyet-i mutlaka hakikatıdır.

İkinci hakikat: Şirk ve küfrü tardeden Rubûbiyet-i mutlaka hakikatıdır.

Üçüncü hakikat: Hiçden vücud veren ve şirkin imkânsızlığını gösteren kemalât hakikatıdır.

Dördüncü hakikat: Şirkin vücudunu hiçlik ve yokluk vadilerine atan hakimiyet-i mutlaka hakikatıdır.

İkinci Menzil: Azamet-i Kibriya ve âsâr-ı İlâhiye menzili olup, beş hakikat-ı muhitadır.

Birincisi: Şirki kökünden kesip, imha eden azamet-i kibriyâ hakikatıdır.

İkincisi: Hikmet ve irade, mazharların adem-i kabiliyetlerinden başka tahdit altına alınmayan ve berâhin-i vahdâniyetin hadsiz nüktelerinden üç âyetin üç nüktesiyle ispat ve izah edilen ef'âl-i Rabbâniye-i muhîta hakikatıdır.

Üçüncüsü: Mevcudatın icatlarında görülen bu sürat içindeki kesret ve bu mükemmel intizam içindeki suhûlet ve bu hüsn-ü san'at içindeki imtiyaz; ve bu mebzuliyet içindeki kıymettarlık hakikat-ı mutlakasıdır ki, ehemmiyetine binâen on üç basamakta on üç sırrına işaret edilecek iken iki kuvvetli mücbir mani sebebiyle birinci ve ikinci sırlarından başka yazılmamıştır.

Birinci sırrı: Zati olan birşeye zıddiyetinin müdahalesinin muhaliyetidir.

İkinci sır: Nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırlarının izahıdır.

Dördüncüsü: Saniin vahdaniyetini ilân eden zuhur ve vücud-u eşyada görülen cihet-il vahdet hakîkatıdır.

Beşincisi: Kâinatın mecmuunda ve herbir mevcudunda müşahede edilen intizam-ı ekmel hakîkatıdır.

Bu beşinci hakikattan sonra âhirzamanda gelen mütekkeliminden ve ilm-i Kelâm ulemasından bir zâtın hakâik-ı imaniyeyi delâil-i akliye ile hem kemal-i vuzuh ile ispat edeceğine dair ehl-i keşfin ihbârâtını, hem "Bütün tarikatların müntehâsı hakâik-i imaniyenin inkişafıdır" diyen Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed-i Farukî'nin (R.A.) bu kelâmını, hem

تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ

hadis-i şerifinin meâilini ifade ve ispat eden üç hakikat-ı mühimme derc edilmiştir.

Üçüncü Menzil: Bu menzil Tevhid hakikatlarından dört hakikat-ı muazzama-i muhita ile ışıklandırılmıştır.

Birincisi: Bütün mevcudatı hadsiz muntazam suretler ile basit bir maddeden açan fettâhiyet hakikatıdır.

İkincisi; zemin yüzünü rahmetin had ve hesaba gelmeyen hediyeleriyle dolduran Rahmâniyet hakikatıdır.

Üçüncüsü; gayet muazzam ve pek süratli ecram-ı semâviyeden tut, gayet karıştırıcı unsurlara varıncaya kadar herşeyde hükmünü yürüten müdebbiriyet ve idare hakikatıdır.

Dördüncüsü; zeminin yüzünü istilâ eden zîhayata ve denizlerin içlerini dolduran zîruha ve semâvâtın yüzünü şenlendiren tuyûra varıncaya kadar bütün mahlûkatın rızıklarını basit bir kuru topraktan veren ve herbirine şefkat edip, merhamet eden Rahimiyet ve Rezzâkıyet hakikatıdır. {(Haşiye): [1]}

Sevgili üstadıma ve mübarek kardeşlerime bir i'tizârım var. Hakkıma isabet eden bu ehemmiyetli ve kıymetli Risale ile diğer azametli risaleleri cehlim ve istidatsızlığım neticesi lâyık oldukları gibi yazamadığımdan, her vakit ellerinden öpüp, hayır duasına el açtığım sevgili üstadım veyahut mübarek kardeşlerim nasıl münasip görürlerse öylece tebdil edebilirler.

(Haşiye): [2]}

Kusurlu Kardeşiniz Hüsrev

Sekizinci Şua[değiştir]

Bu Şuâ, İmam-ı Ali'nin (R.A.) Kaside-i Celcelûtiye'sinde üçüncü bir kerameti olarak Risale-i Nur'un en nâmdar risalelerini sekiz remiz ile gösterdiğine dairdir.

Birinci Remiz: Risale-i Nur'u tasrih eden

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً

fıkrasından sonra Süryâni lisanıyla Esmâ-i Hüsnâ'dan istimdâd ve suver-i Kur'âniye ile münâcâtında tam otuz üç sûre ile Risale-i Nur'un mebdeî ve çekirdeği olan Otuz Üç Söz'ün adedine garip ve manidar işaret ettiğini ve yirmi dokuzuncu mertebede

وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ

ile kıyamet ve haşri ispat eden ve harika hüccetleriyle iştihar eden ve gözle görünen bir kerametle meydana çıkan Yirmi Dokuzuncu Söz'e makam ve mânâ itibariyle kuvvetli bir tarzda ve hiçbir itiraza ve vesveseye meydan bırakmayarak parmak bastığını..

Hem otuzuncu mertebede

وَ بِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا

kısmıyle, Otuzuncu Söz nâmındaki Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) meslek ve ahvâl-i ruhiyesinin rûhu olan ahkâm-ı Kur'âniyeyi ve kudret-i Rabbâniyeyi ispat ve maddiyyûnları susturan Zerrât Risalesine kuvvetli bir müşâbehet-i mânâ ile işaretini ispat eder.

Hem Otuz Birinci Mertebede

وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى

cümlesiyle sarahata yakın bir tarzda Mirac-ı Ahmedîyi (A.S.M.) delail-i akliye ile gayet makul ve kat'i bir surette ispat eden Otuz Birinci Söz'e hem sûre-i

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ

den iktibas ederek Otuz Birinci Mertebenin akabinde tekrar edilen

وَ بِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ

fıkrasiyle Otuz Birinci Sözün zeyli olan Şakk-ı Kamer risalesine sarahata yakın işaretini gösterir.

Hem Otuz İkinci Mertebede

وَ بِسُوَرِ الْقُرْاۤنِ حِزْبًا وَ اۤيَةً

kısmıyla zerreden şemse kadar âlem-i asğar ve âlem-i ekberden şirki tard edip tesis-i ahkâm-ı Kur'âniyeyi ve rabıta-i din-i Muhammediyi (A.S.M.) bina eden ve kuvvetli bir i'câz-ı Kur'ânî olan Otuz İkinci Söze işaretini ispat eder.

Hem Otuz Üçüncü Mertebede

وَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى عَلَى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْباً تَفْضَّلَتْ

kelamıyla Otuz Üç adet Mektubat'a işaret eder.

İkinci Remiz: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Mektubat'a işaretten sonra Lem'alara işareti içinde Şuâlar'a da bakarak

وَ بِاْلاٰيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ

deyip Kur'ân'ın Âyetü'l-Kübrası olan

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَ مَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetinin hakîkat-ı kübrâsını ve tefsir-i ekberini gösteren tevhid ve vahdaniyyet-i İlâhiyeyi kat'i burhanlarıyla ilân eden ve bütün Risale-i Nur'u mârifet ayinesinde gösterip o cihette Risale-i Nur'un fihriste-i ekberi olan ve ehl-i dünya ve ehl-i fennin son ve en yüksek bildikleri ve buldukları ve çok müşkilat içinde ve dâr bir mevkide eflâkı seyreden dürbünlerine mukabil çok geniş mevkilerde müşkilatsız az bir tefekkürle seyr-i eflak ettiren bir mânevî dürbîn-i Kur'âniyye ve her yerde su çıkarıp içiren Âsâ-yı Mûsa namını alan ve Âyetü'l-Kübra risalesi olan Yedinci Şuâ'ya işaretini ispat edip gösterir.

Hem onuncu mertebe-i tâdâdında kıyamet ve leyle-i Beraete bakan

وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ

deyip mânâ-yı işarisiyle bu zamanın dumanlı karanlıklarını izâle eden ve leyle-i Beraet'in bir kandili hükmünde olan Onuncu Söze işaretini gösterir.

Hem On dokuzuncu sûre olan Suretü'n-Nur'a bakıp

بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ

fıkrasıyla Risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair olan On Dokuzuncu Söze ve Mucizat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) yakinen, belki bilmüşâhede sikke-i icaziyle gösteren On Dokuzuncu Mektub'a, Sûre-i Nur'daki âyet-i nurun Zât-ı Muhammediye ile (A.S.M.) hususiyeti münasebetiyle o mertebelerde o risalelere baktığını gösterir.

Üçüncü Remiz:

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً

تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ

بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ

fıkralarıyla Risale-i Nur'un üç mühim sırrını beyan ile Risale-i Nur'un başında mührünü gösterir.

Dördüncü Remiz: Yirmi beşinci mertebede

بِتَمْلِيخِ آيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ

deyip, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzlarını beyan ve Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz'e işaretini, hem yirmi altı ve yirmi yedide

اَبَازِيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا

deyip Yirmi Yedinci Söz'ü ve Sahabeler hakkındaki mühim zeylini irade ettiğini ve işaretini gösterir.

Beşinci Remiz:

بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّٰهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلَى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ

der. Sözler'in fatihası olan Birinci Söz namındaki Bismillah risalesine, hem

بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ

fıkrasıyla fütuhât-ı İslâmiyeden gaybi haber veren ve bir kısım esrar-ı huruf-u Kur'âniyeyi beyan eden "Rumuzât-ı Semâniyye" namındaki sekiz küçük risalelere işaretini ispat eder.

Altıncı Remiz: On iki Süryani isimlerine, bidâyette iştihar ve intişar eden ve On İki Söz namında on iki küçük risalelere, sâir sarih ve kat'i işaret ve delil ve emare ve karinelerin delâletiyle bu süryani isimlerin bu küçük risalelere işaretini gösterir.

Yedinci Remiz:

وَ بِاْلاۤيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ

وَ بِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلَهَنَا

وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ

cümlesiyle Otuzuncu Lem'a olan altı Nükte-i Esmâ risalesine; hem

حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ

kelimesiyle Otuz Birinci Lem'a'nın birinci Şuâı olan ve otuz üç âyât-ı Kur'âniyenin Risale-i Nur'a işaretini ispat eden ve birer mu'cize-i Kur'âniye hükmünde bulunan risaleye işaretlerini gösterip, ispat eder.

Sekizinci Remiz: Evvelâ iki sual-cevap ile mühim bir hakikatı beyan eder. Şöyle ki: Bütün kıymettâr kitaplar içinde Risale-i Nur'un Kur'ân'ın işârât ve iltifatına ve evliyâ-i izâm'ın takdir ve tebşir ve tahsisine vech-i ihtisasını; Hem Risale-i Nur'un bilfiil harikulâde olarak bu asr-ı zulmet ve vahşet ve dehşette düşmanlarına karşı mukavemeti ve resâneti ve mü'minlere karşı şefkat ve himayeti ve talebelerine iksir-i nûr ve veraset-i nübüvvetle harika bir surette hakikat tedrisi ve ilim ihdâsı ve Muhyi ismine mazhariyetle ölü kalblerin dirilmesi Risale-i Nur'un bir kerameti ve bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı İlahi ve bir in'âm-ı Rabbanî olduğundan izharı tahdis-i nimet olduğunu delilleriyle ispat ve beyan edip, hususi kanâatinden tevellüd eden çok emareler ve karinelerden üçünü zikirle keramet-i Aleviyeyi tasdik ve temhir edip, hâtime verir.

Otuz Birinci Mektup'un Otuz Birinci Lem'a'sının otuz bir meselesinden Birinci Meselesi:

إِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلَثُونَ سَنَةً

hadis-i şerifinin ihbar-ı ğaybi nev'inden tarihçe musaddak beş lem'a-i i'câziyesini beyan etmekle, Lisânü'l-Ğayb ve Habib-i Rabbi'l-Âlemin ve Seyyidi'l-Murselin ve Fahrü'l-Âlemin'in kısacık bir kelâmında beş lem'a-i i'câzı bir mirsad-ı tefekkür olarak göstermekle, sâir cevâmiü'l-kelîm olan hadislere nazarı çeviren mu'ciznümâ bir meseledir.

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا بَحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَ بَحُرْمَةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ وَ بِحَقِّ اَسْمَآئِكَ الْحُسْنى وَ بَحُرْمَةِ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ وَ بِحَقِّ رِسَالَةِ النّورِ يَا اِلۤهَنَا يَا رَبَّنَا يَا خَالِقَنَا فَاعْفُ عَنَّا كَمَا يَلِيقُ بِعَفْوِكَ بِكَرَمِكَ يَا اَكْرَمِ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينْ

Hafız Ali

(Rahmetullâhi Aleyh Rahmeten Vâsiaten)

Dokuzuncu Şua[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرّحْمٰنِ الرّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ

وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

ilâ âhir.. âyetine, otuz sene evvel başlanıp, görülen lüzum üzerine ve haşri inkâr eden ehl-i dalâlet ve ilhadın çoğalmasıyla ve tevfik-i Rabbâni ile otuz sene sonra semavi âyât-ı kübrânın âyâtından birinci âyet olan

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

ferman-ı İlâhinin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Söz'lerle münkirleri susturdu.

Hem o iki risale iman-ı haşrînin hücum edilmez iki metin kal'ası olduğunu mukaddemesiyle te'yid etmekle beraber, iki noktadan birinci noktada dört delil ile iman-ı haşrînin vücudiyle Cenneti tebşir eder. Ve yine iman-ı haşrîyi inkâr edenlerle Cehennemin vücudunun hakkaniyetini bildirir.

İkinci Nokta: Hakikat-ı haşriyenin hadsiz burhanlarından ve sâir erkân-ı imâniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir burhanı gayet muhtasar bir surette beyan etmekle, bütün enbiyâ ve asfiyâ ve evliyâlarla ve kütüb-ü mukaddese ile hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde dâr-ı âhiretin vücudunu ve beka-i ruhun kat'iyetini ve mahz-ı hak ve hakikat olduğunu izah eder ve güneş gibi izhar eder. Bu Dokuzuncu Şuâ haşrin ispatında o kadar harika ve kat'i ve kuvvetlidir ki, en muannidi dahi tasdike mecbur eder ve etmiş ve ediyor ve edecek inşaallah.

Risale-i Nur Şakirdlerinden

Tâhirî ve Abdullah Çavuş

Onuncu Şua[değiştir]

Fihriste Risalesinin İkinci Kısmıdır

Risale-i Nur'un umum fihristesi iki risalede cem olunmuştur. Bunlardan birincisi "On Beşinci Lem'a" dır ki; Risale-i Nur'un Sözler'i, Mektubat'ı ve On Beşinci Lem'a'ya kadar olan risalelerin fihristeleri olup, bu lem'ada toplanmıştır. On Beşinci Lem'a'dan itibaren Lem'alar ve Şuâlar'ın fihristeleri ise bu Onuncu Şuâ'dadır.

On Beşinci Lem'a namındaki Risale-i Nur'un birinci kısım fihristesini Üstadımız Risale-i Nur eczalarının mevzularına ve kısmen gayelerine işaret ederek telif etmişler. Âdeta hülasa edilen haplar nev'inden büyük bir eczahanedeki ilâçların listesini gösteren bir fihrist olarak yazmışlardır.

İkinci kısım fihristte ise, yine Onuncu Şuâ namıyla Risale-i Nur'un Isparta havalisindeki has şakirdleri tarafından kaleme alınmış ve herbir Nur şakirdi kendi ayinelerinin kabiliyet ve renklerine göre o risalelerden tecelli eden envârını satırlara aksettirmeye çalışmışlardır. Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinin birer ferdi bulunan bu kahraman, fedakâr, mümtaz nur şakirdleri bu Fihriste ile nesl-i âtî için en kıymettar eserlerden birisini bırakmışlardır.

Bu Fihriste Risalesi gayet ehemmiyetlidir. Çünkü çeşit çeşit mânevî marazlara müptelâ bu asır insanlarına lûtfedilen ve kevser-i Kur'ânîden akan muslukların adedi ve eczahâne-i Kur'âniyedeki tiryak ve panzehir dolaplarının sayısı yüz otuza bâlîğ olmaktadır. Herbir dolapta çok kavanozlar vardır. Yani herbir Risale bir ecza dolabı ve o risalelerdeki "nokta, nükte, işaret, reşha, pencere, basamak, hakikat, mevkıf ve meseleler" diye verilen isimler, o çok muhtaç olduğumuz ilâç kavanozlarıdır.

Hakikate susamış ve bu zamanın dalâlet tehlikelerinden kurtulmak isteyen ve hikmet-i Kur'âniyeye muhalif olan felsefe ile yaralanan ve nefis ve şeytanın türlü türlü iğfâlâtlarına kapılmış mânevî hastalar, bu eczahanede kendi hastalıklarına en münasip ilacı almak için ya bütün eczahâne-i Kur'âniyenin dolaplarını ve o dolapların içlerindeki kavanozları birer birer arayacaklar, bulacaklar; veyahut eczahane-i Kur'âniyedeki bütün dolapların numaralarını ve her dolabın içindeki kavanoz âdetlerini ve o kavanozların içindeki tiryak ve macun ve panzehirleri gösteren bir listesini elde edecekler. İşte bu çok kıymettâr Fihriste'nin gördüğü vazîfelerden birisi de budur.

On Birinci Şua[değiştir]

Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve o hapsin beş gününün mahsulü olan bu risale on bir meseleyi ihtiva edip, bu parlak meseleler imanı dalâlet karanlıklarından kurtarıp ahlâkı tam düzeltmekte ve herbir mesele bir kitabın hakikatlarını tazammun etmektedir.

Birinci mesele: Mahpuslara gayet büyük bir teselli verip, farz namazlarını kılmakla ve diğer günahlardan tevbe etmekle o hapis, hapse sebebiyet veren hatalara bir keffâret olup, o hataları affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ve hapislerin hapishanede geçen bütün saatlerinin ibadet hükmüne geçmesi hakikatını bildirmekle tam teselli verir.

İkinci mesele: Bu dünyanın fani olduğunu ve bütün zîhayatın kafile kafile arkasında kabre sevkedildiklerini ve bu sevkiyatın ya idam-ı ebedi veyahut saadet âlemine giden bir terhis tezkeresi olduğunu gayet parlak misallerle Medrese-i Yusufiye'deki mahpuslara ispat ettiği gibi, bütün âlem-i İslâma da ilân edip, ispat etmiştir.

Üçüncü mesele: Üstadımız, Eskişehir hapsi Medrese-i Yusufiyesinin penceresinden, bir cumhuriyet bayramında oturup bakarken karşısındaki lise mektebinin kızlarının gülerek raksettiklerini görmüş, o zaman mânevî bir sinema ile o rakseden kızların elli sene sonraki vaziyetlerini müşâhede ederek, onlardan kırk-ellisinin elli sene sonra kabirde toprak olarak azap çektiklerini ve on tanesinin yetmiş-seksen yaşında çirkinleşerek, gençliklerinde iffetlerini muhafaza etmediklerinden herkesin nefret nazarlarını kendi üzerlerine çektiklerini Üstadımız görür, onların o acınacak hallerine gözlerinden yaşlar akıtarak ağlar ve bu ağlayışını bir kısım hapis arkadaşları merak edip sorarlar. Üstadımız da gayet açık deliller ve kuvvetli misallerle ehl-i dalâlet ve sefahetin şimdiki şu gayr-ı meşrû keyiflerini ve eğlencelerini, elli sene sonraki istikbal hadisâtını gösteren bir sinema bulunsa, onların bu gülmelerine ve bu gayr-ı meşrû keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklarını izah etmiş. Ve karşısına çıkan ve sefahet ve dalâleti tervic eden insî ve bir şeytan gibi olan şahs-ı mânevîyi çok cihetlerle ilzam ederek başını dağıtmış. Bu hususu merak edenler bu üçüncü meseleyi dikkatle okumalıdırlar.

Dördüncü mesele: Bu meselenin Gençlik Rehberinde gayet güzel izahı var. Bazı talebeler siyaseti perde ederek, Üstadımızın yüksek fikirlerinden istifade etmek için dediler: "Küre-i arzı herc ü merc eden ve İslâm mukadderâtıyla alâkadar olan harb-ı umumiden, aylar seneler geçtiği halde, senin merak edip alâkadar olmadığının sebebi nedir?

Üstadımız onlara gayet parlak deliller ve misallerle izah etmiş ve demiş: "Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler ise pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev'i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi bir vazifenin olduğunu, en büyük dairede ise en küçük bir vazifenin muvakkat ve ara sıra bulunabildiğini bu kıyas ile küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenasip vazifeler bulunabildiğini o talebelere daha birçok misallerle izah ederek merak edilecek şeyin yalnız âhirete ve imana ve Allah'a hizmet yolunda olduğunu bildirmiştir. Daha fazla merak edenler Dördüncü Mesele'ye mürâcaat edebilirler.

Beşinci mesele: Gençlik Rehberi'nde izah edilmiştir. Gençlik, hiç şüphe yok ki, gidecek. Yaz güze ve kışa, gündüz akşama ve geceye dönmesi gibi, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişeceğini ve o fani ve geçici gençliğini iffetle istikamet dâiresinde hayrata sarfetse onunla ebedi ve baki bir gençliği kazanacağını bütün semâvi fermanların müjde verdiklerini aksi takdirde sefahet ve dalâlette giden gençlik, âhiret mesuliyetini ve kabir azabını ve o gençliğin zevalinden gelen teessüfleri ve günahları ve dünyevî mücâzatları çektireceğini; ve ayn-ı lezzet içinde ziyade elemler ve belalar bulunduğunu aklı başşında her gence tasdik ettirecek derecede ayne'l-yakîn gösterip, tasdik ettirir.

Altıncı mesele: Risale-i Nur'un her tarafında kat'i ve hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billâh rüknünü, lise talebelerinden bir kısmı, Üstadımızın yanına gelerek soruyorlar: "Bize Hâlıkımızı tanıttır" diyorlar. Üstadımız da o talebelere; "Sizin okuduğunuz her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsediyor, size Hâlık'ı tanıttırıyor. Siz muallimleri değil, onları dinleyiniz" diyerek, aklî ve kat'î bir çok misal ve delilleri ele alarak gayet hârika bir şekilde o mektep talebelerine izah etmiştir ki, herkesin bu bahsi mutlaka iştiyakla okumaları hâzım ve zaruridir.

Yedinci mesele: Kastamonu'da lise talebelerinin "Hâlıkımızı bize tanıttır" diye suallerine karşı Üstadımız, sâbık Altıncı Meselede mekteb-i fünunun dilleriyle verdiği dersi Denizli hapsindeki mahpuslar okumalarıyla o hapisler tam bir kanaat-ı imaniye aldıklarını Üstadımıza bildirmişler ve "âhiretimizi de tam öğrenelim ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarıp, daha böyle hapislere girmeyelim" demelerine karşı Üstadımız, gayet mufassal olarak Risale-i Nur'dan derin hakikatları hülâsa ederek Altıncı Meselede "Hâlıkımızı arzdan ve semâvâttan sorduk. Onlar, fenlerin dilleriyle Hâlıkımızı güneş gibi tanıttırdılar. Aynen şimdi de âhiretimizi, başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden (A.S.M.), sonra Kur'ân'ımızdan ve mukaddes kitaplardan ve melâikelerden, sonra kâinattan sorup, herbirisinden aldığı mânevî cevaplarla tam bir dersi o hapislere, bu Yedinci Meselede gayet güzel olarak bildirilmiş ve tam izah etmiştir.

Sekizinci mesele: Bu meselenin üssü'l-esası âhirete imandır. Bu meseleyi, Üstadımız, daire daire içinde gayet güzel misallerle izah etmiş ki, buna karşı hiçbir dinsizin ve hiçbir feylesofun itirazına meydan bırakmamıştır. Hülâsa olarak gayet kısa işaretlerle bu hakikatların hakikatını şu Fihriste'ye bir nebzecik yazıyoruz.

Bu meselenin birinci meyvesi: İnsan sâir hayvanâta muhalif olarak hanesiyle alakadar olduğu gibi dünya ile de alakadardır. Akaribiyle münasebettâr olduğu gibi nev-i beşer ile de ciddî ve fıtrî olarak münâsebattârdır. Dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını aşk derecesinde arzular. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur. Ve öyle arzuları ve matlubları var ki, ebedi saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faidesi: Her insanın her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi kendisinin de o idamhâneye girmesi keyfiyetidir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o biçare insanın binler, belki milyonlar, belki milyarlar dostlarının ebedî bir müfarakat içinde idam olduklarını tevehhüm edip, Cehennem azabından beter bir elemi düşünürken, birden âhirete iman geldi, o insanın gözünü açtırdı ve perdeyi gözünden kaldırdı, baktırdı: O da o imanla baktı. O dostlarını ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulmuş, mesrûrâne ve nûranî bir âlemde onu bekliyorlar vaziyetinde müşahede etti. Ve Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhâniyyeyi o müşahede ile aldı.

Üçüncü faidesi: İnsanın sâir zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve yüksek seciyeleri ve cem'iyetli istidatları ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî dâireleri itibariyle üstünlüğüdür. Halbuki o insan hem mâdum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış ve gayet kısa bir zaman olan hazır zamanın mikyasıyla, ölçüsüyle; hamiyeti, muhabbeti, kardeşleği ve insaniyeti gibi seciyeler alır.

Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, vatanını, milletini sever, hizmet eder. Ve bu hususta tam sadâkate ve ihlâsa nâdiren muvaffak olabilir. Ve o nisbette kemâlatı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvisi, belki akıl cihetiyle baş aşağı en biçaresi ve en aşağısı olmak gibi bir vaziyete düşeceği sırada âhirete iman imdadına yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir dâire-i vücud gösterir. Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever ve onlara merhamet eder, hürmet eder, yardım eder.

Dördüncü faidesi: İnsanın hayat-ı içtimâiyesine bakar. Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhirete iman ile insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler.

Yoksa o çocuklar elim endişeler içinde, kendilerini uyutturmak ve unutturmak için oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmeleriyle O çocuğun ileride uzun arzuları taşıyan küçük dimağında ve zaif kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öylebir tesir yapar ki; hayatı ve aklı o biçâreye âlet-i azap ve işkence edeceği zamanda, ahirete iman dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve bir genişlik hissederek der: "Bu kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyif eder, gezer. Ve vâlidem öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek. Ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim" diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Hem insanın bir rub'unu teşkil eden ihtiyarlar; yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak ahirete îmanda bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir vâleylâ-i rûhî ve öyle bir dağdağa-i kalbi çekeceklerdi ki, dünya onlara me'yusane bir zindan ve hayat onlara işkenceli bir azap olacaktı. Fakat ahirete iman onlara der: "Merak etmeyiniz. Sizin ebedi bir gençliğiniz var, gelecek ve gayet parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zâyi ettiğiniz evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz diye iman-ı âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki; herbirinin başına yüzer ihtiyarlık toplansa onları me'yus etmez.

Hem nev-i insanın üçden birisini teşkil eden gençler, galeyanda olan hevesatlarına mağlub ve her vakit başlarına alamadıkları cür'etkâr akıllariyle âhirete îmanı kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimâiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaiflerin ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti bozulur. Bazan, bir dakika lezzet için mesud bir hanenin saadetini mahveder. Canavar bir hayvan hükmüne geçer.

Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. "Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâl'in melâikeleri beni görüyorlar, fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim, vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım" der, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat ve bir merhamet beslemeye başlar.

Hülâsa; bu hakikatların hayat-ı içtimâiyeye âit bir nümunesi şudur ki: Eğer iman-ı âhiret bir şehirde ve o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rızâ-yı ilâhi, sevâb-ı uhrevi yerine; garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannû, riyâ, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhiri âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

Buna kıyâsen, memleket dahi bir hânedir ve vatan dahi bir millî ailenin hânesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hânelerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz hamiyyet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enâniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişâfa başlarlar. Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak." Kur'ân dersiyle temkin verir. Gençlere der: "Cehennem var sarhoşluğu bırak." Akıllarını başlarına getirir. Zâlime der: "Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin." Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimi bir uhrevi saadet ve taze bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış" deyip ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyâsen cüz'i ve külli herbir tâifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır.

Dokuzuncu mesele: Üstadımızın mânen ruhuna gelen iman hakkında bir sualin cevabıdır. Şöyle ki: "Neden cüz'i bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir oluyor ve kabul etmeyen Müslüman olmaz. Halbuki, Allah'a ve âhirete iman güneş gibidir, o karanlığı izale etmesi lâzımdır. Hem neden bir rükün ve hakikat-ı imâniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-u mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar?

Halbuki, sâir erkân-ı imaniyeye imanı varsa onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor" suallerinin cevaplarını Üstadımız

اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ

ilâ âhir.. âyetine müracaatla, gayet muhtasar, fakat şümullû bir şekilde "Üç Nokta" da beyan etmiştir.

Onuncu mesele: Tekrarât-ı Kur'âniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarını izale eden bu küçücük, nurlu çiçeği. Üstadımız gayet hasta, perişan ve gıdasız bir halde iken iki gün içinde Ramazan'da mecburiyetle gayet mücmel ve kısa bir cümlede, pek çok hakîkatleri ve müteaddit hüccetleri dercetmişlerdir. Şöyle ki:

Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'ın, her asırda, her tabakaya hitap ederek taze nazil olmuş gibi bir hususiyeti olduğunu ve bilhassa çok tekrar ile

اَلظَّالِمِينَ

اَلظَّالِمِينَ

deyip zalimleri tehditleri ve o zalimlerin zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı ile, bu asrın emsalsiz zulümlerine kavm-i Âd ve Nemrud ve Firâvun'un başlarına gelen azaplar ile baktırııyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Musâ Aleyhimesselâmlar gibi enbiyânın necâtlarıyla tesellî veriyor.

Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın elbette her harfinde on bazan yüz ve bazan bin ve binler sevap bulunması ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün beni-âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevk ile yazılması ve çok terkar ile beraber usandırmaması ve çok iltibas yerleri ve birbirine benzeyen cümleleri olduğu halde bütün Kur'ân hâfızı çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir olanların ve sekeratta olanların kulaklarına mâ-î zemzem misillü hoş gelmesi gibi Kur'ân-ı Azimüşşân çok cihetlerle kudsi imtiyazları kazanır.

Ve Sâni-i Kâinatın mu'cizat-ı Kudretini ve mânidâr sutûr-u hikmetini ders vermekle Lütf-u irşadda güzel bir i'caz gösterir. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirdlerine kazandırır. Tekrarı iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla güzel, tatlı tekrarıyla bir tek cümlede ve bir tek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhataplarına tefhim etmekte ve cüz'i ve âdi bir hâdisede en cüz'i ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve dâire-i tebdir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i şeriatta sahabelerin cüz'i hadiseleri dahi nazar-ı ehemmiyette olmasından; hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz'i hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nev'i i'câzını gösterir.

Evet, ihtiyacın tekrarı ile ve tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyâmette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak olan ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatın bir tek zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat eden kâinâtı ve arzı ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine mukabil kâinatın netice-i hilkati hesabına azab-ı İlâhiyi ve hiddet-i rabbaniyeyi gösteren hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'câz ve gayet yüksek bir belâğat ve mukteza-yı hâle gayet mutâbık bir fesâhattir.

Biz burada, bu kıymetli meselenin başından bazı yerlerine işaretle ehemmiyetini göstermek istedik. Fakat tamamiyle göstermeye imkân omadığı için, tam görmek isteyenler bahçenin içine girsin ve yalnız bu kadarla kalmasın. Bu meselenin hatimesinin iki haşiyesini ve nûrun kahramanı Hüsrev'in mektubunu da okusun.

On Birinci mesele: Meyve'nin On Birinci Meselesinin bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rü'yetullahtır. Bu şecere-i kudsiyenin hadsiz küllî ve cüz'i meyvelerinden yüzer nümunelerini Risale-i Nur'da gayet parlak bir şekilde Üstadımız beyan etmiştir. Bu meseledeki beyanatın fihristesinin yalnız hangi mevzûa âit olduğunu kısaca bildirmek istedik. Merak edenler Sirâcü'n-Nûra ve Meyve'nin on birinci meselesine dikkatle baksınlar.

Bu mesele, meleklere iman meyvesinin bir cüz'üdür. Üstadımız diyorlar ki:

"Birgün duada, 'Yâ Rabbî! Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil ve Azrâil hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaz eyle' dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrâil nâmını zikr ettiğimde gayet tesellidâr ve sevimli bir hâlet hissettim. Elhamdülillâh dedim ve Azrâil'i cidden sevmeye başladım. Çünkü İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu ziya'dan ve fenâdan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslim etmek derin bir sevinç verdiğini kat'i hissettim. Ve o anda insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var. Her insan kıymetli fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitâbet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır.

Hususan, o fiillerin Cennette bâki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Kirâmen Kâtibin insanın omuzlarında durup onları yazması, ebedi manzaralarda göstermek için muhafaza etmesi ve sahiplerine daimi mükâfat kazandırması bana o kadar şirin geldi ki, tarif edemem" diye, Üstadımızın şu meseledeki derin görüşlerinin kudsiyetini göstermek için ellerine Fihriste anahtarını takdim ediyoruz.

Emirdağ Nur Talebeleri

Her asırda, her devirde imana ve Kur'ân'a ve İslâmiyete hizmet eden nurânî, mübarek şahsiyetler gelmişler. Bunların karşısına Nemrudlardan, Firavunlardan, Ebu Cehillerden birer tanesi çıkmış, musallat olmuşlar. Vazife-i diniyelerine set çekmeye çalışmışlar. Bu asırda da Nur'ların ve şakirdleri nin takip ettikleri kudsi hizmet-i imaniye ve Kur'âniyeye mason, komünist ve zındıka güruhları sistemli bir şekilde gayet dessâsâne hilelerle bütün maddî ve mânevî kuvvetlerini ortaya dökerek çalışmışlar.

Risale-i Nur'un müellifi olan ve mübarek ve iman ve Kur'ân abidesi olan Üstadımızı, talebeleriyle birlikte hapislere, zindanlara, menfâlara atarak, onlara, hiçbir asırda emsali görülmemiş işkenceleri, hatta vahşi ve canavarca zulümleri hiç çekinmeyerek yapagelmişler. Üstadımıza -hayatına son vermek için- defalarca zehirler vermişler. İhtilâttan men ederek, şahsî nüfuzunu kırmak için çeşitli yalan ve iftiralarla, bir çok kulp takmakla hükûmeti iğfal ederek, hem Üstadımızı, hem Nur talebelerini zindanlara sokturmuşlar. Ellerindeki risaleleri mahzenlere attırmışlar. {(Haşiye): [3]}

Hattâ hapishane içerisinde bile rahat bırakmamışlar. Hususi planlarla içlerine hafiyeler bırakılarak Üstaddan ve Risale-i Nur'dan soğutmaya çalışmışlar. Bilhassa Afyon hapsinde, Üstadımızı kışın en şiddetli günlerinde gayr-ı muntazam bir odada, taban tahtalarının birbirinden bir-iki santim ayrılıklı olan ve pencereleri de tam kavuşmadığı için açık kalan yerlerinde camların bir buçuk-iki milim buz tutmasıyla beraber, bazen de yağan karlar, tipi ve yağmurlar içeriye dolan bir odada birkaç gün sobasız, mangalsız ve bazı zamanlarda da gıdasız bırakıldığı gibi zehir de verilerek ölümü beklenilmiştir.

Gayet ihtiyar zayıf ve hasta olan mübarek Üstadın yanına hiçbir talebesi ve hizmetçileri bırakılmamış, saklı ve gizli olarak yanına çıkan talebeleri ve hizmetçileri dövülmüş, işkencelerin en vahşisi tatbik edilmiş, öyle bir ân gelmiş ki, mübarek Üstadın mahkemeye vereceği müdâfaaları talebeleri tarafından yazılmasına izin verilmemiş, gizli olarak yazmak isteyen talebeler de müdür tarafından hakarete uğramışlardır.

Bu işkencelerin ve bu zulüm ve hile prensiplerinin karşısında Kur'ân'ın hakiki hâdimleri olan Nur'un kıymettâr talebeleri, hiç çekinmeyerek, Üstadlarının takip ettiği iman ve Kur'ân yolunda, rızâ-yı İlâhi uğrunda çalışmışlar. İşte bu ağır şerâit altında Denizli Medrese-i Yusufiyesinde Meyve Risalesi; Afyon Medrese-i Yusufiyesinde de El-Hüccetü'z-Zehra gibi mühim risaleler yazılmıştır. Ehl-i imana, bilhassa bu risaleleri okumaları tavsiye olunur.

On Beşinci Şua[değiştir]

El-Hüccetü'z-Zehra'nın kısaca fihristesi

İman hakikatlerinden bir cihette mahrum kalan hapislerin imanlarını kurtarmak için Üstad Hazretleri, Eskişehir'de Otuzuncu Lem'a ve İkinci Şuâ gibi beş-altı mühim risaleleri; Denizli'de Meyve Risalesini; Afyon Medrese-i Yusufiyesinde de el-Hüccetü'z-Zehra'yı telif etmişlerdir. Bu risale zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve pek geniş olmakla beraber iki makamdır.

Birinci Makamı: Üç kısımdır.

Birinci kısım: Dehşetli bir şekilde Allah'ı ve âhireti inkâr eden ve unutan cereyanların nâşir-i efkârı olan gazeteleri okuyan biçare gençlerin ve ihtiyarların ve Medrese-i Yusufiyede bulunan hapislerin îman-ı Billahtan mevcudiyet ve vahdâniyet-i İlahiyeye dair gayet kat'i ve kuvvetli derslere pek ziyade ihtiyaçları olduğundan, her sabah namazından sonra okunan ve bir rivayette İsm-i Âzam mertebesini taşıyan, tehlil ve tevhid-i âzam olan

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

şu kudsî tevhidin on bir kelimesi olup, herbir kelimesinde bir bürhan-ı Vücub-u Vücud ve Vahdet-i Rabbaniye; hem on bir müjde gayet parlak, güneş gibi tafsilâtıyla gösterilmektedir.

İkinci kısım: Bu kısım da birinci kısım tarzında yazılmıştır ki, Fâtiha-i Şerife denizinden bir katre ve güneşin elvân-ı seb'asından bir tek lem'a olarak muhtasar bir şekilde beyan olunmaktadır.

نَعْبُدُ

nûn'undaki seyahat-ı hayaliye ve Rümuzât-ı Semâniye'de ve İşârâtü'l-İ'câz tefsirinde ve Nûr eczâlarında bu kudsî hazinenin pek çok tatlı ve gayet güzel nükteleri yazıldığı gibi, Hüccetü'z-Zehrâ'nın ikinci kısmını teşkil eden bu risalede yalnız imanın rükünlerine ve hüccetlerine

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ

ilâ âhir.. âyetinin sekiz kelimesi ile ve herbir kelimesinde bahr-i umman kadar mânâ ve hüccet taşıyan ve küfrün ve dalâletin ejderlerinden imanı kurtaran ve ehl-i imana ebedi saadeti kazandıran gayet hayattâr bir tiryâk ve ebedî ve sönmez bir nûr-u dâimi olarak yazılmıştır.

Üçüncü kısım: Namazdaki Fatiha'nın mânevî emriyle ve

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ الاَّ اللّٰه

hakikatının feyziyle İkinci Kısım yazıldığı gibi, namaz içindeki teşehhüdde dahi

وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا الرَسُولُ اللّٰه

cümlesinin delâletiyle ve mânevî ihtarıyla ve Sûre-i Feth'in âhirinde

هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ

ilâ âhir.. olan ve beş mucize-i gaybiyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla Üçüncü Kısım yazılmıştır. Bu kısmın tafsilâtı ve senetli hüccetleri Zülfikâr Mecmuasında ve Arabi Hızbü'n-Nûriyye'de mevcuttur. Bu risale dahi yalnız muhtasar üç işaretle, nev-i beşerin Üstad-ı Âzamı (A.S.M.) ve en büyük Peygamberi (A.S.M.) ve kâinatın Fahr-i Âlemi (A.S.M.)

لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ

hitabına mazhar ve hakikat-ı Muhammediyesi (A.S.M.), sebeb-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz Efendimizden (A.S.M.) bahisle yazılmıştır.

İkinci Makamı: Fatiha'nın âhirinde ehl-i hidâyet ve istikamet ile ehl-i dalâlet ve tuğyânın muvazenesine işaret eden ve Risale-i Nur'un bütün muvazenelerinin menbaı olan âyetin bir hakikatını ve Sûre-i Nur'dan

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

ilâ âhir..ve

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لِجُّىٍّ

ilâ âhir.. âyetiyle beraber o muvazeneyi

نَعْبُدُ

mucizesinin beyanında dünya seyyâhı Halıkını aramak, bulmak, tanımak için kâinatın bütün envâından ve mevcudâtından otuz üç yol ile ilme'l-yakîn ve ayne'l-yakîn ile Âyetü'l-Kübrâ risalesinde kat'i ve gayet parlak burhanlarla Hâlıkını bulduğu gibi, o ayn-ı hakikat ve bir temsil mânâsında olan seyâhat-ı hayâliye ile girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan üç tabakasının kuvve-i akliye cihetinde bir misali, gayet muhtasar beyan edilmiştir.

اللّٰهُ اَكْبَرُ

cümlesinin otuz üç mertebesinden üç mertebeyi beyan eden bu gelecek Arabi fıkranın bir nevi tercümesi içinde kısa işaretlerle ulema-yı ilm-i kelâmı ve akîde ulemâsını pek çok meşgul eden "ilim ve irâde ve kudret-i İlâhiye"nin kâinattaki cilveleriyle, onları ayne'l-yakîn imanla tasdik ve onlarla Vâcibü'l-Vücud'un mevcudiyetini ve vahdâniyetini bedâhetle ve ilme'l-yakîn ile tasdik edip, tam iman etmeğe yol açan bu Arabi fıkradır.

وَ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَ كَبِّرْهُ تَكْبِيرًا

اَللّٰهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْعَلِيمُ بِكُلِّ شَىْءٍ

ilâ âhir...

Emirdağ Nur Talebeleri

Önceki Risale: Onuncu Şua (Fihristenin 2. Cildi)Fihrist RisalesiMesnevi-i Nuriye'nin Fihristi: Sonraki Risale

  1. Bu azametli risale baştan nihayete kadar âlem-i gaybdan gelen ve âlem-i şehâdete uğrayan ve âlem-i âhirete gitmekte olan şu insan kütlesinin herbir ferdinin şu dünya misafirhanesinde muvakkaten oturtulmuş bir âhiret yolcusu ve âlem-i ebediyeye gidecek bir seyyah olduğunu izah etmekle beraber, herbir seyyahın bizzat cism-i mânevîsinin elinden tutarak otuz üç mertebede zikrettiği berâhin-i ulûhiyet ve delâil-i vahdaniyette gezdire gezdire ve tefeyyüz ettire ettire öyle bir iman-ı tahkîkî sahibi eyler ki, bütün ehl-i küfür dünyası küfür ve dalâlet fabrikasından çıkmış bir tek bomba olup patlasa, Lillahi'l-hamd ve'l-minneh, o mü'minin imanından zerre kadar birşeyin eksildiği görülmez. Belki de Ashâb-ı Kehf'in kendilerini dinlerinden çıkarmak için çalışan padişahlarına dedikleri gibi; "Ey melik, âgâh ol! Ne yaparsan yap, senin icbar ve ısrarınla biz ne söylersek siz inanmayınız. Bizler dinlerimizi tebdil ediciler değiliz" dedirtir. Hüsrev
  2. Gayet güzel ve münasip gördük ve yazdık. Bin bârekallah.
  3. Hapishaneden çıktıktan sonra bir-kaç defa beraat verildiği halde Risaleler, hâlâ mahzenlerde tutulmaktadır.