Otuz İkinci Söz
Önceki Risale: Otuz Birinci Söz ← Sözler → Otuz Üçüncü Söz: Sonraki Risale
Bu risaleyi okumak için Otuz İkinci Söz okuma sayfasına ve Kur'an hattı ile okumak için Otuz İkinci Söz (Kur'an Hattı) sayfasına gidin
Otuz İkinci Söz Bediüzzaman'ın 1 Mart 1927 tarihinden itibaren zorunlu ikamete tabi tutulduğu Barla'da telif ettiği eserlerdendir ve Sözler kitabının 32. risalesidir. Mevkıf namında 3 kısımdan oluşan kapsamlı bir risaledir.
Birinci mevkıfı, Enbiya suresinin "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti." mealindeki 22. ayetinin mealindeki yüzlerce ayetin Allah'ın birliğine dair en mühim hakikatini bir temsil ile ders verir. Bir ramazan gecesinde verilen bu derste Allah'a eş koşulan bütün şerikleri temsil eden bir şahsın zerrelerden yıldızlara kadar ilahlık iddiasında bulunmasını bütün mevcudatın reddetmesi izah edilir.
İkinci mevkıfı İhlas suresinin "O, Allah birdir. Allah sameddir." mealindeki 1. ve 2. ayetlerinin hakikatine dair olup dalalet ehlinin tevhid ehline karşı ettikleri itirazları kat’î bir surette reddeder. Cenab-ı Allah'ın bir olmakla beraber nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabildiği izah edilir.
Üçüncü mevkıfı Al-i İmran suresinin "Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir." mealindeki 185. ayeti ile Ankebut suresinin "Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur." mealindeki 64. ayetinin mealindeki yüzlerce ayetin mühim bir hakikatini gayet mühim bir muvazene (karşılaştırma) ile beyan eder. Dünya hayatının dalalet ve hidayet ehli açısından verdiği neticeleri karşılaştırır. İnsanın lezzetli yiyecekleri, anne-babasını, eşini, dostlarını, peygamberleri ve evliyayı, hayatını, gençliği, baharı, nefsini, çocuklarını vb. Allah namına nasıl sevebileceği ve bu şekilde severse dünyadaki ve ahiretteki neticelerinin ne olacağı izah edilir.
Risale-i Nur'un uzun risalelerinden biridir.
Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti
- Risale-i Nur'da iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri yoluyla tevhid dersi verilir. Buna misal 22. Söz, Katre risalesi, 20. Mektup, 32. Söz (1. Mevkıfı), 33. Söz, 23. Lem'a (Tabiat Risalesi), 30. Lem'a (Ferd ve Kayyum isimleri nükteleri) gibi risaleler ve Asa-yı Musa kitabının 11 hüccetidir.
- 32. Söz'ün 1. Mevkıfı, 22. Söz’ün 8. Lem’a’sını izah eden bir zeyldir.
- Muhyiddin-i Arabî'nin Fahreddin-i Râzî’ye sorduğu “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” sorusu hakkında kendisine danışan talebesini Bediüzzaman, 22. Söz'deki tevhid-i hakiki ile tevhid-i zahirînin farkındaki misale ve 32. Söz'ün 2. ve 3. Mevkıfları ile Maksatlarına yönlendirir.
- Kainattaki her şeyde vahdet damgaları olduğu 22., 32. ve 33. Sözlerde izah edilmiştir.
- Allah'ın tek olmakla birlikte her yerde icraatta bulunduğu ve Allah'ın her şeye yakın ama her şeyin Allah'a nihayetsiz uzak olduğu 16. ve 32. Sözlerde izah edilmiştir.
- Kâinatın tevhide hususan imkan ve hudus kanadı ve hakikatiyle şahitliği 22., 32. ve 33. Söz ile 20. Mektup'ta ispat ve izah edilir.
- Bu risalenin 3. mevkıfı hakkında bazı talebeleri “Sair risaleler yıldızlar olsa bu güneştir.” derken başka bir talebesi “Her bir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatte birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.” demiştir.
- Bediüzzaman, bu risalenin sonundaki uzun tafsilatın aslında ehemmiyetine nisbeten kısa olduğunu söyler.
- Üstadına çok fazla hüsn-ü zan ederek ondan himmet bekleyen bir talebesinin eline 32. Söz geçince bu risaleye yapışmış, mütemadiyen mütalaa edip feyiz almış, hususan Üçüncü Mevkıf’ındaki muhabbetullah bahsinde tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuştur. Sağlam olarak camiye gidip, namaz kılmış ve orada vefat etmiştir.
- Bediüzzaman 32. Söz'ü bir alim kaybetse yeniden elde etmek için (o zamanın parasıyla) bin lirayı tereddütsüz vereceğini beyan eder.
- Allahu Ekber cümlesinin bazı mertebeleri 20. Mektup'un 2. Makam’ında ve 32. Söz’ün 2. Mevkıf’ının sonunda ve 3. Mevkıf’ının başında izah edilmiştir.
- Bediüzzaman Kur’an’ın açıkça gösterdiği tevhid mertebesinin vahdetü’l-vücudunkinden daha yüksek olduğunu izah ederken Allah'ın teveccühünde tecezzi olmadığını, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunduğunu beyan eder ve 16. Söz'de ve 32. Söz'ün 2. Mevkıf’ının 2. Maksad’ında bu sırrın tamamıyla izah ve ispat edildiğini söyler.
- Bediüzzaman lise mektebine tesirli bir ders olarak 32. Söz'ün 1. Mevkıfını, 30. Lem'anın Adl ve Hakem Nüktelerini, Tabiat Risalesini ve 7. Şua olan Âyetü’l-Kübra’nın 1. makamını zikreder. Bu dersler daha sonra genişletilerek Asa-yı Musa kitabına dönüşmüştür.
- Bediüzzaman 20. Mektup ile 32. Söz'ün 29. Lem’ayı bir derece izah ettiğini söyler.
İsimleri, Telifi, Neşri/Basımı, İçeriği, Tevafukları ve Gaybi İşaretlerle İlgili Bilgiler
- Bediüzzaman 1. mevkıfı bir ramazan gecesinde ders olarak vermiş, daha sonra yazılı hale getirmiştir.
- Bediüzzaman bu risalenin acele ve hazîn bir kalp ile yazıldığını söyler.
Diğer İsimleri
Telif Dili
Türkçe
Telifiyle İlgili Bilgiler
32. Söz'ün de içinde olduğu Sözler 1927-1929 yılları arasında Barla'da telif edilmiştir.[1]
Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler
Kur'an harfleriyle kitap basımının yasaklanması üzerine ilk başta elle çoğaltılan bu risale ancak 1956-1959 yıllarında matbaalarda büyük kitaplar basıldığında Latin harfleriyle basılan Sözler kitabının içinde yer almıştır.
İçeriği
1. Mevkıf: Allah'ın birliğine dair en mühim hakikatin temsil şeklinde dersi.
Son kısmında çiçek açmış ağaçların Allah'ı medheden bir kaside olduğu izah ediilir.
Zeylinde yıldızlara dair bir ders ve bir manzume yer alır
2. Mevkıf:
- 1. Maksat: Tevhide dair bir ders. Şeriklerin olamayacağının ispatı ve sebeplerin bir perde olup hakiki tesirlerinin olmadığı.
- 2. Maksat: Cenab-ı Allah'ın bir olmakla beraber nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabildiği.
- Hatime: Ağaçların meyve ve tohumlarının tevhidi ve haşri gösterdiğine dair bir ders. Devamında Risale-i Nur'da kullanılan temsillerin nasıl kuvvetli bir ders verebildiğinin izahı.
- 3. Maksat: "Ahsen-ül Halikin" ve "Erhamürrahimin" gibi ifadelere dair gelen akla gelen şüpheli suale cevap ve Allah'ın zıddı olmamakla birlikte nasıl kemalinin olabileceğinin izahı.
Son kısmında dünyanın 3 yüzü ve dünyayı tahkir eden 4 sınıf insan açıklanır.
3. Mevkıf (5. Remzin 2. Noktası):
- 1. Mebhas: Bütün varlıkların hakikatlarının ve sıfatlarının Allah'ın isimlerine dayandığına dair bir temsil.
- 2. Nokta'nın 2. Mebhası: Dünya hayatının dalalet ve hidayet ehli açısından verdiği neticelerin karşılaştırılması.
- Mühim Bir Sual: İnsanın lezzetli yiyecekleri, anne-babasını, eşini, dostlarını, peygamberleri ve evliyayı, hayatını, gençliği, baharı, nefsini, çocuklarını vb. Allah namına nasıl sevebileceği ve bu şekilde severse dünyadaki ve ahiretteki neticeleri
- Münacat: Üvey el-Karani'nin münacatı
Uzunluğu
Tamamı 61,5 büyük sayfa
- Mevkıf: 14 büyük sayfa
- Mevkıf: 22 büyük sayfa
- Mevkıf: 25,5 büyük sayfa
Ekleri
-
Bu Risaledeki Tevafuklar
- Bir talebesinin acele ve bazan gece vaktinde yazdığı bir nüshada hârika tevafuk görülmüştür. Bazen bir sayfada otuz tevafuk ortaya çıkmıştır.
- Risale-i Nur talebelerinden Ahmed Nazif’in nüshasında 5715 tevafukun görülmesini Bediüzzaman talebesinin bu risalenin hakiki hattına rast gelmesi olarak yorumlar.
Bu Risaleye Gaybi İşaretler
- Hz. Ali Peygamberimizden ders alarak yazdığı Celcelutiye kasidesinde sureleri sayarken 32. mertebede "Kurân-ı Hakimde hizb hizb, âyet âyet bütün sûrelerin hakkı için" mealindeki وَ بِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَ اٰيَةً beytini zikrederek Risale-i Nur talebeleri tarafından yıldızlar içinde bir güneş telakki edilen 32. Söz namındaki üç mevkıflı harika ve cami' risaleye işaret eder.
- Risale-i Nur başta 33 adet Sözlerdir. 33. Söz aynı zamanda Mektubat kitabı olduğundan bir cihette Risalelerin sonuncusu 32. Söz'dür. Hz. Ali bu risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur’an’ın çok sureleriyle birden sonuncu mertebe olarak 32. Mertebe’de yukarıdaki beyti zikretmiştir.
- Hz. Ali 32. mertebede işaret ettiği 32. Söz'e yine nazarları çevirmek için başka bir satırda "Kâinatı ince hesaplarla yaratan, varlıkların ihtiyaçlarını adaletle veren ve başkalarının hukukuna tecavüz edenleri cezalandırıp iyilik yapanları da mükâfatlandıran Adl ve hüküm ve kaza sahibi olan, haklıyı haksızdan ayıran Hakem isimlerinin tecellisiyle, adalet ve mizanıyla, intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir ve tahripten kurtulur." mealindeki ifadeyi zikrederek Adl ve Hakem isimlerinin parlak bir âyinesi ve tefsiri hükmünde olan 32. Söz'e parmak basar ve ذَيْمُوخٍ kelimesini tekrarlayarak 33 Söz'ün bir mertebesinin mektuplardan (Mektubat) ibaret olduğuna ve 32. Söz'ün son mertebede bulunduğuna îma eder.
- Bu kasidenin risalelere işaretinin güzel ve latif bir yönü de sureleri sayarken aynı tertib ile aynı sıradaki risalelere (yani 29., 30., 31. ve 32. Sözlere) işaret etmesidir.
Risale-i Nur'da Derc Edildiği ve Benzer İçerikli Yerler
- Sözler adlı büyük kitapta tamamı mevcuttur.
- 1. Mevkıfı zeyliyle beraber Asa-yı Musa adlı büyük kitabın 2. Hüccet-i İmaniye adlı kısmında ve zeyli olmadan Nur Çeşmesi adlı küçük kitapta mevcuttur.
- 2. Nokta'nın 2. Mebhası, İman ve Küfür Muvazeneleri adlı kitapta ve Ayet-ül Kübra adlı küçük kitapta mevcuttur.
- 3. Mevkıf'ın 2. Nokta'nın 2. Mebhasından başlayarak sonuna kadar olan kısım Gençlik Rehberi adlı küçük kitapta ve Hanımlar Rehberi adlı küçük kitapta mevcuttur.
- 3. Mevkıf'ın 1. Mebhası Mirkat-üs Sünnet adlı küçük kitapta mevcuttur.
- 1. Mevkıf'ın sonundaki "Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname" adlı parça 4. Mektup'ta, Asa-yı Musa adlı büyük kitabın 2. Hüccet-i İmaniye adlı kısmında, Sözler kitabındaki 17. Söz'de ve Tarihçe-i Hayat'a alınan 4. Mektup'ta da yer alır.
- 1. Mevkıfı Yirmi İkinci Söz’ün Sekizinci Lem’a’sını izah eden bir zeyldir. Mevcudat-ı âlem, vahdaniyete şehadet ettikleri elli beş lisandan (ki Katre Risalesi’nde onlara işaret edilmiş) birinci lisanına bir tefsirdir.
- 20. Mektup'un 2. makamının 3. kelimesi (Ve ileyhil masir), tamamen 32. Söz'ün 1. Mevkıf'ına havale eder.
- Risale-i Nur'da iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri yoluyla tevhid dersi verilir. Buna misal 22. Söz, Katre risalesi, 20. Mektup, 32. Söz (1. Mevkıfı), 33. Söz, 23. Lem'a (Tabiat Risalesi), 30. Lem'a (Ferd ve Kayyum isimleri nükteleri), 2. Şua ve 7. Şua (Ayet-ül Kübra) gibi risaleler ve Asa-yı Musa kitabının 11 hüccetidir.
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği
Bu Risalenin Telifi, Neşri ve Adı Hakkındaki Bahisler
Şu sözün âhirinde uzun tafsilatı uzun görme; ehemmiyetine nisbeten kısadır, daha uzun ister.
Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki işarat-ı Kur’aniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.
(32. Söz)
Size Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ını gönderdim (Hâşiye: Birinci Mevkıf’ı ise ramazan hediyesidir.) dikkat ile okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatalar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazîn bir kalp ile yazıldığı için içinde müşevveşiyet bulunacaktır.
Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler
Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa bu güneştir.” Diğer biri ona mukabil demiş: “Her bir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatte birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.”
Yirmi İkinci Söz’ün Sekizinci Lem’a’sını izah eden bir zeyldir. Mevcudat-ı âlem, vahdaniyete şehadet ettikleri elli beş lisandan (ki Katre Risalesi’nde onlara işaret edilmiş) birinci lisanına bir tefsirdir. Ve لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin pek çok hakaikinden, temsil libası giydirilmiş bir hakikattir.
(32. Söz)
Burdurlu Hasan Efendi isminde ehl-i kalp bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuz İkinci Söz’ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: “Şayet Burdur’a gidersen Hasan Efendi’ye ver, beş altı gün mütalaa etsin.” O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi’ye vermiş. Hasan Efendi’nin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi; öyle de Otuz İkinci Söz’e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıf’ındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş, rahmetullahi aleyh.
Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayret-engiz hakikatleri kemal-i vuzuh ile On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahalesi imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektup’taki وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ını da Hakkı Efendi kardeşimizle merak ve dikkatle okuduk. Cidden çok âlî mefhumu var. Tavsife bu âcizin kudreti olsa belki bu ikinci nokta için pek ziyade rahatsız etmeye cesaret ederdim. Heyhat ki diğer hususatta olduğu gibi bunda da sıfru’l-yed bulunuyorum. Yalnız hulus ve safiyetle ve kısaca derim: Belki diğer bütün Sözler’in daha fevkinde parlayan bir necm-i nur-efşandır.
(Doktordan Mi’rac’ı nasıl bulduğunu sordum. Doktor Kemal der: “Eserin pek büyük kıymetini takdir etmek için İslâm olmaya bile lüzum yok, insan olmak kâfi.” cevabını verdi.)
Hulusi
Bu mektubunuzdaki sual ile ve en son yazılmış olan Otuz İkinci Söz ile münasebet ve müşabehet nevinden bu defaki arîza-i cevabiyem üç vakfeli oldu.
Demek oluyor ki Risale-i Nur manevî bir güneş, her bir Söz muhtelif kadirlerden nurani yıldızlar ve Otuz İkinci Söz üç mevkıfı ile bu yıldızların hepsinin üstünde parlayan ve enzar-ı dikkati hâh nâ-hâh üzerlerine celbeden hâlis nurdan vücuda gelmiş birinci kadirden pek nurlu, erbab-ı imana gülümseyen, ahzab-ı dalalete haşmetle bakan, gözlerini kör eden, erbab-ı gafleti uyandıran pek haşmetli, çok nurlu birinci kadirden bir kevkeb-i nevvardır. Ne yapayım talebenizin dili bu kadar dönüyor. Yoksa bu sönük ifade o mübarek Sözler için sarf edilmek lâyık olmadığını biliyorum.
Bizden Üçüncü Maksat’ın tesirini sual buyuruyorsunuz. Biz Hakkı Efendi ile ittifaken deriz ki: İçindeki hakikatler cerh edilmez, içinde lüzumsuz bir şey yok, zararlı bir kayıt mutasavver değil. Dikkatle dinleyenler, Allah tevfik verirse imanını kurtarabilirler. Bu hakaikle Avrupa ehl-i dalaletine de meydan okunur, fikrindeyiz. Bu kabîl dalalet ve gaflette olanlar ya mübarezeden mağlup olurlar ya ulviyeti hissedip tegayyüb ederler yahut Ebucehil gibi hakikati kabul etmemekte inat ederler veya dehşetlerinden kulaklarını kapayıp kaçarlar, fikir ve kanaat ve imanındayız. Sözler’i dinleyenlerin bir sükût-u mestî göstermeleri, izhar-ı hayret eylemeleri, kudretleri derecesinde takdiratta bulunmaları her halde düşündüğümüze kuvvet verir bir keyfiyettir. Ümit ve tahminimizi tasdik ediyor.
Hulusi
Üçüncü Mesele; hakikaten çok güzel, çok hoş, çok vâzıhtır. Bu meseleyi beş noktaya ayırmakla sanki İslâm’ın beş rüknünü hatırlatmış, selâmet için beş esası göstermişsiniz. Hem bunu dostlarınıza ve kalben sizden bir şey bekleyenlere, sual-i mukaddere cevap nevinden kaleme almışsınız. Fakat hüsn-ü zanna mesağ veriyorsunuz. Niyetle me’cur ve faidemend olacağını ihtar ediyorsunuz. Sâil buna da razı. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı zaten bu derde ilaç vermekte, bu yaraya merhem vurmakta ve bu arzuya çare bulmaktadır.
Ey aziz Üstad!
Bu defa yazmaya muvaffak olduğum üç mevkıftan mürekkeb Otuz İkinci Söz’ü bera-yı tashih takdim ediyorum. İşbu kitabın, nazar-ı âcizîde giran-baha bir hazine olduğunu yazmaya bilmem lüzum var mı? Dünyanın ölçülmek imkânı olmadığını söyleyen zat ve fikr-i beşerin nâmahdud bir arazi olduğunu iddia eden adam ne doğru söylemişler. Bu noktada fikrim, gittikçe inkişaf eden efkârımın ve dar muhayyilemin genişlemesinden mütevellid bir fikirdir. Dünyanın ölçülmez bir boşluk olduğunu ve fikr-i beşerin nâmahdud olduğunu izah maksadına müstenid değildir.
Demek ki her risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor. Otuz İkinci Söz’ün kalbime ve ruhuma bahşettiği safa-yı sermedî ve câvidanî değil mi ki bu uzun mektubumla mesruriyetimi izhar için sizi taciz etmeme bâdî oluyor. Hülâsa tatlı bir sermestî içinde hayatımdan memnunum. İnşâallah duanız himmetiyle, böyle meşru bir sermestî içinde hayat-ı ebediyeye vâsıl olacağım inşâallah.
Ahmed Zekâi
Bu defaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i iman mabeyninde nihayet derecede muteber ve ehl-i dalalet başında sâıka gibi tesir gösteren Otuz Birinci Söz olan mi’rac ve şakk-ı kamere dair risaleyi ve vahdaniyet ve marifetullah ve muhabbetullaha dair ve ehl-i tahkik meyanında emsalsiz ve pek meşhur ve nurani üç mevkıflı olan Otuz İkinci Söz’ü takdim ediyorum.
Şirkin esasını ref’ edip vahdaniyeti nihayetsiz derecede kuvvetle ispat eden Otuz İkinci Söz namı altındaki eseri ki o eser bir âlim tarafından zayi edilse onu elde etmek için bin lira tereddütsüz vereceğini zannettiğim misilsiz risalemden mevcud her iki tanesini,
Bu Risaleye Atıflar
Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname
Bir vakit Barla’da Çam Dağı’nda yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış.
Dördüncü Mektup ile Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı’nın âhirinden alınmıştır.
(17. Söz)
Otuz İkinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’î ispat edilmiştir ki: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esma-i İlahiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil belki medar-ı kemaldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i İlahiyenin âyinesi görüp müştakane temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise fâni yüzüdür ki insanın hevesatına bakar.
(27. Söz)
Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı’nda izah ve ispat edildiği üzere, bir zerreden tut tâ yıldızlara kadar zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine manen münasebettardırlar ki bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakiki Rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıfı’nda izah ve ispat edildiği üzere semavatın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahhusu yapamaz. Demek, bütün semavatın Rabb’i olmayan, bir tek insanın simasındaki alâmet-i farika olan nakş-ı simavîyi yapamaz.
(33. Söz)
İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nın başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Mesela, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkeza… Bütün aza ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.
(33. Söz)
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mesudane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan cennete çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.
Şu kelimeyi, Otuz İkinci Söz’ün Birinci Makamı gayet kuvvetli ve şaşaalı bir surette ispat ettiğinden, ona havale ederiz. Onun fevkinde beyan olamaz, ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez.
Evet, o Kadîr-i Zülcelal her şeyde, külliyatta ve cüz’iyatta, yıldızlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet koymuştur ki ona şehadet eder. Ve birer mühr-ü vahdaniyet basmıştır ki ona delâlet eder. Şu hakikat-i uzma, Yirmi İkinci Söz’de ve Otuz İkinci Söz’de ve Otuz Üçüncü Mektup’un otuz üç adet Penceresinde gayet parlak ve kat’î bir surette izah ve ispat edildiğinden onlara havale edip sözü keser, burada hâtime veririz.
Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir, maksat nedir? Soruyor.
Evvela: Ona okuduğun Yirmi İkinci Söz’ün Mukaddime’sinde, tevhid-i hakiki ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuz İkinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.
Beş altı suali tazammun eden birinci sualinizde: “Meydan-ı haşre cem’ ve keyfiyet nasıl ve üryan mı olacak? Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla bir tek zat nasıl görüşecek? Ehl-i cennet ve cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” diyorsunuz.
…
Sâlisen: Görüşmek ise On Altıncı Söz’de ve Otuz Bir ve Otuz İki’de kat’iyen ispat edilmiştir ki bir zat nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup milyonlar adamlarla görüşebilir.
Otuz üç mertebesinden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı, Yirminci Mektup’un İkinci Makam’ında ve Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ının âhirinde ve Üçüncü Mevkıf’ının evvelinde izah edilmiştir. Şu mertebelerin hakikatini anlamak isteyenler, o iki Söz’e müracaat etsinler.
Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ının zeylinde ve Yirminci Mektup’un İkinci Makamı’nda izah edilmiştir.
Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Her bir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur. Her bir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Her bir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir. Her bir âlîcenab zat, başkasını mesud etmekle lezzet alır. Her bir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstahaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi her bir sanatkâr, sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların her biri birer kaide-i esasiyedir ki kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıfı’nda izah edilmiştir.
Siracünnur’un yüz yerinde en muannid bir münkiri dahi susturacak bir kat’iyetle ispat edilmiş ki: Bütün eşya bir tek Zat-ı Vâhid-i Ehad’e verilse bir tek şey gibi kolay ve çabuk ve ucuz olur. Eğer esbaba ve tabiata dahi hisse verilse bir tek şeyin icadı bütün eşya kadar çetin ve geç ve ehemmiyetsiz ve pahalı olacak. Bu hakikatin bürhanlarını görmek istersen Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplara ve Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözlere ve tabiata dair Yirmi Üçüncü ve ism-i a’zama dair Otuzuncu Lem’alara ve bilhassa Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Ferd ve ism-i Kayyum’a dair Dördüncü ve Altıncı Nüktelerine baksan göreceksin ki iki kere iki dört eder kat’iyetinde bu hakikat ispat edilmiştir.
(2. Şua)
Bu üçüncü muktezî Siracünnur’un çok risalelerinde, hususan Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ında o kadar kat’î ve parlak izah ve ispat edilmiştir ki güneşin akisleri gibi her şeyin âyinesinde bir bürhan-ı vahdet temessül ve bir hüccet-i tevhid in’ikas ediyor. Biz o izaha iktifaen burada o uzun kıssayı kısa kestik.
(2. Şua)
Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattir. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız, şöyle ki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor.
Hem kendi sanatını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik sanat ve ince hikmet ve âlî ziynet ve şefkatli bir tertip ve tatlı vaziyet görünüyor. Bedahet derecesinde anlaşılır ki kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir sanatkâr var ki her bir sanatıyla çok hünerlerini ve kemalâtını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister.
Hem zîşuur mahlukları minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor.
Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerîmane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor.
Demek, bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor.
Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatinin şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki o cemal; kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf –yani kendini tanıttırmak ve bildirmek– keyfiyetini takmış, sonra masnuatı ziynetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.
(4. Şua)
Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamıyla ispat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.
(7. Şua)
Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i mi’rac olarak Otuz Birinci Söz’ün âhirinde ve beş meyvesi Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşinci Dal’ında numune olarak yazılmış. Erkân-ı imaniyenin her birinin ayrı ayrı pek çok belki hadsiz meyveleri olduğu gibi mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rü’yet-i İlahiyedir, diye başta demiştik. Ve Otuz İkinci Söz’ün âhirindeki muvazenede, imanın saadet-i dâreyne medar bir kısım semereleri güzel izah edilmiş.
(11. Şua)
İşte Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefis-perest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevk eder. O muvazenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’ndaki uzun muvazene; en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.
…
Evet Risale-i Nur, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatleri bilmüşahede ispat ediyor. Mesela, Yirmi İkinci Söz’ün iki makamının bürhanlarına ve lem’alarına ve Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ına ve Otuz Üçüncü Mektup’un pencerelerine ve Asâ-yı Musa’nın on bir hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’aniyedir.
(15. Şua)
Binaenaleyh size benim bugün ve yarın en büyük hediyem: Verdiğiniz dersi, namınıza olarak vekaleten alâ kadri’l-imkân mü’minlere tebliğ eylemek ve Allah’ın verdiği hakiki muhabbeti ebeden taşımak ve buna mukabil Erhamü’r-Râhimîn ve Ekremü’l-Ekremîn, Ahsenü’l-Hâlıkîn, Rabb-i Rahîm ve Kerîm Hazretlerinden, hakiki muhabbetin Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında izah buyurulan neticesine mazhar buyurulmaktır.
Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var, onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.
…
Çünkü derler ki: Cenab-ı Hak ehadiyet-i zatiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi koca baharı o suhuletle halk eder. Bir şey, bir şeye mani olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ının İkinci Maksad’ında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.
Hem mektubunda اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ … الخ ye ait olan esrarı sual ediyorsun. Evet, o âyetin büyük bir denizinden çok Sözler’de kataratı, reşehatı vardır. Bâhusus Yirminci Mektup’ta, Otuz Üçüncü Mektup’ta, Otuz İkinci Söz’de, Yirmi İkinci Söz’de onun bazı çeşmeleri var. Elbette o âyette çok tabakat var. Her taife bir tabakadan hissesini almıştır. Ruhum istiyordu ki o âyetin bazı envarını yazayım fakat şimdiye kadar müteferrik surette yazıldığından öyle kalmış, şimdilik onunla iktifa edilmiş.
Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, [[Otuzuncu Lem'a|Otuzuncu Lem’a’nın}} ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyetü’l-Kübra’nın “Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren her bir misafir…” diye başlayan Birinci Makam’ın başından –ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp– tâ on sekizinci mertebe olan kâinatın hudûs hakikati tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinesi) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla, ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.
İki Âyetü’l-Kübra’nın vird-i ekberinde –hatırıma gelmediği halde– ehemmiyetli kısımlarını Yirminci Mektup ile Otuz İkinci Söz, bana ihtiyaç bırakmayacak derecede beyan ve tercüme ettiklerinden, niyet ve vaad ettiğim halde tercümesinde istihdam edilmedim.
Hem Lütfü hem Abdurrahman hem Hâfız Ali hükmünde Küçük Ali sizin namınıza da Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’nin tefsir ve tercümesini istemiş. Benim şimdi onun ile meşgul olmaya ne vaktim var ne de halim müsaade eder. İnşâallah ileride Risaletü’n-Nur’un başka bir şakirdi o vazifeyi yapacak. Hem Yirminci Mektup ile Otuz İkinci Söz bir derece o Lem’a’yı izah ederler.
Çünki derler ki: Cenab-ı Hak ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle isbat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halkettiği gibi, koca baharı o sühuletle halk eder. Bir şey, bir şeye mani' olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi' ve inkısam yok. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz'ün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve isbat edilmiştir.
Kur'an-ı Azîmüşşan'ın kelimatı ve âyâtı delâlet ettikleri hakaikte çok vücuh-u i'caziye ve o kelimatın terkibatındaki nazımda çok mezaya-yı i'caziye bulunduğu Yirmi Beşinci Söz'de gayet kat'î bir surette gösterilmiştir. Madem âyât ve kelimatın hakaikinde i'caz nükteleri vaz' edilmiştir, elbette o kelimat ve âyâtı teşkil eden hurufatında dahi işarat-ı i'caziye vardır. Nasıl ki masnu olan mürekkebatın zerratı, mürekkebat gibi Sâni'-i zülcelal'in vahdaniyetine ve sıfâtına delâlet ediyorlar ve mu'cizat-ı kudreti olduğunu gösteriyorlar. Nasıl ki Yirmi İkinci ve Otuzuncu ve Otuz İkinci Söz'lerde beyan edilmiştir.
Bu Risaledeki Tevafuklar
Üçüncü Mevkıf:
…
Bu mevkıfın; birinci müstensih, -tevafuktan hiç haberimiz yokken- acele ve bazan gece vaktinde yazdığı bir nüshasında hârika bir tevafuku gördük. Bazen bir sayfada otuz tevafukat bulunuyor. O ihtiyarsız olan tevafukatı, o mevkıfın bir sırr-ı kerâmeti telâkki ettik.
Otuz altı yapraktan ibaret ve İmam-ı Ali’nin fevkalâde takdirine mazhar olan Otuz İkinci Söz’ün kendi kendine gelen beş bin yedi yüz on beş (5715) tevafuku, Risaletü’n-Nur’un bu havalideki gayet mühim bir talebesi olan Ahmed Nazif’in nüshasında çıkmıştır. Demek o risalenin hatt-ı hakikisine rast gelmiş ki bu hârika kerameti göstermişler.
Bu Risale Hakkındaki Gaybi İşaretler
Malûmdur ki Risale-i Nur başta otuz üç adet Sözlerdir ve Sözler namıyla yâd edilir. Fakat Otuz Üçüncü Söz müstakil değil belki otuz üç adet Mektubattan ibarettir ve Mektubat namıyla zikredilir. Sonra Otuz Birinci Mektup dahi müstakil değil belki otuz bir adet Lem’alardan mürekkebdir ve Lem’alar adı ile müştehirdir. Sonra Otuz Birinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuz bir adet Şuâlardan mürekkeb olacak. El-Âyetü’l-Kübra Yedinci ve bu risale Sekizinci Şuâlarıdır. Demek Sözler’in hâtimesi Otuz İkinci Söz’dür. Hem Risale-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirdlerince telakki edilen Otuz İkinci Söz namındaki üç mevkıflı risale-i hârika ve câmia ve Sözler’in bir cihette hâtimesi ve cem’iyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali (ra) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur’an’ın çok sureleriyle birden Otuz İkinci Mertebe’de وَ بِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَ اٰيَةً kasemiyle Otuz İkinci Mertebe’de bulunan o câmi’ risaleye işaret eder.
(8. Şua)
İmam-ı Ali (ra) Siracünnur’dan haber verdikten sonra yine otuz üç ve bir cihetle otuz iki adet Süryanîce esmayı ta’dad ederken Risale-i Nur’un en kuvvetli en kıymettar olan Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne ve Otuz İkinci Söz’e kuvvetli işaret ettiği gibi sair risalelere de remzen veya îmaen veya telvihen bakar.
…
Sonra otuz ikinci mertebede surelerin ta’dadında ehemmiyetle işaret ettiği risale-i câmia olan Otuz İkinci Söz’e yine nazar-ı dikkati kuvvetli celbetmek için ذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ ve bir nüshada بِهِ الْكَوْنُ عُطِّرَتْ yani ism-i Adl ve ism-i Hakem’in tecellisiyle ve adalet ve mizanıyla ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahripten kurtulur. İkinci nüsha ile o iki ismin rayiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır. Attar dükkânı gibi rayiha-i tayyibe verir.
İşte ism-i Adl ve ism-i Hakem’in parlak bir âyineleri ve bir tefsirleri hükmünde olan Otuz İkinci Söz’e parmak basıyor ve mana-yı mecazî suretinde ifade eder. ذَيْمُوخٍ kelimesinin tekrarıyla Sözler otuz üç iken bir mertebesi mektuplardan ibaret olduğuna ve Otuz İkinci Söz son mertebesi bulunduğuna îma eder.
(8. Şua)
Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Mesela yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i ta’dadda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimler ile ve başta, Sözlerin başı olan Birinci Söz’e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de fakat çok güzeldir ve letafetlidir.
(8. Şua)
Hazret-i İmam-ı Ali (ra) تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri ta’dad ederek münâcat eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا; diğeri, otuz birde وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا der. İşte Risale-i Nur’un Sözler’i otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münâcatla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeylleri bulunması ve o zeyllerin birisi Yirmi Yedinci Söz’ün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci Söz’ün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve بَعْدَهَا kelimesi dahi aynı yerde, aynı manada tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) tebeî bir mana ile ve işarî bir mefhum ile Risale-i Nur’a, hattâ zeyllerine bakmak için öyle yapmış.
(8. Şua)
Bu Risale Hakkında Fihristte Geçen Kısım
Üç mevkıftır.
Birinci Mevkıf: لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin mealindeki yüzer âyâtın vahdaniyete dair en mühim hakikatini öyle bir surette ispat eder ki şirk ve küfür yolunu muhal ve mümteni gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tard eder. Zerrat adedince vahdaniyetin delilleri bulunduğunu beyan eder. Gayet latîf ve yüksek ve mantıkî bir muhavere-i temsiliye suretinde, hadsiz geniş mesaili o temsil içinde dercedip gösterir. Ve zeylinde gayet latîf birkaç mesele var ki hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayalinden daha parlak, daha geniştir.
İkinci Mevkıf: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ
اَللّٰهُ الصَّمَدُ in hakikatine dair sırr-ı ehadiyete ve vahdete gelen teşkikat ve evhamı izale eder. Ehl-i dalaletin ehl-i tevhide karşı ettikleri itirazatı kat’î bir surette reddediyor. Birinci Mevkıf’tan daha kuvvetli, âyât-ı Kur’aniyenin vahdaniyete dair mu’cizane ispatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zatiye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-i muazzama-i Kur’aniyeyi gayet güzel ve vâzıh bir temsil ile ispat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder.
Ve bilhassa bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinden evvel ikinci temsilin neticesinde Zat-ı Akdes-i İlahiye’den hiçbir şey saklanmadığını ve hiçbir şey ondan gizlenemediğini, hiçbir fert ondan uzak kalmadığını, hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden ona yanaşamadığını ve rububiyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mani olmadığını ve hiçbir yer onun huzurundan hâlî kalmadığını, her şeyde bakar ve işitir sem’ ve basarının cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya emirlerinin sürat-i cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçtiğini, esbab ve vesait sırf zahirî bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz ve temekküne muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücudun perdeleri onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olmadığını ve maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mahdudların hâssaları onun dâmen-i izzetine yanaşamadığını ve tagayyür ve tebeddül ve tahayyüz ve tecezzi gibi emirlerden mücerred, münezzeh, müberra ve mukaddes olduğunu gayet güzel bir surette ispat eder.
Bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinde sırr-ı ehadiyete dair Arabiyyü’l-ibare gayet mühim bir parça tercümesiyle beraber gayet parlak bir surette çok mesail-i mühimmeyi ifade eder. Hususan insanın muhasebe-i a’mali için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir ve tebdil ve tahrip ve tamir etmek sırrını beyan eder.
Üçüncü Mevkıf: وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
وَ اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatini gayet mühim bir muvazene ile beyan eder. Ehl-i dalalet hakkında hayat-ı dünyeviye ne kadar müthiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Hususan, muhabbet hakkındaki semerat-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalalet için ne kadar elîm, ehl-i hidayet için ne kadar hoş olduğunu gösterir. Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa bu güneştir.” Diğer biri ona mukabil demiş: “Her bir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatte birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.”
Üçüncü Mevkıf:
…
Bu mevkıfın; birinci müstensih, -tevafuktan hiç haberimiz yokken- acele ve bazan gece vaktinde yazdığı bir nüshasında hârika bir tevafuku gördük. Bazen bir sayfada otuz tevafukat bulunuyor. O ihtiyarsız olan tevafukatı, o mevkıfın bir sırr-ı kerâmeti telâkki ettik.
Diğer Bahisler
Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ını, ramazan hediyesini ikmale muvaffak oldum. Tevfik-i Hudâ yoldaşım olursa diğerlerini de inşâallah emir buyurduğunuz müddette yazarım. Bu kadar kıymetli ve nurlu Sözler’in en hüsünlü hat ile ve hattâ altın ile yazılması lâyık ve muktezî iken, hasbe’l-kader bu bîçare kardeşinizin perişan ve belki ancak okunabilir, hatalı hattı ile yazılması da hamd ve şükrümü artırmaya vesile oluyor. Ve her vasıta ile aldığım meserret-bahş selâm ve iltifatat-ı fâzılanelerinin ve her biri Risale-i Nur’a bir zeyl ve tefsir ve hâşiye makamındaki cihan-değer emirname-i ârifanelerinden maddeten dûr bulunacağımdan dolayı çok müteessir olacağım.
Nâtamam kalan Otuz İki ve Otuz Üçüncü Sözler’in de itmamına muvaffak olmanızı eltaf-ı İlahiyeden niyaz eylerim.
Hulusi
Fakat müştak bulunduğum Otuz İkinci Söz’ü dahi lütuf buyuracak olursanız, hasıl olacak memnuniyetimi bir vecihle arz etmekten âciz kalacağım. Çünkü bu gibi kıymettar ve manidar eserleri işittikten sonra, görmek iştiyakı gittikçe artıyor ve bu tabiattan bir türlü kendimi men’edemiyorum.
Sabri
Muhterem Üstadım! Yazdığım Otuz İkinci ve Yirmi Yedinci Sözleri takdim ediyorum. Yirmi Yedinci Mektup’ta arkadaşlarımızın ihtisasatlarını okurken bilseniz ne kadar sürur duyuyorum. Yekdiğerine ayrılmamak için kıymetsiz maddî iplerle değil, kıymetli ve manevî iplerle bağlanmış bir aile ve bir cemaat efradının hissedeceği sevinçle mütelezziz oluyorum. Şüphesiz Zat-ı Üstadaneleri başımızda olmakla beraber, büyük olanlarımız ağabey ve beraber olanlarımız da kardeşlerimiz olmuşlardır. Veyahut ben bu cemaatin içerisine dâhil olduğumdan fevka’l-had bahtiyarım. Kur’an-ı Mübin’in nurlarının ahz ve neşri hususunda, sevgili Üstadımız, şahsiyetiniz vasıta kılınmasından dolayıdır ki sizi bize veren Cenab-ı Hakk’a minnettarlığımızı tahdid edemeyiz.
Hüsrev
Aktab-ı Hamse-i Azîme’nin birincisi ve Gavs-ı A’zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin, şimdiki Kur’an’ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbarat-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, kıymettar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahşetmediği gibi Otuz İkinci Söz’ün Birinci ve İkinci Mevkıflarından da üç dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mani oldu.
Öyle ise sair nevlerin dahi risalelerin nevlerine işaret eder diye dikkat ettim ki yedi nevi hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuz üç tane kadar. Fesübhanallah dedim, yedi nev’i göndermekte ne mana var? Birden kalbime geldi ki: İman-ı billaha dair yedi nevi ile aynı hakikat yazılmış, Van’a gönderilmiş. Dikkat ettim, evet mevzu vahdaniyet-i İlahiye olduğu halde Yirminci Mektup ile sureti küçük, manası pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz her biri birer risale, Birinci Makam, İkinci Makamı ve Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf her biri birer risale hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektup, Otuz Üç Pencere ile yedi risaledir. O da aynen yedi nevi envar-ı marifetullahtan bir şems-i hakikatin ziyasındaki elvan-ı seb’a gibi bir mahiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevvere’nin hediyesi içinde hakikat-i hurmadan yedi nevi Nuh Bey’in eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi Nur’a tevafukla, bir makbuliyet işareti veriyor dedik, Allah’a şükrettik.
Evvelki mektubumda, bütün Sözler’e dair sual etmiştim ki içlerinde cerh edilecek hakikatler var mı veyahut avama izharı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Maksadı için değildi.
Cenab-ı Hak, yeni hayatınızı mübarek eylesin ve refika-i hayatınızı hayat-ı ebediyenizde, Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ının âhirlerindeki Üçüncü İşaret’te, refika-i hayata dair vâde ve sıfata mazhar eylesin, âmin!
Ehl-i vukuftan ve Diyanet Riyasetinin müşavirlerinden Yusuf Ziya ve oradaki hocalar, Risale-i Nur’un tamam bir takımını bizden istiyorlar. Hem zerrelere ait Otuzuncu Söz ve Otuz İkinci’nin Birinci Mevkıf’ının başındaki zerre bahsi ve “Hüve Nüktesi” ve Tabiat Risalesi’nin zerre bahsi gibi parçaları, rica suretinde ve hürmetkârane, oraya gönderdiğimiz Hasan Çalışkan ile cevap göndermişler. Güya وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ manasını anlamak istiyorlar ve bu parçalarla anlaşılır ve şimdi serbest ifsada başlayan maddiyyunları susturur.
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler
Bu Risaledeki Temsiller/Misaller
Bütün tabiat-perest, esbab-perest ve müşrik gibi umum enva-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden bir şeye Rab olmak istiyor ve hakiki mâlik olmak dava etmektedir.
İşte o müddeî, evvela mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakiki mâlik olmakta olduğunu zerreye, tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler.
O zerre dahi hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki: “Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa hem benim gibi hadd ü hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Hâşiye: Evet müteharrik her bir şey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi; harekâtlarıyla dahi gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zapt ederler. Kendi mâlikinin mülküne idhal ederler. Hareket etmeyen masnuat ise nebatattan nücum-u sevabite kadar, birer mühr-ü vahdaniyet hükmündedirler ki bulunduğu mekânı, kendi Sâni’inin mektubu olduğunu gösterirler. Demek her bir nebat, her bir meyve, birer mühr-ü vahdaniyet, birer sikke-i vahdettirler ki mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına Sâni’lerinin mektubu olduğunu gösterirler.
Elhasıl: Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zapt eder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye Rab olamaz.) iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa hem kemal-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, mesela kandaki küreyvat-ı hamraya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen bana Rab olmak dava et; beni, Cenab-ı Hak’tan başkasına isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olamadığın gibi müdahale dahi edemezsin. Çünkü vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa karıştıracak. Halbuki senin gibi camid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”
O müddeî, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?”
Zerre ona cevaben der: “Eğer güneş gibi bir dimağım ve ziyası gibi ihatalı bir ilmim ve harareti gibi şümullü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dava ederdim. Haydi def’ol git, sen benden iş bulamazsın!”
İşte şeriklerin vekili, zerreden meyus olunca küreyvat-ı hamradan iş bulacağım, diye kandaki bir küreyvat-ı hamraya rast gelir. Ona esbab namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: “Ben sana Rab ve mâlikim.” O küreyvat-ı hamra, yani yuvarlak kırmızı mevcud, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye dili ile der: “Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen hem gezdiğimiz ve kemal-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene mâlik olacak bir dakik hikmet ve azîm kudret, sende varsa göster ve gösterebilirsen belki senin davanda bir mana bulunabilir. Halbuki senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak belki zerre miktar karışamazsın. Çünkü bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki ancak her şeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zat bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki senin ile senin böyle karmakarışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok.” der, onu tard eder.
Sonra onu kandıramadığı için o müddeî gider, bedendeki hüceyre tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: “Zerreye ve küreyvat-ı hamraya söz anlattıramadım, belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen, gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakiki mülküm ol.” der.
O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki: “Ben çendan küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyratına ve heyet-i mecmuasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle, evride ve şerayin damarlarına ve hassase ve muharrike âsablarına ve cazibe, dâfia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve sanatça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrat-ı bedeniyeye tasarruf edecek nâfiz bir kudret, şâmil bir hikmet, sende varsa göster, sonra ben seni yapabilirim diye dava et. Yoksa haydi git! Küreyvat-ı hamra, bana erzak getiriyorlar. Küreyvat-ı beyza da bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme. Hem senin gibi âciz, camid, sağır, kör bir şey, bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizam (Hâşiye: Sâni’-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir.
Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar.
Kan ise içinde iki kısım küreyvat halk edilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar.
Kanın heyet-i mecmuası ise iki vazife-i umumiyesi var: Biri, bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri, hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.
Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki şu ikinci ise kanı “Ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.
Sâni’-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir. Biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizaç eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen semli havaî bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder hem kanı tasfiye eder. Çünkü Sâni’-i Hakîm, fenn-i kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç, bir nevi ihtiraktır.
Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizaç vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünkü imtizaçtan evvel iki hareket idi şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni’-i Hakîm’in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zaten “Hareket, harareti tevlid eder.” bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur.
İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. فَسُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ) var ki eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”
Sonra o müddeî, onda da meyus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla (tabiiyyunun dedikleri gibi) der ki: “Sen benimsin, seni yapan benim. Veya sende hissem var.”
Cevaben o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı haliyle der ki: “Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakiki mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim sende varsa hem sudan ve havadan tut, tâ nebatat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalp, akıl gibi letaif-i maneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemal-i hikmet ile istihdam edip ibadet ettirecek sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa göster, sonra “Ben seni yaptım.” de. Yoksa sus! Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delâletiyle, benim Sâni’im her şeye Kadîr her şeye Alîm her şeyi görür ve her şeyi işitir bir zattır. Senin gibi sersem, âcizin parmağı, onun sanatına karışamaz. Zerre miktar müdahale edemez.”
O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz, gider, insanın nevine rast gelir. Kalbinden der ki: “Belki bu dağınık, karmakarışık olan cemaat içinde; şeytan, onların ef’al-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi belki ben de ahval-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup beni tard eden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim.” Onun için beşerin nevine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: “Siz çok karışık bir şey görünüyorsunuz. Ben size Rab ve mâlikim veyahut hissedarım.” der.
O vakit nev-i insan, hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki: “Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nevimiz gibi bütün hayvanat ve nebatatın yüzler bin envaından, rengârenk atkı ve iplerden kemal-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat envaından nescolunan ve gayet nakışlı bir surette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemal-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa hem eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âleme tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mizan-ı hikmetle aktar-ı âlemden bize gönderecek bir muhit kudret ve şâmil bir hikmet sende varsa ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa belki bana rububiyet dava edebilirsin. Yoksa haydi sus! Benim nevimdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Çünkü bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.”
“Hiç mümkün müdür ki bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini sanatkârane yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun. Hem bir meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olsun. Hem çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâni’inden başkası olsun. Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu’cizat-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârık-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen anlarsın ki benim Sâni’im öyle bir zattır ki hiçbir şey ondan gizlenemez, hiçbir şey ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar suhuletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini, kemal-i intizamla benim mahiyetimde derceden bir zattır. Böyle bir zatın sanatına senin gibi camid, âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus! Def’ol git!” der, onu tard eder.
Sonra o müddeî gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var.” diye dava eder.
O vakit o gömlek (Hâşiye: Fakat şu haliçe hem hayattardır hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları kemal-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder. Tâ ki nessacının muhtelif cilve-i esmasını ayrı ayrı göstersin.) o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki: “Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizam ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemal-i intizam ile kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve sanat sende varsa hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki manevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün fertleri icad edecek kemal-i intizam ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rububiyet dava et. Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”
Sonra o müddeî gider. “Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum.” der. Gider, küre-i arza (Hâşiye: Elhasıl: Zerre, o müddeîyi küreyvat-ı hamraya havale eder. Küreyvat-ı hamra onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat envaından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Her biri der: “Git, benden yukarıdakini zapt edebilirsen sonra gel, benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlup etmezsen beni ele geçiremezsin.”
Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, bir tek zerreye rububiyetini dinletemez.) yine esbab namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin.”
O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki: “Halt etme! Ben, nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve sanatsız görmüş müsün ki bana sahipsiz, serseri dersin. Eğer hareket-i seneviyem ile takriben yirmi beş bin senelik (Hâşiye: Bir dairenin takriben nısf-ı kutru, yüz seksen milyon kilometre olsa o daire (kendisi) takriben yirmi beş bin senelik mesafe olur.) bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemal-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm o daire-i azîmeye hakiki mâlik olabilirsen ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak ve kemal-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa bana rububiyet dava et. Yoksa haydi cehennem ol, git! Benim işim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki bizim ustamız öyle bir zattır ki bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona mutî ve musahhardırlar. Bir ağacı, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelal ve Hâkim-i Mutlak’tır.”
Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider güneşe. Kalbinden der ki: “Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup bir yol açarım. Yeri de musahhar ederim.” güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, Mecusilerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”
Güneş ise Hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle ona der: “Hâşâ yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle manevî cevherler ve göz, kulak gibi antika sanatlar var ki benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir.” der, müddeîyi tekdir eder.
Sonra o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbab namına benimsin.” der.
O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubudiyet lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki bütün emsalim olan ulvi yıldızları icad eden ve semavatında kemal-i hikmetle yerleştiren ve kemal-i haşmetle döndüren ve kemal-i ziynetle süslendiren bir zat olabilir.”
Sonra o müddeî, kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müekkillerim namına bir şey kazanırım.” der. Onların içine girer. Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücum-perest olan sabiiyyunların dedikleri gibi der ki: “Sizler, pek çok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz.”
O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki: “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun. Bizler öyle bir zatın sanatıyız ve hizmetkârlarıyız ki bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir. Bizler donanma elektrik lambaları gibi onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilan eden ışıklı bürhanlarız. Her bir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvi, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.
Evet, her birimiz kudret-i Vâhid-i Ehad’in birer mu’cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdaniyetin birer münevver bürhanı ve melaikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avâlim-i ulviyenin birer lambası, birer güneşi ve saltanat-ı rububiyetin birer şahidi ve feza-yı âlemin birer ziyneti, birer kasrı, birer çiçeği ve sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü (Hâşiye: Cenab-ı Hakk’ın acayib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yani semavat, hadsiz gözlerle zemindeki acayib-i sanat-ı İlahiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. Semanın melaikeleri gibi yıldızlar dahi mahşer-i acayip ve garaib olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.) olduğumuz gibi heyet-i mecmuamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir ziynet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir kemal-i sanat bulunduğundan Sâni’-i Zülcelal’imizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ı cemal ve celal ve kemalini bütün kâinata ilan ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, mutî, musahhar hizmetkârları, karmakarışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik hattâ sahipsizlik ile ittiham ettiğinden tokada müstahaksın.” der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi bir yıldız öyle bir tokat vurur ki yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı (Hâşiye: Fakat sukuttan sonra tabiat tövbe etti. Hakiki vazifesi, tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infial olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlahînin bir nevi defteri –fakat tebeddül ve tagayyüre kabil bir defteri– ve kudret-i Rabbaniyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelal’in bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi. Kemal-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubudiyetini takındı. Ve fıtrat-ı İlahiye ve sanat-ı Rabbaniye ismini aldı.) evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri, imtina ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i safilînin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا ferman-ı kudsîsini okuyorlar. Ve “Sinek kanadından tut tâ semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın.” diye ilan ederler.
Yirmi camus, birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir herc ü merce sebebiyet verdiği malûm.
Nasıl ki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir sanatkâr, fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i sanat ve maharetini gösterir.
Yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrebleri misillü kubbe-i semada kameri, zamanın saat-i kübrasına bir akreb yapmak
Mesela, zatında Barla Denizi (yani Eğirdir Gölü) imkân ve ihtimal var ki pekmez olsun, yağa inkılab etmiş olsun. Fakat madem bir emareden, o imkân ve ihtimal neş’et etmiyor; onun vücuduna ve su olduğuna, kat’î ilmimize tesir etmez, şek ve vesvese vermez.
Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder.
Bir tek zat-ı müşahhas, muhtelif âyineler vasıtasıyla külliyet kesbeder. Bir cüz’î-yi hakiki iken şuunat-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer.
Evet, nasıl cismanî şeylere cam ve su gibi maddeler âyine olup cismanî bir tek şey, o âyinelerde bir külliyet kesbeder. Öyle de nurani şeylere ve ruhaniyata dahi hava ve esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal süratinde birer vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ki o nuraniler ve o ruhanîler, hayal süratiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latîfede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her âyinede, nurani oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için cismaniyetin aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismanilerin akisleri ve misalleri, o cismaniyetin aynları olmadığı gibi hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar.
Mesela güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ her bir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, birer misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zatının bir nevi misali, her bir parlak cisimde bulunur. Faraza güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup her şeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ göz bebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir şey, bir şeye mani olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye set çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.
Şu ağacın lâekall on bin meyvesi var. Her bir meyvesinin lâekall yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek; bir anda, beraber bir sanat ve icada mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbanî ile şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında her bir meyvenin içinde her bir çekirdeğin yanında bulunur ki hiçbirinin bir şeyini, noksan bırakmayarak, birbirine mani olmayarak onunla yapılır.
Ve o bir tek cilve-i irade ve o kanun-u emrî; ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsa idi izi ve eseri görülecekti. Belki bizzat, tecezzi ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münafî olmuyor. Hattâ denilebilir ki o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye; her birinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın her bir cüzü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.
Güneş, nuraniyet vasıtasıyla, bir tek zat iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.
Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak bir tek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri
Mesela nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemal-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir: “Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.”
Mesela, nasıl bir padişahın –fakat veli bir padişahın– ki umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir. Birisi: Umumî bir kanunla, zahirî memurların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır. İkincisi: Umumî kanunla değil ve zahirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şahanesi ve icraatı daha güzel, daha yüksek denilebilir.
Nasıl ki mükemmel, muhteşem, münakkaş, müzeyyen bir saray; mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedahe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık; bizzarure mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve “nakkaş ve musavvir” gibi unvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi şüphesiz o ustanın mükemmel, sanatkârane sıfatına delâlet eder. Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemal-i istidat ve kabiliyet, bizzarure o ustanın kemal-i zatına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder.
Madem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi kemalâtın lem’alarıyla parlar, geçer. O nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi şu seyl-i mevcudat dahi hüsün ve cemal ve kemalin lem’alarıyla muvakkaten parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem’aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir.
Malûmdur ki üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler yakîni ifade eden tevatür derecesinde o hâdisenin kat’î vukuuna delâlet eder.
Kerîm olan zat; başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakiki bir lezzet alır. Mesela, bir validenin evladının mesudiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.
Mesela nasıl ki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zat; güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettarane tena’umları ve o aç olanların müteşekkirane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerîm zatı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.
Hem mesela mahir bir sanat-perver, maharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plaksız konuşan fonoğraf gibi bir sanatı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O sanatkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine “Bârekellah” der.
Hem mesela adalet-perver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.
Nasıl ki gayet mahir bir tasvirci ve heykeltıraş bir zat, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latîfinden gayet güzel bir hasnânın suret ve heykelini yapmak istese evvela, o iki şeyin umumî şekillerini bazı hatlarla tayin eder. Şu tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor. Hendeseye istinaden hudut tayin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergârıyla dönüyor. Öyle ise tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet manaları hükmediyor.
Öyle ise ilim ve hikmet pergârı, kendini gösterecek. İşte kendini gösterdi ki o hudutlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki içindeki pergârın harekâtıyla tayin edilen azalar, sanatkârane ve inayetkârane düşüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergârını çeviren, arkada sun’ ve inayet manaları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler.
İşte ondandır ki bir hüsün ve ziynete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise sun’ ve inayeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki tezyine, tenvire başladı. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayattarlık heyetini verdi.
Elbette şu tahsin ve tenvir manasını çalıştıran, lütuf ve kerem manasıdır. Evet o iki mana, onda o derece hükmeder ki âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir.
Şimdi bu mana-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden “teveddüd ve taarrüf” manalarıdır. Yani kendini, hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek manaları arkada hükmediyor.
Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Madem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin envaıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin suretini de bir hediyeye takacak. İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymettar nimetler ile doldurdu ve o çiçek suretini de bir mücevherata taktı.
Demek, bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani “acımak ve şefkat etmek” manası, rahmet ve nimeti tahrik ediyor.
Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zatta olan terahhum ve tahannün manasını tahrik eden ve izhara sevk eden, elbette o zattaki manevî cemal ve kemaldir ki tezahür etmek isterler.
Ve o cemalin en şirin cüzü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise sanat âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani cemal ve kemal (çünkü bizzat sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal madem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte heykele konulan ve surete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemal-i manevînin –kendi kabiliyetlerine göre– birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları hem cemal sahibine hem başkasına gösteriyorlar.
Nasıl bir adam; güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayr-ı meşru ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü ehl-i namus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve manidar mektupları manasız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar ve hâkeza… Böyle bir şahıs, nasıl merhamete müstahak değil belki tokada müstahaktır.
Nasıl ki bir padişahın müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde hem her vilayetin hudutlarından suhuletle ve tayyare, gemi, şimendifer gibi süratli vasıta-i seyahatle gezer, geçer.
Nasıl ki bir padişah-ı âlî, (Hâşiye: Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.) sana bir elmayı ihsan etse o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazen olur ki padişah o nefis-perverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatat-ı şahanedir. Güya o elma, iltifat-ı şahanenin numunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlukata karşı, âcizane istimdad ihtiyacını hissettiğin halde; biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse o zatın in’am edici unvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zatı, o unvan ile seversin.
Nasıl ki bir orduda dört yüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki her bir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği silahları ayrı ve mizacına deva olacak ilaçları ayrı oldukları halde; bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı takım, bölük tefrik edilmeyerek belki birbirine karışık olduğu halde onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu’cizane ilim ve ihatasından ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz bir tek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilaç ve silahlarını muînsiz olarak bizzat kendisi verse o zat acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü bir taburda on milletten efrad bulunsa onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
Bu Risalede Geçen Ayetler
Bkz. 32. Söz'de Geçen Ayetler Listesi
Bu Risalede Geçen Hadisler
- Risalede Nasıl Geçtiği: لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لَا يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ
Meali: Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir ve hiçbir şeriki yoktur. Mülk umumen Onundur; hamd bütünüyle Ona aittir. Hayatı veren de, ölümü veren de Odur. O, kendisine ölüm ârız olmayan Hayy-ı Ezelîdir. Bütün hayır Onun elindedir. Onun kudreti herşeye yeter. Herkesin ve herşeyin dönüşü de Onadır.
Kaynağı: Buharî, Ezân 155, Teheccüd 21, Umre 12, Cihad 133, Bed'ü'l-Halk 11, Mağâzî 29, Daavât 18, 52, Rikâk 11, I'tisâm 3; Müslim, Zikir 28, 30, 74, 75, 76, Vitir 24, Cihad 158, Edeb 101; Tirmizî, Mevâkıt 108, Hac 104, Daavât 35, 36; Nesâî, Sehiv 83-86, Menâsik 163, 170, Îmân 12; İbni Mâce, Ticârât 40, Menâsik 84, Edeb 58, Dua 10, 14, 16; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Dârîmî, Salât 88, 90, Menâsik 34, İsti'zân 53, 57; Muvatta', Hac 127, 243, Kur'ân 20, 22
Kaynaklarda geçen şekli: - Risalede Nasıl Geçtiği: اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ
Meali: Allah için sevmek
Kaynağı: Ebû Dâvûd, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâmet 60; Müsned 3:438, 440
Kaynaklarda geçen şekli: Allah için muhabbet ve Allah için buğz etmek imandandır. - Risalede Nasıl Geçtiği: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
Meali: Dost, dostuyla beraber cennette bulunacaktır.
Kaynağı: Türkçe Terceme Buhari 9/171, hadis no: 1495; Sahih-i Müslim 2/2032 ve 2035
Kaynaklarda geçen şekli: Bir adam Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) kıyamet vaktini sordu: "Ne zaman kıyamet kopar?" Resul-i Ekrem (A.S.M.) ona dedi: "Sen onun için ne hazırlamışsın?" O dedi: "Hiçbir şey, lakin ben Allah'ı ve O'nun Resulünü seviyorum." Resul-i Ekrem ferman etti: "Öyle ise, sen sevdiğinle beraber olacaksın." - Risalede Nasıl Geçtiği: Cennette bir dakika rü’yet-i cemal-i İlahî, bütün cennet lezaizine faiktir.
Kaynağı: Ed-Dürr-ül Mensur - Suyuti 3/305-306, Suyuti Hazretleri tefsirinde rü'yet-i cemal-i İlahi hakkında elli kadar hadis nakletmiştir; İhya-u Ulüm-id Din 4/543'de, Sahih-i Müslim'den nakledilmiş, bu hususta en mühim bir hadis; El Havi Lil-Fetava - Suyuti 2/398
Kaynaklarda geçen şekli: Rü'yet-i cemal kadar ehl-i Cennet'in yanında daha sevgili hiçbir şey yoktur. (Sahih-i Müslim) - Risalede Nasıl Geçtiği: O şuhud, bütün lezaiz-i cennetin o derece fevkindedir ki onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemali o derece fazlalaşır ki döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları tanıyabilirler.
Kaynağı: El-Havi Lil-Fetava - Suyutı 2/398; Cem'-ül Fevaid 2/770; El Feth-ül Kebir 1/380, Tirmizi ve İbn-i Mace'den nakil; Ramuz-ül Ehadis sh: 119; Et-Tergib Vet-terhib 4/541
Kaynaklarda geçen şekli: Ve onlara bu esnada Allah'ın arşı gösterilir ... Sonra Cennet'tc herbirimiz kendi menzilimize gideriz, hanımlarımız bizleri karşıladıklarında bize "Hoş geldiniz, safalar getirdiniz diyecekler.. ve "Sen bugün başkalaşmışsın, burada iken olan güzellikten çok fazla bir güzellik sende vardır. Bu nedir?" diyeceklerdir. Biz de onlara deriz ki: "Bizler bugün Cebbar olan Rabbimizi ziyaret ettik, elbette bu tarz bir güzellik almamız bizim hakkımızdır." - Risalede Nasıl Geçtiği: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı…
Kaynağı: El-Ezkar Nevevi sh: 129; Keşf-ül Hafa - Acluni 1/412
Kaynaklarda geçen şekli: Dünya âhiretin mezraasıdır (tarlası). - Risalede Nasıl Geçtiği: …dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, cennette en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, enva-ı lezaiz ve kemalât ile sümbüllenecek surette ona verileceği…
Kaynağı: (Bu hüküm müşahhas bir-iki hadisin değil, Cennet ve lezaizi hakkında gelen birçok hadislerin, hatta ayetlerin de müşterek ifadelerinin neticesidir.) El-Feth-ür Rabbani - Şerh-i Müsned-i Ahmed 24/201; En-Nihaye - İbn-i Kesir 2/200; Ez-Zühd - İbn-ül Mübarek 1/512, hadis no: 1459; El-Musannef - Sa'nani 11/416; Tirmizi 3/330; Ed-Duafa' - Akili 3/166; yine Tirmizi 4/677 hadis no: 2536
Kaynaklarda geçen şekli: Evet, benim nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, ehl-i Cennet'ten herbirisine yüz erkek kuvveti verilecek, bu kuvvet yemekte, içmekte, şehvette ve cima'da geçerlidir. - Risalede Nasıl Geçtiği: …dünyanın her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil…
Kaynağı: el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1099; Süyûtî, ed-Dürerü'l-Müntesire, 97; İsfehânî, Hılyetü'l-Evliyâ, 6:388; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:368, no: 3662
Kaynaklarda geçen şekli: Dünya sevgisi bütün hataların başıdır. - Risalede Nasıl Geçtiği: Hadîste bazı ehl-i cennete verilen beş yüz senelik bir cennet sırrı
Kaynağı: Şerh-üs Sünne - Begavi 15/232; Cem'-ül Fevaid 2/772 Müsned-i Ahmed'den nakil
Kaynaklarda geçen şekli: Ehl-i Cennet'in en aşağı derecelisi dahi, keneli bahçelerine ve hatunlarına ve ni'metlerine ve hizmetkarlarına, koltuk ve saraylarına bin senelik mesafede nezaret edecektir. - Risalede Nasıl Geçtiği: Hadislerde, dünyanın tel'in edildiği ve cife ismiyle yad edildiği ...
Kaynağı: İbn-i Mace hadis no: 4112; Şerh-üs Sünne 14/230; Ed-Dürer-ül Müntesire - Suyuti sh: 85
Kaynaklarda geçen şekli: Dünya kendisi mel'un olduğu gibi, içindekiler de mel'undur. (İbn-i Mace) - Risalede Nasıl Geçtiği: اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ
Meali: Allahım! Bize Senin muhabbetini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin muhabbetini nasip et!
Kaynağı: El-Ezkar - Nevevi sh: 350; İhya-u Ulum-id Din 4/295
Kaynaklarda geçen şekli: Ey Allah'ım! Bana muhabbetini nasib eyle ve seni sevenlerin sevgisini ve senin muhabbetine yaklaştıracak şeylerin muhabbetini nasib et. (İhya-u Ulum-id Din) - Risalede Nasıl Geçtiği: Lezzetli bir ni'meti insan yese, eğer şükretse, o yediği ni'met o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevi bir meyve-i Cennet olur....
Burada meyve yersin, orada “Elhamdülillah” yersin.
Kaynağı: Masabih-üs Sünne - Begavi 3/197; Müsned-i Ahmed 3/439
Kaynaklarda geçen şekli: Her kim Subhanallahi ve bihamdih dese, ona Cennet'te bir ağaç dikilir - Risalede Nasıl Geçtiği: Çok şirin olan veled-perverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki Cennet tenasül yeri olmadığından Cennet'te yoktur zannedilirdi. İşte bu suretle o dahi vardır.
Kaynağı: Nehc-ül Belaga - İmam-ı Ali sh: 231; Et-Tezkire - Kurtubi sh: 562-563
Kaynaklarda geçen şekli: Cennet ehli çocuk sevme hatırası ile, çocuk arzu ettikleri zaman, hemen bir saat zarfında haml, vaz' ve yaş tekamülü gibi işler husul bulup çocuk hazır oluverir.
Cenab-ı Allah'ın Bu Risalede Geçen İsim, Sıfat ve Şuunatı
- Hâlık-ı Zülcelal
- اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ
- اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ
- خَيْرُ الْفَاصِلٖينَ
- خَيْرُ الْمُحْسِنٖينَ
- Âdil-i Bi’l-hak
- Adl
- Alîm
- Alîm-i Mutlak
- Allah
- Bâis
- Bâki
- Bâri
- Cemil
- Cemil-i Zülcelal
- Cemil-i Zülkemal
- Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn
- Cenab-ı Hak
- Ehad
- Ehadiyet
- Fâtır-ı Zülcelal
- Fâtır-ı Zülcemal
- Habib-i Hakiki
- Hak
- Hakem
- Hakîm
- Hâkim-i Mutlak
- Hakîm-i Zülcelal
- Hakîm-i Zülcemal
- Hâlık
- Hâlık-ı âlem
- Hâlık-ı Zülcelal
- Hâlık-ı Zülkemal
- Hannan
- Hayy
- Hudâ
- Huduttan müberra
- Kadîr
- Kâdir-i külli şey
- Kadîr-i Mutlak
- Kadîr-i Zülcelal
- Kadîr-i Zülkemal
- Kahhar-ı Zülcelal
- Kâmil-i Zülcemal
- Kayyum
- Kerîm
- Kusurdan mukaddes
- Kuyuddan münezzeh
- Latîf
- Mabud
- Maddeden mücerred
- Mahbub-u Bi’l-hak
- Mahbub-u Zülkemal
- Maruf
- Mennan
- Muhsin
- Muhyî
- Mukaddir
- Munazzım
- Musavvir
- Müdebbir
- Mün’im
- Mün’im-i Hakiki
- Münevvir
- Mürebbi
- Müstağni-i Ale’l-ıtlak
- Müzeyyin
- Noksandan muallâ
- Nur
- Nuru’l-Envar
- Rab
- Rahîm
- Rahîm-i Zat-ı Zülcelal
- Rahman
- Rahmanu’r-Rahîm
- Rezzak
- Samed
- Sâni’
- Sâni’-i Hakîm
- Sâni’-i kâinat
- Sâni’-i Zülcelal
- Sâni’-i Zülcemal
- Sultan-ı ezel ve ebed
- Sultan-ı Ezelî
- Sultan-ı Zülcelal
- Şâfî
- Şems-i sermedî
- Vâcibü’l-vücud
- Vâhid
- Vâhidiyet
- Vâris
- Vedud
- Zat-ı Akdes
- Zat-ı Ehad-i Samed
- Zat-ı Rahîm-i Kerîm
- Zat-ı Rahmanu’r-Rahîm
- Zat-ı Vâcibü’l-vücud
- Zat-ı Zülcelal
- Zat-ı Zülcemali ve’l-kemal
Peygamberimizin Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
- Habib
- Habib-i Ekrem
- Seyyidü’l-mürselîn
- Sultanü’l-evliya
Kur'an'ın Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
- اَصْدَقُ الْكَلَامِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلَامُ اللّٰهِ الْمَلِكِ الْعَزٖيزِ الْعَلَّامِ
Meali: Sözün en doğrusu ve nazmın en beliği, bütün mülkün hakikî Mâliki olan, kudreti herşeye galip bulunan ve ilmi herşeyi kuşatan Allah'ın kelâmı - Kur’an
- Kur’an-ı Hakîm
- Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan
Bu Risalede Geçen Salavatlar
- اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فٖى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ دَلَّالِ وَحْدَانِيَّتِكَ فٖى مَشْهَرِ كَائِنَاتِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ
Meali: Allahım! Mahlûkatının kesret daireleri içinde sirâc-ı vahdetin ve kâinatının meşherinde dellâl-ı vahdâniyetin olan Efendimiz Muhammed'e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm olsun. - اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ
Meali: Allah'ım! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Zâta ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.
Bu Risalede Geçen Dualar
- اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ
Meali: Allahım! Bize Senin muhabbetini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin muhabbetini nasip et! - اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ وَ الْاِسْتِقَامَةَ كَمَا اَمَرْتَ وَ فِى الْاٰخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَ رُؤْيَتَكَ
Meali: Allah'ım! Bize, dünyada Senin muhabbetini ve bizi Sana ve yaklaştıracak şeylerin muhabbetini ve Senin emrettiğin şekilde istikameti, âhirette de rahmetini ve rüyetini nasip et!
Bu Risalede Geçen Zikirler
- Risalede Nasıl Geçtiği: لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لَا يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ
Meali: Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir ve hiçbir şeriki yoktur. Mülk umumen Onundur; hamd bütünüyle Ona aittir. Hayatı veren de, ölümü veren de Odur. O, kendisine ölüm ârız olmayan Hayy-ı Ezelîdir. Bütün hayır Onun elindedir. Onun kudreti herşeye yeter. Herkesin ve herşeyin dönüşü de Onadır.
Kaynağı: Buharî, Ezân 155, Teheccüd 21, Umre 12, Cihad 133, Bed'ü'l-Halk 11, Mağâzî 29, Daavât 18, 52, Rikâk 11, I'tisâm 3; Müslim, Zikir 28, 30, 74, 75, 76, Vitir 24, Cihad 158, Edeb 101; Tirmizî, Mevâkıt 108, Hac 104, Daavât 35, 36; Nesâî, Sehiv 83-86, Menâsik 163, 170, Îmân 12; İbni Mâce, Ticârât 40, Menâsik 84, Edeb 58, Dua 10, 14, 16; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Dârîmî, Salât 88, 90, Menâsik 34, İsti'zân 53, 57; Muvatta', Hac 127, 243, Kur'ân 20, 22
Kaynaklarda geçen şekli: - سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ
Meali: Şiddet-i zuhurundan gizlenmiş olan Zât her türlü noksandan münezzehtir. - اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى رَحْمَانِيَّتِهٖ وَ عَلٰى رَحٖيمِيَّتِهٖ
Meali: Şefkat ve merhameti dünya ve âhireti kuşatmasından ve rahmetinin çok özel cilveleri olmasından dolayı Allah'a hamd ve senâlar olsun. - Üveyse’l-Karanî’nin münâcatı
Bu Risalede Geçen Emir ve Tavsiyeler
- İhtiyarın cüz’î ise kendi mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise Kadîr-i Mutlak’ın kudretine itimat et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa onları düşünüp muztarib olma.
- Kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünkü hayatı veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahipsiz değil ki sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.
- Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değiller belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlerini düşünüp ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.
- Madem meşru daire; ruh ve kalp ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme.
- Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine mabud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık hem nihayetsiz sana ihsan edebilen hem istikbalde seni nihayetsiz mesud eden hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mesud olduğun bütün zatları, ihsanatıyla mesud eden hem nihayetsiz kemalâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvi, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan ve bütün esması, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemal bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, onun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalât, onun cemaline ve kemaline işaret eden ve delâlet eden ve emare olan bir zatı, mahbub ve mabud ittihaz et.
- Onun esma ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekasız mevcudata verme; faydasız mahlukata dağıtma.
- Refika-i hayatını; rahmet-i İlahiyenin munis, latîf bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini bağlama.
- Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı ismiyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış.” de. “Ne kadar güzeldir.” deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme.
Bu Risalede Geçen Darb-ı Meseller/Deyimler
- Parmak karıştırmak
- فِلَانٌ طَوٖيلُ النَّجَادْ Yani “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.”
- Parmağını ısırmak
Bu Risalede Geçen Düstur, Kaide ve Tespitler
- لَا عِبْرَةَ لِلْاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشٖى عَنْ دَلٖيلٍ § وَ لَا يُنَافِى الْاِمْكَانُ الذَّاتِىُّ الْيَقٖينَ الْعِلْمِىَّ
Meali: Bir delilden, bir emareden neş’et etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok. Kat’î ilme şek katmaz. Yakîn-i hükmîyi sarsmaz. - Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar.
- anın heyet-i mecmuası ise iki vazife-i umumiyesi var: Biri, bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri, hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.
- Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır.
- Fennen sabittir ki imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç, bir nevi ihtiraktır.
- Hareket, harareti tevlid eder.
- Yani aklen, mantıken, fikren o davayı ettirecek bir sebep olmadığı için manasız sözler hükmündedir. İlm-i usûlce “tahakkümî” tabir edilir. Yani manasız dava-yı mücerreddir.
- Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş.
- Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için her bir şecere, kâinatın hakaikine misal olabilir.
- Her meyvenin kalbi hükmünde olan her bir çekirdek
- O meyvenin (insan) çekirdeği olan insanın kalbi dahi Sâni’-i kâinat’ın en münevver ve en câmi’ bir âyinesidir.
- İlm-i mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor.” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki mantığın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir.
- Fenn-i belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikisi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa ona “lafz-ı kinaî” denilir. Ve “kinaî” tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî manasıdır ki medar-ı sıdk ve kizb olur.
- Umum kâinattaki umum kemalât, bir Zat-ı Zülcelal’in kemalinin âyâtıdır ve cemalinin işaratıdır. Belki hakiki kemaline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve kemal ve cemal, zayıf bir gölgedir.
- Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemali, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar.
- Her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakiki kemale muhabbet eder ve ulvi cemale meftun olur.
- Nihayetsiz kemalât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zat-ı Zülcelal’in kendi esma ve mahlukatıyla hasıl olur.
- Dünyanın üç yüzü var
- Dünyayı tahkir edenler dört sınıftır
- Her şeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati; esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, sanatlar dahi her biri birer isme dayanıyor.
- Hakiki hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir.
- Bir tek zîhayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir.
- Cemal ve kemal (çünkü bizzat sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal madem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister.
- Cemal, bizzat sevilir. Zîcemal ve cemal, kendi kendini sever. Hem hüsündür hem muhabbettir. Kemal dahi bizzat mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir hem mahbubdur.
- Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir.
- Muhabbet, çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir.
- Peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister.
- Valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok.
- Kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemali ise ulvi, ciddi, samimi, nurani şefkatidir.
- Bâtın-ı kalp, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.
- Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.
- Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder.
- Çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar.
Bu Risalede Geçen Halk Dili İfadeler
- Halbuki senin gibi camid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.
- Haydi def’ol git, sen benden iş bulamazsın!
- Halt etme! Ben, nasıl serseri, sahipsiz olabilirim?
- O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi bir yıldız öyle bir tokat vurur ki yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar.
- Bir yıldızın tokadıyla yere sukut eden ehl-i şirk ve dalaletin vekili,…
- Yoksa haydi cehennem ol, git!
- Zaten zulmetli kafaları, huffaş misillü, bu nurları görmeye tahammül edemezler.
- Gayet mahir bir tasvirci ve heykeltıraş bir zat, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latîfinden gayet güzel bir hasnânın suret ve heykelini yapmak istese…
- Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. “Tuh onların aklına!” de.
Bu Risalede Geçen Edebi ve Dikkat Çekici İfadeler
- ...basit avamın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzında ve lisan-ı hali, lisan-ı kāl suretinde söylemiştim.
- ...ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen…
- ...hareket-i seneviyem ile takriben yirmi beş bin senelik bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemal-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm o daire-i azîme…
- ...benim gibi vazifedar olan on seyyare…
- ...sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak…
- Her birimiz kudret-i Vâhid-i Ehad’in birer mu’cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdaniyetin birer münevver bürhanı ve melaikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avâlim-i ulviyenin birer lambası, birer güneşi ve saltanat-ı rububiyetin birer şahidi ve feza-yı âlemin birer ziyneti, birer kasrı, birer çiçeği ve sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü olduğumuz gibi…
- Ve kendisi kader-i İlahînin bir nevi defteri –fakat tebeddül ve tagayyüre kabil bir defteri– ve kudret-i Rabbaniyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelal’in bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi.
- Nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor.
- Hem de şürekaya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kâinat onlardan müstağni-i mutlak oldukları halde, şerik-i uluhiyet gibi rububiyet ve icad şerikleri dahi mümtenidirler, vücudları muhaldir.
- Eğer şerik bulunsa mütenahî diğer bir kudret, o nihayetsiz ve gayet kemaldeki kudreti mağlup edip, bir kısım yer zapt etmek ve ona nihayet vermek ve manen âciz bırakıp, hadsiz olduğu halde tahdid etmek ve hiçbir mecburiyet olmadan bir mütenahî şey, nihayetsiz bir şeye, nihayetsiz olduğu bir vakitte nihayet vermek ve mütenahî yapmak lâzım gelir ki bu, muhalatın en gayr-ı makulü ve mümteniatın en katmerlisidir.
- Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfâtında misil ve misali yok. Fakat mesel ve temsil ile bir derece şuunatına bakılabilir.
- Acaba maddeden mücerred ve muallâ hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat onun envar-ı kudsiye-i esmaiyesinin kesif bir gölgesi ve zılali hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal nim-şeffaf birer âyine-i cemali hem sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir tek Zat-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zahir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş ona ağır gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi fert ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? Hiç eşya ondan gizlenebilir mi? Hiçbir iş, bir işe mani olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalır mı?
- Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir.
- Muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir
- Makbul tahkir odur ki hubb-u âhiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.
- Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev’i ve ruhanîler cemaati ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir.
- Kendisinin “nâtık bir hayvan” değil belki hakiki bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman olduğunu bildirir.
- Pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
- Şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur.
- Lillah için bir saniye mülakat, bir senedir. Dünya için olsa bir sene, bir saniyedir.
- Gençlikte kazandığın ibadetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir.
- Cenab-ı Hak celil uluhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebir rububiyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle, latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif aza ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve maneviyat ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki tâ mütenevvi ve pek çok âlât ile hadsiz enva-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ bin bir esmasının hadsiz enva-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.
- Burada meyve yersin, orada “Elhamdülillah” yersin.
- Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki işarat-ı Kur’aniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.
Bu Risalede Bahsi Geçen Şahıslar, Eserleri ve Eserlerinden Alıntılar
- Tabiiyyun: Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla (tabiiyyunun dedikleri gibi) der ki:
- Mecusi: Mecusilerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”
- Sabiiyyun: Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücum-perest olan sabiiyyunların dedikleri gibi der ki:
- Mevlevi: Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar.
- Abdullah İbn-i Abbas: İbn-i Abbas radıyallahu anhın dediği gibi “Her bir mevcuda bakar birer manevî basarı ve işitir birer manevî sem’i” bulunmaz mı?
- Şerif-i Cürcani: Seyyid Şerif-i Cürcanî “Şerhü’l-Mevakıf”ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünkü kemal, mahbub-u lizatihîdir.”
- Şerh-ül Mevakıf: Seyyid Şerif-i Cürcanî “Şerhü’l-Mevakıf”ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünkü kemal, mahbub-u lizatihîdir.”
- Mevlana Celaeddin-i Rumi: Onlardan birisi demiş:
فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَمٰوَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمٖينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ
نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذٖى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ - Yusuf (as): Evet, Hazret-i Yusuf aleyhisselâma güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi;
Hazret-i Süleyman aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zatın rü’yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. - Hıristiyan: Ehl-i Teslis’in İsa aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali radıyallahu anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi.
- İsa (as): Ehl-i Teslis’in İsa aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali radıyallahu anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi.
- Rafızi: Ehl-i Teslis’in İsa aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali radıyallahu anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi.
- Ali: Ehl-i Teslis’in İsa aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali radıyallahu anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi.
- Ebul Atahiye: Nasıl ki öylelerin birisi demiş:
لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشٖيبُ (meali: keşke gençliğim bir gün dönse idi ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim)
- İmam-ı Rabbani: Hattâ İmam-ı Rabbanî radıyallahu anh demiş ki: “Letaif-i cennet, cilve-i esmanın temessülatıdır.” Teemmel!
- Süleyman (as): Hazret-i Süleyman aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zatın rü’yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder.
- Üveys el-Karani: senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveyse’l-Karanî’nin nidasıyla ve münâcatıyla şöyle çalıyorum.
Bu Risalede Bahsi Geçen Yerler
- Eğirdir Gölü: Mesela, zatında Barla Denizi (yani Eğirdir Gölü) imkân ve ihtimal var ki pekmez olsun, yağa inkılab etmiş olsun.
Bu Risalede Bahsi Geçen Hadiseler
İlgili Resimler/Fotoğraflar
İlgili Maddeler/Kategoriler
- Sözler: 32. Söz'ün içinde olduğu büyük kitap
- 32. Söz'de Geçen Ayetler Listesi
Önceki Risale: Otuz Birinci Söz ← Sözler → Otuz Üçüncü Söz: Sonraki Risale