Risale:Habbenin Zeyli (Mesnevi Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: HabbeMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Habbenin Zeylinin Zeyli: Sonraki Risale

ZEYL-ÜL HABBE[değiştir]

Ey benim şu eserlerime nazar eden zat! Zannederim ki, ben şu müşevveş âsârımla -bir nevi' mecburiyetle- çok büyük ve mühim bir şeyin üzerinden (manevî toprak) kazıyorum. Fakat acaba, keşfiyatım doğru mudur? Yoksa o şey sonra mı keşfedilecek veyahut sonra onu keşfedecek olan adama, yolu kolaylaştırmaya bir vesile mi oluyorum bilemiyorum.

لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ

اَللّٰهُمَّ لَا تُخْرِجْنَا مِنَ الدُّنْيَا اِلَّا مَعَ الشَّهَادَةِ وَ اْلاِيمَانِ

Said-i Nursî

HABBE'NİN ZEYLİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ الْاٖيمَانِ وَالْاِسْلَامِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الْاَمْطَارِ وَاَمْوَاجِ الْبِحَارِ وَثَمَرَاتِ الْاَشْجَارِ وَنُقُوشِ الْاَزْهَارِ وَنَغَمَاتِ الْاَطْيَارِ وَلَمَعَاتِ الْاَنْوَارِ وَالشُّكْرُ لَهُ عَلٰى كُلِّ مِنْ نِعَمِهٖ فِى الْاَطْوَارِ بِعَدَدِ كُلِّ نِعَمِهٖ فِى الْاَدْوَارِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِ الْاَبْرَارِ وَالْاَخْيَارِ مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَعَلٰى اٰلِهِ الْاَطْهَارِ وَاَصْحَابِهٖ نُجُومِ الْهِدَايَةِ ذَوِى الْاَنْوَارِ مَادَامَ الَّيْلُ وَالنَّهَارُ

1. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl seyahata çıkan bir adam, yolculuğu esnasında çok yerlere, konaklara tesadüf eder, ki her bir yerin, menzilin kendine hâs şeraiti olur. Öyle de: Allah'ın yolunda giden zat için dahi, çok makamlar, mertebeler, haller, perdeler ve tavırlar bulunur. Her bir makamın kendine hâs bir tavrı bulunur ki, bu makam ve mertebeleri birbirine karıştıran galat edip işi karıştırır.

Meselâ nasıl ki bir adam, bir köye misafir gelip, bir hana, ya da çiftliğe indi ve o çiftlik veya handa bir atın kişnemesini işitti. Sonra gitti, bir şehre vardı.. Bu defa bir saraya misafir oldu. Sarayda bu defa bir andelibin terennümünü işitti. Eğer bu sesi atın kişnemesi olarak tevehhüm edipte, bülbülden atın kişnemesini taleb etse, elbette kendi kendine mugalata etmiş olacaktır.

2. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Senin gözünde şu dünya hayatını tezyin edip güzel gösteren şey ise, dünya mir'atında hidayet yıldızları olan eslâf-ı izam gibi büyüklerin timsallerinin parıltı ve temessülleridir. Evet, müstakbel, mazinin aynası olması sırrıyla, mazi dahi manası itibariyle berzah ile iltihak edip, suretlerini ve dünyasını istikbal ve tarih ve ezhan-ı nâsa tevdi etmiştir.

Senin o eslâf-ı izamın muhabbetleriyle hayat sevgisinde meselin şöyle bir adama benzer ki: O adam yolda giderken, yolun ortasında büyük bir aynaya rast gelir. Aynanın yüzü şarka müteveccih olduğundan, şark tarafına giden ve fakat aynada ise, garba doğru gitmekte oldukları görünen arkadaşlarının ve ahbablarının timsallerini görüyor. İşte bu adam, ahmaklığından şarktan ürkerek garba doğru koşmaya başlar.

İşte sen dahi (ey nefis!) Eğer gaflet perdesi senin yüzünden kalkarsa, o zaman sen de kendini hâlî ve susuz bir sahrada azb ve şarab için değil, belki serab ve azab için koşmakta olduğunu göreceksin.

3. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'anın nihayet yüksekliğinin ve hakkaniyetinin en sâdık delillerinden birisi budur ki: Tevhidin bütün levazımatını, umum meratibiyle muhafaza etmesi; ve hakaik-ı âliye-i İlahiyenin bütün müvazenelerini müraat etmesi; ve esma-i hüsnanın bütün mukteziyatını müştemil bulunması; ve o esmanın aralarındaki tenasübü gözetmesi; ve rububiyet ve uluhiyetin bütün şuunatını kemal-i müvazene ile kendisinde cem etmesidir. İşte bu, öyle bir hasiyettir ki, beşerin eserinde hiçbir zaman bulunmamış ve bulunamaz. Ne melekûta geçen eazım-ı insaniye olan evliyanın netaic-i efkârlarında, ne de umûrun bâtınlarına dalan "İşrakiyyun"un eserlerinde; ve ne de âlem-i gayba nüfûz eden ruhanilerin kitablarında bulunmuştur. Çünkü bütün bunlar, hakikat-ı mutlakayı mukayyed nazarlarıyla ihata edemiyorlar. Belki ancak hakikatın bir tarafını görebiliyorlar. İşte bundandır ki; onlar yalnız kendi meşhudatlarıyla hakikatın izharına teşebbüs edip ve yalnız gördüklerinde hapsolup, ifrat ve tefrit ile tasarruf etmek istemişlerdir.Oysa, böylesi bir tasarruf, ile müvazene karışır, tenasüb de gider.

Bunların meseli şöyledir ki: Çok büyük ve hesabsız cevahir sınıflarından dolu ve gayet zinetli bir hazinenin keşfi için dalgıçlar, denize dalıyorlar. O dalgıçlardan bazısının eline meselâ uzunca bir elmas geçer, o ise hükmeder ki; o hazine yalnız uzun bir elmastan ibarettir. Şayet arkadaşlarından o hazinede başka cevahirlerin vücudunu işitse de, tahayyül eder ki; kendi bulduğu elmasın fusûs ve nukuşudur. Bir başka gavvas da, kürevî bir yakuta rastgelir. Daha öbürü murabba' bir kehrüba bulur ve hakeza... Fakat her birisi bulduğunu, hazinenin asıl ve mu'zamı itikad eder. Arkadaşlarından duyduklarını ise, bulduğunun zevaid ve teferruatı olduğunu zu'meder. İşte bu vaziyette müvazene karışır, tenasüb de bozulur gider. Ve bu halin neticesi olarak da, her birisi te'vilata ve tekellüfata ve tasallufata muztar kalır.

Evet, sünnetin terazisiyle tartmadan kendi meşhudatına itimad eden hükema-i İşrakiyyun ve (bir kısım) mutasavvıfların eserlerini tedkik eden zatlar, benim bu söylediklerimde tereddüd etmeyeceklerdir.

Sonra gel, Kur'ana da bak! O dahi bir gavvastır. Lakin Kur'anın gözü açık olduğu için, o hazineyi ve içindekilerini tamamen ihata ettiğinden, hazineyi olduğu gibi tenasüb ve intizam ve ittiradını muhafaza ile beraber tavsif etmektedir.

İşte

اَلسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ وَ الْاَرْضُ قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

olan zatın azamet-i kibriyasının iktiza ettiği bütün hakaikı şamildir.

Hem

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ

den tut, tâ

مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلَّا هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ

ye kadar...hem

خَلَقَ السَّمٰوَاةِ وَالْاَرْضَ

dan tut, tâ

خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ

ye kadar; hem

يُحْيِي الْاَرْضَ

dan tut, tâ

النَّحْلِ وَ اَوْحَي رَبُّكَ اِلَيالنَّحْلِ

ye kadar; hem

وَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاةٍ بِاَمْرِهِ

den tut, tâ

اَوَ لَمْ يَرَوْا اِلَي الطَّيْرِ فَوْ قَهُمْ صَافَّاةٍ وَ يَقْبِضْنَ مَا يُمْسِكُهُنَّ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ

a kadar olan bütün hakaik-ı tevhidiyeyi kemal-i müvazene ile muhafaza ediyor. Evet arının kanat sahifesini, hüceyrat ve zerrat ile yazdığı gibi; sema sahifesini de yıldızlar ve güneşler ile yazar, tezyin eder.

Hem

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ

dan tut, tâ

هُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيم

e kadar ve hakeza bunlara kıyas et!

Demek nev'-i beşer içinde müşahede edilen çeşitli dalâlet fırkalarının teşekkülüne sebeb, onların bâtına geçen imamlarının kendi meşhudatlarına itimad ile, yarı yoldan dönmelerinin kusuratından ileri gelmiştir. Evet bunların hali şu beytin bir mâsadakıdır:

حَفَظْتَ شَيْئًا وَ غَابَتْ عَنْكَ اَشْيَاءُ

4. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki!

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا

âyetinde, semayı dünyaya izafe ile tavsif etmesi ve âhiret mukabilinde dünya olması ile, işaret eder ki; sema-i dünyadan başka altı tabaka semavat-ı âherler; berzahtan tâ cennete kadar olan başka âlemlere bakıyorlar. Ve şu görünen gökyüzü, bütün yıldızlarıyla ve tabakatıyla Allahü a'lem yalnız bu dünyanın seması olsa gerektir.

5. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey insan bil ki! Senin mûcidin, seni ademden vücuda getirip, sonra seni vücudun en edna etvarından terakki ettirip, in'am ve ihsanıyla tâ bir insan-ı müslim suretine kadar isal etmiştir. Demek senin hal-i hazır vücudun ile, pek çok ayrı ayrı menzillerden geçerek gelen ilk mebde-i hareketin aralarına girmiş olan bütün vücud mertebeleri sana birer ni'met olarak verilmiş olup; her birisi sende birer semere ve birer sıbga vermişlerdir. Binaenaleyh, sen bu çeşitli vücud ni'metleriyle âdeta dizilmiş bir gerdanlık ve ni'metler habbeleriyle bezenmiş bir salkım veya baştan aşağıya kadar ni'metler envaıyla işlenmiş bir sünbül gibisin ki, Cenab-ı Hakk'ın ni'metlerinin tabakatına âdeta bir fihriste olmuşsun.

Evet ukûl yanında kat'iyyen takarrur etmiştir ki, vücud elbette bir illet ister. Adem ise, illeti iktiza etmez. Öyle ise, sana verilmiş zerreden tâ ademe kadar olan bütün meratib-i vücudun her bir menzilinde suale çekileceksin. Ve senden sual olunacak ki: Bu nimete nasıl kavuştun ve nasıl müstehak oldun ve bunlara karşı ne ile şükrettin?. Fakat zerre kadar aklı bulunan bir adam; bir taşı, meselâ ne için bir ağaç olmamış veya bir ağacı, neden bir insan olmadı diye sual edemez.

İşte ey Said-i miskin ve mağrur! Bak sen, silsile-i mevcudatın ortasında bir noktasın ki, sana verilen ni'metlerin sayısı senin altından tâ adem-i sırfa kadardır. Ve bütün bunların şükründen mes'ulsün. Fakat senin mâfevkindeki ni'metler ise, ne sana ve ne de hiçbir kimseye düşmez ki desin: Arkadaş, ne için senin nail olduğun şu yüksek ni'mete ben de vasıl olmadım? Bir zerrenin nasıl ki hakkı yoktur; eyvah ne için ben de bir güneş olmadım desin. Veyahut bir arı Saniine desin: Neden beni semeredar bir ağaç halketmedin?

Evet senin altındakiler, yani sana verilmiş bütün ni'met mertebeleri hep vuku'attır. Fakat senin üstündekiler ise, imkânatın ademleridir ki, mümteniat gibi şeylerdir.

6. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا اَنَا Bil ey ene! Seni helakete götüren ve havalandıran ve evhamlandıran ve maskara eden ve zelil kılan ve dalalete atan hal ve şey ise budur ki; sen her hak sahibinin hakkını hakkı olduğu mikdarca vermiyorsun.. ve kaldırabileceği yükü yüklemiyorsun. Belki ifrat ve tefrit ile -meselâ- bir taburun umum neferlerine ait bütün levazımatı, o taburun mümessili olan bir nefere yüklüyorsun. Hem bir katrenin göz bebeğinde parlayan veya bir çiçeğin yüzünde cilvelenen güneşin bir timsalinde; seyyarat meyveleriyle müsemmer olan güneş ağacının bütün azametini taharri ediyorsun.

Evet, katre ve çiçek, güneşi tavsif ederler.. Fakat onunla muttasıf olamazlar.

7. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ya ahî bil ki; (sendeki) mülk Allah'ındır ve O'nun emanetidir ve hem onu senden satın alıyor ve alacak. Öyle ise, merakta fayda yoktur ve de baki kalmayacak bir şeyin hayrı da yoktur. Madem öyledir, zinhar Malik-ül Mülk ile ettiğin ahd ü peymanı bozma! Hem (nasihat için) sana ölüm kâfidir.

Evet, baki bir hayata incirar edecek olan mevt, ölüme değişecek olan şu hayattan daha evla ve hayırlıdır.

8. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; aynada görünen şeyin sureti, nasıl ki ne ayndır, ne de gayr.. Aynı zamanda hem ayndır, hem de gayr.. Evet o suret, aynanın melekûtunun mazrufu olması cihetinde, ayndır. Onun ahkâmı da aslın ahkâmıdır. Fakat o şey, aynanın mülkünün parlamasını temin eden sıfatı olduğu cihetlede gayrdırki, bunun evsafı, yalnız asla değil, belki aynaya da nazırdır. Fakat iki cihetten birden bakılırsa; o suret, ne ayndır, ne de gayr... Nasıl ki mir'at-ı zihinde olan bir şey, bir cihetten zihnin mazrufu olduğu hasebiyle malûmdur. Öbür cihetten ise, levazımının başka başka olmasıyla beraber, zihnin sıfatı olduğu için ilimdir.

9. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş, bil ki! Pek çok muhtelif âlemler, vücudun bir nev'inde beraber bulunmalarıyla, aralarında bir mekân darlığı ve bir müzahemet olmuyor. Tahkik istersen; karanlık bir gecede, içi lâmbalarla tenvir edilmiş ve dört duvarı -âlem-i misalin bir nevi penceresi olan- camdan yapılmış bir menzile gir.

İşte evvelâ o odada göreceksin ki, hakiki oda, misalî oda ile ittisal peyda etmiş olarak, pek çok nuranî menziller halinde, bir şehri kaplamış gibi, gözün kestiği miktarca güya zulmet hiç yokmuş gibi olur.

Sâniyen: Görürsün ki, sen gayet kolaylıkla o menzillerde tebdil ve tağyir ile tasarruf edebiliyorsun.

Sâlisen: Göreceksin ki, hakikî lâmba, misalî olan en uzak lâmbaların bitişiklerindekinden de onlara yakındır. Hattâ belki misalî lâmbaların en uzağının kendisinden de ona yakındır. Çünkü bu, onun kayyumudur.

Râbian: Göreceksin ki; şu vücud-u hakikînin bir habbesi, o misâlî vücudun bir âlemini kaldırmaya ve yüklenmeye gücü yetebilir.

İşte şu ahkâm-ı erbaa, pek çok maddelerde de cereyan edebilir. Hattâ Vâcib Teâlâ ile, mümkinat âlemi arasında da câridir ki, mümkinat âleminin vücudları, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un envarının gölgeleri olduğundan, ona nisbeten bunların vücudu, mertebe-i vehimde olan bir şeydir. Lâkin Cenab-ı Hakk'ın emriyle istikrar ve sebat bulmuş, vücud-u hâricî sahibi olmuşlardır. İşte bu noktadan anlaşılıyor ki; mümkinatın bizzat hâricî-i hakikî bir vücudları olmadığı gibi, sırf bir vehimden dahi ibaret değildirler. Hem yalnız zâil bir zıll dahi değildirler. Belki Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un icadıyla bir vücudları vardır, feteemmel.

10. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nihayet derece itinalı yapılmış olan şu mülkün bir Maliki olmaması nasıl ki muhaldir. Öyle de o Malik, Malik-ül Mülk'ün kemalâtının delilleri olan, mülkün mehasin derecelerini idrak eden insanlara kendini tanıttırmaması dahi muhaldir. Çünkü bakıyoruz ki; insan, kendisine mümehhed olmuş olan beşiğinde bir halife gibi istediği gibi tasarruf etmektedir. Belki aklıyla semanın sakf-ı mahfuzunda dahi tasarruf ediyor. Hem bunun yanında insan, eşref-i mahlukat olduğuna, küçüklük ve zaifliğiyle beraber acib; hârika tasarrufatı şehadet ettiği gibi, ihtiyarca bilbedahe sebeblerin en geniş tasarruflusu da yine o insandır.

İşte bizzarure ve elbette o Malik, kendi vücudunu ve varlığını, kendisinden gafil kalan abdlerine tanıttıracak birisini gönderecektir ve elbette gönderdiği o elçisi, o Malik'in onlardan ne ile ve nasıl razı olacağını ve onlardan ne istediğini de onlara haber verecektir. Âmenna.

11. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanın bütün hasseleri, hattâ vehim ve farz ve hayali dahi, en nihayette hakta ittifak etmekte ve ona iltica etmektedirler. Hem o hasselerin indinde, bâtıl için hiçbir imkân kalmayıp kâinat, Kur'anın haber verdiği surette olduğuna karar vermektedirler.

Evet, ben aklım beraberimde olduğu halde, böyle gördüm ve müşahede ettim.

12. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Nasıl ki âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava ve âlem-i kehrübaî ve elektrik ve âlem-i cazibe, tâ âlem-i esir ve misal ve berzaha kadar olan âlemlerin aralarında bir müzahamet ve müsademet olmadığı ve hepsi birbiriyle ihtilatsız ve karışmaksızın; senin mekânında seninle beraber içtima' ettikleri gibi; hiçbiriniz o âlemlerden birisinin kendi kardeşi olan diğer bir âlemin ona müzahamet verdiğine dair bir şikayeti vaki' olduğuna şahid olmamıştır.

Aynen onun gibi; mümkündür ki, şu bizim daracık olan âlem-i arz'ımızda pek çok ve geniş olan gayb âlemlerinin envaı içtima' etsinler.

Hem nasıl ki hava, bizi yürümekten ta'vik etmediği ve su, bizi zehabdan (gitmekten) men'etmediği gibi, cam dahi ziyanın geçmesine mani' olmadığı, hattâ kesif olan şeyler de, röntgen şua'ının, akıl nurunun, melek ruhunun nüfuzunu köstekleyemediği gibi; demir de hararetin akmasına, elektriğin cereyanına mani' olmadığı; ve hiçbir şey, cazibenin sereyanını, ruh ve hâdimlerinin cevelanını ve akıl nurunun ve âlâtının seyeranını ta'vik edememektedirler.. kezalik, şu âlem dahi ruhaniyatı deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan ve melaikeleri seyerandan men' ve ta'vik edemez.

13. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Göz, lâmba ve güneş gibi nur ve nuranî şeylerin yanında, bir cüz'î ile bir nev', cüz' ile küll, bir ve bin birdirler.

Meselâ güneşe bak! Nasıl seyyareler, denizler, havuzlar, kabarcıklar, katreler, serpintiler, şebnemler ve camın zerrecikleri onun ziyasıyla def'aten gayet kolaylıkla ve zerrat ile seyyarat arasında müsavat ile beraber hepsi birden renklenmektedirler.

Öyle de: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي Şems-i Ezel ve Nur-ül Envar'ın kitab-ı kâinattaki tecelliyatı da aynen öyledir ki; kâinat kitabının bablarını, fasıllarını, sahifelerini, satırlarını, cümlelerini ve harflerini def'aten, bilâ-külfet halk ve icad etmiş ve etmektedir.

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

olan ferman-ı İlahî, bu sırrı ilân etmektedir. Âmenna.

14. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Her kim eşyanın zerrelerindeki acib vaziyeti ve onların cesedlerdeki sereyanlarını, meselâ bir hududa kadar giderek sonra çok maslahat ve semereler için tevakkuflarını teemmül ederse; elbette yakîn hasıl edecektir; zerratı o hududların yanında aştırmadan, onlara durdurmak ve döndürmek için emreden bir şey vardır.

Evet nasıl ki erimiş altunu akıp dökülmekten nehyeden demir kalıp, lisan-ı hal ile güya o erimiş altuna emreder ki; "Benim sana tayin ettiğim şu san'atkârane yapılmış olan eğri büğrü meatıf ve telafiflerimde hikmetler için dur ve maslahatlar için karar kıl!" İşte eşyadaki zerratın âmiri de, öyle bir ilm-i muhittir ki; o ilim, bir kader şeklinde tecelli eder. O kader ise, mikdar olarak in'ikas eyler. O mikdar da kalıp tarzına intiba' eder.

15. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Esma-i hüsna, Zat-ı Hak Teala'ya bakan çeşitli kapılar ve muhtelif vücûhlardır. Fakat bazan bir şey-i vâhidde birbirine mütekabil çok esma tecelli eder. Meselâ Mu'tî ve Mani', Dârr ve Nâfi' gibi... Şu ise, gösterir ve delâlet eder ki; meselâ: Bu şeye Mu'tî ismiyle, bilerek onun hacatını i'ta eylediği gibi; aynı o zat, Mani' isminin iradesiyle de onu zararlı şeylerden men'eder. Hem Nâfi' ismi, o şeyin menfaatlerini verdiği gibi; Dârr isminin tecellisiyle de, aynı şeye zarar iras edilir. Ve hakeza zarar ve menfaat gibi birbirine mütekabil şeyler, ancak Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle olur. Bu hakikattan hadsen anlaşılıyor ki; meselâ esma-i hüsnadan bir ismin hakikatıyla muttasıf olan kim ise, aynı zamanda sair bütün esma ile de o zat, muttasıf olacaktır. Âmenna.

16. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm'in âyetleri, nasıl ki bazısı bazısını tefsir ediyor. Öyle de; kitab-ı âlemin bazı ayatı dahi, diğer bazı ayatını tefsir etmektedir. Meselâ, nasıl ki şu maddî âlem, hakikî bir ihtiyaç ile bir güneşe muhtaçtır ki, güneşteki Cenab-ı Hakk'ın envar-ı nimetinden feyz alsın.

Öyle de; manevî âlem dahi, şems-i Nübüvvete muhtaçdır ki, ziya-i Rahmet-i Rahman'ın feyizlerini akıtmaya vesile olsun. Demek Hazret-i Ahmed'in (A.S.M.) nübüvveti, gündüz ortasındaki güneşin zuhûr ve vuzûh ve kat'iyyeti derecesinde muhakkaktır. Gündüz ortasındaki güneş ise, ona delil getirmeye ihtiyaç var mı?!.

17. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; zîhayatın vücuduna terettüb eden faide ve semereler, yalnız o zîhayata ve onun bekasına, menfaatine ve kemaline bakmıyor. Belki o zîhayata ait bir hisse ve bir derece varsa, Zat-ı Muhyi'ye (C.C.) ait gayr-ı mahsur derecattadır. Evet bazan olur ki; o zîhayata bakan hisse dahi çok uzun bir zaman zarfında vücuda gelebiliyor. Fakat Zat-ı Muhyi'ye bakan hisseler ise, bazan bir an-ı seyyalede vücudpezîr oluyor.

Meselâ o zîhayat, esma-i hüsnanın tecelliyatına ma'kesiyet ve mazhariyetle, kendi Hâlıkının evsaf-ı kemal ve cemalini lisan-ı hâl ile tavsif ile ona olan hamd ü şükrünü izhar etmesi gibi...

18. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; insanın bir ferdi, sair nevilerin bir nevi gibidir. Çünkü bir ferd-i insanın mazî ve müstakbeli olması sırrıyla, o ferdden her zaman ayrılarak ölüme giden umum efradı, (yani zerreleri) manen o şahısta içtima' etmektedir.

Evet her sene, her bir şahs-ı insanîden suretçe iki ferd ayrılıp ölür. Fakat manaları olan elemlerini, günahlarını ve emellerini ve saireyi o şahısta miras bırakıp öyle giderler. Şu halde o ferd-i insan: bir ferd-i küllîdir. Hem onun fikir ve aklının ihatası ve kalbinin vüs'atı ve saire, ona ayrı diğer bir nevi külliyet vermektedir. Hem dahi bir ferd-i insan, kendi nev'inin -umumî âlemde olduğu gibi- hâs bir âlemin hilafet ve merkeziyetini teşkil etmesi ve o âlemin eczasıyla şuurî bir tarzda alâkadar olması ve hem nebatî, hayvanî ve madenî olan birçok envada tasarruf edip -sair hayvanat ve başka şeylerin hilafına olarak- onları tahvil ve tağyir edebilmesi dahi, ona başka bir nevi külliyet veriyor. Bu noktadan insanın bir ferdi, âdeta nev'un münhasirun fişşahıs'tır.

Hem mü'minin duası, umum ehl-i semavat ve arza şamil olması işaretiyle de; bir şahıs, iman vasıtasıyla bir âlem gibi olabilir, yada, o âlemin merkezi olur. Binaenaleyh, hayvanatın bir nev'inde cereyan eden her sene göz önündeki mükerrer nev'î kıyametler, bir hads-i kat'î ile insanın her bir ferdinde cereyan etmektedir.

Eğer misal istersen, Cenab-ı Allah'ın âsâr-ı rahmeti olan, her senede yeniden tazelenen, birbirine emsal meyve ve semerelerine -ki âdeta o giden semerelerin aynısıdırlar- ve hevam ve haşaratın envaındaki kemal-i sühuletle vukua gelen haşirlerine bak!

İşte âlem kitabı, şu meşhud âyât-ı tekviniyesi ile; ebna-i beşer için bir kıyamet-i kübra kıyam bulacağına kat'iyyen delâlet ediyor. Nasıl ki Kur'an dahi kendi ayat-ı tenziliyesiyle bu hakikatı gösterip delâlet etmektedir. Hem kıyametin delail-i akliyelerini, Arabî İşarat-ül İ'caz'ın 20. sahifeden tâ 24. sahifesine kadar olan kısmında ve Nokta Risalesi'nin 3. Babında zikretmişim. İstersen onlara müracaat et. Evet, o iki kitabdaki delail, sendeki vesveseleri tardedip evhamı uçurabilecek kuvvettedirler.

19. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; sen Kur'anın istimaında bulunduğun zaman, onun çeşitli tavırlar ve perdeler üzerindeki muhtelif etvarlı nagamatının her birisi için; ve irşadî olan mütenevvi' mertebelerine göre; ve Cebrail'den (A.S.) tâ ondan dinlediğin adama kadar olan vesaitin hissiyatıyla insibağ alan derecelerine muvafık olarak her mevkiye münasib bir tarz-ı libas giyerek dinleyebilirsin.

Meselâ sen, kendi meclisinde kulağınla dinlediğin adamdan geçerek, tâ nübüvvet şahikasının zirvesinde oturup arz meclisinde ebna-i cinsi olan benî-Âdeme ve başkasına (cinn ve ruhanilere) Kur'anı okuyan Hazret-i Muhammed'den de (A.S.M.) dinleyebilirsin. Hem tâ Cebrail'in (A.S.) Cenab-ı Peygamber'e (A.S.M.) ufk-u a'lâdan hitab ederken dahi istima' edebilirsin. Daha daha, tâ Mütekellim-i Ezelî'nin yetmişbin hicab arkasından kabe kavseyn-i ev edna'da Peygamberimizle (A.S.M.) konuşurken, o Rabb-i İzzet'ten dahi dinlemen mümkündür. İşte eğer kuvvetin varsa, her bir makamın ona lâyık bir tarz-ı libasını giy ve dinle!

20. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kâinatta olan adem-i israf ve sebebin müsebbeble ve kuvvetin amelle olan mukarenet ve münasebettarlıkları sebebiyle, elbette senden sana olanı, senin ilim ve şuurunun taalluk ettikleri ve yalnız sana raci' olduğu dereceleri mikdarıncadır. Sana raci' olan hisse ise, seni halk eden Hâlıka raci' olan hisseye nisbetle, bir ipten bir kıl kadar veya bir gömlekten bir iplik kadar da değildir. Demek senin sana taalluk eden ilim ve şuurun; onun sana taalluk eden ilim ve basarına nisbetle, gündüzde heryeri kaplayan güneşin ziyası altında bir ateş böceğinin, bir yıldızcık gibi olan bir lem'acığıyla tenevvür etmesi gibi de olamaz.

Ey bîçare! Sen gaflet zulümatı ve tabiat gecesi içinde kendi lem'acığını bir necm-i sâkıb görmüşsün.

21. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın ef'ali arasında bir tenasüb ve eserleri mabeyninde bir teşabüh, ve esma-i hüsnası arasında bir teaküs, ve evsafı mabeyninde bir tedahül, ve şuunatı arasında bir temazüc vardır. Fakat bunların her birisinin ayrı ayrı ve kendine hâs bir tavrı vardır ki, başka esmalar onun bu has tavrında ona tabi olurlar. Öyle ise, o ismin beyt-i harîminde ve daire-i hükmünde iken, başkasına teveccüh edilmemelidir. Hem de başka isimlerin levazımı ondan istenmemelidir. Çünkü lâzımın lâzımı, her zaman lâzım değildir. Ancak başka bir kasd-ı cedid ile olursa, beis yoktur. Zira tabi' olmuş olana tebaiyet edilmez. Nasıl ki tebaî olan harfin üstünde herhangi bir hüküm yapılmadığı gibi...

Şu halde sen, Cenab-ı Hakk'ın âsârı olan camidata baktığın zaman, kudret ve azamet cihetine kasden teveccüh et! Sair esmanın tecelliyatı, istitradî ve tebaî olarak sana görünmelidir. Ve eğer gayr-ı nâtık olan hayvanata nazar ediyorsan, onlara tecelli eden esmanın tavrını giy, öyle teveccüh et! Yani (Rezzak, Rahman, Kerim) gibi esmanın tecellilerini düşün ve hakeza!

وَ كُلَّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ

خَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا

âyetlerinin fermanları ki; her şey, Cenab-ı Allah'ın indinde ölçülü ve mikdarlıdır ve her şeyi halkederek ona lâyık bir kader, bir ölçü takdir etmiştir.

22. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Farzedelim ki sen, insanın timsali gibi yapılmış bir heykelin azalarının her birisinden fışkıran çeşitli çeşmelere bakıyorsun da, o heykelin bazı menfezleri havanın cereyanına boru; ve onun ağzı, suyun seyelanına çeşme; ve gözü ziyaya ayna; ve a'sabları elektrik ve câzibenin cereyanına birer kablo olmuş olan ve hakeza o heykele baktığın zaman; sen onun yüzüne karşı olan ilk nazarınla, onun azalarından çıkan su ve başka şeyleri bizzat ondan sudûr ettiğini belki tevehhüm edebilirsin. Hem eğer o timsalî heykel, hayat sahibi olsaydı, onun azaları -ki, onlara birer boru olup, vasıtalarıyla cereyan etmekte olan- cazibe, elektrik, hararet, su ve hava onun kendi fiilleri ve mevludatı ve eserleri olduğunu tevehhüm etmek senin için mümkün olabilirdi.

Amma eğer sen, o heykelin arka cihetine baksan, o dahi kendi gerisine bir baksa; o zaman hem sen, hem o; onu yalnız bir boru ve pek hârika ve hakîmane olan bir faaliyete perde olduğunu göreceksiniz. Gerçi o da bir nevi cüz'-i ihtiyarîsini sarfediyor. Lakin o cüz'-i ihtiyarîyi ademin iki rengi olan kusur ve noksanda sarfetmektedir. (Mütercim)[1]

23. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsan, mahrutî bir dürbün gibidir ki, o dürbünün büyük kaidesinden ve geniş olan camından bakarsan, o zaman nazarda eşya küçülüp uzaklaşarak darlaşacaktır. Fakat o dürbünün mahrutî olan başından ve küçücük merceğinden bakarsan, o vakit nazarda eşya yakınlaşıp genişlenerek tavazzuh peyda edecektir.

İşte insan dahi, suret-i cismaniyesi dairesinden nüzûl ede ede; manevî, ruhî ve berzahî olan dairelerin tabakatında dolaşarak, tâ mülk cihetiyle dairelerin en darı; ve melekût cihetiyle en genişi olan kalb kuyusunun en derin dibine kadar inebilir. Şu halde insan, sureten geniş olan daire-i cismaniyede iken, eşyayı tefekkür ederse, dürbünün ters yüzüyle bakan adam gibi, eşyayı ma'kuse görecektir. Fakat eğer zâhiren küçük, manen büyük olan daire-i kalbiye cihetinden bakarsa, eşyayı nefs-ül emirde olduğu gibi görecektir.

24. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; َلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ cümlesi, insanın zerreler âleminden tâ zîhayat bir vücudu giymesine kadar olan bütün etvar ve ahvaline bakmaktadır. Meselâ câmid bir maden vaziyetinden, tâ nâmi bir nebat haline, tâ hassas bir hayvan vaziyetine, tâ mü'min bir insan derecesine çıkıncaya kadar ve hakeza, bütün bu dairelere bakmaktadır. Demek o menzillerden her bir menzil ve makamın; ve o insanın letaiflerinden her bir latifenin ayrı ayrı elemleri ve ayrı ayrı emelleri vardır.

İşte meselâ:

لَا حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Ademden çıkıp vücuda gelmek için güç ve kuvvet yoktur, ancak Allah'ın havl ve kuvvetiyledir.

لَا حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Zevalden mahfuz kalıp, beka ve devam için hiçbir şeyin gücü yetmez; ancak Allah'ın...

لَا حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Zararlardan sakınıp menfaatleri celbetmek, ancak Allah'ın havl ve kuvvetiyledir.

لَا حَوْلَ عَنِ الْمَصَائِبِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى الْمَطَالِبِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Musibetlere karşı tahaffuz ve hadsiz metalibe ulaşmak, ancak Allah'ın kudretiyledir.

لَا حَوْلَ عَنِ الْمَعَاصِي وَ لَا قُوَّةَ عَلَي الطَّاعَةِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Ma'siyetlere karşı sabredip, taate muvaffak olmak, ancak Allah'ın yardımıyladır.

لَا حَوْلَ عَنِ النِّقَمِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النِّعْمَةِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Her türlü belâ ve nıkmetlerden halas olup, hadsiz nimetleri bulmak, ancak Allah'ın lütuf ve merhametiyledir.

لَا حَوْلَ عَنِ الْمَسَاوِي وَ لَا قُوَّةَ عَلَي الْمَحَاسِنِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Dalalet ve kötülüklerden uzak kalıp, iyilik ve mehasine mazhar olmak, ancak Allah'ın ihsanıyladır.

لَا حَوْلَ عَنِ الْاٰلَامِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَي الْاٰمَالِ اِلَّا بِاللّٰهِ

Elem ve kederlerden kurtulup hadsiz âmâline nâil olmak ancak Allah'ın havl ve kuvvetiyledir.

لَا حَوْلَ عَنِ الظُّلُمَاتِ الْهَاءِلَةِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَي الْاَنْوَارِ الْمُتَلَئْلِاَةِ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ

Küfür ve dalaletin korkunç zulümatından necat bulup, iman ve İslâmiyetin pek şirin ve şa'şaapâş envarına erişmek, ancak Aliyy-ül Azîm olan Allah'ın fazlıyladır.

25. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsanoğlu, şöyle bir ön tarafına baktığı zaman, zanneder ki; kendisi birçok metalibine kadirdir. Fakat eğer, arkasına ve metalibinin vüs'atine ve hacat damarlarının etraf-ı âlemde intişarına bir bakarsa, o zaman nefsini âciz ve zelil bir halde görecektir. Bu hakikata bir misal getirelim:

Nasıl ki birçok mütenevvi' mayi şeylerin boru uçlarının kendisinde toplanmış bir insan heykelinin ayrı ayrı olan azalarından o mayi şeyler akar bir vaziyette olsa, o heykel, kendi önüne faraza baktığı zaman, gururlanarak kendi nefsini şu ef'al-i acibeye belki bir masdar zannedebilir. Fakat vakta ki, yüzünü arka tarafına bir çeviriverse, kendisinin menfîce olan zâhirî tasarruf-u cüz'îsiyle ondan çıkan fiiller ise, ancak bir mühendis-i hakîm ve kadirin taht-ı emrinde çalışan makine ve dolapların mahsûlü olduklarını görecektir. Ve hakeza, buna göre daha sen düşün!

26. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Allah'a tevekkül edene, Allah ona kâfidir. Öyle ise

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

[2]

Çünkü O, bizim hem Malikimiz hem de her şeyin Malikidir. Şu halde eğer biz O'na hakikî abd olabilsek, her şey bizim olur.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Çünkü Allah, Kâmil-i Mutlak'tır. Kemal ise "mahbubun lizatihî"dir. Öyle ise vücud, ona ve onun yolunda feda edilse lâyıktır ve yerindedir.

حَسْبُنَااللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Çünkü Cenab-ı Allah, lizatihî mahbub olan kemal, celal ve cemal sahibi bir Celil-i Cemil'dir. Öyle ise O'nun tecelliyat-ı kemalinin şevk-i tecdidi için güle güle ölür, mesrurane diriliriz.

حَسْبُنَااللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Çünkü Allah, her şeyin Mûcidi olan Vâcib-ül Vücud'dur. İşte O'nun vücub-u vücuduna olan ilim ve imanımız; bize bütün vücudları i'ta etmektedir. Fakat el'iyazübillah O'nun vücub-u vücudunu tanımamak ve bilmemekle, elimizde ancak bir nokta-i vücud kalır ki, sağdan soldan dünyalar dolusu o nokta-i vücuda idamlar yüklenmektedir.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Çünkü Allah, Kadîm-i Ebedî ve Dâim-i Baki'dir. Ve O'nun esma-i hüsnasının teceliyatına bakan ve daire-i marziyatına giren vecheden gayri, her şey hâlik ve ölüdür.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Evet, çünkü dünya fani, hayat zâildir.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Evet, O'nsuz bütün dünya lezaizi, korkunç elemlerle âlûde olur. Fakat O'nun rahmetine teveccüh ve irtibat ile, o zâil lezzetler, zevalin elemlerinden arınmış, halis ve azade olarak yalnız teceddüd-ü emsal lezzetlerini ziyadeleştirirler.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Evet, çünkü bütün envar-ı vücud, O'nunla ve O'nu tanımakladır. Ve bütün korkunç ve müdhiş idam zulümatları, O'nu tanımamaktadır.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Evet, eğer biz O'nu hakkıyla tanısak ve şikayetlerimizi doğrudan doğruya yalnız O'na yapsak ve O'nu irza edebilsek; o vakit kâinat envaına dağılmış olan bütün hacatımıza karşı kâfi ve vâfi gelir. Fakat eğer zâhirî nazarda ihtiyacatımız, onların yanında olan esbaba teveccüh etsek ve şikayetlerimizi onlara yapsak, (onlar ise kör ve sağır olduklarından seslerimizi işitmez ve hacetlerimizi görüp bilmezler) İşte o zaman, işler teşevvüşe ve yollar bize teşettüte uğrayıp zelil ve perişan oluruz.

Evet nasıl ki bir adam, bir padişaha, bir haceti için doğrudan doğruya müracaat ile şekvasını ona etse, padişah bir anda onun o hacetini yerine getirebilir. Ve eğer o haceti için bütün bir şehir ahalisini ferden ferda arayıp bulup da şikayetini yapsa, tâ ki hepsi ona imdad için ittifak etsinler; Halbuki bütün bir şehir ahalisinin ittifakları muhaldir. Şayet muhal olmasa da, çok uzun bir zaman ve çok büyük tekellüfler neticesinde ancak mümkün olabilir.

27. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; Kur'anın letaif-i i'cazının ve kâffe-i insan için bir rahmet-i amme olmasının bir delili budur ki; Nasıl herkes için umumî âlemden ona has bir âlem varsa, öyle de, herkesin meşrebi itibariyle Kur'an'dan hususî bir Kur'anı olup, onu terbiye ve tedavî eyler.

Hem Kur'anın lütf-u irşadının mezayasının birisi de budur ki; âyetlerinin arasındaki kemal-i insicamı ve gayet irtibatı ve tamam ittisali ile, herkes kendi hidayeti ve şifası için müteaddid sûrelerden müteferrik âyetleri ahzeylemesi ona müyesser oluyor. Nasıl da, umum ehl-i meşarib ve bütün ehl-i ulûm, her biri kendi meşrebine göre Kur'andan âyetler ahzetmişlerdir.

İşte böylece, sen Kur'anı, menazil ve nüzûl itibariyle çeşitli ulûm ve füyûz'un menbaı olarak gördüğün zaman; elbette onu sen, güya dizilmiş bir gerdanlık olmuş da, her birisi yeni gelen ahavatıyla teellüf ve ittisal peyda etmiş olduğunu da göreceksin. Demek oluyor ki; Kur'an, ne asıldan fasla gitmekle noksanlaşır; ne de diğer âyât ile vasletmekle ürkütür.

Evet bütün âyât-ı Kur'aniye, sair diğer âyâtla o kadar dakik münasebetleri vardır ki, bütün o münasebetlerin bazı âyâtla beraber zikredilmesi ve bunun ötekilerle ittisalkârane bir tarzda bulunması caiz oluyor. Nasıl ki sure-i İhlas'ın (matbu Lemaat kitabının 29. sahifesinde zikredildiği gibi,) cümleleri, yek diğerleriyle zam edilmekle, birbirine delil ve netice olup, otuz sure-i İhlası tazammun etmektedir.

Öyle de, Kur'an dahi bir küllî-i cüz'îdir. Ve nev-ün münhasırun fişşahs'dır ki, âyâtının camiiyeti ile, müteaddit manaları tazammun etmektedir. Hem her hepsi, hepsi ile münasebettardır ki, nefs-i Kur'an, milyonlarca Kur'anları ihtiva eylemekte ve her bir ehl-i hakikat, Kur'an içinde kendisine mahsus bir kitabı ve ona tabi' olacak bir Kur'anı bulmaktadır.

اَللّٰهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ اِجْعَلِ الْقُرْاٰنَ مُونِسًا

وَنُورًا فِي قَلْبِي وَقَبْرِي لِي فِي حَيَاتِي وَبَعْدَ مَمَاتِي

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ

ELVEDA

[3]

Önceki Risale: HabbeMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Habbenin Zeylinin Zeyli: Sonraki Risale

  1. Çünki, Risale-i Nurda isbat edilmiştir ki: Kendi başına olan bir cüz-ü ihtiyarî, çoğu zaman gelen feyzin, tecellinin asliyetlerini kusur ve noksanlıklarıyla bozuyorlar.
  2. حَسْبُنَا'ya dair bu kısmın mufassal izahı, 29. Lem'a-i Arabiye'de ve 4. Şua'da ve İhtiyarlar Lem'asının 14. ve 15. Ricalarındadır. -Müellif- (Tercümeten)
  3. Ben o vakit hastalığın şiddetinden, ecelin yakınlaştığını zannetmiştim. Onun için "Elveda" deyip, kabir kapısından sefer ile, ahbabım olan üstadlarım ve arkadaşlarım medrese talebeleri ve Nur şakirdlerinin mecmaı olan diyara gidiyorum diye düşünmüştüm. -Müellif-