Risale:29. Lem'a (Ayet-Hadis Mealleri)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Kısım: Yirmi Sekizinci Lem'a Ayet-Hadis MealleriLem'alar Ayet-Hadis MealleriOtuzuncu Lem'a Ayet-Hadis Mealleri: Sonraki Kısım

Yirmidokuzuncu Lem'a[değiştir]

Bu Lem'a'nın tamamı Osmanlıca Lem'alardadır. Biz me'haz olarak onu kaynak aldık.

Osmanlıca Yirmidokuzuncu Lem'a

Bu Lem'a Eskişehir hapishanesinde, 1935-36 yılında Arapça olarak te'lif edilmiştir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah'ın adıyla.

بِسْمِ اللّٰه‌ِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla..

اَلْحَمْدُ ِللّٰه‌ِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ٭ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Efendimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile âline ve ashâbına ise salât ve selâm olsun.

لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

Tâ ki tefekkür edin. (Bakara Sûresi, 2:219)..

لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُون

Tâ ki tefekkür etsinler. (Nahl Sûresi, 16:44)

اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِى اَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللّٰه‌ُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضَ

Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî san'at mucizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri Allah, ancak hak ve hikmetle yaratmıştır.... (Rum Sûresi, 30:8)

لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Tefekkür eden bir topluluk için deliller vardır. (Rum 21)

تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ

Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır. (el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn, 4:409 (Kitâbu't-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1:78)

Mertebetül Ula[değiştir]

“Ve de ki: ‘Hamd o Allâh’a mahsûstur ki, çocuk edinmemiştir; hem mülkte kendisine hiçbir ortak olmamıştır; âcizlikten dolayı O’nun için hiçbir yardımcı da olmamıştır. Artık O’nu tekbîr getirerek yücelt!” (İsrâ Sûresi, 17:111). Lebbeyk ve sa‘deyk..

Celâli ne yücedir o Allâh ki, kudret ve ilim cihetiyle her şeyden en büyüktür. Zîrâ o öyle bir Hâlık ve Bârî ve Musavvirdir ki, kudretiyle insânı kâinât gibi yapmış ve insânı kader kalemiyle yazdığı gibi kâinâtı da bu kalemle yazmıştır. Çünki bu büyük âlem, bu küçük âlem gibi, O’nun kudretinin masnûu ve kaderinin mektûbudur. O’nun bu büyük âlemi ibdâ‘ etmesi, onu bir mescid hâline getirmiştir. Bu küçük âlemi îcâd etmesi, onu bir secde eden hâline getirmiştir. Bu büyük âlemi inşâ etmesi, onu bir mülk hâline getirmiştir. Bu küçük âlemi binâ etmesi, onu bir memlûk hâline getirmiştir. O’nun şu büyük âlemdeki san‘atı, bir kitâb şeklinde tezâhür etmiştir. Bu küçük âlemdeki sıbgası, bir hitâb şeklinde çiçek vermiştir. O’nun şu büyük âlemdeki kudreti, O’nun haşmetini gösterir. Bu küçük âlemdeki rahmeti, ni‘metini tanzîm eder. O’nun şu büyük âlemdeki haşmeti, O’nun vahdâniyetine şehâdet eder. Bu küçük âlemdeki ni‘meti, O’nun ehadiyetini i‘lân eder. O’nun şu büyük âlemde bulunan küll ve cüz’lerdeki mührü, sükûn ve hareket şeklindedir. Bu küçük âlemde bulunan cisim ve a‘zâlardaki mührü, hüceyre ve zerre şeklindedir.

Şimdi O’nun toplu hâldeki eserlerine bak. Nasıl sabâhın aydınlığı gibi mutlak bir intizâm ile berâber mutlak bir sehâvet göreceksin. Mutlak bir ittizân ile berâber mutlak bir sür‘at içinde (göreceksin), mutlak bir ittikân ile berâber mutlak bir kolaylık içinde (göreceksin). Mutlak bir hüsn-i san‘at ile berâber mutlak bir vüs‘at içinde (göreceksin). Mutlak bir ittifâk ile berâber mutlak bir uzaklık içinde (göreceksin). Mutlak bir imtiyâz ile berâber mutlak bir karışıklık içinde (göreceksin). Mutlak bir kıymetlilik ile berâber mutlak bir kolaylık içinde (göreceksin). İşte bu görünen keyfiyet, ehl-i tahkîk olan akıl sâhibi için bir şâhiddir. Münâfık olan ahmağı, mutlak kudret sâhibi olan Hakk’ın san‘atını ve vahdetini kabûle mecbûr bırakır. O, mutlak ilim sâhibidir.

Hem vahdette mutlak bir kolaylık vardır. Kesret ve şirkte ise kilitlenmiş bir zorluk vardır. Eğer bütün eşyâ tek zâta isnâd edilse, yoktan îcâd etmekdeki kolaylık cihetiyle kâinât hurmâ ağacı gibidir, hurmâ ağacı da meyve gibidir. Eğer kesrete isnâd edilse, yoktan îcâd etmekdeki zorluk cihetiyle hurmâ ağacı kâinât gibidir, meyve ise ağaçlar gibidir. Zîrâ tek zât tek fiil ile pek çok eşyâya âid bir netîceyi ve bir vaz‘iyeti külfetsiz ve mübâşeretsiz te’mîn edebilir. Eğer şu vaz‘iyet ve netîce kesrete havâle edilse, tekellüfler, mübâşereler ve çekişmeler olmadan onlara ulaşmak mümkün olmaz. Askerlerle berâber kumandan gibi, taşlarla berâber usta gibi, yıldızlarla berâber yer gibi, damlalarla berâber fıskıye gibi, dâiredeki noktalarla berâber merkez noktası gibi.

Şu sırdandır ki, vahdette intisâb, hudûdsuz kudret makâmına geçer. Hem sebeb kuvvetinin menba‘larını taşımaya mecbûr olmaz. Ve eser o isnâd edilen şeye nisbet etmekle büyür. Şirket ise her sebeb kendi kuvvetinin menba‘larını taşımaya mecbûrdur. Eser de kendi cirmi nisbetinde küçülür. Buradan hareketle karınca ve sinek cebbârlara karşı galebe etti. Ve küçük çekirdek koca bir ağacı taşıdı.

Yine şu sırdandır ki, bütün eşyânın tek zâta isnâd edilmesinde îcâd etmek mutlak ademden olmaz. Bi’l-akis îcâd etmek, tıpkı âyînede temessül eden sûretin, kendisine bir vücûd-ı hâricînin verilmesi için kemâl-i sühûletle fotoğraf kâğıdına nakledilmesi gibi veyâ görünmez bir mürekkeb ile yazılmış bir hattın, gizli yazıyı ortaya çıkaran bir mâdde vâsıtasıyla izhâr edilmesi gibi, ilmen mevcûd olanı vücûd-ı hâricîye çıkarmakdır.

Eşyânın esbâba ve kesrete isnâdında ise îcâd etmek adem-i mutlaktan olması gerekir. O ise eğer muhâl olmazsa, en zor şeylerden biri olur. Demek vahdetteki sühûlet vücûb derecesine varmaktadır. Kesretteki suûbet ise imtinâ‘ derecesine varmaktadır.

Yine şu hikmettendir ki, Vahdette, ibdâ‘ ve îcâd “el-Eysi min el-leysi” (Hâşiye[1]) yani mevcûdu müddetsiz ve mâddesiz olarak adem-i sırftan ibdâ‘ ve zerrâtı külfetsiz ve karışıksız olarak ilmî kalıba dökmek mümkün olur. Şirk ve kesrette ise, bütün ehl-i aklın ittifâkıyla ademden ibdâ‘ mümkün olmaz. Çünki bir zîhayâtın vücûdu için yeryüzü ve unsurlarda yayılmış olan zerrâtın toplanması gerekir. Ve ilmî kalıbın olmaması sebebiyle, o zîhayâtın cismindeki zerrelerin muhâfazası için, her zerrede küllî bir ilim ve mutlak bir irâde lâzım olur.

Bununla berâber, şerîkler, kendilerine ihtiyâc duyulmayan, zâtları mümteni‘ ve sırf tahakkümî olan şeylerdir. Mevcûdâttan hiçbir şeyde onlara ne bir emâre vardır, ne de kendilerine bir işâret vardır. Zîrâ semâvât ve arzın hilkati, bizzarûre gayr-i mütenâhî bir kudret-i kâmile îcâb ettirir. Bu yüzden şerîklere ihtiyâc duyulmamıştır. Yoksa gayr-i mütenâhî bir kudret-i kâmilenin, hiçbir zarûret olmadan, zarûret bunun aksinde iken, nihâyetsiz olma vaktinde, mütenâhî başka bir kuvvetle sınırlandırılması ve sona erdirilmesi gerekir. O ise beş vecihle muhâldir. İşte şerîkler mümteni‘ oldular. Zâten mevcûdâttan hiçbir şeyde, ne şu vecihlerle mümteni‘ olan şerîklerin vücûtlarına bir işâret vardır, ne de tahakkuklarına bir emâre vardır.

Bu mes’eleyi Otuzikinci Risâlenin Birinci Mevkıfında zerrâttan seyyârâta kadar ve İkinci Mevkıfda semâvâttan teşehhusât-ı vechiyeye kadar îzâh ettik. Hepsi de sikke-i tevhîdi göstererek şirki reddeden cevâbı verdiler.

O’nun şerîkleri olmadığı gibi, böylece O’nun ne muîni vardır ne de vezîrleri vardır. Esbâb ise, kudret-i ezeliyenin tasarrufu üzerine ancak ince bir perdedir. Esbâbın en şerefli ve ihtiyârı en geniş olanı insânın kendisidir; bununla berâber, yemek, söz söylemek ve düşünmek gibi en zâhir ef‘âl-i ihtiyâriyesinin yüzlerce cüz’ünden elinde sâdece meşkûk tek bir cüz’ vardır. Eğer ihtiyârı en şerefli ve en geniş olan sebeb, böyle gördüğün gibi tasarruf-ı hakîkîden elleri bağlanmış ise, îcâd ve rubûbiyette semâvât ve arzın hâlıkına hayvânât ve cemâdâtın şerîk olmaları nasıl mümkün olabilir. Nasıl ki pâdişâhın içine hediye koyduğu zarf veyâ içine hediye sardığı mendîl veyâ eliyle sana ni‘met gönderdiği nefer o pâdişâha saltanatında şerîkler olması mümkün değildir. Öyle de elleriyle bize ni‘metler gönderilmiş olan sebeblerin ve bizim için iddihâr edilmiş olan ni‘metlere bizzât sandukçalar olan zarfların ve bize hediye edilmiş olan atâyâ-yı ilâhiyeye sarılan esbâbın yardımcı şerîkler veyâ müessir vâsıtalar olması mümkün değildir.

Mertebetüssaniye[değiştir]

Celâli ne yücedir o Allâh ki, kudret ve ilim cihetiyle her şeyden en büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk-ı Alîm, sâni‘-i Hakîm, Rahmânü’r-Rahîmdir ki, kâinât bostânındaki şu mevcûdât-ı arziye ve ecrâm-ı ulviye bilbedâhe o Hallâk-ı Alîmin mu‘cizât-ı kudretidir.

Ve yeryüzü bahçesindeki rengârenk, süslenen, serilmiş şu bitkiler ve çeşit çeşit, açılıp saçılan, yayılmış şu hayvânlar bizzarûre O sâni‘-i Hakîmin havârik-ı san‘atıdır ve bu bağın bahçelerindeki tebüssüm eden çiçekler ve süslenen meyveler, bilmüşâhede O Rahmân-ı Rahîm’in hedâyâ-yı rahmetidir. O şehâdet ediyor, şu nidâ ediyor ve bu i‘lân ediyor ki, O’nun hallâkı, şunun Musavviri ve bunun Vâhibi her şeye kâdirdir. Her şeye alîmdir. Rahmet ve ilim cihetiyle her şeyi kaplamıştır. Kudretine nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, sonu olan ve sonu olmayan müsâvîdir. Ve mâzînin bütün vukûât ve garâibi o sâni‘-i Hakîm’in mu‘cizât-ı san‘atıdır ki, istikbâlin bütün imkânât ve acâibine bu sâniin hakkıyla kâdir olduğuna şehâdet. Zîrâ O, Hallâk-ı Alîm ve Azîz-i Hakîmdir.

Her türlü noksânlıktan ve kusûrdan münezzehtir O Zât ki, yeryüzü bahçesini san‘atının meşheri, yarattıklarının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medârı, rahmetinin çiçekliği, cennetinin tarlası, mahlûkâtın geçit yeri, mevcûdâtın akacak yeri, masnûâtın ölçeği yapmıştır. İşte müzeyyen hayvânât, münakkaş kuşlar, meyveli ağaçlar, çiçekli bitkiler O’nun ilminin mu‘cizeleridir. San‘atının hârikalarıdır. Cömertliğinin hediyeleridir. Lütfunun bürhânlarıdır.

Meyvelerin zînetinden dolayı çiçeklerin tebessümü, seherin nesîminde kuşların cıvıltısı, çiçeklerin yapraklarındaki yağmur damlalarının nağmeli sesi, vâlidelerin küçük çocuklara olan merhameti.. Cin ve insâna, rûh ve hayvâna, melek ve câna bir Vedûd’ün tanıttırması, bir Rahmân’ın sevdirmesi, bir Hannân’ın merhameti, Bir Mennân’ın tahannünüdür.

Tohumlar ve meyveler, dâneler ve çiçekler, birer hikmet mu‘cizesi, birer san‘at hârikası, birer rahmet hediyesi, birer vahdet bürhânı, dâr-ı âhiretteki lütfunun birer şâhididir. Birer şâhid-i sâdıktırlar. Çünki kendilerinin Hallâkı her şeye kadîr ve her şeye alîmdir. Rahmet ve ilimle, halk ve tedbîrle, sun‘ ve tasvîrle her şeyi kaplamıştır. Bu yüzden güneş tohum gibidir, yıldız çiçek gibidir, yer dâne gibidir. Yaratmak ve tedbîr, sun‘ ve tasvîr O’na ağır gelmez.

Tohumlar ve meyveler, kesretin aktârında vahdetin âyîneleri, kaderin işâretleri, kudretin remizleridir. Çünki bu kesret vahdetin menbaındandır. Fâtırın sun‘ ve tasvîrdeki vahdetine şehâdet ederek sudûr eder. Sonra Sâni‘in halk ve tedbîrdeki hikmetini zikrederek vahdette nihâyet bulur.

Hem hikmetin telvîhâtıdır. Çünki Hâlık-ı kül küllî nazarla cüz’iye bakarken orada cüz’üne (de bakar). Zîrâ bir meyve olsa, bu ağacın halk edilmesinden en zâhir bir maksad işte odur. Beşer de şu kâinât için bir meyvedir. Mevcûdâtın hâlıkı için en zâhir maksûd da O’dur.

Kalb ise çekirdek gibidir, mahlûkâtın Sânii için en parlak âyîne o dur. İşte şu hikmettendir ki, bu mevcûdâttaki neşir ve haşre ve bu kâinâtın tahrîb, tebdîl, tahvîl ve tecdîdine en zâhir medâr, ancak bu kâinâttaki o küçücük insândır. Allâh en büyüktür. Ey büyük olan! Azametinin künhüne akılların erişemediği Zât ancak sensin.

Çünki her şey berâber (hareketleri ve sesleriyle mûsîka-i zikriye tarzında) Lâ ilâhe illâ hû derler. Sürekli yâ Hak ararlar, hepsi yâ Hay derler.

Mertebetüssalise[değiştir]

(Îzâhı Otuzikinci Risâlenin Üçüncü Mevkıfının başındadır.)

Kudret ve ilim cihetiyle Allâh her şeyden en büyüktür. Zîrâ O öyle bir Kadîr, Mukaddir, Alîm, Hakîm, Musavvir, Kerîm, Latîf, Müzeyyin, Mün‘im, Vedûd, Mütearrif, Rahmân, Rahîm, Mütehannin, Cemîl-i Zülcelâl, Kemâl-i Mutlak ve Nakkâş-ı Ezelîdir ki, Kül ve cüz’, sahâif ve tabakât olarak bu kâinâtın hakîkati ve küllîlik ve cüz’îlik, vücûd ve bekâ i‘tibâriyle bu mevcûdâtın hakîkati,

Ancak O’nun kazâ ve kader kaleminin, tanzîm ve takdîr, ilim ve hikmetle çizdiği hatlarıdır.

Ve ancak O’nun ilim ve hikmet pergelinin sun‘ ve tasvîr ile yaptığı nakışlarıdır.

Ve ancak O’nun sun‘ ve tasvîri, tezyîn ve tenvîrinin yed-i beyzâsının lütuf ve keremle işlediği tezyînâtıdır.

Ve ancak O’nun lütuf ve keremi, tearrüf ve teveddüdünün latîfelerinin rahmet ve ni‘metle açmış çiçekleridir.

Ve ancak O’nun ayn-ı rahmet ve ni‘meti, terahhum ve tahannününün feyzinin cemâl ve kemâl ile çıkmış semereleridir.

Hem mevsimler, asırlar ve devirlerin geçmesine rağmen cemâlin tecellîsinin devâm etmesiyle berâber ve mahlûkâtın ve günlerin ve senelerin geçmesine rağmen in‘âmın devâm etmesiyle berâber, âyînelerin fânîliği ve mazharların seyyâliyetinin şehâdetiyle ancak dâimî bir cemâlin ve bâkî bir kemâlin lemeâtıdır.

Evet dâimî tecellî ile berâber, sürekli feyiz ile berâber, âyînelerin fânîliği, mevcûdâtın zevâli, o görünen cemâlin, o parlayan kemâlin mazharların mülkü olmadığını zâhirlerin en zâhiri, âşikârların en âşikârı olarak gösterir. O mücerred cemâlin, o yenilenen ihsânın, o vâcibü’l-vücûdun, o Bâkî-i Vedûd’ün en fasîh beyânı ve en vâzıh bürhânıdır.

Evet mükemmel eser bilbedâhe mükemmel fiile delâlet eder. Sonra mükemmel fiil, bizzarûre mükemmel isme ve mükemmel fâile delâlet eder. Sonra mükemmel isim, bilâ-şübhe mükemmel sıfata delâlet eder. Sonra mükemmel vasıf, bilâ-şek mükemmel şe’ne delâlet eder. Sonra mükemmel şe’n, O zâta lâyık bir sûrette, ki o da hakka’l-yakîndir bilyakîn o zâtın kemâline delâlet eder.

Mertebetürrabia[değiştir]

Celâli ne yücedir o Allâh ki, en büyüktür. Zîrâ o öyle Adl-i Âdil, Hakem-i Hâkim, Hakîm-i Ezelîdir ki, şu kâinât şeceresinin binâsını, meşîet ve hikmetinin usûlü ile altı günde te’sîs etmiş ve onu kazâ ve kaderinin düstûrlarıyla tafsîl etmiş ve âdet ve sünnetinin kânûnlarıyla onu tanzîm etmiş ve inâyet ve rahmetinin namûslarıyla onu tezyîn etmiş ve masnûâtının intizâmâtı, mevcûdâtının tezeyyünâtı, teşâbühü, tenâsübü, tecâvübü, teâvünü ve teânukunun ve her şeyde o şeyin kâmet-i kâbiliyetinin mikdârına göre kaderin takdîri ile takdîr edilmiş şuûrlu itkân-ı san‘atın şehâdetleriyle onu esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvîr etmiştir. O’nun tanzîmâtındaki hikmet-i âmme, tezyînâtındaki inâyet-i tâmme, taltîfâtındaki rahmet-i vâsia, terbiyesindeki erzâk ve iâşe-i şâmile, Fâtır’ının şuûn-ı zâtiyesine mazhariyetiyle san‘atı acîb olan hayât, tahsînâtındaki mehâsin-i kasdiye, zevâliyle berâber in‘ikâs eden cemâlin tecellîsinin devâm etmesi, kalbinde ma‘bûduna olan sâdık aşk, cezbesinde zâhir olan incizâb, bütün kâmillerinin, O’nun Fâtır’ının vahdeti üzerine ittifâkları, eczâsındaki maslahatlar için tasarruf, nebâtâtı için hikmetli tedbîr, hayvânâtı için keremli terbiye, erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizâm, külliyetinin intizâmındaki cesîm gâyeler, zamâna ve mâddeye ihtiyâc duymadan hüsn-i san‘atının gâyet kemâliyle berâber def‘aten îcâd edilmesi, imkânâtının tereddüdünün adem-i tahdîdiyle berâber hikmetli teşahhusât, en küçük matlablarına karşı ellerinin kısalığıyla berâber, ihtiyâclarının, gâyet kesretli ve mütenevvi‘ olmasına rağmen beklenmedik bir yerden ve hissedilmedik bir yerden lâyık ve münâsib vakitte kazâ edilmesi, za‘fının ma‘denindeki kuvvet-i mutlaka, aczinin menbaındaki kudret-i mutlaka, cümûdundaki zâhir hayât, cehlindeki muhît şuûr tagayyürsüz olan tağyîr edicinin vücûdunu istilzâm eden tagayyürâtındaki mükemmel intizâm, merkezi bir olan mütedâhil dâireler gibi tesbîhâtındaki ittifâk, isti‘dâdının lisânıyla, fıtrî ihtiyâclarının lisânıyla, ızdırârının lisânıyla yaptığı üç nev‘î duâlarının makbûliyeti, ibâdetlerindeki münâcât ve şühûdât ve füyûzât, kaderindeki intizâm, fâtırının zikriyle hâsıl olan itmi’nân, ondaki ibâdetin, O’nun nihâyeti ile mebdei arasında vuslat ipi oluşu ve kemâlinin zuhûruna sebeb oluşu ve sâniinin maksadlarının tahakkuk etmesi.

Ve hâkezâ sâir şuûnâtı ve ahvâli ve keyfiyâtı şâhiddirler ki, bütün bunlar bir tek Müdebbir-i Hakîm’in tedbîriyledir ve bir Mürebbî-i Kerîm’in, bir Ehad-i Samed’in terbiyesindedir. Ve bunların hepsi bir tek seyyidin hademeleridir ve bir tek Mutasarrıf’ın tasarrufu altındadır. Ve masdarları öyle bir vâhidin kudretidir ki, mevcûdâtının sahîfelerinden her bir sahîfede bulunan mektûbâtından her bir mektûb üzerindeki vahdetinin hâtemleri tezâhür ve tekâsür etmiştir. Evet, her bir vâdî ve dağdaki ve her bir ova ve sahrâdaki her bir çiçek ve meyve, her bir nebât ve ağaç, belki her bir hayvân ve taş, belki her bir zerre ve toprak nakış ile eser arasında bir hâtemdir. Nazarı dikkatli olanlara gösterir ki, bu eserin sâhibi, aynı zamânda o ibârelerdeki bu mekânın kâtibidir. Karanın sırtının ve denizin batnının kâtibi de O’dur. İbârelerle dolu semâvâtın sahîfesindeki şems ve kameri nakış eden de O’dur. Onları nakşedenin celâli ne yücedir. Allâh en büyüktür. Çünki âlem berâber (hareketleri ve sesleriyle mûsîka-i zikriye tarzında) Lâ ilâhe illâ hû der.(Hâşiye[2])

Mertebetülhamise[değiştir]

Allâh en büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk, Kadîr, Musavvir, Basîrdir ki, şu ecrâm-ı ulviye ve inci gibi yıldızlar O’nun ulûhiyet ve azametinin bürhânlarının birer nûru ve rubûbiyet ve izzetinin şâhidlerinin birer şuâıdır. Saltanat-ı rubûbiyetinin şa‘şaası üzerine şâhidlik eder ve nidâ eder. Hakimiyet ve hikmetinin vüs‘atini ve azamet-i kudretinin haşmetini nidâ eder.

Şimdi âyet-i kerîmeye kulak ver: “Üstlerindeki göğe hiç bakmadılar mı ki, onu nasıl binâ etmişiz ve onu süslemişiz?” (Kàf Sûresi, 50:6).

Sonra semânın yüzüne bak ki, nasıl bir sükûnet içinde bir sükût, bir hikmet içinde bir hareket, bir haşmet içinde bir parlaklık, bir zînet içinde bir tebessümü, intizâm-ı hilkat ve ittizân-ı san‘atla berâber göreceksin.

Mevsimlerin tebdîli için lambasının parlaması, meâlimin tenvîri için kandîlinin tehelhülü, âlemlerin süslendirilmesi için yıldızların parlaması, bu âlemin tedbîri için nihâyetsiz bir saltanatın olduğunu ehl-i fikre i‘lân eder.

İşte bu Hallâk-ı Kadîr her şeyi hakkıyla bilendir. Her şeye şâmil bir irâde ile irâde eder. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Mutlak ve muhît ve zâtî kudretiyle O, her şeye kadîrdir. Bu gündeki şu güneşin ziyâsız ve harâretsiz vücûdu mümkün olmadığı ve tasavvur edilmediği gibi, aynen öyle de semâvâtı, ilm-i muhîtsiz ve kudret-i mutlakasız yaratan bir ilâhın vücûdu mümkün olmaz ve tasavvur edilmez. Demek o, bizzarûre, muhît ve zât için lâzım-ı zâtî olan bir ilimle her şeyi hakkıyla bilendir. Bu ilmin her şeye taalluku lâzımdır. Huzûr ve şühûd ve nüfûz ve nûrânî ihâta sırrıyla hiçbir şeyin ondan ayrılması mümkün olmaz.

Mevcûdâtın hepsinde müşâhede edilen ölçülü intizâmlar, intizâmlı ittizânât, umûmî hikmetler, inâyât-ı tâmme, muntazam kaderler, müsmir kazâlar, muayyen eceller, mukannen rızıklar, müfennen itkânât, müzeyyen ihtimâmât, imtiyâz ve ittizân ve intizâm ve itkânın gâyet kemâli ve mutlak sühûlet, Allâmü’l-Guyûbun ilminin her şeyi ihâtasına şâhiddirler. “(Hiç) yaratan bilmez mi? Çünki o, Latîf'dir, Habîr'dir.” (Mülk Sûresi, 67:14) Âyeti delâlet eder ki, bir şeydeki vücûd onu bilmeyi istilzâm eder. Ve eşyâdaki nûr-ı vücûd, ondaki nûr-ı ilmi istilzâm eder.

İnsânın hüsn-i san‘atının O’nun şuûruna olan delâletinin nisbeti, hilkat-i insânın O’nun ilm-i hâlıkına olan delâletinin nisbeti yanında, karanlık gecedeki yıldız böceğinin ışıkcığının, gündüzün ortasında yeryüzünde parlayan güneşin şa‘şaasına olan nisbeti gibidir.

Hem o her şeyi hakkıyla bilen olduğu gibi, her şeyi irâde eden de O’dur. O’nun dilemesi olmadan bir şeyin tahakkuk etmesi mümkün olmaz. Hem kudret te’sîr ettiği ve ilim temyîz ettiği gibi, irâde de tahsîs eder sonra eşyânın vücûdu tahakkuk eder.

Sübhânehû ve Teâlâ’nın irâde ve ihtiyârının varlığına şâhidler, eşyânın keyfiyâtı ve ahvâli ve şüûnâtı adedincedir.

Evet hadsiz imkânât arasından ve akîm yollar arasından ve müşevveş ihtimâller arasından ve karışık sellerin elleri altında bu en dakîk ve en rakîk nizâmla mevcûdâtın tanzîmi ve sıfatlarıyla tahsîsi ve bu görülen hassâs ve cessâs mîzânla tevzîni, ve basît ve câmid şeylerden muhtelif ve muntazam zîhayât mevcûdâtın halkedilmesi -insânın bütün cihâzâtıyla nutfeden, kuşun bütün a‘zâlarıyla yumurtadan, ağacın mütenevvi‘ a‘zâlarıyla tohumdan olması gibi- her şeyin tahassus ve taayyünu o sübhânehûnun irâde ve ihtiyâr ve meşîeti ile olduğuna delâlet eder. Bir cinsten olan eşyânın ve bir nev‘den olan efrâdın a‘zâ-yı esâsiye de tevâfuk etmeleri, onların sâniinin vâhid ve ehad olduğuna bizzarûre delâlet ettiği gibi, muntazam alâmet-i fârikalara müştemil hikmetli teşahhusâttaki temâyüzleri de, bu sâni‘-i Vâhid-i Ehad’in, dilediğini yapan ve dilediği gibi hüküm veren o Fâil-i Muhtâr ve Mürîd olduğuna öyle delâlet eder. O’nun Celâli ne yücedir.

Hem bu Hallâk-ı Alîm ve Mürîd, her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyi irâde eden ve ilm-i muhît ve irâde-i şâmile ve ihtiyâr-ı tâm sâhibi olduğu gibi, zâtın lâzımı olan ve zâttan neş’et eden zâtî ve zarûrî bir kudret-i kâmileye öyle sâhibdir. Zıddının müdâhalesi muhâldir. Yoksa bi’l-ittifâk muhâl olan iki zıddın cem‘î lâzım gelir.

Şu kudrette merâtib de bulunmaz. Nûrâniyet, şeffâfiyet, mukâbele, muvâzene, intizâm ve imtisâl sırrıyla, sür‘at ve sühûlet ve kesret-i mutlakât içindeki intizâm-ı mutlak ve ittizân-ı mutlak ve imtiyâz-ı mutlakın şehâdetiyle, imdâd-ı vâhidiyet ve yüsr-i vahdet ve tecellî-i ehadiyet sırrıyla, vücûb ve tecerrüd ve mübâyenet-i mâhiyet hikmetiyle, adem-i tekayyüd ve adem-i tehayyüz ve adem-i tecezzî sırrıyla, hâl şu ki, hiç ihtiyâc yok, eğer ona ihtiyâc olsa, avâik ve mevâniin -insânın a‘sâbı ve seyyâlât-ı latîfeyi nakil için olan demir hatlar gibi- teshîlde bulunan vesîlelere inkılâb etmesi hikmetiyle, cezâlet cihetiyle zerre yıldızdan, cüz’ nev‘den ve küllden, cüz’î küllîden, az çoktan, küçük büyükten, insân âlemden ve tohum ağaçtan daha az olmadığı hikmetiyle, ona nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, cüz’î ve küllî, cüz’ ve kül, insân ve âlem, tohum ve ağaç müsâvîdirler.

Onları kim yarattıysa, bunları da O’nun yaratması istib‘âd olunmaz. Zîrâ o ihâta olunanlar küçültülmüş mektûb misâlleri gibidir. Yâhûd sağılmış ve süzülmüş noktalar gibidir. Hem ihâta eden şeyin, bizzarûre, o ihâta olunan şeyin hâlıkının kabza-i tasarrufunda olması gerekir. Tâ ki, ihâta edenin misâli, O’nun ilminin desâtiriyle o ihâta olunanlarda derc edilsin ve O’nun hikmetinin mîzânlarıyla onları ondan süzsün. İşte şu cüz’iyâtı ibrâz eden öyle bir kudrettir ki, bu külliyâtı ibrâz etmek ona zor gelmez.

Hem cevher-i ferd üzerine esîr zerrâtıyla yazılmış Kur’ân-ı hikmet nüshası, semâvât sahîfeleri üzerine yıldızlar ve güneşler mürekkebiyle yazılmış Kur’ân-ı azamet nüshasından cezâlet cihetiyle daha az olmadığı gibi, aynen öyle de ne bir arı ve bir karıncanın hilkati, hurmâ ağacı ve fîlin hilkatinden cezâlet cihetiyle daha azdır. Ne de çiçeğin gülünün san‘atı, Zühre yıldızının parlamasının san‘atından cezâlet cihetiyle daha azdır. Ve hâkezâ kıyâs et.

Hem îcâd-ı eşyâdaki kemâl-i sühûletin gâyet derecede olması, ehl-i dalâleti, akılların kendisini reddettiği, hattâ evhâmın ondan ürktüğü hurâfe muhâlâtı istilzâm eden teşekkül ile teşkîli iltibâs etmeye düşürdüğü gibi, aynen öyle de, ehl-i hak ve hakîkate, Hâlık-ı kâinâtın kudretine nisbeten seyyârâtın zerrât ile müsâvî olduğunu kat‘î ve zarûrî bir şekilde isbât ettirmiştir.

O’nun celâli ne yücedir ve şânı ne büyüktür ve O’ndan başka ilâh yoktur.

Mertebetüssadise[değiştir]

O’nun celâli ne yücedir, şânı ne büyüktür. Allâh ilim ve kudret cihetiyle en büyüktür. Zîrâ O öyle Âdil-i Hakîm ve Kâdir-i Alîm ve Vâhid-i Ehad ve Sultân-ı Ezelîdir ki, bu âlemlerin hepsi O’nun nizâm ve mîzânının, tanzîm ve tevzîninin, adl ve hikmetinin, ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadır. Ve şühûd derecesinde olan hads ile belki bilmüşâhede O’nun vâhidiyet ve ehadiyet sırrının mazharıdır. Çünki kâinâtta nizâm ve mîzân, tanzîm ve tevzîn dâiresinden hâric hiçbir şey yoktur. Ve onlar İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübînden iki bâbdır. Hem onlar O Alîm-i Hakîm’in ilim ve emrine ve O Azîz-i Rahîm’in kudret ve irâdesine iki ünvândır. Ve şu imâm ile berâber şu kitâbda bulunan şu mîzânlı nizâm, başında iz‘ân ve yüzündeki iki göz bulunan kimse için, kâinât ve zamân içindeki eşyâlardan, (Hâşiye[8]) bir Rahmân’ın kabza-i tasarrufundan ve bir Hannân’ın tanzîminden ve bir Mennân’ın tezyîninden ve bir Deyyân’ın tevzîninden hâric kalan hiçbir şey olmadığına iki parlak bürhândırlar.

Elhâsıl: Mebde’ ve müntehâya, asıl ve nesle, mâzî ve müstakbele, emir ve ilme bakan ism-i Evvel ve Âhir’in hallâkıyetteki tecellîsi İmâm-ı Mübîne işâret etmektedir. İsm-i Zâhir ve Bâtın’ın hallâkıyet zımnında eşyâ üzerine tecellîsi ise Kitâb-ı Mübîne işâret eder.

Zîrâ kâinât büyük bir ağaç gibidir. O’nun her bir âlemi de yine ağaç gibidir. Bu yüzden cüz’î bir ağacı, kâinât ve envâı ve âlemlerinin hilkati için misâl verebiliriz. İşte şu cüz’î ağacın bir aslı ve bir mebdei vardır ki, o da, üzerinde neş’et ettiği çekirdektir. Ve kezâ O’nun ölümünden sonra vazîfesini devâm ettiren bir nesli vardır ki, o dahi O’nun meyvesindeki çekirdektir.

İşte mebde’ ve müntehâ, ism-i Evvel ve Âhir’in tecellîsine mazhardırlar. Sanki o mebde’ ve o aslî çekirdek, intizâm ve hikmetle, o ağacın teşekkül düstûrlarının mecmûundan mürekkeb bir fihriste ve ta‘rîfedir. Nihâyetlerinde olan meyvelerindeki çekirdekler, ism-i Âhir’in tecellîsine mazhardırlar. Kemâl-i hikmetle meyvelerde bulunan bu çekirdekler, sanki bu ağacın benzerinin teşekkülü için kendisine bir fihriste ve bir ta‘rîfe tevdî‘ edilmiş küçük sandukçalardır. Ve sanki gelecek ağaçların teşekkülünün düstûrları onlarda kalem-i kaderle yazılmıştır.

Ağacın zâhiri ise, ism-i Zâhir’in tecellîsine mazhardır. Kemâl-i intizâm ve tezyîn ve hikmetle olan zâhiri, sanki O’nun kâmetine göre kemâl-i hikmet ve inâyetle takdîr edilmiş muntazam, müzeyyen ve murassa‘ bir hulledir.

O ağacın bâtını ise, ism-i Bâtın’ın tecellîsine mazhardır. Kemâl-i intizâmla ve akılları hayrette bırakan tedbîr ile ve hayâtî mâddeleri muhtelif a‘zâlar kemâl-i intizâmla tevzî‘ etmekle, sanki bu ağacın bâtını, gâyet intizâm ve ittizân içinde hârika bir makinedir.

Hem nasıl O’nun evveli acîb bir ta‘rîfe ve âhiri hârika bir ta‘rîfedir, İmâm-ı Mübîne işâret ederler, öyle de acîb san‘atlı bir hulle olarak O’nun zâhiri ve gâyet intizâm içinde bir makine olarak bâtını Kitâb-ı Mübîne işâret ederler.

Hem nasıl insândaki kuvve-i hâfızalar levh-i mahfûza işâret eder ve ona delâlet eder, öyle de her bir ağaçtaki aslî çekirdekler ve meyveler İmâm-ı Mübîne işâret eder. Zâhir ve bâtını ise Kitâb-ı Mübîni gösterir. İşte bu cüz’î ağaca, mâzîsi ve müstakbeliyle şecere-i arzı, evâili ve âtîsiyle şecere-i kâinâtı, ecdâdı ve nesilleriyle şecere-i insânı kıyâs et. Ve hâkezâ.

O’nun hâlıkının celâli ne yücedir. Ve O’ndan başka ilâh yoktur.

Ey Kebîr! Sen öyle bir zâtsın ki, azametini tavsîf etmek için akıllar yol bulamaz ve fikirler ceberûtunun künhüne erişemez.

Mertebetüssabia[değiştir]

Celâli ne yücedir O Allâh ki, kudret ve ilim cihetiyle her şeyden en büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk, (Hâşiye[9]) Fettâh, Fa‘âl, Allâm, Vehhâb, Feyyâz ve Şems-i Ezelîdir ki, şu kâinât, envâı ve mevcûdâtı ile berâber, O’nun envârının gölgeleri, ef‘âlinin eserleri, esmâsının envâı tecelliyâtının elvân-ı nukûşu, O’nun kazâ ve kader kaleminin hatları ve O’nun sıfât ve cemâl ve kemâlinin tecelliyâtının âyîneleridir. Bütün kitâbları ve suhufuyla ve tekvînî ve Kur’ânî âyetleriyle Şâhid-i Ezelîn’in icmâı, üzerinde tezâhür eden gınâ-yı mutlak ve servet-i mutlaka ile berâber zâtında ve zerrâtındaki iftikârâtı ve ihtiyâcâtıyla arzın âlemle berâber icmâı, ervâh-ı neyyire ve kulûb-i münevvere ve ukûl-ı nûrâniye sâhiblerinden alan enbiyâ ve evliyâ ve asfiyâdan bütün ehl-i şühûdun bütün tahkîkâtları ve keşfiyâtları ve füyûzâtları ve münâcâtlarının icmâı ile, onların ve arz ve ecrâm-ı ulviyenin ve süfliyenin hepsi Vâcibü’l-Vücûd ile berâber ittifâk etmişlerdir ki, bu mevcûdât O’nun kudretinin âsârı, kaderinin mektûbâtı, esmâsının âyîneleri ve envârının temessülâtıdır. O’nun celâli ne yücedir ve O’ndan başka ilâh yoktur.






























Önceki Kısım: Yirmi Sekizinci Lem'a Ayet-Hadis MealleriLem'alar Ayet-Hadis MealleriOtuzuncu Lem'a Ayet-Hadis Mealleri: Sonraki Kısım

  1. اَلْأَيْسُ Mevcûd demektir. اَللَّيْسُ Adem-i sırf demektir.
  2. Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfi’nin Zeylinde ve Yirminci Mektûb’un İkinci Makâm’ında îzâh edilmiştir.