Risale:Lem'alar'ın Fihristi (Fihrist Risalesi)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Fihriste-i MektubatFihrist RisalesiOnuncu Şua (Fihristenin 2. Cildi): Sonraki Risale

Lem'alar

Otuz Birinci Mektub

Otuz Bir Lem'adır

Otuz bir Lem'a namında Otuz bir Risale olacağını feyz-i Kur'andan ümid ederek bekliyoruz. Şimdiye kadar Lillâhilhamd On beş Lem'a {(Haşiye):[1]} hazîne-i Kurâniyeden ihsan edildi.

Birinci Lem'a olan Birinci Risale[değiştir]

Hazret-i Yûnus Aleyhisselâmın münâcât-ı meşhûresi olan

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَنَادَى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

âyetinin bir sırr-ı mühimmini ve bir hakikat-ı azimesini beyan ederek; herbir insan bu dünyada, Hazret-i Yûnus Aleyhisselâmın bulunduğu vaziyette -fakat büyük mikyasta- olduğunu beyan eder. Hazret-i Yûnus Aleyhisselâma "Hût, deniz, gece" ne ise; her insan için nefsi, dünyası istikbali de odur.

İkinci Lem'a namında olan İkinci Risale[değiştir]

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın münâcât-ı meşhûresini beyan eder.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

âyetinin mühim bir sırrını ve azim bir hakikatını "Beş Nükte" ile tefsir edip, bütün musibetzedelere mânevî bir tiryak ve gayet nâfi bir ilâç hükmünde bir risaledir. Bu Risale, maddi musibetleri, ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalâlet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.

Üçüncü Lem'a namında olan Üçüncü Risale[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetinin mühim iki hakikatını,

يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى

يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى

olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakikat-ı mühimme ile tefsir ediyor. Beka için halkedilen ve bekaya âşık olan rûh-u insânî, Baki-i Zülcelâl'e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder. Saniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelâl'i tanımayan rûh-u insanın seneleri, saniyeler hükmünde olduğunu beyan edip ispat eden kıymetdar bir risaledir. Fenâyı fena gören ve bekayı merak edenler, bu risaleyi merakla okumalı.

Dördüncü Lem'a olan Dördüncü Risale[değiştir]

Minhâcü's-Sünne namında gayet mühim bir risaledir. Ehl-i Şia ve Ehl-i Sünnet mabeyninde en mühim bir mesele-i ihtilâfiyye olan mesele-i imameti gayet vâzıh ve kat'i bir surette hal ve fasleder.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمَ

قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَىِ

Âyat-ı azimenin çok hakaik-i azimesinden iki büyük hakikatını "Dört Nükte" ile tefsir ediyor. Bu risale, Ehl-i Sünnet ve cemaata, hem alevilere gayet kıymettar ve menfaattardır; hakikaten Minhacü's-Sünne'dir. Sünnet-i Seniyenin yolunu, o meselede tam beyan eder.

Beşinci Lem'a olan Beşinci Risale[değiştir]

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكيِلُ

âyetinin gayet mühim bir hakikatını on beş mertebe ile beyan edecek bir risale olacaktı. Fakat hakikat ve ilimden ziyade zikir ve tefekkür ile münasebattar olduğundan şimdilik te'hir edildi. Çendan On Birinci Lem'a olan Mirkatü's-Sünne ve Tiryak-ı Marazi'l-Bid'a namındaki gayet mühim bir risale, Beşinci Lem'a namıyla bidayeten yazılmıştı. Fakat, o risale on bir nükte-i mühimmeye inkısam ettiğinden On Birinci Lem'a'ya girdi. Beşinci Lem'a açıkta kaldı.

Altıncı Lem'a olan Altıncı Risale[değiştir]

لاَحَوْلَ وَلاَقُوَّةَ اِلاَّبِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظيِمِ

cümlesinin ifade ettiği çok âyatın mühim hakikatını, yine on beş-yirmi mertebe-i fikriye ile beyan edecek bir risale olacaktı. Bu lem'a da Beşinci Lem'a gibi nefsimde hissettiğim ve harekat-ı ruhiyyemde zikr ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan ilim ve hakikattan ziyade zevk ve hâle medar olmak cihetiyle hakikat lem'aları içinde değil, belki âhirlerinde yazılması münasip görüldü.

Yedinci Lem'a olan Yedinci Risale[değiştir]

Sûre-i Feth'in âhirinde

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحٖيمِ

لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللّٰهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذَلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا

هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّٰهِ شَهِيدًا

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَ رِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ وَ مَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَاۤزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلٰى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَ اَجْرًا عَظِيمًا

olan üç âyet-i azimeden on vücûh-u i'câziyeden yalnız ihbar-ı bilgayb vechinden sekiz ihbarat-ı gaybiyeyi beyan ediyor, şu üç âyet, tek başıyla bir mucize-i bâhire olduğunu ispat ediyor. Tetimmesinde,

فَاُولۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ وَ حَسُنَ اُولۤئِكَ رَفِيقًا

âyetinin mühim bir nükte-i i'câziyesini, Sûre-i Feth'in âhirindeki âyetin aynı ihbar-ı gaybisi nev'inden, gaybî ihbarlarına işaret eder.

Hatimesinde, Kur'ân-ı Hakimin tevafukat cihetinde i'câzî nüktelerinden gayet parlak bir nükte-i i'câziyesini beyan edip; Kur'ân Fâtiha'da Fâtiha Besmele'de Besmele, Elif, Lâm, Mim'de bir cihette dercedildiğini beyan ediyor. Hem, en münteşir ve mütedavil derkenar Mushaflarda lâfzullahın tevafukat-ı latîfe-i i'câziyesinden birisi şudur ki; sayfanın âhirki satırının yukarı kısmında bütün Kur'ân'da seksen ve aşağı kısmında yine Lâfza-i Celâl birbiri üstünde seksen olup tevafuk ederek gelmesi ve sayfalar arkasında tam muvafakatla birbirini göstermesi, âdeta seksen adetten bir tek Lafza-i Celâl tezahür etmesi; hem âhirki satırın tam ortasında elli beş ve başında yirmi beş, beraber yine seksen ederek; bu seksen, o iki seksene seksenlikte tevafuk ettikleri gibi, iki yüz kırk tevafukat-ı latîfe yalnız sayfanın âhirki satırlarında bulunması gösteriyor ki; Kur'ân'ı Azimüşşan'ın hem âyatı, hem kelimatı, hem hurufatı herbiri, ayrı ayrı medâr-ı i'câz oldukları gibi, kelimatın nakışları ve hatları dahi ayrı bir şu'le-i i'câza mazhar olduğunu beyan eder.

Sekizinci Lem'a olan Sekizinci Risale[değiştir]

فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعيِدٌ

ve

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı Âzam Seyyid Abdülkadir-i Geylanî'nin (R.A.) bir keramet-i gaybiyesiyle tefsir ediyor. Mütevatir kerâmat-ı harikaya mazhar olan o Sultanü'l-Evliya; mematında, aynı hayatında olduğu gibi, müridleriyle alâkadar olduğu, ehl-i keşf ve ehl-i velâyetçe kabul edilmiş.

İşte o zat, sekiz yüz sene mukaddem, izn-i İlâhi ile kerametkârene bu zamanımızı görmüş; yani ona gösterilmiş. Bu dağdağalı ve fitneli zamanda, ona mensup bir kısım Kur'ân hizmetkârlarına teselli verip, teşci ve teşvik etmek suretinde bir meşhur kasidesinin âhirinde beş satır içinde on beş cihetle aynı haberi veriyor. Hem ilm-i cifrin üç dört vechiyle o beş satırın mânâsı, hem kelimatı, hem hurufun adedi birbirini te'yid ederek aynı hâdiseyi haber verdiğinden, kat'iyet derecesinde, dikkat edenlere kanaat vermiş.

Malûmdur ki, istikbalden haber veren enbiya ve evliya

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

yasağına karşı hürmet ve teeddüb için, işaretler ve rumuzlarla iktifa etmişler. Bazı bir işaret, bazı iki işaret, en kuvvetlisi beş altı işaretle aynı hadiseyi göstermişler. Halbuki Gavs-ı Âzam, bu zamandaki hizmet-i Kur'âniyenin heyetini işaret edip, içinde bir hâdimini sarahat derecesinde gösteriyor. Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi hizmet-i Kur'âniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihraclariyle ve tasdikleriyle olduğundan; bana ait haddimden fazla hisseyi, onların hatırları için kabul ettim. Yoksa; o risalenin başında söylediğim gibi, bunda, öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur.

On sene mukaddem o kaside-i gaybiyeyi görmüştüm; ve bana mânevî bir ihtar gibi, "Dikkat et!" diye kalbime geliyordu. O hâtırayı iki cihetle dinlemiyordum.

Birincisi: Benim ehemmiyetli bir kısım ömrüm, şan ü şeref perdesi altında hubb-u cah zehiriyle zehirlenip öldüğü için, yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti...

İkinci cihet: Bu muannid zamanda bedihi dâvâları ve zahir hüccetleri kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye nev'inden hodfuruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmiyordu. En nihayet esaretimin sekizinci senesinde ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: "Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü mânevî nev'inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir..."

O risalenin başında dediğim gibi, bunu izharda en mühim maksadım; Esrar-ı Kur'âniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı Âzam imza basması nev'inden olduğudur.

İkinci maksadım: O kudsi Üstadımın kerametini izhar etmekle, kerâmât-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip; hizmet-i Kur'âniyeye füturlar verecek çok esbaba maruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i mânevîyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.

Benim için bir nevi hodfuruşluk nev'inden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, üstadımın ve arkadaşlarımın hatırı için kabul ettim.

Bu Keramet-i Gavsiye risalesi tedricen istihrac edildiği için birkaç parça oldu ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve te'yid ettikçe vüzûh peyda ediyor. İşaratın bazısında za'fiyet varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o za'fı izale eder. Hatta cây-ı hayrettir ki; o beş satırın âhirinde, herbirinin mertebesini ve has bir sıfatını ima etmek suretinde on beşten fazla hizmet-i Kur'âniyedeki mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risalede, Keramet-i Gavsiye münasebetiyle birkaç ehemmiyetli meseleler ve birkaç mühim hakikatlar beyan edilmiştir.

Bu risaleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin vermiyorum. Belki safvet ve insaf ve ihlâs ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem, başında olan maksatlarımı düşünerek öyle baksın, beni bir keramet-furuşluk vaziyetinde tasavvur etmesin.

Dokuzuncu Lem'a olan Dokuzuncu Risale[değiştir]

اِنَّ مَثَلَ عِيسٰى عِنْدَاللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ

ve

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبَّى

âyetlerinin birkaç sırlarına dair, hizmet-i Kur'âniyye içinde gayet mühim bir kardeşimiz olan Hulûsi Beyin suallerine cevaptır.

Birinci sual: Muhyiddin-i Arab, "ruhun mahlûkiyyeti inkişafından ibarettir" demesine karşı gayet mühim bir tahkik ile ruha ait bir meseleyi hallediyor.

Diğer bir suali: İlm-i cifre ait olarak gaybdan haber veren evliyaların yalnız işaretle iktifa ettiklerinin hikmetini beyan ediyor.

Diğer bir sualinde: Hz. İsa Aleyhisselâma bir peder tahayyül eden ve hınzırın etini bir cihette cevazına hükmeden bedbaht bir doktorun dalâletlerini başına vurup susturuyor.

Bu risalenin zeyli, ikinci sualin cevabına gayet mühim bir zeyldir ki; vahdetü'l-vücud meşrebinin mahiyetini gösterdiği gibi bu meşrebin en mühim ve en yüksek meşreb olmadığını ve Muhyiddin-i Arabi gibi zatların o meşrebe gitmelerinin sebeplerini gayet metin ve kat'i bir sûrette beyan ediyor.

Bu risale vahdetü'l-vücud ile veya Muhyiddin-i Arab'ın asârıyla ülfet edenlere bir iksir-i âzam hükmündedir.

Onuncu Lem'a olan Onuncu Risale[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَوْمَ َتجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ اَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ وَاللّٰهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ

âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatâlarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor.

Evet, bu risale; iki kısım olarak yazılmış. Birinci kısım; has ve sâdık Kur'ân Hizmetkârlarının sehiv ve hataları neticesinde yedikleri tenbihkârane şefkat tokatlarını. İkinci kısmı; zâhiri dost ve kalbi muarız olanların bilerek verdikleri zarara mukabil, zecirkârane yedikleri tokatlarından bahsedilecekti. Fakat lüzumsuz bazıların hatırlarını rencide etmemek için, yüzer hâdisattan birinci kısmın yalnız on beş adedinden bahsedildi. İkinci kısım şimdilik yazılmadı. Tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazılmıştır. Ben beş tokat yedim yazdım. Nefsim gibi telâkki ettiğim Abdülmecid ile Hulûsi'ye vekâleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Nümûne nev'inden olarak onlarla iktifa ettik. Yoksa hâdisat çoktur. Bununla kat'iyen kanaatımız gelmiştir ki, bu hizmetimizde başıboş değiliz. Mühim bir nazar altındayız ve dikkatli bir inayet nazarındayız ve kuvvetli bir hıfz ve himayet tahtındayız.

O Risalenin âhirinde,

اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ

sırrına dair mühim bir hakikat beyan edilerek, hizmetimize zulüm nev'inden ilişen mülhidler, bu dünyada tokadını yiyecekler. Ve kısmen yediklerini; ve zındıka ve dalâlet hesabına ilişenler çabuk tokat yemeyip te'hir edildiğinin sebep ve hikmetini beyan ediyor.

On Birinci Lem'a olan On Birinci Risale[değiştir]

"Mirkatü's-Sünne ve Tiryâk-ı Marazı'l Bid'a" namıyla gayet mühim bir risaledir

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَوءُفٌ رَحِيمٌ

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyetlerinin gayet mühim iki hakikatını "On bir Nükte" ile tefsir ediyor.

Birinci Nüktesi:

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ

Hadis-i şerifinin sırrını beyan ediyor.

İkinci Nüktesi: İmam-ı Rabbani (R.A.), "sünnet-i seniyenin ittibaı; en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli tarikattır" demesine dairdir.

Üçüncü Nüktesi: Bu biçare Said'in ruhunda müşahede ettiği sünnet-i seniyyenin ehemmiyetini beyan ediyor.

Dördüncü Nüktesi:

اَلْمَوْتُ حَقٌّ

hakikatının kapısıyla, gayet acip bir âlem-i mâneviye ait bir seyahat-ı rûhiyeyi beyan ediyor.

Beşinci Nüktesi:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyetinin sarahatiyle, muhabbetullah, kat'i bir kıyas-ı mantıki ile, sünnet-i seniyenin ittibaını intaç ettiğine dairdir.

Altıncı Nüktesi:

كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ

hadisinin mühim bir sırrını ve

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ

âyetinin bir hakikatını tefsir ediyor.

Yedinci Nüktesi: Sünnet-i seniyenin herbir meselesi altında bir edep bulunduğunu beyan eder. "Allâmü'l-Guyûb'a karşı edep ve hicap nasıl olabilir ve ne demektir?" sualine karşı, güzel bir cevaptır.

Sekizinci Nüktesi: Sünnet-i seniyenin bir kısmı şefkat-i Ahmediyenin (A.S.M.) tereşşuhatı olduğu gibi, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın nasıl bir mâden-i şefkat olduğunu gösteriyor.

Dokuzuncu Nüktesi: Sünnet-i seniyenin herbir nev'ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havâssa mahsus olduğu halde; herkes niyeti ile ve kasd ile ve tarafdarane ve iltizamkârane ve takdirkârane talip olmakla; o ittibâ-ı tâmmeden tam hissedar olabilir. Ehl-i tarikatın ezkâr ve evrad ve meşrepleri, esasat-ı sünnete muhalefet etmemek şartıyla bid'ata dahil olmadığını, olsa olsa bid'a-i hasene olduğunu beyan eder.

Onuncu Nüktesi:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

Muhabbet-i İlâhiyeye ve o muhabbetin neticesinde sünnet-i seniyenin ittibâına dair, üç nokta ile, gayet merak-âver ve mühim ve güzel beyanat var. Hattâ kitabın nakşında şu Onuncu Nükte'nin bir şua-ı kerametini, tevafukla nazara gösteriyor.

On Birinci Nüktesi: Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) sünnet-i seniyesinin menbaı; hem akvâli, hem ahvâli, hem ef'ali olduğunu ve herbirisi hem farz, hem nevâfil, hem âdât aksamına inkısam ettiğini ve Kur'ân'da

وَاِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ

sırrıyla, nev'i beşer içinde mânen ve ruhen olduğu gibi, mizac-ı cismânisinin cihetiyle dahi en mutedil noktasında ve kuva-yı cismâniye ve nefsiyede nokta-i itidalin vasatında ve kemalinde bulunan ferd-i ferid, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu ispat ediyor. Bu risale dahi, başta denildiği gibi, bir tiryak-ı enfa' ve bir iksir-i âzamdır.

On İkinci Lem'a olan On İkinci Risale[değiştir]

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

اَللّٰهُ الَّذِى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا

âyetlerinin ehl-i fennin ve şimdiki coğrafyacı ve kozmoğrafyacıların medar-ı tenkitleri olmuş, iki hakikatını, "İki Nükte" ile tefsir ediyor.

Birinci Nüktesi: Umum rızık doğrudan doğruya Kadir-i Zülcelâl'in elinde olduğunu ve hazine-i rahmetinden çıktığını beyan ederek, rızıksızlıktan ölmek olmadığını ispat eder.

İkinci Nüktesi: Küre-i Arzın, münkir coğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ve semavat dahi, kozmoğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ispat eder. Bu risale, öyle geveze mülhidlere bir licamdır, yani gemdir.

On Üçüncü Lem'a olan On Üçüncü Risale[değiştir]

"Hikmetü'l-İstiaze" namıyla maruf, gayet kıymettar ve kuvvetli ve hakikatlı bir risaledir.

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ

مَلِكِ النَّاسِ

اِلٰهِ النَّاسِ

مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ

الَّذِى يُوَسْوِسُ فِى صُدُورِ النَّاسِ

مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ

sûresinin en mühim bir hakikatını,

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ

وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

âyetinin mühim bir hikmetini ve

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

'in en mühim bir sırrını "On Üç İşaret" ile tefsir ederek, on üç anahtarla

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ

'ın kal'a-i hasisine girmek için kapı açar, tahassüngâhı gösterir.

Birinci İşaret: "Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiç medhalleri olmadığı ve dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir ettikleri halde ve Cenab-ı Hak rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu ve hak ve hakikatın câzibedar güzellikleri, ehl-i hakkı müeyyid ve müşevvik bulunduğu halde, hizbü'ş-şeytanın çok defa hizbullaha galabe etmesinin hikmeti nedir?" diye suale karşı gayet kat'i ve vâzıh bir cevaptır.

İkinci İşaret: "Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanların küfre girip Cehenneme girmelerine, Cemil-i Alelıtlak ve Rahim-i mutlak ve Rahman-ı Bilhakkın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve bu dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor? Ve ne için cevaz gösteriyor?" diye sualine karşı gayet kuvvetli ve mukni bir cevaptır.

Üçüncü İşaret: "Kur'ân-ı Hakimde, ehl-i dalâlete karşı azim şekvalar ve kesretli tahşidat ve çok şiddetli tehdidatı aklın zahirine göre, adaletli ve münasebetli belâğatına ve üslûbundaki itidaline ve istikametine münasip düşmüyor? Âdeta, âciz bir adama karşı orduları tahdiş ediyor; ve müflis ve mülkte hissesiz âciz bir adama, kuvvetli bir şerik mevkii verir gibi ondan şekvalar etmenin sırrı ve hikmeti nedir?" diye sualine karşı, gayet kat'i ve ehemmiyetli bir cevaptır.

Dördüncü İşaret: Adem, şerr-i mahz ve vücud, hayr-ı mahz olduğundan, mehasin ve kemâlat vücuda ve şerler ve musibetler ademe istinad ettiğini ve ondan neş'et ettiğini beyan ediyor.

Beşinci İşaret: Cenab-ı Hak, kütüb-ü semaviyede beşere karşı Cennet gibi azim bir mükâfatı ve Cehennem gibi dehşetli bir mücazatı göstermekle beraber, çok irşad ve mükerrer ikaz ve defaatla ihtar ve müteaddit tehdit ve teşvik ettiği halde, hizbü'ş-şeytanın çirkin ve mükâfatsız ve zayıf desiselerine karşı, ehl-i imanın mağlup olmalarının sırrı nedir?" diye müthiş suale karşı mukni bir cevaptır.

Altıncı İşaret: Şeytanın en tehlikeli ve kesretli bir desisesi olan tasavvur-u küfriyi tasdik-i küfür suretinde; tasavvur-u dalâleti tasdik-i dalâlet tarzında göstermesiyle, hassas ve sâfi kalb insanları tehlikelere atmasına mukabil, ilmî ve mantıkî ve hakikatlı bir cevaptır.

Yedinci İşaret: Mu'tezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin icadını Allah'a vermeyip güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar. Mu'tezile'nin bu mühim meselelerine ve Mecusilerin halık-ı şerri ayrı telâkki etmelerine karşı gayet kuvvetli ve mantıki bir cevab-ı müskit; hem, "Günah-ı kebîreyi işleyen, mü'min kalamaz!" diyen mu'tezile ve bir kısım Hâricilere karşı gayet makbul ve mukni bir cevaptır.

Sekizinci İşaret: "Bazı risalelerde kat'i delillerle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet yolu o kadar müşkilatlı ve sûubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değildir. İman ve hidayet yolu o kadar zahir ve kolaydır ki, herkes ona girmeli idi, dediğiniz halde; bu Hikmetü'l-İstiaze'de, dalaletli yolun kolay ve tahrip ve tecavüz olduğu için çoklar o yola sülûk ettiğini beyanın, birbirine muhalif oluyor, vech-i tevfiki nedir?" sualine karşı gayet merakâver ve mantıki ve kat'i bir cevap olmakla beraber, "Dalâlette o kadar dehşetli bir elem ve korku var ki, kâfir değil hayatından lezzet alması, belki hiç yaşamaması lâzım gelirken, ehl-i imandan ziyade kendini hayatta mes'ud görmesinin sırrı nedir?" diye sualine karşı gayet güzel bir temsil ile tam kanaat getirir bir cevaptır.

Dokuzuncu İşaret: "Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem Sallallâhü Teâlâ Aleyhi Vesellem, o kadar inâyat-ı İlâhiye ve imdâdat-ı sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden hizbü'ş-şeytana karşı bazan mağlûp olmuşlar? Hem Hâtemü'l-Enbiyanın güneş gibi parlak nübüvveti ve risaletinin komşuluğunda bulunan Medine münafıklarının dalâlette ısrarları ve hidayete girmemeleri niçindir? Ve hikmeti nedir?" diye suale karşı herkesi alâkadar edecek güzel ve kuvvetli bir cevaptır.

Onuncu İşaret: İblisin; kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmek suretindeki desise maskesini yırtarak, İblisin pis ve mülevves yüzünü gösterip vücudunu ispat eder.

On Birinci İşaret: Ehl-i dalâletin şerrinden kâinat kızdıklarını ve anâsır-ı külliye hiddet ettiklerini ve umum mevcudat mânen galeyana geldiklerini, Kur'ân-ı Hakim mu'cizane ifade ettiğine dair merak-âver bir beyandır.

On İkinci İşaret: Dört sual ve cevaptır. "Mahdut bir hayatta mahdut günahlara mukabil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?" Hem, "Şeriatta denilmiştir ki: Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı İlâhi iledir. Bunun hikmeti nedir?" Hem, "Seyyiat, intişar ve tecavüz ettiğinden, bir seyyie bin yazılmak, hasene bir yazılmak lâzım gelirken; seyyienin bir, hasenenin on yazılmasının sırrı nedir?" Hem, "Ehl-i dalâletin kazandıkları muvaffakiyet ve gösterdikleri kuvvet, ehl-i hidayette bir zaaf ve hakikatsızlık olduğundan mıdır?" diye dört suale gayet kısa ve kuvvetli dört cevaptır.

On Üçüncü İşaret: "Üç Nokta" dır.

Birincisi: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde, dar kalbli ve kısa akıllı ve kâsır fikirli insanları aldatmasına mukabil, tamamiyle şeytan-ı cinni ve insiyi de susturacak bir cevaptır.

İkinci Nokta: Şeytan, kusurlu insana kusurunu itiraf etmemek ile istiğfar ve istiaze yolunu kapayıp, enaniyeti tahrik ederek, avukat gibi, nefsini müdafaa ettirir. Âdeta nefsini taksirattan takdis ettirmesine mukabil, herkesi ikna edecek bir cevaptır. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusur bulunduğunu ve kusurunu görmek, kusuru kusurluktan çıkarmak olduğunu beyan eder.

Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsat eden en mühim bir desise-i şeytaniye; "mü'minin bir tek seyyiesiyle hasenatını örtmek" ile o mü'mine karşı adavet ettirmeye mukabil, Mizan-ı Ekberde adalet-i mutlaka-i İlâhiyyenin tecellisindeki düstur ile; herkese lüzumlu, hususan hadidü'l-mizac ve müşkil-pesend insanlara, kıymettar ve haklı ve kuvvetli bir cevaptır.

İşte, şu risale on üç işaret ile şeytan-ı insî ve cinninin on üç hücum yollarını kapadığı gibi;

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ

sûresinin kal'a-i metîninde tahassun etmek için on üç anahtar olup, on üç kapıyı ehl-i imana açar.

Şu Hikmetü'l-İstiâze Risalesinin iki mühim kardeşi var.

Birisi: Yirmi Dokuzuncu Mektubun altıncı risalesi olan "Hücumat-ı Sitte", mühim bir kal'a olduğu gibi; ikinci bir kardeşi olan Yirmi Altıncı Mektub'un "Hüccetü'l-Kur'ân Ale'ş-Şeytan ve Hizbihi" namındaki risalesi dahi bir hısn-ı hasindir.

Bu üç risale birbiriyle münasebattardır ve ehl-i imana bu zamanda çok lüzumlu olduğunu ihtar ediyorum. Fakat şu risaleler tamamiyle Kur'ân'a sâdık olanların ellerine verilebilir. Bid'a ve dalâlete taraftar veya siyasetçiliğe müptelâ olanların ellerine vermemek gerektir. Bilhassa "Hücumat-ı Sitte", içerisinde Eski Said'in şiddetli lisanı karıştığı için, en has ve en sadık kardeşlerime mahsustur. Şimdilik, hakkı dinlemek ve kabul etmek istidadında olmayanlara gösterilmemesini tavsiye ediyorum. Hem de "İşarat-ı Seb'a", "Hücumat-ı Sitte" gibi şimdilik havassa mahsustur.

On Dördüncü Lem'a olan On Dördüncü Risale[değiştir]

"İki Makam" dır.

Birinci Makamı: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sorulmuş ki: "Arz ne üstünde duruyor?" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ

yani, "Öküz ve balık üstünde duruyor." Şu hadise dair çok münakaşat vardır. Coğrafyacılar, hâşâ, bu hadisi inkâr ediyorlar.

İşte, bu hadisin hakiki mânâsını, üç vecihle, bu risalenin Birinci Makamı öyle bir tarzda beyan ediyor ki, münkirlerin zerre miktar insafı varsa ve coğrafyacıların hakka karşı zerre miktar iz'anları bulunsa, bu hadisi, bâhir bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) sayacaklardır. Çünkü o üç cevap; hem hakiki ve kat'i, hem mânidardırlar.

İkinci Makamı:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Kur'ân'ın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi, Arştan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nûranî olmakla beraber, Saadet-i Ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyiz ve bereket veren bir menba-ı envar olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan, Birinci Söz'e bakar.

Âdeta, Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup; müntehası iptidasına

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

hatt-ı mübarekiyle ittihad ediyor. Ve bu makamda "Altı Sır" yerine otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır, fakat gayet büyük hakaiki tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan,

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.

On Beşinci Lem'a olan On Beşinci Risale[değiştir]

Fihriste namında, umum Risale-i Nur'un eczalarının mevzularını gösteren bir fihristesidir. İcmalen her risalenin mevzuuna ve kısmen gayelerine işaret eder dört kısımdan ibarettir.

Birinci kısım: Otuz iki adet Sözler'e aittir. Bu kısım sair risaleler gibi bidayette muhtasar olmuştur. Sözler'e lâyık tafsilatlı bir fihriste olamadı. Daha değiştirmeye de münasebet tutmuyor. Yalnız bu kadar var ki; Sözler'deki kıymet ve ehemmiyet, kesret-i intişar ile ek-serce anlaşıldığı için icmalen bize yazdırıldı

اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ

deyip o muhtasar fihristeyi öylece bıraktık. İnşaallah, bir vakit kardaşlarımızdan birisi, o birinci kısma bir haşiye olarak Sözler'e mufassal bir fihriste yazacaktır.

Bu fihristenin dört kısmı da gayet ehemmiyetlidir. Hatta diyebilirim en mühim bir risaledir. Onun Risale-i Nur eczalarının mahiyeti bilindiği gibi Risale-i Nur'un yüz cüz'ü, Kur'ân-ı Hakimin nasıl bir tefsiri olduğunu gösteriyor. Ve yüzer âyat-ı Kur'âniyenin yüzer hakaik-i kudsiyesini nazara vaz'edip Risale-i Nur'un herbir cüz'ünü bir âyetle bağlayıp Kur'ân'dan tereşşuh ettiklerini ve Kur'ân'dan gelip Kur'ân âyetlerini tefsir ettiğini gösterir.

Bâhusus, üçüncü kısmındaki Rumuzat-ı Semaniyeye dair bahislerde daha güzel olmuş. Fakat bazen mühim bir risale kısa kesilmiş. Sonra anlıyoruz ki; hakkını noksan bırakmışız. Bazen de fihristenin ihtisarından çıkıp tafsilatlı olmuş. Bundan anladık ki, kast ve ihtiyarımızla tanzim edemiyoruz. Zülf-ü perişan gibi zahiri intizamsızlık altında şirin, mânidar bir intizam bulunduğunu hissederek gelişigüzel bıraktık. {(Haşiye):[2]}

Otuz ikinci Mektub[değiştir]

Otuz iki Şua olarak yazılmasını rahmet-i İlâhiyyeden bekleriz. Fakat daha yazılmamış.

Otuz Üçüncü Sözün

Otuz Üç Mektubundan

Otuz Üçüncü Mektubu

Otuz üç âyetin birer hakikatlerini tefsir eden Otuz Üç Pencere'dir. Bu mektub, Otuz üç risale olmaya lâyık iken gayet müsta'cel bir zamanda yazıldığı için, bir veya yarım sayfalık pencereleri birer risale kuvvetinde ve birer risaleyi tazammun eder mâhiyetinde olduğunu gösterir.{(Haşiye): [3]}

Fakat maatteessüf, baştaki pencereler gayet mücmel ve muhtasar kalmış, lâkin gittikçe inbisat ederek nısf-ı âhirdeki pencereler vazıh düşmüştür.

سَنُرِيهِمْ اۤيَاتِنَا فِى الْاۤفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ

Birinci Pencere[değiştir]

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَاۤبَّةٍ لاتَحْمِلُ رِزْقَهَا اللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

âyetinin bir hakikatını kuvvetli bir bürhan-ı vahdâniyyet olarak tefsir ediyor.

İkinci Pencere[değiştir]

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالاَرْضِ وَاخْتِلافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

ayetinin, simâ-yi insaniyedeki sikke-i Rububiyyeti, gayet parlak bir bürhan-ı vahdâniyyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Üçüncü Pencere[değiştir]

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ

âyetinin bir hakikatını, küre-i arzın simasında dört yüz bin hayvânat ve nebâtat envaının çizgileriyle tezâhür eden sikke-i Rububiyeti gayet parlak bir bürhan-ı vahdâniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Dördüncü Pencere[değiştir]

اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ

âyetlerinin bir hakikatını, mevcudatta istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtri lisanıyla ve kavl ve hal lisanıyla ve bütün mahlukatın bütün dualarını kabul etmek ve cevab vermek noktasında gayet kuvvetli bir bürhan-ı vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

Beşinci Pencere[değiştir]

اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ

صُنْعَ اللّٰهِ الَّذِى اَتْقَنَ كُلَّ شَىْءٍ

âyetlerinin bir hakikatını, def'aten ve âni ve sühûletle vücuda gelen masnuatta nihayet derecede hüsn-ü san'at ve kemal-i rububiyet bulunmasıyla parlak bir delil-i vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

Altıncı Pencere[değiştir]

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى َتجْرِى فِى الْبَحْرِ ِبمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَآ اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَآءِ مِنْ مَآءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَالْاَرْضِ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

Bu pek büyük âyetin pek büyük bir hakikatını, pek kuvvetli ve pek parlak ve pek geniş bir delil-i vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yedinci Pencere[değiştir]

Dört cihetle pek çok âyatın mühim hakikatlerini dört kat'i ve kuvvetli vahdaniyet delilleriyle tefsir ediyor.

Sekizinci Pencere[değiştir]

فَاُولۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ

وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ وَ حَسُنَ اُولۤئِكَ رَفِيقًا

âyetinin pek mühim bir hakikatını, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiya (A.S.) mu'cizatlarına istinâden ve bütün kulub-u münevvere aktabı olan evliyâ (K.S.) keşif ve kerametlerine itimaden ve bütün ukûl-u nûraniye erbabı olan asfiyâ (R.A.) tahkiklerine istinaden bir tek Vahid, Ehad, Vâcibü'l-Vücud, Hâlik-ı Küll-i Şey'in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve kemal-i rubûbiyetine icmâ ve tevatür suretinde şehadetleri, pek büyük ve çok nûrani bir pencere-i ma'rifet ve hüccet-i vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Dokuzuncu Pencere[değiştir]

اِنْ كُلُّ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَالاَرْضِ اِلَّاۤ اَتِى الرَّحْمَنِ عَبْدًا

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetlerinin bir hakikatını, anâsır ve zîhayat ve nebatat ve insanların ayrı ayrı şekilde ettikleri ubûdiyet içinde gayet kat'i ve kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyet göstermek ile tefsir ediyor.

Onuncu Pencere[değiştir]

وَاَنْزَلَ مِنَ السَّماۤءِ ماۤءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

âyetinin gayet mühim ve büyük bir hakikatını, kâinatın mevcudatındaki birbirine teâvünü, tecâvübü ve tesanüdü noktasında gayet kuvvetli ve hiçbir cihetle sarsılmaz bir delil-i vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

On Birinci Pencere[değiştir]

اَلاَ بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

Hadsiz mevcudatı Vahide isnad etmekle kalb mutmain olduğu; yoksa hadsiz müşkilat içinde hadsiz bir ızdıraba mazhar olduğu cihetle kuvvetli bir delil-i vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

On İkinci Pencere[değiştir]

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ اْلاَعْلَى

اَلَّذِى خَلَقَ فَسَوَّى

وَالَّذِى قَدَّرَ فَهَدَى

âyetlerinin bir hakikatını, eşyanın âzâ ve cihâzatındaki eğri büğrü hudutların verdikleri meyveler noktasında gayet kuvvetli bir bürhan-ı vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

On Üçüncü Pencere[değiştir]

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetinin mühim bir hakikatını, mevcudatın muntazam suretleri herbiri birer lisan-ı ubûdiyet; ve mevzun heyetleri herbiri birer lisan-ı şehadet; ve mükemmel hayatları herbiri birer lisan-ı tesbih olduğu cihetle gayet geniş ve kuvvetli ve cami' bir delil olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

On Dördüncü Pencere[değiştir]

قُلْ مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَآئِنُهُ

مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

اِنَّ رَبّىِ عَلَى كُلّ ِشَيْءٍ حَفِيظٌ

âyetlerinin hakikatlerinden mühim bir hakikatını, zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlakanın; ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın; ve fakr-ı mutlak içinde bir gına-i mutlakın; ve cümud-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın; ve cehl-i mutlak içinde muhit bir şuurun mevcudatta görünen tezâhürâtını ve âsarını nihayetsiz Alim, Hayy, Kadir ve Kavi bir Zat-ı Zülcelâl'in vahdaniyetine hüccet göstermekle tefsir ediyor.

On Beşinci Pencere[değiştir]

اَلَّذِى اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ

âyetinin bir hakikatını, herşeye mâhiyetinin kabiliyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile en kısa yolda en kısa bir surette, en hafif bir tarzda isti'malce en kolay bir şekilde israfsız olarak hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek, mevcûdat adedince diller ile Sâni'in vücub-u vücuduna delâletleriyle tefsir ediyor.

On Altıncı Pencere[değiştir]

Şimdi tahattur edemediğim bir âyetin mühim bir hakikatını zeminin yüzünde mevsim-be-mevsim tazelenen mahlûkatın icad ve tedbirlerindeki intizamın gösterdiği rahmet-i vâsıa ile ve o ihsânâttaki iâşe-i umûmiyenin gösterdiği rezzakıyet cihetinde gayet parlak ve kuvvetli ve kat'i bir bürhan-ı vahdâniyeti göstermekle tefsir ediyor.

On Yedinci Pencere[değiştir]

اِنَّ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ َلاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ

gibi âyetlerin hakâikından bir hakikatını, zeminin yüzünde yaz zamanında müşevveşiyeti iktiza eden nihayet sehâvet içinde kemâl-i intizam ve mizansızlığı iktiza eden sûr'at-i mutlaka içinde kemal-i mevzuniyet ve mebzuliyyet ve kabalığı iktiza eden kesret-i mutlaka içinde kemâl-i hüsn-ü san'at ve basitliği ve sanatsızlığı iktiza eden sühulet-i mutlaka içinde nihayet derecede maharet ve sanatkârlık ve ihtilafı iktiza eden uzaklık içinde bir ittikan-ı mutlak ve tenasüb-ü tâm ve karışıklığı ve bulaşmaklığı iktiza eden kemâl-i ihtilât içinde kemal-i imtiyaz ve ehemmiyetsizliği ve kıymetsizliği iktiza eden mebzûliyet ve nihayet derecede ucuzluk içinde san'atça nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette mevcudatın görünmesi güneş gibi parlak olarak her tarafta vahdâniyyet-i İlâhiyeyi gösterip Sâni-i Vâhid'in vücub-u vücuduna şehâdet ederek, küre-i arz kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

On Sekizinci Pencere[değiştir]

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ

âyetinin bir hakikatını mükemmel bir eser mükemmel bir fiile, mükemmel fiil mükemmel bir fâile, mükemmel fâil mükemmel sıfât ve esmaya kat'i delâlet ettiğinden, bütün kâinat mevcûdatıyla herbiri birer hikmetli esere, her eser birer muntazam fiile, muntazam fiil birer fâile ve o fâilin Kadir ve Alîm gibi esmâsına, yani Halık-ı Zülcelâl'ın esmâ ve sıfâtına delâlet ve şehadet ettikleri suretinde tefsir ediyor.

On Dokuzuncu Pencere[değiştir]

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ

âyetinin bir hakikatını, semavat, güneşler ve yıldızlar kelimâtıyla ve arz kafası, nebâtat ve hayvanat denilen kelimat-ı tesbihiyesi ile ve herbir ağaç, yaprak, çiçek ve meyvelerin kelimeleriyle ettikleri tesbihat noktasında silsile-i mevcudat gibi kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirminci Pencere[değiştir]

فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَاۤئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً مُبَارَكًا فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَ مَاۤ اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ

âyetlerinin hakaikından geniş bir hakikatı mevcûdatın envâ-ı külliyesinden ziya, havâ, mâ gibi anâsır-ı külliyenin zâhiren tesâdüfi zannedilen vaziyetlerindeki intizam-ı mahfi ve çiçekler ve meyveler ve kuşlar gibi envâın şekillerindeki hikem-i hafiyenin izharı cihetiyle gayet geniş ve parlak bir delil-i vahdâniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Birinci Pencere[değiştir]

وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ

âyetinin bir hakikatını, şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat sâhibinin vücud ve vahdaniyetine güneş gibi parlak ve nûrani bir hüccet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi İkinci Pencere[değiştir]

اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا

وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا

وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

âyetlerinin hakaikından bir hakikatını; küre-i arzın vaziyet ve hareketinde ve yüzündeki mütemâdiyen kemal-i hikmet ve mizan ile yüzbinler ecnâs-ı nebâtat ve envâ-ı hayvânat ile şenlendirip, doldurup boşaltmak cihetiyle bir Vâcibü'l-Vücud'un vahdetine şehadet ettikleri suretinde küre-i arz kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Üçüncü Pencere[değiştir]

اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَاْلحَيَوةَ

âyetinin bir hakikatını; hayat, vahdaniyet-i İlâhiye bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağı ve tecelliyât-ı samedaniye ayinelarının en câmii, en berrakı olduğu cihetinde Hayy-ı Kayyum'u esma ve şuûnatıyla bildirir bir hüccet-i katıa olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Dördüncü Pencere[değiştir]

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin mevte dair bir hakikatını ve mevcûdat vücud ve hayatlarıyla Sâni-i Zülcelali gösterdikleri gibi, mevt ve zevalleriyle dahi kuvvetli bir surette baki bir Sâni-i Zülcelâlin vücuduna şehadet etmekle mevt dahi hayat gibi bir hüccet-i bahire-i vahdâniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Beşinci Pencere[değiştir]

Umur-u nisbiye tâbir edilen, biri birisiz olmayan; veled validi, fevkıyet tahtiyeti iktiza ettiği gibi, kâinatın herbir mevcudatında bulunan mahlûkiyet, bir Halık'a; masnuiyyet bir Sâni'a, infial bir faile bizzarure delâlet ettiğinden bütün mevcudattaki bütün hikmetli masnuiyetler ve muntazam mahlukiyetler ve mizanlı fiiller, infiâller hadsiz bir surette bir Halık-ı Vahid'e şehadet etmekle beraber, herbir mevcut böyle umur-u nisbî adedince bir Vâcibü'l-Vücudun vahdaniyetine delalet ettiklerini beyan eder.

Yirmi Altıncı Pencere[değiştir]

Kâinatın bütün mevcudâtı yüzünden tazelenen, gelip geçen cemaller, hüsünler, bir cemal-i Sermedinin bir nevi gölgeleri olduğunu ve insanda tezahür eden kâinatın kalbindeki ciddi bir incizab-ı aşkı, bir ma'şuk-u Lâyezâliyi gösterdiğini ve kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler, cazibeler, bir hakikat-ı cazibedârın cezbiyle olduğunu ve mahlukatın en hassas ve nûrani taifesi olan ehl-i keşf ve velâyetin ittifakıyla zevk-i şuhudiye istinad ederek bir Cemil-i Zülcelâlin kendini tanıttırmasına ve sevdirmesine zevk ile muttali olduklarını müttefikan haber verdiklerini bildiren gayet kuvvetli ve nûrani bir hüccet-i vahdâniyyet ve marifetullaha karşı hususi, fakat üç renkli bir ziyayı neşreden bir penceredir.

Yirmi Yedinci Pencere[değiştir]

اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ

âyetinin bir hakikatını; kâinatta hiçbir sebep hiçbir müsebbebin icadına eli yetişmediği gibi, müsebbebin gayelerini düşünmek ve irade etmek kabiliyetinde de olmadığını ve müsebbebdeki sanat-ı hârikaya da hiçbir cihette kabil olmadığı cihette, doğrudan doğruya her müsebbeb sebepten değil, belki Müsebbibü'l-Esbâb olan Vâcibü'l-Vücud'un kudretinden çıktığı cihetle gayet câmi, belki müsebbebât adedince delâletleri tazammun eden bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Sekizinci Pencere[değiştir]

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

âyetinin bir hakikatını, kâinatın hey'et-i mecmuasındaki intizamında ve erkân-ı külliyesindeki hikmetli tezyinat ve harekâtında ve hayvânat ve nebâtâtın tedbir ve terbiyelerinde, hatta hüceyrat-ı bedeniyenin mizan ve intizam dairesindeki vaziyetlerinde kâinatın silsilesi kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Dokuzuncu Pencere[değiştir]

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetinin bir hakikatını bahar mevsiminde garibâne bir seyâhat zamanında inkişaf eden şöyle bir nur-u tevhid ile yani; herşey, hususan çiçekler ve meyveler herbiri birer mektub-u Samedâninin birer mührü, belki herbir mektubun hadsiz mühürleri olduğunu ve herbir mühür ile hadsiz mektubatı mühürlendirdiğini yani her birşeyi bütün eşyayı kendi sahibinin mektubu ve mülkü olduğunu gösterdiği cihetle tefsir edip, gayet latif ve kuvvetli ve vazıh bir surette marifetullaha karşı pencereler açıyor.

Otuzuncu Pencere[değiştir]

لَوْ كَانَ فِيهِمَا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin hakaikından imkân ve hudusa dair bir hakikatı ilm-i kelâmın cadde-i kübrâları içinde imkân ve hüdûs noktasında gayet kuvvetli bir burhan-ı vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Otuz Birinci Pencere[değiştir]

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

وَ فِى اْلاَرْضِ اَيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ وَ فِى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ

âyetlerinin, insanın mâhiyeti noktasında ve enfüsî cihetine bakan bir hakikatını, insan üç cihetle Sâni-i Zülcelâlin esmâsına ayine olmasıyla yani acziyle ve fakriyle, naks ve kusuruyla Kadir-i Zülcelâlin kudretini, gınasını, kemalini bildirdiği gibi cüz'i ilim ve cüz'i kudretiyle ve cüz'i basar ve cüz'i sem'iyle ve cüz'i malikiyetiyle yine Sâni'in ilm-i mutlakına, sem' ve basarına ve mâlikiyet-i mutlakasına ayinedarlık edip gösterdiğini ve hem insan üstünde nakışları görünen Esmâ-i İlâhiyyeye o nakışlar cihetiyle ayinedarlık ederek, esmada bir ism-i âzam olduğu gibi esmânın nukuşunda dahi insan bir nakş-ı âzam bulunduğunu göstermekle gayet kuvvetli bir delil-i vahdaniyeti insanın mahiyetinde izhar edip üç cihetle marifetullaha percereler açar.

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

in bir hakikatını tefsir ediyor.

Otuz İkinci Pencere[değiştir]

هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّٰهِ شَهِيدًا

قُلْ يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا

âyetlerinin bir hakikatını, semâ-i risaletin bir güneşi olan Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) dair olan On Dokuzuncu Mektup ve On Dokuzuncu Söz ve Otuz Birinci Söz ile tefsir edip, bu pencere ile o tefsire işaret ediyor.

Otuz Üçüncü Pencere[değiştir]

اَلْحَمْدُ ِللَّهِ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا

âyetinin Kur'ân'a dair bir hakikatını, Kur'ân'ın herbir âyeti birer pencere olduğunu ve belki ekser âyetinde marifetullaha karşı çok pencereler bulunduğunu ve Kur'ân'ın hey'et-i mecmuası umum pencereler kuvvetini tazammun ettiğini göstermekle gayet parlak ve vazıh ve câmi diğer bir pencere daha açmakla gayet kat'i ve yakini ve şüphesiz bir hüccet-i vahdâniyet gösterip, i'câz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Söz'le tefsir ediyor. Ve bu pencere ile o tefsire işaret ediyor.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاۤنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

بو كوزل

71

فهرسته

750

تمام

481

اولدى

51

(Bu güzel fihriste tamam oldu)

İşte bu kelâmın makam-ı ebcedisi, târih-i telifi göstermekle 1353 olup, bu zamanın tarihine tevafuk etmiştir. O keçeli katibin haberi yokken ve hesab-ı ebcedi bilmezken, bu fihristenin hitamında gelişi güzel böyle, "Bu güzel fihriste tamam oldu" yazmış.

Ben tashihimde hesap ettim, bu latif tevafuk çıktı. Demek bu fihriste güzeldir ki, bu güzel tevafuku gösterdi.

Latif bir tevafuktur ki, Fihriste'de bahsedilen risale ve zeyillerinin küçük, büyük parçalarının 119 adediyle fihriste'nin bu dördüncü kısmı sahife başında, kendi kendine gelen 19 sahifede tevafuku gösteren eliflerin 119 adedi, ikinci kısmın âhirlerindeki 19 kısmın latif sırrını ihata ederek tevafuk etmesi şâyân-ı temaşadır. Bu işte kimsenin ihtiyarı karışmamış. Demek alâmet-i makbuliyettir.

Şâyân-ı hayrettir ki; birinci müstensihin nüshasında sahifeler başında 119 elif gelmesiyle resailin 119 parçasına tevafuk ettiği gibi; ikinci müstensih, sahifeler ayrı, satırları bütün bütün ayrı ve müsvedde-i ûlâdan istinsah ettiği halde ve kat'iyyen elif

ا

leri düşünmeyerek (Mektubât'ın en küçüğü bir-ikisi bir sayılır. En küçük Sözlerin bir-ikisi bir sayılır) 119 elif gelmesi, Risale-i Nur parçalarının adedine tevafuk etmesi elbette tesadüfi olamaz. Belki bir cilve-i inayetten gelen bir tanzim karıştığına kanâat veriyor.

اَللّٰهُمَّ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَاحكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ بِحَقِّ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ اِجْعَلْ فِهْرِسْتَةَ الْاَعْمَالِ الصَّالِحَةِ لِكَاتِبِ هذِهِ الرِّسَالَةِ مَجْموُعِ دَقَائِقِ عُمْرِهِ وَاجْعَلْ كُلِّيَّاتِ فِهْرِسْتَةِ حَسَنَاتِهِ بِعَدَدِ حُروُفِ رِسَالَةِ هذِهِ الْفِهْرِسْتَةِ وَجْعَلْهُ وَ رُفَقَائَهُ مِنْ اَوْلِيَائِكَ الَّذِينَ لاَ خَوْفٌ عَليْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنوُنَ

آمين آمين آمين

Bundan sonraki fihriste "Onuncu Şua" nâmını alan kısımdır. Risale-i Nur'un has şâkirdleri te'lif etmişlerdir.

Önceki Risale: Fihriste-i MektubatFihrist RisalesiOnuncu Şua (Fihristenin 2. Cildi): Sonraki Risale

  1. Lillâhilhamd Beşinci ve Altıncı Lem'alar yazılmamışsa da mütebâki otuz bir adet Lem'alar yazıldı. Ve Otuz birinci Lem'adan da On üç Şuâ ihsan edildi.
  2. Lem'alar'ın mütebâki fihristesi Otuz üçüncü Mektubun fihristesinden sonra yazılmıştır.
  3. İşte o sırra binaendir ki, kısacık pencerelerin herbiri birer risale gibi fihristede bahsedildi. Otuz Üçüncü Mektub kıymet noktasında tam hakkını aldı. Cirmi noktasında fihristede pek ziyade mevki zaptetti. Onun kardeşleri ona "helal olsun" demeli.