Risale:Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 25: Cennet Bahsi: Sonraki Risale

وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ

فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَن تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

NÜBÜVVETİN TAHKİKİ HAKKINDA BİR MUKADDİME[değiştir]

Ey aziz bilmiş ol ki: Bundan önceki ayet, (iki ayet) Kur'anın "Dört esasî maksadlar"ının birincisi olan "Tevhid" i isbat ettiği gibi; bu ayette (iki ayet) o dört maksaddan ikincisi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın NÜBÜVVET'inin isbatını; mucizelerinin en büyü ğü olan Kur'an-ı Hakîm'in i'cazıyla meydan okuyarak tesbit etmektedir. Resûl-ü Ekremin (A.S.M.) delillerini (eskide) başka bir kitapta[1] tafsilen yazdığımızdan, burada o delillerden bazılarını altı-yedi meseleler içerisinde hulasa ederek beyan edeceğiz:

MÜTERCİMİN BİR MAZERET BEYANI[değiştir]

Malum olduğu üzre, Arabî İşarat-ül İ'caz'ın baş taraflarına yakın bir yerinde

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَاراً

ayetleri şerh ve tefsirinde, "mesel ve temsil" hakkında olan i'cazlarına dair kısımda; ve sonra belagat keyfiyetini izah eden bölümünde ifadeye çalıştığımız beyanımızda olduğu gibi; burada da nübüvvetin tahkiki mevzu'unda serdedilen meselelerin tafsilatını Cenab-ı Müellif Hazretleri isim vermeden "Muhakemat" eserinin Arapça ve Türkçesine havale ederek burada hülasasını değişik bir üslupla kaydetmişlerdir. Yukarıda bahsı ve izahı yapılmış şekilde ve aşağıdaki dipnottada kronolojik tarifi yapıldığı üzre, mevzu'u biz, eski eseri olan "muhakemat"takinin aynısının bir derece tafsilli üslubunu alarak dercetmeyişimizin sebebi ise, İşarat-ül İ'cazın mezkûr yerinde izah edilmiştir. Şimdi burada da, yukarıda ve buradaki dipnotta isimleri ve te'lif tarihleri verilen eserlerdeki ayni mevzu'u birbirine mezcederek alabilirdik. Ancak burada "Altı-yedi meseleler" le hülasaten beyanı yapılan üslupta az değişik kelimeler ve başka renkli vecîz ifadeler bulunmaktadır. Üst taraflardaki mezkûr mevzu'un ifade-i meramımızda öne sürülen sebepler burada da carî olmakla, kolay yol olan mezkûr eserlerdeki üslübü ile aynen almak yerine, zor ve yorucu olan buradakinin tercümesini yapmayı tercih eyledik. Olaki; okuyucu kardeşler, buradaki ifade ve üslup tarzını, "Muhakemat" ve "Şuaâtü Ma'rifetin Nebiyy" eserlerindeki üsluplarıyla ve "Mesnevî" deki "Reşhalar"ın ve sonra da tafsilli olan "Ondokuzuncu Söz" ün üsluplarıyla mezcederek, daha nuranî, daha şirin ve daha çok rûhefza ma'nalar ve ince nükteler elde etsin, İnşaallah!..

Mütercim

BİRİNCİ MESELE[değiştir]

Enbiyanın ahval ve harekâtlarında yapılmış ve yapılan istikra-i tâmm ve derin bir araştırma ve iyi bir tetebbu' neticesinde; mantıkda "Kıyas-ı hafi" ile tesmiye edilen muttarid intizam ile (yani girintisiz, çıkıntısız eğri büğrü olmayıp doğru ve düzgün intizam ile) bakıldığında; şöyle bir netice veriyorki: Eski peygamberlerin Nübüvvetlerine medar ve temel hal ve tavırlar; ve kendi ümmetleri ile olan muamelelerinin keyfiyeti; -zaman ve mekânın te'siratının hususiyetlerinden meseleyi tecrit etmek ve ayırmak şartıyla- beşerin sinn-i kemal, olgunluk yaşı çağındaki üstad'ı ekberi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam da ekmel vechi ile bulunduğu görülecektir. Öyle ise, öncelikli yolu kıyas-ı evlevî ile netice veriyor ki; O dahi onlar gibi Peygamberdir. Yani bütün o eski peygamberler, Peygamber iseler, Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öncelikle Peygamberdir. Hem de enbiyaların tamamı, mu'cizelerinin lisanlıyla adeta Hazret-i Muhammedin (A.S.M.) sıdk ve doğruluğuna şahitler. Amma Hz. Muhammed (A.S.M.) dahi Sâni-i Âlemin vucud ve vahdetine bir bürhan-ı neyyirdir. Feteemmel!

İKİNCİ MESELE[değiştir]

Katiyyen bil ki: Peygamber-i Zîşan Aleyhissalatü Vessalamın her bir hal ve her bir hareketi -harika olmasa da- mebdei ile sıdkına, doğru ve dürüstlüğüne; müntehasıyla da hakkaniyetine telvih eylemektedir. Görmezmisinizki; mağaradaki halinde (hicret günlerinde, Hz. Ebubekr-i Sıddık ile sığındıkları mağaradaki hali) sebebler ve adetler hasebiyle kurtuluş ümidi tamamen kesilmiş iken; bütün vusûk, itimad ve ciddiyet ile (arkadaşı olan Hz. Ebubekre) لَا تَخَفْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا [2] diyor. Yani korkma, kederlenme, muhakkaki Allah bizimledir.

Evet, Zat-ı Risalet'in peygamberliğinin ilk hallerindeki hareketinde; muarızlara karşı hiç aldırış etmeden ve asla korkmadan ve katiyyen tereddüd etmeden kemal-i itminan ile Risaletini tebliğ eylemesi, elbette ve hiç şüphesiz onun sıdka ve hakka mütemessik ve tutunmuş olduğuna kat'î delil olduğu gibi; intiha-yı hareketinde (yani, peygamberliğinin risalet vazifesi olan Kur'andaki İlahî emirlerini tamamen tebliğ eylemesi neticesinde) iki dünya saadetinin temelleri olan cihanşumûl kaideleri te'sis eylemesi, hem de daima hakka isabeti ve hep hakikatla ittisali ise, onun hakkaniyetine kat'î bir delildir.

Evet, onun harekât ve ef'aline tek tek ve tam bir dikkat ile bakıldığında bu, öyle olduğu gibi; mecmu-u harekât ve ahvaline birden bakabilsen; onun burhan-ı nübüvveti, gözler kamaştıran parıldayan bir şimşek gibi sana tecellî edecek ve sende göreceksin.

ÜÇÜNCÜ MESELE[değiştir]

Bilmiş ol ki, Peygamberimizin Zat-ı Kerimi (A.S.M.) kendi Peygamberliğine delil olduğu gibi; geçmiş zaman ve hal zamanı olan asr-ı saadet ve gelecek zamanlar Peygamberin Nübüvvetinin tasdikinde ittifak etmişlerdir. Öyle ise, şu dört safha ve sahifeleri nazar-ı mütalaaya alacağız.

İşte, evvela onun Zat-ı Şerifinin mütalaasiyle teberrük edeceğiz.. ve bu mütaalayı yaparken; "dört nükte" nin tasavvur edilmesi gerekmektedir.

BİRİNCİ NÜKTE[değiştir]

لَيْسَ الْكُحْلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani: Hakikî sürme ile sürmelenmek ile, sun'i ve tasannu'î olanı bir değil, ayrı şeylerdir.. Velevki sun'î olanı, en ekmel vecihlerle de olsa, tabii ve fitrîsinin mertebesine ulaşamaz. Belki sun'i olanın heyatındaki bir çok kopukluklar ve galatlar, hemen içi boş, üstü süslü-püslü olarak muzahrefiyetini îma ettirecektir.

İKİNCİ NÜKTE[değiştir]

Ahlak-ı aliye, hakikatın zemini ile ancak ciddiyet vasıtasıyla ittisal peyda edebilir. Hem o ahlâk'ın hayatlarının idame ettirilmesi ve mecmuunun toptan intizam içinde olabilmesi, ancak sıdk ile, doğruluk iledir. Eğer o yüce ahlâkın arasında sıdk kalkar giderse; kurumuş ot veya çürümüş ağaç kökleri gibi olur, rüzgarlar üfürünce, uçurur, alır, götürür.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE[değiştir]

Nasıl ki birbirine uyan ve münasib gelen şeyler ve işler arasında meyl ve cezb (eğilme ve çekme) bulunduğu gibi; birbirine zıdd olan şeyler arasında da, def' ve tenafür (itme ve karşılıklı nefret) bulunur.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE[değiştir]

Küll'ün (yani mesela bir olmuş mütesanid bir cemaatın ve ittifakının) bir hükmü ve kuvveti olur ki, tek tek ferdlerinde aynı hüküm ve kuvvet olmaz ve bulunmaz. Zaif ve ince ip tellerinin topak ve halat yapıldığında kesbeylediği kuvvet gibi...

Şimdi eğer sen bu nükteleri iyice düşünebildi isen, bil ki: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın eserleri ve sîreti (yani ahlak ve etvarı) ve tarih-i hayatı şehadet ediyorlar ki; o, لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ [3] ayeti hükmü ile, -düşmanlarının tasdik ve teslimiyle dahi- Huluk-u azim sahibidir. Yani, en yüksek ve en güzel ahlak[4] ve kemalat üzerindedir. Hem bütün gâli ve kıymettar haslet ve huylar onda ictima' etmişlerdir. İşte bu yüce ahlâk ve hasletlerin imtizacının; ve O Zat-ı Kerimde bunların birbiri içinde ve beraber bulunmasının şe'ni, o ahlâk ve hasletlerin sahibine nefsi, zatı ve şahsiyyeti için bir izzet, bir haysiyet, bir şeref ve bir vakarı doğursun; taki basit ve alelâde işlere tenezzül etmesine müsaade etmesin, meydan vermesinler. Evet, Melaikelerin ulviyyet ve yücelikleri; şeytanların aralarına karışmasına müsaade etmedikleri gibi.. İşte Hz. Muhammeddeki (A.S.M.) o ahlâk-ı alîyenin top yekûnünün ictima' eylemesiyle, içlerine hile ve yalan ve bed ahlakların girmesine elbette müsaade etmezler. Görmezmisinki; bir şahıs, yalnız şecaatla iştihar etmiş olsa, kolay kolay yalana tenezzül etmediği halde; acaba bütün ahlak-ı aliye birden bir insanda toplanmış olsa; nasıl yalana, hileye tenezzül edebilecektir. Kella! İşte, buna göre, katiyyen sabit olmuş oluyorki; Hz. Muhammedin (A.S.M.) Zat-ı Kerimi güneş gibi kendi kendine delildir.

Hem yine eğer o Zat-ı Kerimin (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar olan hal ve etvarlarına dikkat ile bakar ve düşünürsen, ki hararet-i gariziyenin tutuştuğu hengamı olan gençlik ve şebabiyet zamanının şe'ni, kârı; içte saklı işleri izhar eylemek ve tabiat ve huyda kapalı, örtülü bulunan hile gibi ahlâkları dışarı çıkarmak iken; elbette şüphesiz görürsün ki; O Zatın (A.S.M.) seninine yerleşmiş gibi (yani, taşın oyularak üstünde yapılan nakış ve yazıların işlenmiş gibi) kemal-i istikamet, nihayet derece de metanet ve son mertebe iffet, namusluluk; ve sözü ile hal ve hareketi tam uygunluk içersinde olmak tarzında intizamlı bir hayat geçirmiştir.. Ve kırk yaşına kadarki geçen bu ömrü boyunca, hiçbir hali hiçbir hileye, aldatmaya îma etmiş değildir. Hususan çok zeki olan o inatçı düşmanları karşışında..

Ve daha sonra, O Zat-ı Azim ve Kerime ömrünün kırkı başında iken baktığın zaman -ki kırktan sonraki bu yaşın ve ömrün şe'ni ise, insandaki halleri melekeye ve adetleri de tabiat-ı saniye denilen değişmeyen vaziyete bağlamaktır- görürsün ki; O (A.S.M.) harika bir şahsiyet olarak meydan'ı zuhûrdadır.. Ve âlemde azim ve acip bir inkılab vucuda getirmiştir. Elbette bundan şunu çıkarır, anlarsın ki; bu, ancak Allah tarafındandır.

DÖRDÜNCÜ MESELE[değiştir]

Eski peygamberlerin kıssa ve hikayelerini müştemil bulunan geçmiş zamanın sahifesi Kur'an-ı Kerimde Peygamberin lisanıyla -sahih ve salim olarak- dile getirilmiş olması, şu gelen "dört nükte"ninde beraberce mülahazaya alınmasıyla; Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Hak Peygamber olduğuna bir bürhan-ı bahir olduğu görülecektir.

Birinci Nükte[değiştir]

Bir şahıs, bir fennin (ilmin) temel esaslarını ele alarak, ondaki hayat düğümleri mesabesindeki ukdelerini ta'rif eyleyip tanıtsa ve bunları yerli yerince makamlarında güzelce isti'mal eylese, sonrada müddeasını (dava eylediği şeyi) o ukdelerin üstüne bina eylese; o şahsın herhalde, o fende meharet ve ihtisası hususunda açık delili olması lazımdır.

İkincisi[değiştir]

Eğer beşer'in tabiat ve huyuna ârif isen, bilirsin ki; bir adam, rütbe ve makamca küçükde olsa, muhalif olan bir sözünü ve bir yalanını, az ve azınlıkta olsa; bir kavmin içinde, hakir ve basit bir da'va dahi olsa; ve o adam zaif bir haysiyet sahibi de olsa; tereddütsüz ve heyecansız bir tarzda izhar eylemeye kolayca cesaret edemez. Şimdi acaba en büyük bir haysiyete sahib bir zat, son derece celaletli bir davada, gayet çok ve kalabalık bir kavmin içinde ve pek şiddetli inad karşısında, okur yazarlığı da olmayıp, ümmî olduğu halde, bütün bu zikredilenleri rahatlıkla yaparsa, nasıl olur sen düşün!

Evet, Resûl-u Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın bahs eylediği şeyler ve işler, hiçbir zaman tek başına, sırf akıl ile bilinmesi, anlatılması mümkün olmıyan şeyler iken; o Zat-ı Azim kalkıyor, tek başına, kemal-i ciddiyetle bunları açıklıyor ve herkesin başı üstünde ilan ediyor. İşte acaba bu hal ve bu vaziyet, onun sıdkına; ve bunlar ancak Allahtan olabileceğine delalet etmiş olmuyor mu?..

Üçüncüsü[değiştir]

Medenîlerin yanında, adât ve ahvalin talimi ve vakıa ve fiillerin telkiniyle oluşan bir çok mütearife (toplumda herkesce işitilip bilinen) ilimler bulunur ki; bedevîlerin yanında mechul ve nazarîdirler. İşte buna binaen; bir adam bedevîlerin hal ve yaşayışlarını, hususan geçmiş karnlardaki ahvallerini muhakeme ve taharrî edebilmesi için, kendini o çöl ve badiyelerde farzetmesi gerekmektedir.

Dördüncüsü[değiştir]

Görsen ki: Ümmî bir şahıs, ülemalarla herhangi bir fende -velev ki gramer bilgisi sarf fenni de olsa- münazara ve münakaşa ediyor.. ve sonrada, o fennin meselelerinde itttifaklı noktalarda tasdik ile; ihtilaflı yerlerinde tashih ile reyini beyan etmektedir. Yani "bu böyledir, şu da şöyledir" diyor. İşte acaba bu hal, onun üstünlüğü ve ilminin vehbîliği hakkında sana bir delil olmuş olmuyor mu?

İşte eğer bu nükteleri anladı isen, bilmiş olasın ki Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselam ümmî olduğu halde, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanın lisanıyla bize evvellerin ahvalını ve geçmiş peygamberlerin kıssa ve hikayelerini bizzat görmüş ve o zaman ve mekanlarda hazır bulunmuşcasına nakl ve hikaye ediyor; ve her kesin başı üstünde o eski Peygamberlerin ahvallerini pek azim bir dava içinde öyle beyan ediyor ve esrarını öyle bir şerh ediyor ki; bütün zekî ve akıllı insanların dikkatlerini celbediyor. Hem de o kıssa ve sergüzeştleri öyle mübalatsız, kayğısız ve telaşsız bir tarzda söyliyor; ve naklettiği o meselelerin içindeki ukde-i hayatiyeyi ve esasatını öyle bir ele alıp beyan ediyor ki; eski kitapların üstünde ittifak ettikleri noktaları tasdik, ihtilaflı meseleri tashih ederek kendi müddeasına mukaddime yapıyor. İşte O (A.S.M.) bu mezkûr tavır ve haliyle, adeta ma'kes-i vahy-i İlahî olan ruh-u cevvaliyle zaman ve mekânları tayetmiş, mâzînin derinliklerine dalarak, o peygamberleri ve o zamanları müşahid sıfatıyla müşahede etmişçesine beyan etmektedir. İşte, O Zat-ı Kerimin (A.S.M.) şu hali elbetteki peygamberliğinin delili ve pek çok mu'cizatından birisi olduğu sabit olmuş oluyor. Demek ki, geçmiş peygamberlerin nübüvvetlerini gösteren, isbat eden delillerin top yekünü, onun tek bir mu'cize-i maneviyyesi hükmündedir.

Beşinci Mesele[değiştir]

(Bu mesele, asr-ı saadet sahifesine dair, hususan Ceziret-ül Arab meselesi hakkındadır.) İşte burada "dört nükte" vardır.

Birincisi[değiştir]

Eğer alemde (beşeriyet aleminin ahvalinde) teemmül edip düşünebilsen, görürsün ki: Bir büyük padişah da olsa, az nüfuzlu da olsa, kavminden küçük bir adeti, ya da zaif bir hasleti, ahlakı; zelil ve perişan bir tek taifeden de olsa; tamamen ref'ederek, söküp atmak çok zor ve pek müşkildir. Belki ancak şiddetli bir himmet ve ta'kib ile uzun bir zamanda pek çok zahmetlerle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki görüyorsun ki; maddî, zahirî bir hüküm ve hakimiyet sahibi değilken O Nebiyy-i Kerim, (Sallahu Aleyhi Vesellem) şu yapılmış pek azim işlere, inkılaplara nisbeten; az bir zamanda maddeten küçük ve cüz'î bir himmetle teşebbüs edilmiş olduğu halde; o tamamen kökleşmiş ve yerleşmiş ve son derece ünsiyet peyda edilmiş ve gayet derecede istimrar kesbetmiş adât ve ahlakları, çok kesretli bir kavmin ve me'lufatlarına aşırı derece müteassıb bir milletin kalblerinden, kökü ile sökerek, çıkarmış atmıştır. Ve onların yerinde birden başka adât ve ahlâk fidanlarını dikmiş; ve hemen defaten o fidanlar yeşermiş, tekemmül etmiştir. Şimdi gel, bu halı acaba sen harikulade olarak görmiyecek misin?!

İkinci Nükte[değiştir]

Devlet mefhumu bir şahs-ı manevîdir. (Yani onun gibidir.) teşekkülüde, çocuğun yavaş yavaş büyümesi gibi tedricîdir. Ve eski yerleşik devlete galebesi için belli bir mühlet ister. Çünkü, uzun zaman geçirerek yerleşmiş, ömür sürmüş bir devletin hüküm ve kaideleri; milleti için sabit bir tabiat gibi olmuştur.

Şimdi acaba Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) defaten teşkil eylediği hükümet-i azimesi, devletlerin teşekkül adetine göre harika sayılmayacak mıdır?!. Evet, onun kurduğu büyük devleti ve azim hükümeti, terakkînin nihayet hududuna ulaşmaya müheyya olup, âlî ve ebedî esasları mütezammindir. Hemde büyük devlete def'aten gibi bir zamanda galebe çalmasıyla beraber, hâkimiyeti sadece zahirî bir cebr ve korkutmak suretiyle husula gelen esasa bina edip devam ettirmiş değildir. Belki hem zahiren ve hemde batınan; ve hem maddeten ve manen ruh, kalb ve akıllara kabul ettirerek devam ettirmiştir.

Üçüncü Nükte[değiştir]

Kahr ve cebr ile, zahirî bir tahakküm, sathî bir tasallut (kısa bir zaman için) mümkün olabilir. Lâkin fikirlere galebe çalmak ve ruhların tâ içine kadar helavetini ilka eyliyerek te'sir ettirmek; ve vicdanlar üzerinde daima hâkimiyeti muhafaza eylemekle beraber tabiat ve huylara tasallut ederek yerleşmek, ancak ve ancak harikuladelerden olabilir. O ise, ancak peygamberliğin mümtaz bir hassasıdır.

Dördüncü Nükte[değiştir]

Efkar-ı umumîyenin tedvir ve irşadı için; terhib ve terğib, tahvif ve teklif hileleriyle olan tesirler cüzî, sathî ve muvakkat olup az ve muayyen bir zamanda muhakeme-i akliyeyi ve düşünce melekesini belki kapatabilir. Lâkin irşadı ile kalblerin a'makına nüfûz eden, ince hisleri heyecana getiren ve istidadların tomurcuklarını inkişaf ettiren ve (bilkuvve mevcud) ahlakları ikaz eyliyen ve harekete geçiren ve gizlilikte kalmış hasletleri izhar eyliyen; ve insanlık cevherlerini feverana getiren ve insaniyete mahsus natıkiyyetin kıymet ve değerlerini meydana çıkaran bir Zatın, (A.S.M.) elbette ve hiç şüphesiz olarak bu işleri hakikatın şua'ından muktebestir ve harikûladeliklerindendir. Evet, ma'sum kız çocuğunu diri diri kabre koyarken hiçbir teellüm ve teessür duymayacak kadar kalb kasaveti taşıyan bir şahsı, vahşet'in en merhametsiz olan bu seviyesinde gördüğün; ve bir gün sonra aynı şahıs gelir, meşale-i hidayet olan Zat-ı Risaletin önünde müslüman olduktan sonra, artık karınca gibi hayvanata karşı bile acıma ve merhamet hissini taşıyarak, ayağıyla basmaktan çekindiğini ve tek bir hayvanın elemiyle dahi müteellim olduğunu müşahede ediyorsun. Şimdi gel, Allah için söyle; şu meydanda olan ve gözle görülen ve açıkca bilinen bu inkılab, hiçbir maddî adet ve kanuna intıbak ettirilmesine imkan var mıdır?!.

Şimdi ey arkadaş! Sen bu nükteleri bildi isen; başka bir noktaya da teemmül edip bak, şöyle ki: Âlemin tarihi şâhittir; ferid bir dahî, ancak umumî isti'daddan birisini inkişaf ettirmeye muvaffak olmuş ve olabilir.. Ve yalnız umumî olan bir hasleti ikaz ettirebilmiştir.. Ve yalnız tek bir hiss-i umumînin inkişafına sebeb olabilmiştir. Evet, böylesi umumî hisleri uykudan uyandıramazsa; muhterem ve celaletli bir zat olsa da, bütün çalışmaları boşa gider ve muvakkat kalır. Hem yine tarih bize bildiriyor ki; insanların en büyükleri dahi ancak şu umumî hislerden birini, ikisini veya üçünü ikaze tmeye muvaffak olabilmiş. Mesela: Milli hamiyet hissi, uhuvvet hissi, muhabbet hissi ve hürriyet hissi gibi umumî hisler...

Şimdi acaba böyle mestûr, örtülü ve gizli olan binler hissiyatı uyandıran ve o geniş sahra olan Ceziret-ül Arabta yayılmış bedevî bir kavimde bunların inkişaflarını birden fevvare kılan, yani birden bire fışkırırcasına çabuk inkişaf ettiren şu zatın şu işleri harikuladeden değil midir? Evet bu, ancak şems-i hakikatın nevvar ziyasından olabilir.

İşte ey arkadaş! Şu mezkûr noktayı aklına alamıyanın, biz Cezüret-ül Arabı onun gözüne sokacağız. Evet, on üç[5] asırdan sonra, Ceziret-ül Arab ortada.. ve beşerin medenileşme terakkisi basamaklarında yukarıya doğru yükselmede olduğu halde; ey hakikatın bedahetine karşı inad gösteren efendi! Gel, yüz tane en mükemmel feylesoflardan seç, al ve Ceziret-ül Araba götür. Orada yüz sene durmadan çalışsınlar; acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselamın kendi zamanına nisbeten yaptığının, gerçekleştirdiğinin yüzden bir cüzünü bile yapabilecekler midir?!. Kella! İşte mademki yapamazlar ve yapamıyacaklardır. O halde, şu gösterdiğin inadının akibetinden korkmalı ve çekinmelisin!..

Evet, bu mezkûr halet, (Nebiyy-i Ümmînin (A.S.M.) kendi yaşadığı zamanına göre, Ceziret-ül Arabdaki bedevî insanların içinde husûle getirmiş olduğu büyük inkılaplar haleti) mutlaka ve hiç şüphesiz adetin harikasıdır.. ve olsa olsa, ancak Hazret-i Muhammed'in mu'cizelerinden birisidir.

Hem yine bilmiş ol ki: Her kim tevfik (müvaffakiyet) isterse, Adâtullah olan kâinat nizamiyle beraber saf-beste olsun, saflarına dahil olsun... Ve fıtrat kanunlarıyla muarefe ve tanışma içine girsin.. ve âlem heyetinin ictimaî rabıtalarının cemaatıyla münasebet kursun. Yani, muvaffak olabilmek için bu noktalara riayet eylesin.. Ve riayet etmek ona lâzım, belki vâcibtir. Aksi halde, fıtrat kanunları ve nizam-i kâinat, muvaffakiyetsizlik cevabiyle onu susturacaktır.

Hem yine, heyet-i ictimaiyede bir meslek ittihaz eden ve ona göre hareket eden adama; umumî cereyana, akıntı tarafına ters ve muhalif vaziyet almaması şart ve lazımdır. Yoksa, beline yüklemiş olduğu o mesleğin çark ve dolabını sırtından uçuracak, elinden yere düşüp zayi olacaktır. Demek ki cereyan-ı umumîde Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselam gibi, tevfik ve müvaffakiyetin müsaade ve müzaheretine mazhar olmuş kimselerin hakka mütemessik olduklarını isbat eyler.

İşte sen eğer bu noktayı da anladı isen; şu uzun asırlarda, büyük musademeler ve acib inkılaplar vukua gelmiş olmalarıyla beraber, şeriatin hakaikında bir teemmül eyle de bak! Göreceksin; o şeriat daima ve her zaman fıtrat kanunlarındaki müvazeneyi ve ictimaiyyatın rabıtalarını muhafaza etmiş ve etmektedir. Halbuki, o muvazeneler, rabıtalar o kadar incedirler ki; en müdakkik akıllara da nazlanıp görünemedikleri halde, Şeriat-i İslâmiye onlarla kemal-i münasabet içinde ve onların safları içerisindedir. Hatta zaman uzadıkça, yani asırlar geçtikçe; şeriat-ı garra ile kâinat nizamı arasındaki ittisal dahada çok tezahür etmektedir. İşte bu halet ve vaziyetten zahir olmuş olan şudur ki; İslâmiyet nev'-i beşerin din-i fıtrîsidir... Ve o din bilâ şek ve katiyyen hak dinidir. Bu sebeptendirki; İslâm dini bazı inkılablar ve taarruzlarla inceleşmiş olsa da, kopmuyor ve kopmıyacaktır. Evet, acaba görmezmisinki; şeriat-i İslâmiyenin binler mesailinden sadece şu ikisi olan: "Hürmet-i riba ve vucûb-u zekât" gibi mesaili, beşerin ictimaî heyetinde, nasıl öldürücü zehirlerlerin şâfî birer tiryakıdırlar.

Şimdi, eğer sen şu dört nükteleri "bu üç nokta"larla[6] birlikte bildin ve anladınsa, şunu da bil ki: Muhammed-i Haşimî (A.S.M.) okur ve yazarlığı olmıyan ümmî bir zat olduğu halde; ve zahirî bir kuvvet ve saltanata da mâlik ve sahib değilken; ve ne kendisinin, ne de geçmiş ecdadının bir saltanat ve hâkimiyetleri olmamasıyla birlikte, hem saltanat ve hakimiyete de bir meyil ve iştihası da olmadığı halde; kalbinin bütün vusûk ve itmi'naniyle inanarak; son derece tehlikeli bir mevki'de ve pek azim ve mühim bir makamda, çok büyük bir işe teşebbüs eyledi; neticesinde fikirlere galebe ederek, ruhlara kendini ve davasını sevdirirek, tabiat ve huylara tasallut eyliyerek, yani hükm ederek üstün gelmiştir. Hem bulunduğu bölge insanlarının; ünsiyet edilmiş, yerleşmiş ve müstemir bir hale gelmiş pek çok vahşî adet ve ahlaklarını kökünden söküp attıktan sonra; yerlerine son derece muhkem ve kuvvetli, adeta et ve kanlarına karışmışcasına olan yüksek ahlak ve güzel adetlerin fidanlarını ekmiş, dikmiştir.

Hem vahşetin zaviylerinde (köşelerinde) yaşayan o insanların adeta ölmüş, sönmüş olan kalblerindeki katı kasavet ve merhametsizliklerini; gayet rakik, ince hissiyatla mübadele ile değişmiş, insaniyetlerinin asıl olan cevherlerini izhar eylemiştir... Sonra o kavmı, vahşet ve bedevîliğin zaviyesinin, kuytu köşesinden çıkartıp, medeniyetin (hakikî medeniyetin) zirvesine terakki etttirdikten sonra, onları o asrın, zamanın ve o alemin insanlarına muallimler kılmıştır. Hem o kavme öyle bir devlet te'sis ettirdi ki; Asa-yı Musa gibi diğer devletleri yuttu ve bitirdi. Evet, İslâmiyet zühûra başladığında; bir şule-i cevvale, ya da dünyayı aydınlatan ve ışıklandıran bir nur-ü nevvar gibi birden zülüm ve fesadın rabıtalarını yaktı, yıktı, kül eyledi... Ve defaten meydana gelen o devletin serîr-i saltanatını az bir zaman zarfında şark ve garbı kaplar hale getirdi. İşte acaba bu halet, o zatın mesleğinin hakikat olduğuna ve davasında sadık bulunduğuna delalet etmiyor mu?!.

Altıncı Mesele[değiştir]

(Bu mesele, müstakbel sahifesi, husûsan Şariat, "yani: Şeraitın icraât ve tesiratı" meselesi hakkındadır). Buna göre, şu meselede dahi "dört nükte" nin mülahazaya alınması gerekmektedir.

Birinci Nükte[değiştir]

Bir şahıs, harika dahi olsa, ancak dört veya beş fennde mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.

İkinci Nükte[değiştir]

Tek bir kelam, iki mütekellimden sudür ile, -mâna, mülahaza veya te'sir ve nüfüz etme itibarıyla- tefavüt edebiliyor. Kelam, aynı kelam iken, değişik olabiliyor, ki o iki mütekellimden birisinin sathilik ve cahilliğine delalet ettiği halde, öbür mütekellimin ise, meharet ve hazakatine delil olabiliyor. Halbuki kelam, yine ayni o kelamdır. Zira o iki konuşmacıdan birisi, kelamın mebde' ve müntehasını nazara aldığı ve onun siyak ve sıbakını mulahaza edebildiği ve kelimelerin kendi arkadaşları ile olan münasebetini hazıra alıp, o sözün sarfedilmesine uyğun ve münasib zemin gözetlediği için, yerli yerince ve güzel bir tarzda isti'mal ettiğinden; hem o kelama münbit bir zemin araştırıp, bulup, onu onda zer' eylemesinden zahir olur ve anlaşılır ki; o mütekellim, harika bir zattır ve o kelamı tekellüm eden de tam bir melekeye sahib olduğu bilinmiş olur.

İşte Kur'an-ı Hakîm'in umum fenlere ve bütün yeni keşif ve buluşlara bakan fezlekeleri hep bu kabildendir.

Üçüncü Nükte[değiştir]

Günümüzde bir çok adetli haller ve alışılmış vaziyetler ve alışıla gelmiş, herkesçe bilinmiş işler ve şeyler vardır ki, daha önceleri vaz'edilmiş temeller ve vasıtalar üzerine bina edilmeleri neticesinde mükemmel hale gelmişlerdir. Hatta bu gün çocukların bile oyuncağı gibi olmuş olan o şeyler iki asır[7] evvel olmuş olsalardı harika işlerden sayılacaklardı.

Şimdi sen gel bak ki; şu asırlar boyunca gençliğini, tazeliğini ve garipliğini muhafaza ederek devam edip gelmiş olan Kur'an-ı Hakîm, elbette ve herhalde adetlerin harikası ve harikaların adeti olacaktır.

Dördüncü Nükte[değiştir]

İrşad, o vakit tam irşad olabilir ki; cumhûr'un ekserisinin efkârının isti'dadı derecesinde ve onun seviyesinde olursa, menfaatlı bir irşaddır denilebilir. Cumhûr ise, (halk topluluğu) ekseriyeti itibariyle avam halktır. Avamlar ise, hakikatı mücerred ve çıplak göremez, onunla tanışamaz. Ancak hayallerinin alışkın olduğu bir elbise içerisinde görürlerse, tanışırlar. İşte bu nükte içindir ki; Kur'an-ı Hakîm o gibi hakikatları müteşabihat ile, teşbih ve istiarelerle tasvir ederek (suret giydirerek) ifade eylemiştir ki; akılca tekemmül etmemiş avam halk ve cumhûr'un, mağlatalar vartasına düşmemelerini muhafaza edip sağlamıştır.

Evet, Kur'an-ı Hakîm, avam halkın anlayışına göre zarurî gibi görünen, lâkin vaki'in ve aslın hilafına olan şeyler ve meselelerde ibham ve ihmal ederek, hakikatını zahire çıkarmamıştır. Tâ ki, onların hiss-i zahir ile itikad ettikleri meselelerle ters düşmesin. Yani vakı'aya ve hakikata göre açık ve zahir beyan etmeyip, ama îma ve işaretlerini üstüne serperek zamana havale etmiş, mehilli bırakmıştır. Bununla beraber bazı emare ve karineler ile hakikatin aslına îma etmeyi de ihmal etmemiştir. İşte, eğer sen bu nükteleri de, iyice akıldan geçirdi isen; şunu da bilmen gerektir ki; aklî bürhan ve delil üstüne müesses olan diyanet ve İslâm şeriatı, bütün fenn ve ilimlerin hayatî ukdelerini mutazammın olan hülasalarını almıştır.

İşte mesela fenn-i tehzib-ur ruh, riyazat-ül kalb ve vicdan terbiyesi fenni, cesed terbiyesi fenni, menzil ve hanenin idare ve tedvir ilmi, şehir ve belediyecilik idare ilmi, nizamat-ül alem (uluslar arası ilişkiler bilimi), hukuk fenni, muamelat ve ticaretler ilmi ictimaî âdab fenni gibi, ilim ve fennler...

Amma bununla beraber; Şeriat-ı Garra-yı İslâmiye, bütün bu bilimleri, lüzum hasıl olduğu yerde, ihtiyaç gösteren noktalar da -makamın müsaadesi nisbetinde- tefsir ve izah eylerken; lüzum olmadığı ve zihinlerin hazırlıklı bulunmadığı hal ve durumlarda veya zamanın müsaade etmediği ahvalde; icmal edip bir fezleke ile geçmiş ve bir esas vaz'ederek; istinbatın yapılmasını ve o esasın fer'lendirmesini ve neşv ü nemasını akılların meşveretlerine havale eylemiştir. Hal böyle iken; şu mezkûr fenlerin üçte birisi, hatta belki tamamı; telahuk-u efkarla gelişip inbisat eylemiş vaziyetleriyle ve netice ve semerelerinin genişlenmesi hallar, ile; medeniyet görmüş, geçirmiş yerlerde ve zekîlerin içinde bile, tek bir şahısta bulunmaları mümkün değildir.

Şimdi bir bak ki; vicdanını insaf ile süslemiş olan kimseler, İslâm şeriatının hakikatları her zamanda -amma bilhassa o ilk zamanlarda - beşer gücünün hâricindedir diye mutlak ve katiyyen hükm eyleyip tasdik edecek ve

لَمْ تَفْعَلوُا وَلَنْ تَفْعَلُوا

ayetinin mealini doğrulamış ve doğrulayacaklardır.

(PEK MÜHİM BİR ŞÂHİDLİKTİR/ İlk Matbu' Nüsha)[değiştir]

اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ الْاَعْدَاءُ

Yani: "Gerçek fazilet o dur ki; düşmanlar dahi tasdik ile ona şahidlik yapsın!" Kaidesine tam uyan şu gelen pek mühim şâhidliklere bak:

İşte, Amerikalı feylesof Karlayl[8] Almanın şöhretli edibi olan Goethe'den şunları naklederek demiştir ki: "Kur'anın hakaikinde im'an-ı nazar ettikten sonra, kendi kendine sorarak demiştir ki: Acaba bu günkü medenî alem, İslâmiyet dairesinde tekemmül edebilmesi mümkün müdür? Yine kendine cevap vererek demiştir ki: Evet... belki de şimdi muhakkikler bir cihette onun dairesinden istifade ediyorlar."

Sonra nâkil Karlayl demiş ki: "Vaktaki Kur'an-ı Kerim'in hakikatları tulu' eyledi; bir ateş-i cevval kesilip, sair dinleri yuttu, yokeyledi. Çünki, evet bu onun hakkı idi. Zira Nasara'nın safsatalarından ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey elde edilemez."

Demek ki; bu feylesof, Kur'an'ın

فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ.. فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُواالنَّارَ

ayetinin mealini tasdik eylemiştir.

Sual 49[değiştir]

Eğer Desen: Kur'an-ı Hakîm ve müfessiri olan hadis-i şerif, her fenden yalnız birer fezleke almışlardır. Halbuki bir şahıs da, bu fezlekeler gibi fennî, ilmî bir çok fezlekeleri ihata eylemesi mümkine benziyor?

Cevaben sana denilir ki: Fezlekenin güzel bir isabetle münasip bir mevkide kullanılması; ve işitilmeyip duyulmıyan bazı iş ve keyfiyetlere remzedilmiş haliyle birlikte, münbit, verimli bir zeminde istimal edilmesi; -üstte geçen ikinci nüktede işaret eylediğimiz üzere- öyle bir ilim olurki; bir tek şahıs, bunu ve benzerlerinin emsalini bulup getirmesi mümkün değil, müyesser olamaz.

(MÜHİM BİR MAKAMDIR Müellif)[değiştir]

Ey aziz bilesinki; şu muhakematın netice ve hülasası şudur ki: Önce senin şu gelen kaideleri gözönüne koyup hazır bulundurmandır. O kaideler:

1- Bir şahıs birkaç fende mütehassıs olamaz.

2- Bir kelam, iki şahsa nisbetle tefavüt edebiliyor; birisine nisbeten altun, diğerine göre kömür olabiliyor.

3- Fenler, bilgiler ve sanatlar, telahuk-u efkarın neticesi olup, mürûr-u zamanla tekemmül ederler.

4- Mazîdeki bir çok nazarî şeyler, şimdi bedihiyat hükmündedir.

5- Mazî zamanını bu zamana kıyas eylemek, ayak kaydıran ve yanlışlık vartasına düşüren farklı bir kıyas olur.

6- Medeniyet perdesi altında saklanan ve gizlenen medenîlerin hile ve desiseleri, sahra ehli insanların besatet ve safvetleri onları saklıyamaz, gizleyemez.

7- Bir çok ilimler vardır ki: Muhitin ve zamanın hazırladığı adetlerin, vukuatların insanlara yaptığı telkinlerle ve beşerin tabiatına ahval ve hadiselerin ders vermesiyle meydana gelir.

8- Beşerin nur-u nazarı istikbale nüfûz edemez, onda olan hususî keyfiyetleri göremez.

9- Beşer hayatının bir ömr-ü tabîsi olup, vakt u zamanı geldiğinde inkıta' bulduğu gibi; hazırlamış olduğu kanununun da bir ömr-ü tabiîsi var, zamanla sona ermektedir.

10- Muhit ve mekânın zamana bağlı olarak, insan nüfusunun ahvalinde büyük te'sirleri vardır.

11- Mazîde harika sayılmış bir çok şeyler vardır ki; o zamanlarda atılmış olan temellerin, mebde'lerin tekemmülü sebebiyle, şimdi bu zamanda adî işler sırasında sayılmaktadır.

12- Bir zeka harika da olsa, bir fennin ve sanatın îcad ve tekmiline def'aten, birden muktedir olamaz. Belki ancak, bir çocuğun tedrîcen büyümesi gibi, yavaş yavaş büyüyerek tekemmül edebilir.

İşte eğer sen bu meseleleri böylece hazır vaziyete getirerek, iki gözünün önüne koyabildiysen; gel, hazır ol, zamanın hayalâtından tecerrüt et. Muhitin evhamından da soyun! Sonra, zamanın denizinde bu asrın sahilinden dal, altından geç, git; ta asr-ı saadet adasına çıkıncaya ve onu görünceye kadar git ve oradan karaya çık!. Sonra başını kaldır, bak; o zamana mahsus fikirlerden i'mal edilip dikilen elbiseyi de giy!. Ve sonrada gözünü aç, o geniş sahraya nazarını gezdir! İşte bak; ilk evvel senin nazarına tecellî edecek ve görünecek şey; vâhid, tek bir insan.. yardımcısı ve saltanatı ve maddî kuvveti olmadığı halde, tek başına bütün dünyaya meydan okuyor ve hakikatın kuvvetiyle umuma hücum içindedir. Bununla beraber, omuzuna küre-i arzdan daha ağır ve büyük bir hakikatı almış, elinede bütün insanların saadetlerini tekeffül ve taahhüd eden bir Şeriatı almıştır. Öyle bir Şeriat ki, adeta bütün ilahî ilimlerin ve hakiki fenlerin zübde ve hülasasıdır. Hem o Şeriat, bir elbise gibi değil, belki cild gibi bir hayattarlığa sahib olup, beşerin isti'dadı nevş ü nema bulup genişlendikçe, o da ona göre tevesü' eylemekte ve o genişlik içinde iki cihanın saadetini semere vermektedir.. ve onunla nev-i insanın ahvalini bir tek meclisin ehli gibi tanzim etmektedir.

Eğer Şeriat'ın kanunlarından sual edilirse ki:

"Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?"

Şeriat, kendindeki i'caz'ın lisaniyle diyecektir ki:

"Biz kelam-ı ezelîden gelip, beşerin fikri ile ebede kadar refakat edeceğiz. Bu dünya hayatı kesildikten sonrada, teklif cihetinden sureten ayrılmışta olsak; maneviyatımız ve esrarımızla refakatımız devam edecek, yine beşerin (mü'minlerin) ruhlarını gıdalandıracak ve rehberliğimiz berdevam olacaktır."

Ey arkadaş acaba

فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ.. فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُواوَلَنْ تَفْعَلُوا..

Ayeti yaptığı âciz bırakma meselesi (yani, meydan okuyup i'cazını izhar eyleyerek, münkirleri susturup acz içinde bırakması) şu mütalaasında bulunduğun ve şâhidi olduğun i'caz safhası, sana bürhanlarını tilavet etmiş olmuyor mu?

(ÜÇ MÜHİM SUALLERDİR) / İlk matbu nüsha[değiştir]

Sonra şunu da bil ki:

وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ الخ...

ayeti; bazı insanların Şâri'in cumhuru irşadındaki maksadlarından ve efkârın müstaidliği nisbetinde ona göre yapılacak irşadın lüzumluluğundan gaflet ve cehaletleri sebebiyle, birçok şek ve şüphelere düştüklerini işaretle bildiriyor.. Ve bu şek ve şüphelerin menbaı da "üç şey" dir.

BİRİNCİSİ: Diyorlar ki: Kur'an-ı Hakîmde bazı müteşabihat ve müşkilatlar vardır. Halbuki, açık beyan ve vuzuhlu ifade üstüne mebnî, belagat üzerine kurulu olan Kur'an'ın i'cazına münafîdir, uygun düşmüyor.

İKİNCİSİ: Diyorlar: Kur'an'ın hilkat-i kâinat ve yaradılış keyfiyetine dair hakikatlerde ve buna bakan fenler ve ilimlerde yapmış olduğu ıtlak ve ibhamlar (yani, açık ve kesin ifadelerle beyan etmeyerek belirsizlik ve mutlaklık içerisinde bırakması) ta'lim ve irşadın mesleğine terstir ve münafidir?.

ÜÇÜNCÜSÜ: Yine şüpheciler diyorlar: Kur'an'ın bazı zevahiri, aklî delilin hilafı tarafına yaptığı zahirî meyillendirmeler; vaki'in ve aslın hilafını, yanlışlığını ihtimale getirmektedir. Bu ise, Kur'an'ın sıdkına doğru ve dürüstlüğüne muhaliftir, zıddır?!.

ELCEVAB: Bende tevfiki Allahtan isteyerek derim: Ey şekciler, şübheciler! Biliniz ki: Sizin noksanlık, eksiklik sebebi olarak tasavvur ettiğiniz o şeyler, Kur'an-ı Hakîmin sırr-ı i'cazının sıdkına şahitlerdir.

İşte birinci şübheniz ki; Kur'anda müteşabihat ve müşkilatın varlığı meselesine cevabımız şudur:

Bil ey şüpheci efendi: Kur'an-ı Hakîmin irşadı Kâffe-i Nâs içindir. (insanların hepsinedir) İnsanların cumhur-u ekseri ise, avam halktır. İrşadın nazarında ekall eksere tabi'dir. Hem avama müteveccih olan hitapta, havas da istifade eder, hissesini alır. Kaziye aksiyle olsa, cumhur-u avam mahrum kalmış olur. Bununla beraber; cumhur-u avam me'lufat ve mütehayyelatlarından zihinlerini tecrid edemedikleri için, mücerred hakikatların ve sırf aklî mes'elelerin derkine muktedir olamazlar. Belki ancak o gibi hakikatlara mütehayyelatlarının dürbünü ile baktıkları vakit ve ülfet eyledikleri suretlerle tasviri yapıldığı zaman idrak edebiliyorlar. Lâkin avam halkın bu mütehayyelat ve me'lufatları vasıtasıyla idrak edebildikleri hakikatlar bir şartla kabul edilebilir ki; nazarları temsil ve teşbihin suretine takılıp kalmaması lazımdır. Ta ki muhaliyet, cismiyet, ya da cihet gibi akidenin hilafı şeyler lazım gelmiş olmasın! Belki nazarları mezkûr teşbihler vasıtasıyla hakaikin asliyetine geçsin.

Mesela: Cumhur-u nas, kâinattaki tasarruf-u ilahînin hakikatını, bir padişahın kendi serîr-i saltanatında oturup tasarruf etmesi suretiyle tasavvur edebilirler.

Bundandır ki; Kur'an-ı Hakîmde

اَلرَّحْمٰنُ عَلَي الْعَرْشِ اسْتَوَيٰ

(Taha/5) olan kinayeyi ihtiyar eylemiştir. (Yani, Rahman ve Sultan-ı Kâinat olan Allah, kâinatı tedbir, tedvir, ve idare etme işinde, arş-ı rububiyetinde istiva eylemiş oturmuştur.)

İşte, Cumhur'un hissiyatı bu merkezde olduğu için; elbette belagat menhecinin iktiza eylediği şey ve irşad yolunun lüzumlu gördüğü vaziyet, herhalde onların fehim ve anlayışlarına riayet edilmesi ve hissiyatlarına ihtiram yapılması ve akıllarına göre mümaşat ve fikirlerine müraat edilmiş olmasıdır. Evet, bir çocukla konuşan adamın, ifadeleriyle çocuklaşması lazımdır ki, ona birşeyler anlatabilsin de, çocuk da anlayabilsin. Ve bir ünsiyet ve tanışma oluşsun. İşte Kur'an-ı Hakîm'in üslupları da şu verilen misaller menzilesinde olup, cumhur-u avamın anlayışlarına

اَلتَّنَزُّلَاتُ الْاِلٰهِيَّةُ اِلَي عُقُولِ الْبَشَرِ

ile tesmiye edilen hakikata riayet edilmiştir. (Yani, o gibi teşbihlerle beşerin akıl ve idrakleri seviyesine inen ilahî tenezzülleridir.) Şu İlahî tenezzül ise, yani seviyelerine inerek, idraklerine göre hakikati anlatması, onların zihinlerini ünsiyetlendirmek içindir. Ve işte bunun için, Kur'an-ı Hakîm müteşabihatın suretlerini cumhur-u avamın nazarlarına bir minzar, bir dürbün olarak vaz'eylemiştir.

Görmez misin ki; belagat ehli olanlar dakik, nâzenin mânâların tasavvur edilebilmesi, ya da müteferrik, dağınık olanları toparlayıp tasviri yapılabilmesi için, istiareleri kesretle kullanmışlardır. İşte Kur'anda olan benzeri müteşabihatlar dahi, ğâmiz (gayr-ı vâzih) olan istiareler kısmındandır. Evet, o gibi istiareler, gâmiz hakikatların misalleri, sûretleri ve kabuklarıdırlar.

Amma gelelim; Kur'anda bazı ibarelerin anlaşılmasının güçlüğü ve muğlak olması meselesine: İşte bu husus iki tarz ile mülahazaya alınabilir. Biri: Ya mânânın incelik ve derinliğinden.. İkincisi: Ya da, üslubun îcazdarlık ve ulviyetindendir. Kur'an-ı Hakîm'in müşkilatı işte bu ikinci kabildendir.

Ama üçüncü şık ki; belagatın zıddı ve münafîsi olan -haşa- lafzın kabalığı, muğlaklık ve rekikliği ve de ibarenin mübhemlik ve düğümlülüğü meselesi ise; umum buleganın şehadetiyle Kur'an-ı Hakîm bundan kat'iyyen müberra ve uzaktır.

İşte gel, bak ey şüpheci efendi! Acaba en kolay ve zahmetsiz bir yolla, şu pek derin ve cumhur-u avamın efkarından çok uzak olan -üstte zikri geçen- benzeri hakikatları, istiare ve teşbihlerle avamın fehimlerine yakınlaştırmak, belagatın ta kendisi değil midir? Evet, belagat mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Feteemmel!..

Amma ikinci reyb ve şüphe ki; kâinat ve mevcudatın yaradılış teşekkülü hakkında, Kur'an-ı Hakîm'in yeni fenlerin şerheyledikleri gibi değil, ibham ve icmal etmesi meselesidir. (Buna karşı cevabımız şudur)

Şunu iyi bil ki: Alem şeceresinde bir meyl-ül istikmal vardır. (Yani, olgunlaşmaya doğru gitme meyli) ve bu ağaçtan teşa'ub etmiş, dallanmış olan insan dalında meyl-üt terakki başlamıştır. Bu meyl-üt terakki de, bir çekirdeğin vaziyeti gibi olup, neşv ü neması bir çok tecrübeler vasıtasıyla elde edilebiliyor. Fikirlerin de birbirine eklenmesi neticesi ve vasıtasıyla da şekilleniyor, genişliyor. Sonra da; birbirine dayanan tertiplenen ve eklenen fenleri ve ilimleri semere veriyor. Bu vaziyet ise, mütekaddimin teşekkülünden sonra, müteahhirin in'ikadı ancak oluşabiliyor. (Yani, Sonra gelenler, öncekilerin attıkları temel üzerine ancak mesailerini bina edebiliyorlar.) Hem önce gelmiş olanların attıkları temeller de, ancak mütearife ulum halini aldıktan sonra, arkadan gelenlere mukaddime ve esas olabiliyor.

İşte, bu sırra binaen: Bir adam bundan on asır önce; halen tekemmül ve inkişaf etmiş haliyle bir fenni öğretmek, yada ona dair bir ilmi anlatmak istemiş olsa idi; -ki fenler, bilgiler birçok tecrübelerle tevellüd edebilmektedir. - ve insanları ona davet etmiş olsa idi; o vaziyette cumhûrun zihnini teşviş ve şaşırtmaktan başka ve insanların safsata ve muğalatalara düşürülmesinden gayrı bir faide vermiyecekti.

Buna binaen, Kur'an-ı Hakîm nâzil olduğu zaman, mesela dese idi ki: "Ey insanlar güneşin sûkût[9] ve durgunluğuna ve küre-i arzın hareketine; ve bir damla suda (ya da Soyda)[10] bulunan milyon hayvanın içtimaı'na bakınız, ta Sâni'in azametini tasavvur edesiniz!" İşte o zaman, cumhurun hiss-i zahirîleri, yada galat-ı hisleri sebebiyle, ya tekzibe düşürecekti.. veya onları kendi nefisleriyle muğalataya ve buna karşı mükabereye sevk edecekti. Çünkü cumhur-u avam, dünyanın sathiyetini (düzlüğünü) ve güneşin döndüğünü, zahirî gözle, müşahede edildiği haliyle telakki ettiklerinden bedihî işlerden görüyor ve biliyorlar. Halbuki zihinlerini -bilhassa ilk asırlarda- teşviş eylemek; hususan zamanımızın bir kısım adamlarının teşehhî ve arzuları için, on asır kadar bir zamanda yaşamış insanları şaşırtmak, elbette minhac-ı irşada ve belagatın ruhuna zıdd ve münafi olacaktı.

MÜHİM BİR MEVZU'DUR / İlk matbu' nüsha[değiştir]

Ey arkadaş sakın zannetmeyesin ki; şu maddî fenlerin teknolojinin eski asırlarda inkişaf etmemişlik vaziyetine bakıp kıyas ederek; istikbalî ahval olan ahiret ve cennet gibi meseleler dahi onlar gibidir. Hayır, hiç öyle değil.. zira hiss-i zahirî, (görme, duyma ve tutma gibi) müstakbelde gelecek olan Ahiret ahvalinin hiçbir cihetine, taraf ve yanına tealluk edemediği, yani görüp, tutup bilemediği için; o ahval imkanlık derecesinde kalmış olarak, onlara karşı itikad ve itminanın imkanı bulunduğu için; elbette o ahvalin hakk-ı sarihleri açıkça ifade ve beyandır. Lakin üzerinde olduğumuz mevzu ise, avamın zahir nazarında -hissin galatı, şaşırtılması hükmüyle- imkan ve ihtimalin derecesinden çıkarak, avamın indinde bedahet derecesine çıkan bir şey olarak göründüğü için; belagatın nazarında onların zahirî olan hislerini okşamak ve zihinlerini müşevveşiyetten, şaşırtmaktan kurtarmak için hakkı elbetteki ibham ve ıtlaktır. Fakat bununla beraber, Kur'an-ı Hakîm cumhur-u avamın basit, sade fikirlerini okşadığı aynı meselelerde, asl-ı hakikata da remz ve telvih etmiş ve fikirlere açık kapı bırakmak ve bir çok emare ve karineleri göz önüne koymak suretiyle, daha içerilerdeki hakikatlara davet eylemiştir.

İşte ey arkadaş! Eğer insaflı kimselerden isen; elbette كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدْرِ عُقُولِهِمْ [11] (Akılları alabileceği kadar insanlarla konuş, ona göre hakikatları anlat!) düsturunda durup teemmül etmiş; ve telahuk-u efkarın neticesinde meydana gelen bu gibi iş ve meselelerde, zamanın ve muhitin hazırlıklı olmaması sebebiyle, cumhurun fikirleri bu gibi şeylerin teklifine mütehammil olmadığını ve onu hazım edecek durumda da olmadığını bilmiş ve idrak etmiş isen; her halde bilebileceksin ki; Kur'an-ı Hakîmin ihtiyar etmiş olduğu ibham ve ıtlak üslûbu, mahz-ı belagattır ve i'cazının delilidir diyeceksin!

Amma ÜÇÜNCÜ ŞÜPHE Kİ: Bazı ayat-ı Kur'aniyenin, aklî delillere ve fennin, ilmin keşfettiklerine münafî bir tarzda imale eylediği meseledir: (Buna karşı cevabımız)

Bilmiş ol ki: Kur'an-ı Hakîmde maksad-ı aslî ise; cumhur-u avamı şu "dört esasat"a irşad etmektedir. O esaslarda bunlardır:

1- Sani-i Vahid'in isbatı

2- Nübüvvet

3- Haşir

4- Adalettir

Buna göre, Kur'anda kâinat bahsi ve zikri, istidlal için olduğundan, ancak tebaî ve istitradî vaziyetinde olmuştur.

(MÜHİM BİR MESELEDİR / İlk matbu nüsha)[değiştir]

Evet Kur'an-ı Hakîm, coğrafya ve kozmoğrafya dersini vermek için nazil olmuş bir kitap değildir. Belki san'at-ı İlahiyeye ve Nazzam-ı hakikî olan Cenab-ı Hakkın Vahdaniyetine istidlal için (delil yapıp getirme) kâinattan bahsetmiş, zikrini yapmış ve ediyor. Hal böyle olduğu için; elbetteki her şeyde eser-i san'at, kasd, amd ve nizam görünmektedir. Öyle ise, hilkatin teşekkülü veya ilk yaradılış keyfiyeti nasıl olmuşsa olsun, bizi (bu noktadan) ilgilendirmediği gibi; Kur'andaki maksad-ı asliyede taalluk etmemektedir.

İşte, madem ki Kur'an, kâinattan istidlal için bahsediyor ve madem müddeadan önce istidlal için, yapılanın varlığı ma'lum ve zahir olması zarûrîdir. Hem delilin vuzuhlu ve zahir olması her vakit istihsan edilir. Şimdi acaba bu hale göre, irşad ve belagatın icabı, cumhurun hissî olan mu'tekadatlarını (avamın zahirde görünene göre inançlarını) ünsiyetlendirmeyi, okşamayı nasıl iktiza etmiş olmasın!.. ve bir kısım ayetlerin zahirî nassiyetlerini avamın kendilerine göre olan bir çeşit edebî malumatlarına imale etmekle mümaşat etmeyi lüzumlu görmesin!. Lâkin bununla beraber; o zahir hale göre olan imaleler, asl-ı hakikate delalet etmek için değil, belki kinaiyyat, ya da terkiblerin müstetbeatı kabilinden olan şeyler (yani bir mesele anlatılırken, cümlelerin terkibleri arasında irade edilenlerin dolaylı mânâları) olmakla birlikte; aynı zamanda ehl-i tahkik için hakikatın asliyetine işaret eden bir çok karine ve emareleri de vaz eyliyecektir.

Evet, mesela: Eğer Kur'an (bilhassa ilk nüzûlünde) istidlal makamında dese idi ki: "Ey insanlar! Güneşin zahirî ve surî hareketi içindeki sükûnunda; ve küre-i arzın zahirî sükûnu ile beraber, yevmî ve senevî hareketinde tefekkür ediniz.. ve yıldızların arasındaki cazibe-i umumîyenin garabetinde teemmül ediniz.. ve elektriğin acaibliğinde ve yetmiş çeşit unsurların arasında cereyan eden gayr-ı mütenahî imtizac ve karışımlarına; ve bir katre suda (yahut "soyda") milyonlar hayvanatın içtimalarına, toplanmalarına bakınız! Taki Allah ü Teâlanın her şeye kudreti, gücü yeten bir Kadîr-i Zülcelal olduğunu bilesiniz." İşte o zaman, delil, müddeadan çok dereceler daha gizli, daha örtülü ve daha müşkül olmuş olurdu. Ki bu ise, hiç şübhesiz kaide-i istidlale zıdd ve münafidir.

Hem sonra, Kur'anın o gizli zahirî imaleleri kinaiyât kabilinden olduğu için, mânâları doğru veya yanlışa medar olamazlar. Zira, asıl maksad olan şey, kinaîlerin kendileri değil, belki onların vasıta ve misalleriyle anlatılan şeydir. Nasıl ki mesela قاَلَ lafzının Elif'i bir hafifliği ifade edip gösterir. Onun aslı "vav"[12] olmuş, "kaf" olmuş hafifliğine tesir etmez.

(Şu aşağıdaki üç-dört satırlar, başka bir iki şüphenin reddine işaret etmektedir. / İlk matbu nüsha)

Elhasıl: Kur'an-ı Hakîm, umum asırlardaki yekûn insanlar için nâzil olmuş olduğundan; şu geçen "üç noktalar" i'cazının delilleri olarak zikredildiler.

وَالَّذٖي عَلَّمَ الْقُرْآنَ المُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَشٖيرَ النَّذٖيرَ وَ بَصٖيرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَ اَجَلُّ وَ اَجْلٰي وَ اَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ يَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الحَقٖيقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰي وَاَعْلٰي وَاَنْزَهُ وَ اَرْ فَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغََالِطَ عَلٰي النَّاسِ

Evet, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanı ta'lim eden Zat-ı Zülcelale yemin olsun ki; beşîr ve hem nezîr olan Hazret-i Muhammedin (A.S.M.) nazarı ve onun en ince olan sırr ve hakikatlara nüfuz eden nakkad basireti, hayalin ona hakikat olarak iltibas olunmasından ve benzerlik içinde ona görünmesinden çok daha dakik, çok daha yüksek ve çok daha parlaktır.. ve onun hak olan mesleği de, insanları aldatmaktan ve muğalatalara sürüklemekten pek çok daha ganî, âlî, nezih ve üstündür.

YEDİNCİ MESELE[değiştir]

Ey arkadaş, kat'iyyen bil ki: Siyer ve tarih kitapları; Hazreti Muhammedenil Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin gözle görülmüş, ilmen bilinmiş pek çok mu'cizelerini.. ve cumhur-u ulema yanında meşhur ve zahir olmuş bir çok harika hallerini.. ve muhakkik bir çok zatların, bunları tahkik eyleyip tefsir ettiklerini yazmış ve kaydetmişlerdir. Amma malum olan şeyler ve halleri tekraren talim eyleyip söylemek, vaktin zayi' ettirilmesi demek olduğundan, tafsilatını mezkûr zatların kitaplarına havale ederek, yalnız birkaç nevini icmalen kaydedeceğiz. İşte:

Bilmiş ol ki; Peygamberimizden (A.S.M.) zahir olmuş harikalar, tek tek efradı mütevatir olmayıp, âhadî de olsalar, fakat cins ve nevilerinin bir çoğu bil-mânâ mütevatirdirler. Ve bu harikaların nev'ileri de "üç" çeşittir.

Bu garip şekil hakkında Molla Abdülmecidin beyanı: "Diyarbekirde eski Van Valisi Cevdet Beyin evinde 19 Şubat 1330 (rumî) tarihinde (3 Mart 1916) Cuma gecesi, (yani Perşembe günü ikindisinde,) bu tefsirin ilk arabî nüshasını tebyiz ederken, şu şekl-i garib -mürekkep hokkası devrilmesi neticesinde- bir tevafuk eseri olarak vaki' olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis'in sukutu ile müellif Bediüzzaman'ın esaretinin başlangıcı olan; yaralı ve ayağı kırık bir surette bir su arkına sığınması gecesine rast gelmektedir. Sanki şu şekl-i garibin şu mucizeler ve harikalar bahsinde, yani kitabın yazısı buraya geldiğinde) o gece husule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve beraberinde bulunan talebelerinin çoğu şehid olarak kanlarının dökülüp akmasına harika bir işarettir.

Müellifin küçük kardeşi ve yirmi senelik talebesi -Abdülmecid-

Aynı şekl-i garib hakkında Müküslü merhum Molla Hamza'nın bir te'kidli beyanı:

"Hem bu nakş, başı kesilmiş bir yılanın kuyruğunu müellif Hazret-i Bediüzzaman'a sarmış olduğuna ve müellifin yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor."

Eski Said'in ehemmiyetli talebesi Hamza (rh)

VE MÜTERCİMİN BİR EK TEFSİRİ[değiştir]

("Evet, şu acip ve garip şekil veya nakş hakkında bi-hakkın güzel ifade ve beyanlar dile getirilmiştir. Ve o ifadeler çok güzel ve hakikatdardır. Bu fakir ise, şunu der ki: Başı kesik bir yılanı andıran bu nakşın, Mu'cizat-ı Nebeviyye rükünlerinin zikrine başlandığı bu sahifede vaki' olmuş olmasıyla -Allahü alem- işarettir ki; Birinci Cihan Harbinde Hilafetin bayraktarı Osmanlı mücahid devletine musallat olmuş dünya devletleri her taraftan, hususîyle o devirde maddeten hayli kuvvetli Rusya, müellifin memleketi olan Şark Vilayetlerimizde istila hareketine girişerek gelmiş, ta Hazret-i Bediüzzamanın doğduğu Bitlis Vilayetine ulaşmış olduğu halde, daha ilerliyememiş. Müellif hazretlerinin Bitliste Rus generaline dediği: "Dağ-taş senin askerlerinle dolsa da, Deliklitaşı geçemeyeceksin!" İşareti tahakkuk eylemiştir. Ve filhakika Bediüzzamanın dediği gibi Ruslar, Bitlisten öteye geçememişlerdir. Hz. Müellifin esaretinden az sonra, Rusya içinde bazı ihtilaller vukua gelmiş ve burada kuyruğundan yara alarak, başı da kesilmiş bir kobra yılanına dönmüştür.")

Birinci Nev'i: Mütenevvi' olan irhasâttır. Yani, nübüvvetten önce vuku' bulan harika hallerdir. Mesela Mecusilerin taptıkları ateşin sönmesi.. ve takdis edilen "Sava" gölünün kuruması.. ve fars padişahı Kisra'nın sarayının eyvanı sallanarak inşikak edip yarılması.. ve Hatiflerin Risalet-i Ahmediyeyi müjdelemeleridir. İşte şu kat'î olarak vukûa gelmiş hadiselerle insana şöyle tahayyül ettiriliyor ki; Peygamberin içinde doğmuş olduğu asır, sanki keramet sahibi ve hassas bir asır olmuştur da, hiss'-i kabl-el vuku' ile Peygamberin kudumunu, geleceğini müjdelemiştir.

İkinci Nev'i: Resul-ü Ekremin (A.S.M.) pek çok gaybî ihbarlarıdır. Mesela: Kisra ve Kayser'in hazinelerinin fetihleri; ve Rumlara galebe edileceği ihbarı; ve Mekke'nin fethi ve emsali gibi ihbarlar... Böylelikle sanki Onun (A.S.M.) tayyar olan ruh-u mücerredi, muayyen olan zamanın ve müşahhas olan mekanın kaydını kırmış; müstakbelin etraf ve köşelerinde cevelan edip gezmiş ve gördüklerini bize söylemiştir.

Üçüncü Nev'i: Hissî olan harikalardır ki, (gözle görülüp, elle tutulabilen harika işler) tehaddî ve dava vaktinde (yani, hasmın aczini göstermek için ayetler, deliller ibraz eylerken) izhar eylemiş olduğu şeyler ve hallerdir. Mesela: Taşın kendisiyle insan gibi konuşması, Ağacın onun emriyle hareket etmesi, Kamer'in ikiye bölünmesi ve parmaklarından suyun nebean edip çıkması gibi harika işler...

Allame Zemahşerî[13] katiyyen hükmetmiş ve demiştir ki: Bu nev' mucizeler bine bâliğdir.. Ve bu nev'in sınıfları da mütevatir-i bilmânâdır.

Hatta وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nün mânâsında, Kur'anı inkâr edenler (müşrikler) dahi herhangi bir tasarrufda veya başka bir sebebe tahvilde bulunamamışlardır.

Sual 50[değiştir]

Eğer Desen: İnşikak-ı Kamer gibi harikaların alemde iştihar etmesi ve herkesce bilinmiş, duyulmuş olması lazım?

Cevaben sana denilir ki: Matla'ların ihtilafı, bulutun varlığı ve bu günkü zaman gibi semavatı rasad edecek aletlerin bulunmamasından; hem inşikak, vakt-i gaflette vaki' olduğundan; hem gece içerisinde vuku' bulmuş olmasından; keza inşikak'ın anî bir tarzda vücuda gelmiş olmasından; dünyadaki umum insanların, ya da ekserisinin görmelerini lazım kılmaz. Bununla beraber, mevzu hakkında gelen rivayetlerde[14] sabit olmuş ki: Matla'ları aynı olan memleketlerin birçok kafileleri, kervanları inşikakı görmüşlerdir. Hem sonra Peygamberin (A.S.M.) bütün mucizelerinin başı ve reisi ve yedi vechile[15] i'cazı bürhanlaştırılmış olan Kur'an-ı Mübîn, şu وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ ayetiyle ona bakarak işaret eylemiştir.

(Nübüvvetin tahkiki hakkındaki uzun mukaddeme sona erdi, sadede geliyoruz.)

İşte eğer sen bütün bu meseleleri iyice anladı isen; sana "üç vecih"le nazm ve diziliş ahengi tilavet edilecek olan şu mevzu'umuz olan ayetin birbiriyle irtibat şeklini dinle.

Birinci vechi: Ayetin mecmu'u makabliyle olan nazmı.

İkinci vechi: Cümlelerinin yekdiğerleriyle olan irtibatı.

Üçüncü vechi: Tek tek her bir cümlenin düzen ve kaydlarının nazm ve dizilişidir.

Amma birinci vechi olan (mecmu-u ayet itibariyle) makabliyle olan nazmı iki vechiledir. Birincisi: Vaktaki bundan önceki ayette, tevhidin isbatı için يَا اَيُّهَا النَّاسُ dedi. Ayetteki bu hitab ile, tefsir-i İbn-i Abbasa (ra) göre: Tevhidin en zahir delili olan Hazret-i Muhammed'in (sav) nübüvvetini isbat eylemiştir. Hem sonra nübüvvetin isbatı da mu'cizelerle olduğundan; mu'cizelerin en âzimi ise, Kur'an olduğu için, Kur'an'ın da icaz vecihlerinin en incesi, nazmının belagatındadır.

İkinci vechi: İslâm, yani umum müslümanlar, yani hepsinin namına uleması, katiyetle ittifak etmişlerdir ki: Kur'an-ı Hakîm bilaşek mu'cizedir. Fakat muhakkik ulema; i'cazın yollarında ihtilaf etmekle beraber, o ihtilaflı yollar arasında birbirine sıkıntı verebilecek bir hal mevcud değildir. Belki her birisi i'cazın cihetlerinden birini ihtiyar edip almış. Mesela: Bazıların yanında, Kur'an'ın i'cazı; gaybe ait işleri ihbar etmesidir. Bir başkaların yanında: Kur'an, bütün hakikatları ve hakikatlı ilimleri cem'etmesidir. Diğer bazıları yanında: Tehalüf ve tenakuzlardan salim olmasıdır. Diğer bir taifenin yanında: Kur'anın ayet ve sûrelerinin mebde' ve makta'larında (Başlangıç ve bitiminde) üslubunun garipliği ve bedi'liğidir. Daha başkaları yanında: Okur yazarlığı olmayan ümmî bir zattan Kur'anın -zahiren- zuhûr etmiş olmasıdır. Daha başka bazı kimselerin yanında ise: Beşer takatı fevkinde bir dereceye ulaşan Kur'anın nazımca belagatıdır... ve dahası ve dahası....

Sonra, bunuda bilmiş ol ki: Kur'anın -az evvel bahsi geçen- i'caz nev'lerinin tafsilen bilinmesi için, ancak üstte zikri geçmiş Tefsir-i İbn-i Abbas veya bu İşarat-ül İ'caz tefsirleri mütalaa etmekle elde edilebildiği gibi; bu meselenin bir icmalinin ma'rifeti de, ilm-i belagat üstadlarından Abdülkahir-i Cürcanî'nin, Zemahşerî, Sekkakî ve Cahîz'in[16] tahkik eylemiş oldukları gibi (üç yolla) elde edilebilir.

Birinci yol: Arab kavmi, bedevî ve ümmî bir millet idi. Yaşadıkları muhit de ümmîliklerine, bedeviyetlerine elverişli, münasib bir vaziyet-i acibede idi. Hal ve devran böyle yürümekte iken; Birden-bire Âlemde vukû' bulan âzim inkılablarla uyanıverdiler, gözleri açıldı. Evet Arab kavminin İslâmiyetten evvel, divanları şiir, ilimleri belagat idi. "SÛK-U ÜKÂZ" (Ukaz Panayırı) gibi yerlerde yarışmalar yapar, fesahatlarıyla iftihar ederlerdi. Hem Arab kavmi fıtraten en zekî bir millet idi. Bundan dolayı da zihnin cevelanına en çok ihtiyaç duymakta idiler. Aynı zamanda o günler, zihinlerinin cevelanı noktasında bahar faslı mesabesinde idi. Zira İslâmiyetin doğacağı günlerde şiir ve fesahatta çok terakkî etmişlerdi. İşte tam o sırada, birden Kur'an-ı Hakîm haşmet-i belagatıyla ufuklarında tulû' eyledi. Belagatlarının örnek misalleri olan ve Ka'benin duvarına altınla yazılmış "Muallakat-ı Seb'a"larını mahvedip nefesini kesti. Hal ve encam böyle olmakla; o belagat emîrleri ve fesahat hâkimleri olan fusaha ve bülaga-yı Arab, Kur'ana karşı muaraza'dan âciz kalıp, mukabil ağız açamadılar. Hal böyle iken; Peygamber Aleyhissalatü Vesselam uzun zaman onları şiddetli bir surette tehaddî ve muarazaya çağırıyor, âciz ve ebkem bırakıyordu. Peygamberin (A.S.M.) yaptığı bu çağrıda, "vay halinize!" diye onları levmediyor, perişan bırakıp rüsvay ediyordu. Bunun yanında, akıllarını sefihlikle, budalalıkla ta'nediyor ve a'sablarını tahrikedip, onları terzil ediyordu. Halbuki, o sıralarda Arapların öyle beliğleri vardı ki; Kibirlerinden omuzlarını semavata değdiriyor, ve bazılarıda "Samakeyn"[17] denilen iki yıldıza boynuzuyla dokunup sürtünüyordu. Yani, fevkalade kibirli, kendilerinden belagat ve fesahat noktasından emin ve mağrur idiler. İşte bu belagat emîrleri eğer muarazaya kalkışmak için kendilerini yoklıyarak tecrübe edip, acz hissetmemiş olsalardı; katiyyen muarazadan çekilip sûkût etmezlerdi. Demek, onların şu acizlikleri içerisindeki suskunlukları, i'caz-ı Kur'anın delilidir.[18]

İkinci Yol: Kelamın havass ve meziyetlerini ve incelik ve letaiflerini bilen ve anlıyan ehl-i ilim ve tedkik; ve karşı taraftaki itiraz ve tenkid ehli; Kur'an'da sûre-be sûre, aşr-be aşr, ayet-be ayet ve kelime-be kelime teemmül ve tefekkür ettikten sonra; katiyyen şehadet getirmişlerdirki; Hakîm olan Kur'an öyle meziyetlere, letaiflere ve hakaika câmi'dirki beşerin kelamında bulunmamaktadır. İşte, bu hakikatın şâhidleri milyonlardır. Ve bu şâhidlerin şehadetleri sadık olduğuna delil ise, Kur'an'ın insanlık aleminde yaptığı azim inkılab ve değişim; ve te'sis eylediği pek geniş diyanet; ve Kur'an'ın müştemil bulunduğu âlî ilimleri zamanın yüzünde payidar kılıp idame eylemiş olmasıdır.

Evet zaman ihtiyarlandıkça Kur'an gençleşiyor.. Ve ayât ve maânîleri tekrarlandıkça, daha çok halavet ve lezzet vermektedir. Öyle ise o,

اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحَي

(Necm/4) sırrına mazhardır. (Yani olsa olsa o, ancak vahyolup, ilka olunmuş olabilir.)

Üçüncü Yol: Allame Câhız'ın tahkik eylediği üzere; Arabın o çok ileri olan fasihleri, beliğleri; Peygamber'in davasını iptal etmeye şiddetle ihtiyaçları vardı. Bunun yanında, kin ve inadları da o nisbette şiddetli iken; en selametli ve en yakın ve en kolay yol olan muaraza-i bil-hurûfu (harf ve yazı ile muharebeyi) terkeyleyip; en zor, en uzun ve akibeti meşkûk çok ta tehlikeli yol olan mukara'a-i bis-sûyûfa (kılınç ile karşı koymaya) sığınmaya mecbur kalmışlardır. Halbuki onlar (Arab kavmi) öyle siyasî bir zekaya sahib idiler ki; şu iki yolun arasındaki açık tefavut ve zarar derecesinin bellirliliği onlardan gizlenmesi mümkün değildi. Demek ki, birinci yoldan gitmek eğer mümkün olsaydı, ki Peygamberin da'vasını iptal etmekte, Kur'an'ın veya hiç olmazsa bir sûresinin mislini yapıp getirmek, Peygamber için en şiddetlisi olmuş olurdu. Elbette şu kolay ve Peygamber için en şiddetli olan yol dururken, onu bırakıp, mal ve canlarını tehlikeye atan (ki bu ikinci yoldan gitmeleri ile, mağlûbiyetlerinin kat'î hüccetidir) bu ikinci yolu ihtiyar eylemek ise; ya çok sefih, serhoş ve geri zekâlı olmalı. Halbuki ise bu, hidayete geldikten sonra âlemi siyasî zekalarıyla idare etmiş bir kavmden uzaktır.. Veyahut da, birinci yolda gitmekte kendilerinde âcizlik hissettilerde, ikinci yoldan gitmeye muzdar kalmışlardır.

Sual 51[değiştir]

Eğer Desen: (Belagat yoluyla) muaraza etme imkânı herhalde bulunabilirdi?

Cevaben sana denilir ki: Eğer mümkün olmuş olsa idi; a'sabları hep tahrik edilip damarlarına dokundurulmuş o insanlar mutlaka muarazaya tama' edeceklerdi. Eğer ona tama'lanmış olsalardı, şiddet-i ihtiyaçlarından dolayı onu fiiliyata geçireceklerdi. Hem eğer muarazaya kalkışmış olsalardı, rağbetlerin ona olan fazlalığından ve esbab-ı zuhur'un kesretinden her halde gizli kalamayıp tezahür edecekti. Eğer tezahür etmiş olsa idi, onu benimseyen ve müdafa'a edip tarafgirlik gösterenler olacak ve diyeceklerdi ki: "Evet, Kur'an'a karşı muaraza edilmiş, benzeri, misli yapılmıştır. Ha, işte nümûneleri!.." ve yine; "Bilhassa ilk zamanlarda işte bu muaraza işi vaki' olmuş hadiselerdir." diyeceklerdi. İşte eğer böyle bir taassub namınada, ufak bir muaraza vaki olmuş olsa idi; çok mühim bir mesele, bir dava olduğu için mutlaka iştihar bulacaktı. Eğer iştihar bulmuş olsa idi, mutlaka tarihler ondan bahsedip nakledeceklerdi. Nasıl ki de Müseyleme'nin şu gelen hezeyanları bile unutulmayıp nakledilmiştir. İşte:

اَلْفٖيلُ مَا لْفٖيلُ وَمَا اَدْرٰيكَ مَا الْفٖيلُ، صَاحِبُ ذَنَبٍ قَصٖيرٍ وَخُرْطوُمٍ طَوٖيلٍ

Sual 52[değiştir]

Eğer Desen: Müseylime fusaha'dandı. Nasıl olurda, sözleri insanlar arasında böyle maskara ve gülünç olabiliyor?

Cevaben sana denilir: Çünkü pek çok derecelerle ondan yüksek birşeyle mukayese edilip karşılaştırıldığı için... görmez misin ki; bir şahıs çok güzelde olsa, Hazret-i Yusuf Aleyhisselamla mukayese edildiği vakit, çirkin görüneceği gibi... Ve netice olarak sabit olmuş oluyorki; Kur'anla muaraza mümkün değildir ve olmamıştır. Öyle ise, Kur'an mu'cizdir.

Sual 53[değiştir]

Eğer Desen: Şekci mürtabların birçok itiraz ve teşkikleri Kur'anın bazı terkiblerine ve bir kısım kelimelerine müteveccih vaki' olmuş ve olmaktadır. Misal olarak: اِنْ هٰذَانِ ve اَلصَّابِؤُنَ ve اَلَّذٖي اسْتَوْ قَدَ نَاراً ve benzeri nahvî itirazlar. (Yani, zahirî nahv kaidelerine uymuyor diye olan itirazlar.)

Cevaben sana denilir ki: Git, İmam-ı Sekkâkînin "Miftahül-ulum" eserinin hatimesine müracaat eyle cevabını alırsın. İşte imam, bu mevzu'da demiştir ki: "O şübheciler hiç düşünmezler mi ki; uzun zamanda kelamı tekrarlanmış ve o kelamın fesahatı bilittifak kabul edilmiş olmakla beraber, hiç yanlışı hissedilmemiş olduğu halde; şimdi acaba ne oldu da, bu kelamda yanlış varmışda, şimdi ancak bu ahmakların nazarına görünmüş oldu?!" diyerek ağızlarına taşla vurmuştur.

Amma ayetin nazm ve dizilişi hakkında ikinci vechi ise:

Bilmiş ol ki: Önceki ayet, (yani,

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

ayeti) vakta ki ibadeti emreyledi; sami'in zihni sordu: "Hangi keyfiyet üzere ibadet edeceğiz?" Kur'an adeta hemen cevap verdi ki: "Kur'an'ın size bildirdiği ve talim eylediği tarzda ibadet ediniz!"

Sami' suali tekrarladı: "Peki nasıl bileceğiz ki O, Allah'ın kelamıdır?" Kur'an hemen:

وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا

kavliyle karşılık verdi. (Ayetin meali: "Eğer sizin, abdimiz Muhammede (A.S.M.) inzal eylediğimiz Kur'an'ın kelamullah olduğu hakkında bir şüpheniz varsa onun bir sûresinin mislini getiriniz...! ilh)"

Amma bu ayetin cümlelerinin yek-diğerleri ile olan münasebet, irtibat ve nazm cihetine gelince şöyledir:

Evet,

وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا

cümlesi tam mevki-i münasibine düşmüştür. Zira, vaktaki Kur'an insanlara ibadeti emreyledi. Bu Emirden hemen sonra, sanki şöyle bir sual soruldu:

"Nasıl bileceğiz ki, Allah onu emreylemiş... ya da, o emir Allahın'dır da imtisali vacip olmuş olsun?!" bu suale karşılık hemen denilmiş ki: "Eğer bir şübhen varsa, kendini tecrübe et! (yani kalk, Kur'an'ın bir mislini yapmaya çalış!) ta yakîn getiresin ki, o Allah'ın emridir.

Yine, ayetimizin nazm ve diziliş vecihlerinden birisi budur ki: Kur'an vakta ki,

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًي لِلْمُتَّقِينَ

kendini bihakkin layık olduğu üzere sena eyledi. Sonra onun medhi arkasında mü'minlerin medhi gelip onu takib eyledi. Sonra, istidradî bir tarzda mü'minlerin medhinden sonra; kafir ve münafıkların zemmi izledi. Bunlardan sonra da, ibadet ve tevhid emri geldi. Kur'an dahi tekrar nazarları لَا رَيْبَ فِيهِ ye çevirmek üzere başa döndü. Yani ki der: "Amma Kur'an ise, şek ve şüphe edilmeye kabil bir şey değildir." Öyle ise, yaptığınız şek ve şüpheler, ancak kalplerinizin marazından ve tabiatlarınızın sekametindendir. Bu meseleyi te'kid eden:

قَدْ يُنْكَرُ ضَوْءُ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ وَيُنْفَرُ طَعْمُ الْمَٓاءِ مِنْ سَقَمٍ

[19]denilmiştir. Mânâsı: (Göz hastalığı sebebiyle bazan güneşin ziyası, ışığı inkâr edilir. Mizaç bozukluğu ve beden hastalığından dolayı da, suyun tadından nefret edilir.)

Amma فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ cümlesinin nazm ve dizilişi ise, bil ki bu cümle, evvelki cümlenin cezaüş-şartıdır. (Ayetin önceki cümlesi: "Eğer abdimize inzal eylediğimiz Kur'anda bir şübheniz varsa..." Şartlı kuruluşuna bakar. Bu cümle ise, "o halde, Kur'anın bir sûresinin olsun mislini getiriniz." İfadesiyle onun şartlılığının karşılığıdır.) Cezaüş-şart ise, şart fiilinin bir lazımı olması gerekir. Hem vaktaki burada olan şey, ta'cizî emridir, âciz bırakma işidir; elbette تَشَبَّثوُا takdirini, Yani, Haydi gelin, Kur'ana karşı muarazaya teşebbüs ediniz! diye mukadder cümleyi istilzam eyler. Hem yine madem buradaki emir, iş veya hal, bir inşadır. (bed'eyleme ve başlamadır) inşa ise, bir lazım değildir. Öyle ise, o emrin ve işin lazımı olan bir cezayı, yani karşılığı gerektirir. İşte o ceza ise, emrin, işin ma'nalarının asıllarından olan vücûbluk ve zarûriliktir. Sonra, Kur'anın mislini getirme zarûreti de şek ve şübheden dolayı lüzumluluğu açığa çıkamamaktadır. Öyle ise, ayetin îcazı altında tayyedilmiş mukadder bazı cümleleri iktiza eyliyor. Bunlarda şöyle olabilir: "Kur'anın Kelamullah olduğunda şüpheniz varsa, size onun i'cazını öğrenmek ve anlamak vacib olur. Onun i'cazını öğrendikten sonra, mu'cizeliği zahir olur. Mu'ciz olan bir kelam ise, beşer kelamı olması mümkün değildir. Muhammed dahi (sav) görüyorsunuz ki bir beşerdir, bir insandır. Öyle ise Kur'an onun kelamı olamaz. Eğer şimdi "Kur'anın i'cazı zuhûr etsin" istiyorsanız, kendinizi tecrübe ediniz, tâ ki acziniz meydana çıksın. İşte meydan! Bir sûrenin mislini getirmeye teşebbüs etmek size şimdi vacibtir."

İşte barekallah şu Tenzil'e (Kur'an'a) ki, ne kadar vecîz söyledi.. Ve ne kadar da ağız açtırmıyacak derecede aciz bıraktı.

Amma

وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ

nın nazmı ise, "üç vecih" iledir.

Birinci Vecih: Kur'anın hükümlerine iman getirmeyenler derler ki: Bizim Kur'anın bir sûresinin mislini getirmekten aciz kalmaklığımız, bütün beşerin de aciz kalacağına delil olmaz.?

Buna karşı Kur'an: وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ kavliyle onları ifham eyler, susturur. Yani ki der; "Sizler bu işi yapıp beceremiyorsanız, büyüklerinizi ve reislerinizi de yardıma çağırabilirsiniz, çağırınız."

İkinci Vecih: Onlar zu'mediyorlar ki; (delilsizce didiniyorlar ki:) "Biz eğer muarazaya kalkışırsak, bizi kim iltizam eder, benimser ve müdafa eder?"

Kur'an-ı Hakîm buna karşı: "Hiç bir meslek yoktur ki; onun asabiyetini çeken tarafdarları bulunmuş olmasın. Sizler muarazaya kalkışmış olsaydınız, hiç şübhesiz reisleriniz de meydana çıkar, sizi destekler ve yardımcı olurlardı."

Üçüncü Vecih: Kur'an-ı Hakîm bu ayet ile sanki şöyle diyor. "Vakta ki Peygamber Aleyhisselatü Vesselam, Kur'anın Kelamullah olduğuna ve kendi Risaletinin şüphesizliğine Allah'ı istişhad eyledi. Cenab-ı Allah dahi Peygamberi tasdiken ona şâhitlik için, davasına i'caz'ın mührünü, sikkesini vaz eylemiştir. İşte eğer sizin de aliheleriniz ve büyüklerinizin size bir faideleri olacaksa, durmayın çağırın!" Bu çağrı, ehl-i inkara karşı gösterilen gazab ve şiddetin nihayet hudududur.

Amma فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümlesinin irtibat ve nazmı ise, apaçıktır, zahirdir. Zira bu cümlenin içinde saklı olan mukadderi şöyledir ki: "Eğer kendinizi tecrübe ettiyseniz; kendinizi bir teftiş edip bakınızda, bir şey yapabilmiş misiniz..? Eğer bir şey yapamadı iseniz; acziniz açığa vurmuş, bir şey yapamıyorsunuz demektir."

Amma وَلَنْ تَفْعَلُوا cümlesi, üstteki cümle ile olan nazm ve irtibatı ise, güyaki Kur'an, vakta لَمْ تَفْعَلُوا (yapamazsınız) dediğinde; münkirlerin cânibinden gelen bir sual ile denildi ki: "Bizim geçmişte yapamadığımız bir şeyi, gelecekteki bütün beşerin de yapmaktan aciz kalacağına delil değildir." Buna karşı Kur'an: وَلَنْ تَفْعَلُوا (yapamayacaksınız) dedi. İşte Kur'anın bu kat'î ve ciddî hükmü "üç vech" ile i'caza remzetmektedir.

Birinci Vech: Bu hüküm, ihbar-ı bil-gaybtır ki, aynen Kur'an'ın dediği gibi olmuş... Evet, işte görüyorsun ki milyonlar Arabî kitaplar, Tenzilin üslûbunu taklide meyyal olmalarıyla beraber; ve pek çok inadçı rakiblerin de her zaman bulunmalarıyla birlikte; o kitapları teftiş ettiğinde, Kur'an'ın üslubuna uyanı o kitaplarda bir şey göremeyeceksin. Adeta Kur'an -bu meselede- kendi şahsında münhasır olan bir nevidir. O halde Kur'an, ya bütün o arabî kitapların altındadır. Bu ise, bilittifak batıl bir da'vadır. Öyle ise, tek bir şey kaldı ki; o da hepsinin üstünde olmasıdır.

İkinci vecih: Kur'an'ın وَلَنْ تَفْعَلُوا kavliyle, bir tek sûresine bile misil getiremediklerine ve getiremeyeceklerine dair kat' ve cezm ile hüküm eylemesi yanında; bu çok müşkil makamda ve pek büyük da'vada onları rezil ü rüsvay edercesine meydan okuyarak asabiyetlerini tahrik etmesi; Peygamberin kendi maline ve makalına son derece vâsık; emin ve mutmain bulunduğuna sadık bir alamettir.

Üçüncü Vecih: Kur'an-ı Mu'cizül Beyan وَلَنْ تَفْعَلُوا hükmü ile hasımlarına hitaben gûya der ki: "Sizler fasahat'ın emîrleri iken, insanlar da sizin bu fasahat ve belagatınıza şiddetle muhtaç bulundukları halde, Kur'an'a karşı muaraza yolunda en ufak bir misil de getirmeği başaramadınız, yapamadınız ise; elbette sair beşer ve başka insanlar hiç bir zaman yapamaz ve yapamayacaklardır. Hem وَلَنْ تَفْعَلُوا hükmünde şöyle bir işaret de vardır ki; Kur'an'ın semere ve neticesi olan İslâmiyetin dahi nazîrini, benzerini getirmeye mazî zamanı muktedir olamadığı gibi; müstakbel de mislini getirmekten aciz kalacaktır.

Amma

فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ

ayet bölümünün nazm ve dizilişine gelince, bil ki: اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümlesini فَاتَّقُوا nin takip eylemesi zevk-i belagatta şu gelecek mukadder cümleleri iktiza eyler, ister. İşte:

"Eğer Kur'an'a karşı muârâzayı yapamadı iseniz, yapamayacaksınız da. Bu vaziyette zahir olan odur ki; Kur'an mu'cizdir. Öyle ise, Allah'ın kelamıdır. Öyle ise, sizin ona iman etmeniz ve emirlerine uyup imtisal etmeniz üzerinizde vâciptir, zarûrîdir.." Kur'an'ın emirlerinden birisi olan "Ey insanlar! Ateşten, cehennemden korunmanız için Allah'a kulluk yapıp, ibadet etmeniz gerekmekte. Öyle ise, takvada bulununuz ki; ateşten korunasınız!" İşte, şu mezkûr ma'naları tazammun eyleyen bu cümle ile, Kur'an onu îcaz ederek âciz bırakmıştır.

Amma الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ nın nazmı ise, bil ki: فَاتَّقُوا (İttika ediniz, korkup çekininiz!) dan maksad, terhib eylemektir. Terhib'in mânâsı ise, ancak tevhil ve teşdid ile (yani korkunç olabilecek akibeti bildirerek şiddetli terhib içinde zecr ve korkutmakla) te'kid eylemekten ibarettir. Buna göre, Kur'an وَقُودُهَا النَّاسُ cümlesiyle (yani, Cehennemin yakıtı, odunu insanlarla taşlardır.) tehvil eyleyerek şiddetle korkutmuştur. Evet, öylesi bir ateş ki; odunu, mâhrûkatı insan olmuş olsa, daha çok korkunç ve dehşetli olur. Sonra, bu dehşeti daha da şiddetlendirmek için, taşların da odunu olduğunu atfeylemiştir. Evet, taşları bile yakıp ateş haline getiren bir ateş, sıcaklık, elbette ki te'siri daha çok şiddetli olur. Sonra, taşların da cehennem odunu olduğunun ifadesiyle; taştan yapılmış putlara tapmaktan insanları zecr edip çektiğine de işaret eder. Yani bu işaretle der ki: Allah'ın emrine uymayıp, imtisal etmeyip, gelip taşlara taptığınız taktirde; öyle bir ateşin içine atılacaksınız ki; tapanlarla tapınanları yiyip bitirecektir.

Amma اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ nin nazmı ise, cezaüş şart lüzumunun fiiline (yani, şart karşılığının fiiline) dair bir vuzuha kavuşturması ve bir takriri kararlaştırmasıdır. (Yani Molla Abdülmecid'in ifadesiyle: فَاتَّقُوا ile, اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümleleri arasındaki lüzumu îzah ve takrir eyler.) Yani ki: Şu musîbet (cehenneme girme felaketli musîbet) dünyada tûfan, zelzele vesaire gibi musibetler de olduğu gibi; zalimlerle beraber, ebrar ve ahyara da âmm ve şamil olduğu tarzında değildir. Belki bu musibet, sadece küfrün, imansızlığın önüne katıp sürüklediği kâfir cânîlere mahsus bir musîbet olacaktır. Öyle ise, ondan kurtuluş çaresi olmayacak.. Tek bir çaresi var; o da Kur'an'ın dediklerine uyup, emrine imtisaldir, ondan gayri değildir.

Sonra, şunu da bil ki: اُعِدَّتْ kavli, şöyle bir işaret veriyor ki; Cehennem, (Mu'tezilenin delilsiz zu'umlerinin rağmına olarak) şu anda mahluk ve mevcut haldedir. Hem cehennemin ebedîliği hususunda sana delil olacak ve hads-i kalbîyi ilham eyliyecek şey budur ki: Sen alemde hikmet nazarıyla bakıp tefekkür eylediğinde, görürsün ki; kâinat içinde ateş, azim bir mahluk olup her tarafa yayılmış galip ve hâkim bir unsurdur. Ve bu azim unsur, hem ulvî alemlerde, hem de süflî alemlerde esas, temel ve rükün olarak bulunmaktadır. Hem anlarsın ki; ateş, ebede kadar uzayıp giden pek büyük bir başın, bir ucun ve acib bir semerenin vücûd ve varlığına da işaret eylemektedir.

Evet, mesela: Bir adam, bir damarın veya bir dalın başı topraktan çıkıp, uzayarak gittiğini görse; her halde o dalın başında, mesela bir kavunun olduğunu veya olacağını düşünecektir. Aynen bunun gibi: Ateşin hilkatini ve yaradılış vaziyetini gören bir şahsın, (az yukarıda izahı yapılan; kâinatın her tarafına yayılmış ve ebede doğru uzamış olan ateşin bir dal ve bir damarını gören kimsenin) onun nihayetinde, bitiş noktasında cehennem hanzelesinin bulunacağını tefettun edip bilecektir, bilmesi gerektir.

Hem yine bir şahıs, bir çok nimetleri, güzellikleri ve lezzetli taamları görse de, her halde hadsen intikal edecektir ki; bunların akıp geldiği yerin ve bostanları olan mekânın bir bahçe, bir çiftlik olması lâzımdır diye düşünecektir.

Sual 54[değiştir]

Eğer Desen: Cehennem şu anda eğer mevcut ise, yeri neresidir?!

Cevaben sana denilir ki: Biz Ehl-i Sünnet vel-Cemaat maaşiri (toplulukları) cehennemin şu anda mevcud olduğuna inanıyor ve itikad ediyoruz. Lâkin yerini ve mekanını kat'î olarak ta'yin edemiyoruz.

Sual 55[değiştir]

Eğer Desen: Hadislerin zevahiri, cehennemin yer altında olduğuna delalet ediyor. Hem bir hadisde: "Cehennem ateşi dünya ateşinden ikiyüz derece daha şiddetli ve daha sıcaktır."[20] deniliyor. Hem yine hadiste: "Kıyamet gününde, güneş cehenneme dahil olacaktır."[21] Bu hadislerin ifade ettikleri ma'nalar nasıldır?

Cevaben sana denilir: Yerin, yani küre-i arzın altı ise,[22] onun iç merkezinden ibarettir. Çünki kürenin altı, onun merkezidir. Hem hikmetin nazariyatında (görüşlerine göre) sabit olmuştur ki; kürenin merkezinde, ikiyüzbin dereceye baliğ olacak şiddette bir ateş bulunmaktadır. Evet, her 33 metre hafriyatta takriben bir derece-i hararet artmaktadır. Bu hafriyat, kazı kürenin merkezine kadar inilse, yaklaşık ikiyüzbin derece hararetli bir ateşe ulaşılacaktır.

İşte bu görüş; "Cehennem ateşi dünya ateşinden iki yüz derece daha şiddetlidir." olan hadisin mealine mutabık gelmektedir.

Hem yine hadiste denilmiş ki: "Cehennem ateşinin bir kısmı Zemherirdir, soğuğuyla ihrak eder, yandırır."[23]

Bu hadis dahi kürenin merkezindeki ateş, onun sathına çıkmış olan bütün ateş mertebelerine müştemildir diye olan hikmetin görüşüne de uygun gelmektedir. Hem "Hikmet-i Tabiiye" ilminde tekarrur etmiş ki: "Ateşin bir mertebesi var; yakınındaki hararetleri def'aten kendine çeker, bürûdetle yandırır. O ateş mertebesi bu hale gelince, sular donar, buz olurlar.

Sual 56[değiştir]

Eğer Desen: Küre-i arzın cevfinde, karnındaki ateş küçük bir şeydir. Acaba bütün semavat ve yeri içine alabilecek olan o büyük cehennemi nasıl istiab edebilecektir?!

Cevaben sana denilir: Evet, mülk ve matviyyet itibarıyla her ne kadar cehennem küre-i arzın mazrufu da olsa, (küre kabı içinde dürülmüşte olsa) alem-i uhrevîye nazaran öyle bir azamettedir ki, bu dünya küresi gibi kürelerden binlercesini içine alır ve bütün onlardan daha büyüktür. Hatta denilebilir ki; şu alem-i şehadet, o ateşin tevabii olan sair dallarıyla irtibat kurmaya mâni' bir perde gibidir. Demek anlaşılıyor ki, Küre-i arzın karnındaki ateş, o büyük ateşin merkezi olabilir ve bu küçük ateş, o büyük Cehennemin bir sırrı ve bir çekirdeği olabilir.. veya da bu, o cehennem devinin ve ifritinin kalbidir.

Hem hadisteki "Tahtiyyet" ise, küre-i arzla bitişik olmayı istilzam etmez. Çünkü, hilkat şeceresinin dalları; güneş, kamer, yıldız, dünyamız ve diğer dünyaları semere vermiştir. Bu semerelerin altı ise bütün o dalların -nerede bulunurlarsa bulunsunlar- mabeynleri altına düşen mesafeye şümûlu vardır. Allah'ın mülkü de geniştir. Şecere-i hilkat, bu geniş mülkün her tarafına yayılmış, dağılmıştır, Cehennem nereye hangilerin yanına misafir gitse, reddedilmez ve reddetmezler.

Hem bir hadiste اِنَّ جَهَنَّمَ مَطْوِيَّةٌ [24] denilmiştir. Yani, Cehennem kendi içinde dürülmüş, katlanmış ve toparlanmıştır. Buna göre, cehennem tayyar olan küremizin bir yumurtası olması mümkündür. Ne zaman ki mülk perdesi yırtılsa, o yumurta dahi kabuğunu kıracak, dışarıya çıkacak ve ehl-i isyana hücuma geçmeye hazırlanacak, dişlerini bileyerek tezahür edecektir. İşte buna binaen ihtimaldir ki; ehl-i i'tizalin ayaklarını kaydıran ve şu andaki cehennemin mevcudiyetini kabullenmeme hatasına yuvarlattıran şey, onun matviyetidir. Yani, halen onun katlanmış ve dürülmüşlüğüdür.

Amma ayetin cümle-cümle heyetlerinin nazm ve diziliş kaydlarına gelince, bilmiş ol ki;

وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا

cümlesi başındaki "vav", iki müteatıfın (birbirine atıflı iki cümle veya kelimenin) arasındaki münasebete binaen,

كَمَا عَلَّمَكُمُ الْقُرْاٰنُ

cümlesinin mukadderliğini îma etmektedir. (Bunun izahı şöyle yapılabilir ki: Önceki ayette, Cenab-ı Hakk'ın insanlara in'am eylemiş olduğu nimetleri, yaptığı in'amatı ta'dad ederek hatırlattırdıktan sonra; "Bütün bunları görüp istifade ettiğiniz halde, bile bile Allah'a şerik, nazîr ve misil koşmayınız!" diye ta'lim edip bildirmiştir. Şu üstünde olduğumuz ikinci ayetin başında وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ Yani, "Bütün bunları görüp bildikten sonra, halen eğer bir şüpheniz varsa" diye üstteki ayetle bunun birbirine atıflı olmalarından dolayı, bu cümlenin başında bulunan "vav-ı âtıf" كَمَا عَلَّمَكُمُ الْقرْاٰنُ nün mukadderliğini iktiza eyliyor. Yani, Kur'an'ın size ta'lim eyleyip bildirdiği hakikatlerden şüpheniz varsa... ilh. gibi...)

Amma inkârcıların şüphe ve reybleri kesin olduğu halde, katiyette kullanılan اِذَا nın yerine, tereddütlü olan اِنْ in irad edilmesi, işarettir ki; reyb'in, şüphenin zeval sebebleri açığa çıkmasından ötürü, böylesi hallerin şe'ni ise, varlığı şekli olmasıdır, ki belki muhal iken farazî olarak tasavvur edilmiştir. Hem sonra اِنْ de olan şek, üslubun gelişine göre bir şektir. Mütekellime göre kıyaslama değildir.

Ve keza, en kısa meram ifadesi اِرْتَبْتُمْ iken, onun yerine كُنْتُمْ فِيرَيْبٍ nin iradı işarettir ki; şek ve şüphelerin menşei, münkirlerin hasta tab'ları ve oluş biçimleridir.

Hem "reyb" kelimesi onların şahıslarına zarf kılınması ise, (Yani; ayet اِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ "Eğer siz reyb ve şüphenin içerisinde iseniz" diyor ki "reyb" kelimesi zarf olmuş oluyor.) halbuki "reyb" kalblerinin mazrufudur. Yani kalbleri reybe zarfdır. İşte ayetteki şu mânâ, bunu ifade ediyor ki; şek ve şübhenin zülmeti, kalblerinden yayılarak, kalıbı, bedeni de istila etmiş; kalbe bakan ve giden bütün yolları karartmış bir haldedir.

Amma رَيْبٍ nin tenkiri ise, ta'mim içindir. Yani reybin, şübhenin enva'ından hangi nev' ile şübhe ederseniz edin; cevabı birdir, o da; "Şu Kur'an mu'cizdir ve haktır." Öyle ise, sizin sathî bir nazarla bakıp Kur'anı tahtie etmeniz, hatalı görmeniz, en büyük bir hata olduğundan; her bir şübheye ayrı ve hâs cevap vermeye gerek kalmaz. Aya görmez misiniz ki; bir şahıs gitti, pınarın asıl başını gördü ve buldu. Suyunu tattı ve onu hoş ve tatlı bir su olduğunu anladı. Artık bundan sonra, o pınardan ayrılan cedvellerin ve teşa'ub etmiş fer'lerin ayrı ayrı ve tek tek sularını tatmaya ihtiyacı kalmaz.

Amma مِمَّا نَزَّلْنَا deki مِنْ , ف۪ى شَيْءٍ مِمَّا lafzını mukadder olarak aldığına îmadır. (Yani; inzal eylediğimizin herhangi bir şey'inde şübheniz varsa...) ve نَزَّلْنَا lafzı da, şübhelerinin menşei, Kur'anın nüzûl sıfatı olduğuna işaret eyler. (Yani, Kur'anı Allah kelamı olarak inzal eyliyen, Hak Sübhanehu ve Tealanın cânibi, tarafı olduğu sıfatı.) Bu şübhenin kat'î cevabı ise, yalnız Kur'anın Allah tarafından isbat-ı nüzûlüdür.

Hem tedricî, peyderpey nüzûle delalet eden نَزَّلْنَا yı, defaten nüzûle delalet eden اَنْزَلْنَا ya tercih etmesi, Kur'anı Allah kelamı olarak kabul etmemelerine bahane arayanların didindikleri: "Neden defaten, bir kereden ona (Peygambere) nazil olmamış" diye olan hezeyanvarî laflarına işarettir. Oysa ki Kur'an, vakıa ve hadiselerin muktezasına göre nöbet-nöbet, necm-necm, sûre-sûre tedricen nazil olmuştur.

Hem عَلٰي عَبْدِنَا deki عَبْدِ kelimesini, "Nebiyy" veya "Muhammed"e tercih edip alması, Peygamberin kadrini ta'zim eylemeye işarettir. Aynı zamanda, ibadet vasfının, yani abd olarak Allaha kulluk yapma vasfının yüceliğine îma olduğu gibi; üst taraflarda tefsir ve izahı yapılmış olan يَااَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا ayetindeki اعْبُدوا emrini de te'kiddir.. Ve aynı zamanda, Peygamber Aleyhissalatü Vesselam'ın, insanların en çok ibadet edeni ve Kur'anı herkesten daha fazla okuyanı olduğu hakkında gelen evhamı def'ettiğine de bir remizdir. Ve daha buna göre sen düşün!

Amma فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ cümlesi ise, فَاْتُوا emri ile meydan okuyarak, Kur'anın muarızlarını aciz bırakmaktır. Yani, "İşte meydan, tek bir sûresinin mislini getiriniz." diye meydan-ı muarazaya davet etme emridir.

Hem فَاْتُوا deki tehaddî, yani muaraza için meydan okuma ve muarızları perişan edip rüsvay eyleme ve muarazaya davet ederek tecrübeye çağırmadır ki, acizliklerini meydana çıkarsın.

Ve بِسُورَةٍ lafzı, ifhamın (körlettirerek susturmanın) nihayet mertebesine ve Kur'anın galebe-i kahiranesinin şiddetine ve ilzam ve iskatın son hududuna işarettir. Zira tehaddî ve muaraza'nın;

İlk tabakası: "Kur'anın tamamının bir mislini, bütün hakaikiyle, ilimleriyle ve ihbarat-ı gaybiyyeleri ile ve yüce, âlî nazm ve dizilişiyle birlikte ümmî bir şahıstan yapıp getiriniz!" diye olan davetidir.

Kur'anın tehaddi ve muarazaya davet tabakasının

İkincisi ise: "Bütün Kur'anın, (birinci tabakada ta'rifi yapıldığı üzere) bir nazîrini getiremiyorsanız; belîğ bir nazm ve alî bir üslub içerisinde olmak şartıyla; müftereyât ve düzmecelerden olsun bir mislini yapıp getiriniz!"dir.

Üçüncü tabakası: "Eğer bunuda böyle yapamıyorsanız, yalnız onun on sûresine olsun mislini getiriniz!"dir.

Dördüncü tabakası: Buna da gücünüz yetmiyorsa, hiç olmazsa bir uzun sûresinde olsun misil yapınız!

Beşinci tabakası: Şayet bu da sizin için müyesser değilse, Kur'anın her hangi bir sûresini, en kısa bir sûresini, mesela اِنَّا اَعْطَيْنَا gibi bir sûreyi ümmî bir şahıstan olmak şartıyla yapıp getiriniz!

Altıncı tabakası: Şayet ümmî birisinden bunu yaptırıp getiremiyorsanız; haydi mahir bir alim ve hazık bir kâtipten olsun yaptırıp getiriniz.

Yedinci tabaka: Eğer bu da size zor geliyorsa; birbirlerinize yardım ederek yapınız, getiriniz.

Sekizinci tabaka: Eğer bunu dahi yapamıyorsanız, ins ve cinn'in kâffesinden olsun yardım isteyiniz! Hatta Hz. Ademden kıyamet gününe kadar oluşmuş olan telahuk-u efkârlarının neticelerinin tamamından da istimdad ediniz. İşte bütün o efkârlarının neticesi olan şu ellerinizde ve yanınızda mevcud ve Arabî üsluba göre yazılmış olan; taklid etme şevki ve tenkid etme sevkiyle meydana gelmiş milyonlarca Arabî kitaplara da bakıp istifade ederek, Kur'anın tek bir sûresine nazire olmak üzere bir şeyler yapınız, getiriniz!

Evet, bütün bu meydandaki kitapları tesaffuh ile karşılaştırarak tedkik etmiş bir ehl-i tahkik değil, belki edna bir aklı olan câhil bir şahıs dahi diyecektir ki; bunların içerisinde Kur'anın nazîri, benzeri yoktur. O halde şu Kur'an, ya bütün bunların altındadır; bu ise -üst tarafta ispatı yapıldığı üzere- bil-ittifak battaldır. Ya da hepisinin üstündedir ki, matlup olan da budur. Evet, onüç asır[25] müddetinde Kur'anla muaraza edilememiş, zaman böyle geçmiş, kıyamete kadar da öyle gidecektir.

Dokuzuncu tabakası: Kur'ana muarız ehl-i inada denilir ki; Sizin: "Bizim da'vamıza yardım edecek büyüklerimiz yoktur. Sizde bize şahidlik, yani kolaylık göstermiyor ve Yardım etmiyorsunuz!" diye kendinizi müdafa etmeyiniz! İşte Herkes duymuş olsun ki; size bunda dahi yol açıktır. Şühedanızı, büyüklerinizi, ve davanızı asabiyetle çeken tarafdarlarınızı davet edip çağırabilirsiniz.. ve bunların vicdanlarına müracaat edilsin; acaba muaraza davanızı tasdik etmeye cesaret edebilecekler midir?!."

Böylece, bütün bu tabakaların halini fehmetti isen; bak Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan bütün bu mertebelere nasıl işaret ederek îcaz içinde i'caz ettiğini anla! Yani, pek kısa kelimelerin ifadeleriyle icmal ederek, onları âciz bırakarak ağızlarına taşla vurmuştur. Hemde onları muaraza işinde her türlü imkânlara başvurmalarını da serbest bırakmıştır.

Sonra, bunu da bil ki: Beşerin Kur'ana karşı en kısa bir sûresine de muaraza etmekten aciz kalmalarının sebebi ve "bürhan-ı innî"si gayet açıktır. (Yani, Ayetin mevzu' ile alakalı kısmının başından buraya kadar yapılmış tahkikat ve mukayeselerle, ne için muaraza edemediklerinin sebeb ve delili açıkca beyan ve isbat edilmiştir) Amma bu meselenin "limmî"lik bürhanı, yani nasıllığı ise, şöyle ifade ve izah edilebilir: Cenab-ı Hak Teala beşeri Kur'ana karşı muaraza etmekten kuvvelerini (düşünce, inşa, idrak ve konuşma gibi ihtiyarî fiillerini işleten kuvvelerini) men eylemiş, durdurmuştur. Bu meselenin "limmiyyet"inde en sahih mezheb, Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî ve Sekkakî'nin ittifak ettikleri mezhebtir ki; beşerin gücü, Kur'an'ın âlî nazmının derecesine ulaşamaz." Sonra, İmam-ı Sekkakî: "İ'caz, zevk ile bilinip ta'bir ve ifadeye gelemeyen, şerhedilemeyen, belki tadılabilen birşeydir" diye olan mesleği seçmiştir. Lakin, "Delail-ül İ'caz" sahibi Abdülkahir-i Cürcanî: "İ'cazın tabire gelebileceği" mesleğini ihtiyar eylemiş.. Biz dahi bu mevzu'da Abdülkahir'in mezhebi üzereyiz.

-Bediüzzaman-

Amma bu cümle-i ayette نَجْمٍ veya طَائِفَةٍ veya نَوْبَةٍ gibi kelimelere tercihan سُورَةٍ ni getirmesinde ise, işarettir ki: Kur'an-ı Hakîm mu'terizlerin şübhelerinin aynı kaynağında onları ilzam eylemiştir. O kaynak ve menba'da: "Neden Kur'an def'aten Muhammed'e nazil olmadı"dır. Kur'an-ı Mu'ciz ise, onlara der ki: Size yol açık, buyurun, siz tek bir nöbetle hepisinin def'aten mislini yapıp getiriniz!

Ayrıca, Zemahşerî'nin beyaniyle: Tenzilin sûre-sûre olarak sûrelendirmesi vaziyetinin tazammun eylediği büyük faidelerine îma eylemektedir. Aynı zamanda, şu tarz-ı garib ile gelen üslub سُورَةٍ kelimesi ile bir çok letaifi tazammun ettiğine de îma etmektedir.

Amma مِنْ مِثْلِهِ lafzı ise, iki mânâsı vardır:

1- Nazil olmuş olanın mislini..

2- Üzerine nazil olmuşun benzeri bir kimseden mislini yapıp getiriniz!..

Şu noktayı da bil ki; birinci mânâya göre eğer olsa, ibarenin hakkı: مِثْلَ سُورَةٍ مِنْهُ olmalı. (Yani, Kur'andan bir sûrenin mislini getiriniz!" Lakin Kur'an, bu ibareyi bırakıp مِنْ مِثْلِهِ ye geçmiş. İşte bu da, ikinci mânanın ihtimalini mülahaza ettirmek içindir. Yani, "Sizin muarazanız, Peygamberin da'vasını ibtal edebilmek için, ancak okumuşluğu olmayan benzeri bir şahıstan mislini getirebildiğiniz vakit husul bulabilir.. Ve keza, muaraza o vakit i'cazı ibtal edebilir ki; Kur'anın mecmu'unun misli kadar olduğu takdirde... (Ya da, Molla Abdülmecid Efendinin tercümesiyle: "Muarazalarının mecmuundan Kur'ana mukabil gelebilecek bir sûrenin mislini başka bir kitaptan yapıp getirdiğiniz zaman, muaraza mümkün olabilir.")

Hem yine, مِنْ مِثْلِهِ lafzı, Kur'an gibi nâzil olmuş sair kütüb-ü semaviyeye zihinleri tevcih eylediğine bir remzdir. Tâ ki, sami'in zihni, Kur'an ve o kitabların arasını muvazene ederek, Kur'anın ulviyyetini düşünebilsin.

Ve

وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ

cümlesinde اِسْتَعٖينوا veya اِسْتَمِدُّوا gibi kelimeleri değil, اُدْعُوا yu alması, îma etmektedir ki; onlara bu muarazada istimdatlarına cevab verecek ve yardımcı olacak olan kimseler, yanıbaşlarında mevcud ve hazır olup, yalnız bir seslenmelerine ihtiyac var, uzakta ve görünmeyecek yerlerde değillerdir.

Amma شُهَدَاءَ lafzı, üç mânâyı cami'dir;

1-Fesahat ve belagatta büyükleriniz..

2-Size şâhidlik edecek, yardımcı olacak kimseleriniz..

3-Taptığınız putlarınız, âliheleriniz..

İşte birinci mânâya göre olsa, onları şöyle ilzam ediyor ki: "Bizim Kur'ana misil getiremeyişimiz, büyüklerimizin de onu yapamayacaklarına delil değildir" diye olan hüccetlerini kesip atar.

Şayet ikinci mânâya nazaran olsa: Muarızları korkuturcasına ifhamdır ki: "Bizim için şâhidler, destekleyiciler yoktur" diye olan bahaneli sebep ileri sürmelerini keser, atar. Çünki hiçbir meslek yoktur ki, destekleyicileri ve şahidleri bulunmasın.

Eğer üçüncü mânâya göre olsa; onları, ağız açamıyacak derece susturmakla rezil eylemektir ki; "Sizin menfaat beklediğiniz ve zararı sizden def'etme ümidini beslediğiniz aliheler; sizin çok çok ehemmiyet verdiğiniz bu işde nasıl olurda yanınızda yer almayıp, yardımcı olamamaktalar..

Amma شُهَدَاءَ kelimesine, hâslığı ifade eden كُمْ ü eklemesi ise, üstteki birinci mânânın pazusunu kuvvetlendirmektedir. Şöyleki lisan-ı ma'na ile der: "Sizin büyükler olarak bildiğiniz kimseler, sizinle içiçe ve beraberdirler, yanınızda da hazırdırlar. Hem aranızda hususî bir hal de mevcuddur. Eğer sizin o büyüklerinizin güçleri yetmiş olsaydı, elbette diriğ etmez, size yardımcı olurlardı.

Kezalik, şu كُمْ lafzı, üstte olan ikinci mânânın kanadiyle de teması oluyor ki der; "Biz Kur'an tarafı; sizi destekleyip iltizam edenlerin ve sizin asabiyetinizi çekenlerin size yapacakları yardım ve şahidliklerini de kabul ederiz. Hal böyle iken, sizin o büyükleriniz dahi, butlanı bedihî olan bu hususa, yani Kur'anla muarazaya yardım etmeye ve destek vermeye cesaret edememektedirler.

İşte bu iki ma'nadan sonra; كُمْ lafzı, üçüncü mânânında (üstte izahı verilmiş üçüncü ma'na) kolunu tutup destekliyerek takviye ediyor. Yani, muarızları tamamen rüsva etmek üzere diyor ki; "Sizin ma'bud olarak ittihaz ettiğiniz sanem ve âliheleriniz, zann ve zu'munuzda ilah oldukları halde; nasıl oluyorda size yardımcı olamıyorlar?!"

Amma مِنْ دُونِ اللّٰهِ lafzı ise, yine üst tarafta geçen "üç mânâlara" münasebetdarâne bakmaktadır. İşte, birinci ma'naya nazaran olsa; umumîleştirme işareti olur. Yani, "Allahtan gayrı, dünyada ne kadar büyük fasihler varsa hepisini çağırınız!" mânâsını ifade eder. Bir de, Kur'anın i'cazı Allah tarafından olduğu için, onunla muaraza asla mümkün değildir diye işaret verir.

İkinci mânâya göre olsa; onların nihayet aczlerine ve çıkılmaz hayret ve şaşkınlık bataklıklarına işaret olur. Yani; "Allah şahiddir, Allah biliyor ki: Bizim muarazaya gücümüz vardır" gibi sözleriyle hayret ve şaşkınlık içerisinde olduklarını gösterir. Evet, acz içinde çırpınanın adeti, yapamadıklarına delil getirmek üzere, Allaha yemin edip, şahid göstermekle şaşkınlıklarını gidermeye çalışmaktır.

Eğer üçüncü mânâya göre olsa; onların Peygamber Aleyhissalatü Vesselam ile olan o muarazaları, şirk'in tevhide, cemadatın, yani put ve sanemlerin Halık-ı arz ve semavata karşı muarazasından başka bir şey değildir.

Amma اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ cümlesi, onların: "Eğer istese idik, bu Kur'an gibi konuşabilir ve yazabilirdik" gibi laflarına işaret olduğu gibi; aynı zamanda onlara karşı bu cümle bir ta'rizdir, üstü kapalı bir ilişmek ve dokunmaktır. Yani, Kur'an onlara der ki: "Siz sıdk ehli değilsiniz, olamazsınız. Belki safsata ehlindensiniz. Fakat siz kendi kendinizi sıdk ehli farzediyorsunuz. Zira, siz hakkı taleb etme yolunda değilsiniz. Belki siz şüpheyi kendiniz istediniz ve şüphe içerisine düşmüş oldunuz. Sonra, burada cezauş-şart (şartın karşılığı) ise, makablinin muhassalıdır, neticesidir k, i mukadder olarak فَافْعَلوُ dur. Eğer da'vanızda sadık iseniz; gelin, yapın Kur'anın mislini!.."

فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ...

cümlesine gelince, bilmiş ol ki: Makabli olan اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ cümlesi aleyhlerinde, Kur'anın kıyas-ı istisnaî ile hüccet koymasıdır. Yani, gelen nakizin istisnası ile, mukaddemenin (önde gelen) nakîzinin neticesini elde etmektir.

(Burada mantıkı yerinde ve güzel kullanmıştır /ilk matbu' asıl)

BUNUN İZAHININ HÜLASASI[değiştir]

Yani, "Eğer siz davanızda sadık olmuş olsaydınız, behemehal muarazaya girişerek, Kur'anın bir sûresi'nin benzerini, mislini getirirdiniz. Lâkin bunu yapmadınız, bundan sonrada yapamıyacaksınız!.. Bu hal ise, netice veriyorki; sizler sadık kişiler değilsiniz. Öyle ise, neticenin neticesi olarak; hasmınız olan Peygamber (A.S.M.) sadık ve dürüst bir insandır. Kur'an dahi mu'cizedir.. O halde ona iman etmek üzerinize vaciptir. İman ediniz ki, azaptan, cehennemden korunasınız!"

İşte, sen gel, şu Tenzile bak ki; nasıl en kısa bir îcaz içinde i'cazı (aciz bırakmayı) gerçekleştirdiğini gör!

Sonra Kur'an, talî nakizin istisnası olan لٰكِنْ مَاتَفْعَلُونَ yerine اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا ile ifade etmekle, اِنْ harfinin teşkiki ile (şekilik haliyle) zanlarının mecrasına (yani; şübhelilik hallerine) işaret eylediği gibi "in" nin şartlılığı ile de; (çünki اِنْ "Eğer, şayed" ma'nalarında olduğu için, şartlı hükümdür.) mukaddemin nakîzi[26] için talînin nakîzini istilzam ettiğine işarettir. Sonra, neticenin mevzi'inde mukaddemin nakîzini zikretmiş olması, (Yani, "madem ki sadık olamıyorsunuz ve olamazsınız" yerine, lazımın lazımının lazımının illetini zikretmesi yani ki: فَاتَّقُوا النَّارَ yi getirmesi) terhib ve tehdidin korkunç, dehşetli vaziyetine işaret etmek içindir.

Amma اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا nün لَمْ ine nazaran mâziyi, اِنْ nine göre de müstekbeli göstermesi, zihnin yüzünü mazîlerine çevirmek içindir. Güya ki Kur'an onlara der ki: "parlak, süslü hutbelerinize ve altunla yazılmış (ve Kabe'nin duvarına altunla işlenmiş) muallakat-ı seb'anıza bakınız; hiç Kur'anla müsavî olabiliyorlar mı? Yada (alttan doğru), Kur'anın yakınına ulaşabiliyorlar mı.? Veya herhangi bir cihetten, Kur'anın yakın çevresine gelebiliyorlar mı?!.

Ayrıca تَأْتُوا ye tercihen تَفْعَلُوا yi getirmesi ise, "iki nükte" içindir. Bunlardan birincisi: Şöyle bir îmada bulunuyor ki; i'caz'ın menşei, onların aczi, âciz kalmalarıdır. Aczin menşei ise; eser değil, fiildir. (Yani, başlayıpta neticeye ulaşamama acizliği değil, hiç yapamamadır.)

İkinci Nüktesi: تَفْعَلُوا lafzını ihtiyar etmesi îcaz içindir. Çünki nasıl ki sarf ilminde {{Arabi|فَعَلَ masdarı bütün fiillerin mizanı ve cinsidir, yani köküdür. Onun gibi; üslublarda dahi amellerin masdarı, çıkış yeri olduğu gibi, kıssa ve hikayelerin de özüdür. Adeta cümlelerin zamîri فَعَلَ den ibarettir denilebilir.

Amma وَلَنْ تَفْعَلُوا ya gelince, bil ki: لَنْ deki te'bid, yani ebedileştirme hükmü, kat'îliğe îma etmek içindir ki, o da (sahib-i tenzile istinaden) bunu söyliyenin kendinden emin ve mutmain olduğuna.. ve bunu böyle hükmeylemekte her hangi bir şübhesi, tereddüdü bulunmadığına işarettir.. ve bu da remz ediyor ki; da'vada (peygamberlik da'vasında) herhangi bir hile, bir aldatma mevzu'u bahis değildir.

Amma تَجَنَّبوُا ye bedel, فَاتَّقُوا nün getirilmesi ise, cezanın cinsine ve aslına îma etmek içindir. Şöyleki فَاتَّقُوا ile der: "İman ediniz!.. ve Cehenneme girmeye sebeb olacak olan şirkten kendinizi koruyunuz. Yoksa!.."

Amma النَّارَ diye ateşin vasfını "Şu ateş!..." diye tarif eylemesi ise, ahd içindir. Yani bu ateş ki, Adem Aleyhisselamdan bu ana kadar beşerin ezhanında -Peygamberlerden işitilerek- istikrar bulmuş olan ahdedilmişliğinin vasfıdır. (Yani, umum peygamberler Cehennemden ve onun ateşinden bahsederek, şirkin ve küfrün ve inkârın cezası o ateş olacağını Allahtan aldıkları ahde uyarak bildirmişlerdir.)

Amma فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي de, ateşin اَلَّتِي nin mevsulesi ile tavsif eylemesi ki, mevsulenin (bitiştirme edatının) şe'ni, bahsini ettiği şey'in önceden malum olmuş olması lazım. İşte bunun sebebi ise, bu ayetten evvel nazil olmuş olan

نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَرَةُ

(Tahrim/6) ayetidir ki, muhataplarda onu evvelce işitmişlerdir. Öyle ise, mevsuliyet tam yerindedir.

Amma وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ den garaz ve maksad ise, -üstte bahsi geçtiği üzere- terhib içindir. Terhip ise, korkutmakla ve şiddetli göstermekle te'kid edilir. Buna göre ayet, evvela النَّاسُ lafzıyla, tehville korkuttu.. Nasıl ki bununla sarsmıştıda... Sonra اَلْحِجَارَةُ ile o terhib ve korkutmayı daha da şiddetlendirdi. Aynı zamanda اَلْحِجَارَةُ tehdidi ile başına da kakmıştı. Yani şöyleki: "Sizin menfaat beklediğiniz o sanemler, putlar, şimdi sizin daha çok azaplandırılmanız için alet ve vasıtalar olmuşlardır" diye lisan-ı haliyle söylemektedir.

Amma اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ cümlesine gelince, bil ki: Ma'nanın seyrine göre, yer ve mevzi اُعِدَّتْ لَكَمْ ibaresinin mahalli gibidir. (Yani "Kafirler için hazırlanmıştır"ın yerine: "Sizin için hazırlanmıştır" makamı gibidir.) Fakat Kur'an-ı Hakîm, ayetlerin ahirlerinde ekseriyetle fezlekeleri ve küllî kaideleri zikreyler ki; tamim ile hükmün büyük deliline işaretetmiş olsun. Evet kelamın -ma'na ahengi itibariyle- aslı

اُعِدَّتْ لَكَمْ اِنْ كَفَرْتمْ، لِاَنَّهَا اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

dır. Mânâsı: (İman etmeyip küfre girdiğiniz takdirde, sizin için cehennem ateşi hazırlanmış haldedir. Zira asıl itibariyle o kafirler için hazırlanmış idi.) İşte bunun için ayette zamirlendirme makamı içinde mazharlık sıfatı ikame edilmiştir. Amma اُعِدَّتْ nin mazîliği ise, -üst tarafta geçtiği üzere- Cehennemin şu andaki mevcudiyetine işaret etmek içindir.

Önceki Risale: Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 25: Cennet Bahsi: Sonraki Risale

  1. Bu kitap, 1910'da telif edilip, 1912'de tab'edileen "Muhakemat" kitabıdır. Bahis ise onun sonundaki "üçüncü makale" nin "ikinci maksad"ındadır. Fakat ayni bu bahis, 1920'lerde te'lif ve tab' edilen "Şuaâtü Marifet-in Nebiyy"eserinde; ve keza 1926'larda te'lif edilen" "Mesnevî-i Nuriyenin" baş tarafındaki "Reşhalar" bölümünde; ve daha sonra 1930'larda te'lif edilen "Ondokuzuncu Söz" de biraz daha tafsillice işlenmiştir. "Muhakemat" ve "Şuaâtü Marifet-in Nebiyy" eserleri "Asar-ı Bediyye" mecmuâsında mevcutturlar. Mütercim
  2. Tevbe Sûresi, ayet 40 da لَا تَخْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا dır. Lâkin Hazret-i Üstad -dikkat edilirse- bunu ayet diye kaydetmediği için, ayetten iktibas eyliyerek, لَا تَخَفْ olarak almıştır. Mâna itibariyle birbirinin aynı olmakla beraber, ayetten iktibas da caiz ve hatta şirin bir üslub-ü belagattır. Mütercim
  3. Kalem Sûresi 4. ayet. Ayetin tamamı وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ dır. Mütercim
  4. Bu bahsi, Asar-ı Bediyeye Mecmuasındaki "Şuaat" kısmı sayfa 70 de de okumak gerek. Mütercim
  5. İşarat-ül İ'caz eseri hicri 1332 de telif edildiği için, "on üç asır" diye ifade edilmiş. Şimdi ise, takvim 1424 tür.. Ve on dört asır dan sonra olmuş olur. Mütercim
  6. "Üç Noktaları" metinde 1. nokta, 2. nokta, 3. nokta diye ta'yin edilmiş değildir. Belki, hem, hem diye olan başlıklarla ifa edilmiştir. Mütercim
  7. 1916 başında söylenen ve bu kitapta yazılan bu söz, bu günkü tarihiyle olan 2003 ile olsa, üç asır önce olmuş olur. Mütercim
  8. Tomas Karlayl (1795-1881) İngiliz asıllıdır. İslâmiyet hakkında seri konferanslar vermiş bir fikir adamı. Bu konferanslarının içinde "Peygamberin Büyüklüğü" başlıklı olanında, yukarıda geçen sözleri söylemiş. (Yeni Lûgat - Abdullah Yeğin) Mütercim
  9. Hazret-i Müellif şu haşiyeyi bilahare "Şuaat-ı Ma'rifetin Nebiyy" eserinde de Arapça ve Türkçesini beraberce şöyle kaydetmişlerdir: "Tefsirimde (yani şu "İşarat-ül İ'caz" eserinde) böyle yazmıştım
    قد سنح لي في سنة ١٣٣٣ في المرض بين النّوم واليقظة في ‌ـ﴿وَ الشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ‌ـ﴾ هذا لمعنٰي، أي في مُسْتَقَرَّهَا لِاِسْتِقْرِارِ مَنْظُومَتِهَا، اَيْ جَرْيَانُهَا بِاِذْنِ اللَّه لِتَوَلّدِ جَاذِبَتِهَا النَّظَّامَةَ لِلْمَنْظُومَةِ الشَّمْسِيَّةِ. وَلَوْ سَكَنَتْ وَسَكَتَتْ لَتَنَاثَرَتْ
    (Yani hicri 1333 senesinde (1916) bir hastalığımda uyku ile yakaza arasında kalbime وَ الشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ hakkında sunuhat kabilinden şöyle gelmişti ki: "Güneş kendi müstekarrında, mihveri üzerinde Allah'ın izniyle olan cereyanı, manzumesini tanzim eden cazibesinin tevlidi içindir. Eğer şems, silkinmese, meyveleri düşecek.. silkinse, yemişleri olan seyyaratın istikrarları temin edilir. (Asar-ı Bediiye, 2. baskı sh. 117)
  10. Muhakemat kitabında "Soyda" ile kayıtlıdır. Mütercim
  11. Bu hadisin veya hadis mealinin birçok me'hazleri için (Bak: Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları A. Badıllı 2. Baskı sh: 824, sıra no: 861) Mütercim
  12. قاَلَ nin aslî yapısı قَوَلَ dir, sonra telaffuzda hafiflik için قاَلَ olmuştur. Mütercim
  13. Zemahşerî'nin asıl ismi, Ebul-Kasım Muhammed bin Ömer'dir. Harzem bölgesi "Zemahşer" kasabasında H. 467 de doğmuş, 538 de "Cürcan" da vefat eylemiştir. Dinî ilimlerin birçok dalında telifatı vardır. Meşhur eseri "Keşşaf" adlı tefsiridir. Üstteki sözleri bu mezkûr tefsirindendir. Mütercim
  14. Bu rivayetlerin ve geceleyin Yemen gibi yerlerde yolculuk yapan kervanların hadiseyi gördüklerine dair haberlerin me'hazı için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. baskı s: 437 sıra no: 146 Mütercim
  15. Yedi vechle mu'cizeliği hakkında, "Âsar-ı Bediiye"deki "Rumûz" Risalenin başında kısaca izahı yapılmıştır. Hülasasının hülasası şöyledir: "1- Lafzın fesahatı. 2- Gaybi ihbar. 3- Lafızları pek çok ma'nayı tazammun eylemesi. 4- Her asırdaki insanların fehimlerine göre ayrı ma'naları içine alması. 5- Evvel ve ahirlerin hikaye ve haberlerini ifade etmesi. 6- Tazammun eylemiş olduğu İslâm dininin i'cazkâr kanunları. 7- Ve bu altı ma'nalardan çıkan zevk-i icazdır." (Asar-ı Bediiye 2. baskı s: 131) Mütercim
  16. Câhız'ın asıl ismi Ömer bin Bahr'dır. Basrada M. 775 de doğmuş, 868 de aynı yerde vefat etmiştir. 350 kadar eser bırakmıştır. Abdülkahir-i Cürcanî ise, asıl ismi Ebu Bekr bin Abdurrahman'dır. Nahvcılığı galib birçok eserleri vardır. "İ'caz-ül-Kur'an" en meşhur eseridir. Vefatı H. 471 dir. Sekkakî ise, ismi Ebu Ya'kub Yusuf bin Ebi Bekr el Harzemîdir. Te'lifatından "Miftahül-ulûm" gayet mu'teber bir kitaptır.h. 555'de Harzem de doğmuş 626 da vefat eylemiştir. Rahmetullahi aleyhim. Mütercim
  17. Arab üslûbunda, kibir ve gururun son haddini ta'rif etmek için kullanılan bir teşbihdir. Mütercim
  18. Not: Şu bölümlerde olan ifade ve ta'birler, Risale-i Nur'un 25. Sözünün baştaraflarında daha geniş ve daha câzibedar bir tarzda bulunmaktadır. Mütercim
  19. Cenab-ı Hazret-i Müellif beyti iktibasen almıştır. Kaside-i Bürde'deki aslı şöyledir:
    وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَٓءِ مِنْ سَقَمٍ
    قَدْ يُنْكِرُ الْعَيْنُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ
    (Bürdetül-medih-Bûsirî s. 20)
  20. Bu hadis veya rivayetin; ve "Cehennem yerin altındadır." hadisinin bir çok mehazları için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. baskı, sh: 460 ve 461 sıra no: 174 ve 175, hususîyle Müsned-ül-İmam Ahmed 2/379'da: "Cehennem ateşi yüz derece daha şiddetlidir." diyor. Mütercim
  21. Bu rivayetin bir çok mehazı için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. Baskı, sh: 374, sıra no: 24 Mütercim
  22. Risale-i Nur'un Mektubatının 1. Mektubunun üçüncü sualinde daha geniş ve şirin izahat vardır, müracaat olunsun. Mütercim
  23. Bu rivayetin mehazları için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. baskı, sh: 462, sıra no: 177 ve keza El Feth-ür Rabbanî Şerh-i Müsned-i Ahmed 24/164 Mütercim
  24. Hadisi aynı metniyle henüz bulmuş değiliz. Fakat Abdullah bin Ömer (r.a) den merfûan şöyle bir hadis-i şerif vardır.
    جَهَنَّمُ تُحٖيطُ بِالدُّنْيَا وَالْجَنَّةُ مِنْ وَرَائِهَا
    (Cehennem dünyayı ihata eylemektedir. Cennet ise, onun ötesinde, arkasındadır.) Tarih-i Bağdat - H. Bağdadî-2/891=Kenzül-Ummal H. no: 39028 Mütercim
  25. Şimdi Hicri 1424'dür, on dört asır bitmiş, on beşinci asrın içindeyiz. Mütercim
  26. Mantığın istilahî tabirleridir. Ayrı tercüme ve izahlarla anlatmaya çalışmak yerine, kendi öz manası içinde bırakılıp fehimlerin idrakine havale edildi. Mütercim