Bakara 17

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Bakara 16Bakara SuresiBakara 18: Sonraki Ayet

Meali: 17- Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.

{Âyet, münafıkların ilk anda İslâm'ın nurundan aydınlanıp müslüman olmalarını, karanlık gecede yanan meş'aleye ve ondan faydalananlara; sonra hemen küfre dönmelerini de o meş'alenin sönüvermesine ve oradakilerin karanlıkta kalmalarına benzetiyor.}

Kur'an'daki Yeri: 1. Cüz, 3. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

(İşarat-ül İ'caz tefsirinde Bakara Suresinin 17.-20. ayetlerinin tefsirine mahsus kısmın tamamına buradan erişebilirsiniz)

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَ تَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ ۞ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ ۞ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ فٖيهِ ظُلُمَاتٌ وَ رَعْدٌ وَ بَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖٓى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِالْكَافِرٖينَ ۞ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Bu uzun âyetle mâkabli arasında ve cümleleri arasında ve cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat, intizam

Evet Kur’an-ı Kerim evvela münafıkların hallerini; sâniyen, cinayetlerini sarahaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra hayale, vehme, hisse de gösterip, onlara da kabul ettirilmesini bu temsil ile temin etmiştir.

Evet aklî şeylerden fazla; temsiller ile hayalî şeyleri kabule, hayal daha yakındır.

Ve keza akla muhalif olan ve hem gayr-ı me’luf bulunan bir şeyin me’nus bir şekilde gösterilmesiyle çabuk kabul eder.

Ve keza gaib bir şeyi hazır göstermekle akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur. His de kabul eder.

Hülâsa: Münafıkların kötülüğü, şu temsil ile akla tasdik ettirildiği gibi hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir.

Ve eyzan münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakiki bir irtibatın bulunması şu temsil ile gösterilmiştir.

Ve eyzan münafıkların muamelesini hayalin gözü önüne şu temsil ile getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal baksın, görsün, alsın ki bir itirazı kalmasın.

Sonra bu temsilin cümlelerinin meali, heyet-i mecmuasıyla münafıkların hikâyelerinin mealine muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikâyelerinin cümlelerine uygun gelir.

Evet münafıkların hikâyesi böyledir: Zahiren imana gelmişlerdir, sonra kalben küfür ve inkâr etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalaletten rücûa kādir olmamışlardır ki hakkı arasınlar.

Temsilin meali ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet içinde kalmışlardır. Sonra her şey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sadâ olmadığından sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden âmâ gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından sanki lâl olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücûa kādir olmadıklarından sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir.

İşte temsildeki cümleler ile hikâyedeki cümleler arasında muvafakat tebarüz etmekle aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün etti.

İhtar: Temsildeki zulmet, hayret, ateş; hikâyedeki küfür, adem-i sebat, fitnelerine işarettir.

1. Sual

Sual: Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede?

Cevap: Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder. Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nevinde, nevinde bulunmasa fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu da olmasa evvelce iman edip, sonra irtidad edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da olmasa, dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir. (Nasıl ki ateş, fitnelerine işarettir.) Bu da olmadığı takdirde, daire-i imkânda olan nurları vücud dairesine indirilmiştir. اِشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى daki hidayet gibi.

Sonra cümlelerinin arasındaki cihet-i intizam

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا Yani “Onların meselesi ateş yakan adamın meselesi gibidir.” Bu cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:

Âyette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hâli Ceziretü’l-Arap’ta sakin, Kur’an’ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir. Zira onlar da çok defa güneşin zulmünden, gecenin zulmetine kaçarak, gece serininde yollarına devam ettikleri sırada şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır hayvanlar ile dolu mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp, onlar ile ferahlanmak ve eşyalarını görüp muhafaza etmek veya muzır hayvanları görüp onlardan tahaffuz etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederler iken semavî bir âfet ile ateşleri söner. Ve rica, ümitleri tamamen yeise, hüsrana inkılab eder.

İşte Kur’an-ı Kerim onun bu durumuna فَلَمَّا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ cümlesiyle işaret etmiştir. Yani “Vaktâ ki o ateş etrafı ışıklandırdı. Birdenbire Cenab-ı Hak, nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi.”

فَلَمَّا daki ف kelâmın siyakı, kelâmın şu şekilde olduğunu iktiza ettiğine işarettir ki: Ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain ve ferah oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yüzükoyun yere düştüler.

Sonra bu cümle-i şartiyenin şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lâzımken izae ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki:

Vaktâ ki ateş ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip, muhafaza etmediler. Ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler. O da söndü gitti. Evet ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam eder. Adem-i idame ise intıfasını yani sönmesini istilzam eder.

Nurlarının sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ cümlesiyle zulümata düşmek gibi ikinci bir hüsrana maruz kaldıklarına işaret edilmiştir.

لَا يُبْصِرُونَ cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece müteselli olur. Fakat bunları da görmediği gibi onun o karanlıkta durması, yürümesi gibi bir musibet ve bir vahşettir.

...

Cümlelerin heyetlerine gelince==

Evet مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki: Lisanlar üstünde deveran ile beyne’n-nâs garib ve acib şeylerde kullanılan ve “hikmetü’l-avam”, “felsefetü’l-umum” ile anılan مَثَلُ kelimesi münafıkların vaziyetleri bir ağrube ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Ve bu işaretten onların sıfatları nefret, lanet lisanları üstünde ile’l-ebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şanında olduğuna bir remiz vardır.

1. Sual

Sual: Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki كَ nin hazfı belâgatça daha makbul olduğu halde, ne için hazfedilmemiştir?

Cevap: Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sâmi’ teşbih edatını görür görmez teşbih ile alâkadar olur, müşebbehün-bihte olan her noktadan müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirinde teşbihten gaflet ile her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmez ihtimali vardır.

İkinci “mesel” kelimesi ise ateş yakan o adamın vaziyeti, efkâr-ı âmmece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.

2. Sual

Sual: Ateş yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan اَلَّذٖى ile işaret yapıldığı neye binaendir?

Cevap: Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirakiyle bir ziyade, noksanlık hasıl olmadığı takdirde fert nev, cüz’ küll bir olur. Maahâzâ اَلَّذٖى nin ifradı, onlardan her bir ferdin dehşeti temessül ve kabahati tasvir etmekte müstakil olduğuna işarettir. Maahâzâ اَلَّذٖى nin اَلَّذٖينَ den ihtisar edildiği ihtimali vardır.

اِسْتَوْقَدَ deki س ateş yakmalarının külfet ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. اِسْتَوْقَدَ nin ifrad sîgasıyla نُورِهِمْ deki cem zamiri bir cemaat için bir ferdin ateş yakması âdet olduğuna işarettir.

Lamba ve saire âlât-ı tenviriye arasından نَارٌ ın intihab edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri zahirî nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.

İhtar: Nekre olarak نَارٌ kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi ve nasıl bir ateş olursa hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir.

فَلَمَّا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ Takibi ifade eden فَلَمَّا daki ف onların yeisten sonra ümit ve rica zamanları geldiğine işarettir. لَمَّا ise kıyas-ı istisnaî ile anılan dâhil olduğu cümlelerden birinci cümlenin tahakkuk ve vücuda geldiğine delâlet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intac ettiğine ve onların teselli ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir.

اَضَٓاءَتْ kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler.

مَا حَوْلَهُ dehşetin her dört taraftan ihata edildiğine ve ziya ile cihat-ı sitteden hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir.

ذَهَبَ Bunun ile اَضَٓاءَتْ arasındaki lüzum meselesi geçmiştir. Oraya bakılsın.

ذَهَبَ اللّٰهُ Zehabın Allah’a isnadı, iki cihetten rica ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir. Birincisi: Âfet, semavî olduğundan def’i mümkün değildir. İkincisi: O âfet, kusurlarının cezası olduğundan Cenab-ı Hak’tan merhamet de rica edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam; Hak’tan yardım, merhamet talep edemez.

بِنُورِهِمْ deki harf-i cer olan ب nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ manası; “Allah, onların nurlarını götürmüştür.” Malûm ya, Allah’ın aldığı bir şeyi kimse reddedemez.

نُورٌ unvanı ise sırat üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden نُورٌ un هُمْ zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanar iken insanın ateşi sönerse, insan çok müteessir olur.

وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ Harf-i atıf olan vav, onların iki zararı cem etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi: Ziyalarının selb ve söndürülmesidir. İkincisi ise: Zulmetin onlara ilbas ve giydirilmesidir.

تَرَكَ unvanı onların ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından bu gibilerin şanı alâkayı kesip, bütün bütün terketmeye delâlet eder.

فٖى edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki zulmetin şiddetinden, onların nazarında her şey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapıp, içine girip gizlenmişlerdir.

ظُلُمَاتٍ cem’i ise gecenin karanlığıyla bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın, yerlerinde vahşet ve dehşetin, zamanlarında da sükûn ve sükûnetin zulmetleri gibi türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir.

ظُلُمَاتٍ kelimesindeki tenkir ise o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul, ülfet etmemiş bir takım zulmetler olduklarına işarettir.

لَا يُبْصِرُونَ cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam, daha çok belaları görür. Gözleri gaib olanlar en gizli musibetleri görüyorlar.

لَا يُبْصِرُونَ sîga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvir ile, hayalin gözü önüne getirip ihzar eder ki sâmi’ hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla bir ibret alsın.

لَا يُبْصِرُونَ nin mef’ulsüz bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaatlerini görmüyorlar ki celb ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki içtinab etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki bir parça ferahlansınlar. Sanki her birisi kendi başına tek o zulmet içinde kalır.

(Bakara 17.-20. Ayetler, İşarat-ül İ'caz)


اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖٓى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَ يَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا الْفَاسِقٖينَ ۞ اَلَّذٖينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مٖيثَاقِهٖ وَ يَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Gayet kısacık bir meali: Yani “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir diyorlar. Allah onun ile çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalalete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki Allah’ın taatinden huruçla, misak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler, yeryüzünde işleri ifsaddır, dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır.”

...

Ezcümle: كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ve اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ gibi âdi, kıymetsiz misallerden Kur’an’ın getirdiği temsiller, yüksek kelâmların kemaline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beyne’n-nâs yapılan mükâlemelere, konuşmalara benziyorlar.” diye mugalata ile halt etmişlerdir. Kur’an-ı Kerîm onların o haltlarını bu âyetle başlarına vurmuştur.

(Bakara 26.-27. Ayetler, İşarat-ül İ'caz)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]