Hutbe
Hutbe Cuma ve bayram namazları başta olmak üzere bazı ibadet ve merasimlerin icrası esnasında topluluğa hitaben yapılan konuşmadır. Konuşmayı yapan kimseye hatip, Arap toplumunda eskiden beri çok yaygın olan konuşma sanatına Hitabet denir. Fıkıh âlimleri, “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı zikretmeye koşun” (Cumua 9) meâlindeki âyette geçen “Allah’ı zikir”den maksadın hutbe olduğunu belirtmişler ve Cuma namazında hutbenin farz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Ramazan ve kurban bayramlarında okunan hutbeler sünnettir.[1] Mustafa Kemal'in cumhurbaşkanlığı döneminde camilerde ezan, sela ve hutbelerin Türkçe okunması kararlaştırıldı. Bediüzzaman ise Cuma namazındaki hutbenin hikmetinin zaruriyat ve müsellematı tezkir olup nazariyatı talim olmadığını, Arapça ibarelerin daha ulvi ihtar ettiği söyler ve bazı gafillerin hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi Arapçadan çıkarıp her milletin lisanıyla söyleme isteğini uygun bulmaz.
Bediüzzaman Kur'an'ın saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına umum ins ve cinnin umum tabakalarına bir hutbe-i ezeliye olduğunu, muhtelif tabaka tabaka asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî-Âdem’e hitap edip ders verdiğini ve daimi bir gençliği bulunduğunu, müteaddid manaları ve küllî manasının çok mertebeleri bulunduğunu, bir tek ferdin fehminin ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamayacağını; Peygamberimizin elinde Kur'an, dilinde hakaik-aşina bir hitap ile bütün insanlara, cinler ve meleklere bir hutbe-i ezeliyeyi hiçbir tereddüdü, hicabı korkusu ya da teessürü olmadan tebliğ ettiğini söyler.
Peygamberimiz mescidde hutbe verirken dayandığı hurma kütüğü artık hutbenin minberde verilmesi üzerine Peygamberimizden ayrılıktan dolayı ses çıkarıp ağlar. Bu, Hanin-i Ciz mucizesi olarak bilinir.
Bediüzzaman 1911 yılı baharında 35 yaşlarındayken Şam'da Şam ulemasının ısrarıyla içinde 100 ehl-i ilim bulunan 10.000'e yakın cemaate Câmi-i Emevî'de bir hutbe verir ve Hutbe-i Şamiye adıyla basılır. Yine Bediüzzaman Kurtuluş Savaşı zaferinde Ankara'da mecliste milletvekillerine hitaben bir hutbe yazar. Bu hutbeyi Kâzım Karabekir Paşa M. Kemal’e okuyunca Mustafa Kemal ile Bediüzzaman arasında bir münakaşa vuku bulur.
Diğer İsimleri[değiştir]
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Cuma Namazı Hutbesi ve Arapça Olması Gerektiği[değiştir]
اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبٖيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani “Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuş ise haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez.
Mesela, bir adam sû-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse talakı vaki olur. Bir cinayet etse ceza görür. Fakat sû-i ihtiyarıyla olmazsa talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem mesela, bir içki müptelası zaruret derecesinde müptela olsa da diyemez ki: “Zarurettir, bana helâldir.”
İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki sû-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlık’ının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale, o Hâlık’ın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf, o müdahale merduddur.
Mesela bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi, iki sebep için istihsan ediyorlar:
Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i İlahînin tebliğ makamı olduğundan o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.
İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyet’in zaruriyatı ve müsellematı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyenin –eğer mümkün olsaydı– tercümesi (Hâşiye[2]) belki müstahsen olurdu.
Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.
Halbuki bir âmî ne kadar cahil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyet’in umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor.” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Hakîm’in i’cazkârane, müfehhimane ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?
(27. Söz)
Talim-i Nazariyattan Ziyade, Tezkir-i Müsellemata İhtiyaç Var
Zaruriyat-ı dinî, müsellemat-ı şer’î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.
Matlub da hasıl olur. İbare-i Arabî (*[3]) daha ulvi ediyor tezkiri hem ihtarı.
Onun için cumada hutbe-i Arabiye; zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.
Nazariyatı talim onda maksud değildir. Hem İslâm’ın vahdanî simasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir, kabul etmez teksiri.
111- Cumada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvi ihtar eder. Hadîs ile âyet muvazene edilse görünür ki beşerin en beliği dahi âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.
(Hakikat Çekirdekleri, Mektubat)
Keramet-i Gavsiye’yi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu bîçareden bahis edilişi, okumak hususunu düşündürüyor. Mübarek Ramazan (Hâşiye[4]) bir an evvel bu isyankârların, kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyette, süratle elimizden gitmektedir. İmam Ömer Efendi geçen sene “Ramazanın Hikmetleri” eserinin, ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu ramazanın birinci cuma hutbesinde, ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
Hulusi
(Barla L.)
Beşincisi: Maslahat ki, bir hikmet-i mürecciha ise de, hüküm için illet değildir. Amma bu zamanın nazırı ise,.maslahatı hükme bir illet yapmış. Hem dahi bu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye teveccüh ediyor. Halbuki şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye nazırdır. Şayet dünyaya müteveccih olsa da, ancak ikinci derecede ve arazî bir surette dünyanın vesile-i âhiret olması cihetiyle ona bakar.
Ve keza, insanların mübtela olduğu çok işler var ki; umum-ül belva suretini almış, hattâ insanlarca zaruriyât derecesine gelmişlerdir. Halbuki o ihtiyaçları ise, su-i ihtiyardan tevellüd ettiklerinden ve gayr-ı meşru meyillerden doğdukları için; mahzuratı mubah kılamaz ve ruhsatlı ahkâma medar olamazlar.
Nasılki haram bir şarab ile (bilerek) kendini sarhoş eden bir kimse, sarhoşluk haletinde yaptığı tasarruflarından ma'zur olamaz ve hakeza!.. İşte şu zamanda böyle bir nazarla yapılan içtihadlar, elbette arziye olup semaviye olamazlar. Öyle ise Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın izni olmadan, onun ahkâmında ve onun ibadında yapılan herhangi bir tasarruf, merduddur.
Meselâ: Bazı gafiller, siyaset-i hazırayı avam-ı müslimîne de tefhim için hutbeyi arapçadan çıkarıp, türkçe lisanıyla okunmasını istihsan ediyorlar. Halbuki şu biçare gafil bilmez ki; siyaset-i hazıranın içine o kadar yalan, hile ve şeytanet girmiş; âdeta vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Şu halde şu vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, vahy-i İlahînin tebliğ makamına kadar çıksın.
Hem dahi bu cahil anlamaz ki, ümmetin ekseriyeti, yalnız zaruriyat-ı diniyenin ihtarına ve müsellematın tezkirine ve mü'minler mabeyninde hakaik-ı mütearife hükmüne geçmiş olan iman ve İslâmın erkânlarını ve ihlas ve ihsanın mertebelerini imtisal için teşvike ve ihtara muhtaçtırlar. Çünkü, Kur'anın sema' ve nağamatıyla bu mezkûr hakikatlar o kadar işitilmiş ve duyulmuş ki, adeta tahattur ve tezekkürde avam ile ulema bir olmuşlardır. Zira en acemi bir müslüman da, hutbe-i arabiyenin manasını bilmese de, icmalen bir mealini anlayabilir.
Hem o gafil düşünmez ki, hutbe-i arabiye vahdet-i İslâm simasında gayet müstakim, muhkem ve müzeyyen bir vesm-i semavîdir. Fakat onu tağyir etmekle çok çirkin ve dağınık bir ([5]) veşm halini alır. ([6])
Kur'an'ın Bir Hutbe-i Ezeliye Olması[değiştir]
Evet, Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’an’a verilmesinin sebebi şudur ki:
Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın Hâlık’ı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.
İşte bu sırdandır ki “kelâmullah” unvanı kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş.
(12. Söz)
Eğer desen: Geçmiş misallerdeki bütün manaları nasıl bileceğiz ki Kur’an onları irade etmiş ve işaret ediyor?
Elcevap: Madem Kur’an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî-Âdem’e hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddid manaları dercedip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz’edecektir. Evet, İşaratü’l-İ’caz’da şuradaki manalar misillü kelimat-ı Kur’aniyenin müteaddid manalarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâgatın kanunlarıyla ispat edilmiştir.
Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûlü’d-din ve ehl-i usûlü’l-fıkhın icmaıyla ve ihtilaflarının şehadetiyle Kur’an’ın manalarındandırlar. O manalara, derecelerine göre birer emare vaz’etmiştir. Ya lafziyedir ya maneviyedir. O maneviye ise ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare o manaya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler, Kur’an’ın câmiiyet ve hârikıyet-i lafziyesine kat’î bir bürhan-ı bâhirdir. Her ne ise… Biz şu sözde her bir manaya delâlet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşaratü’l-İ’caz’a havale ederiz.
(25. Söz)
Kur’an’ın şebabetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor.
Evet Kur’an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitap ettiği için öyle daimî bir şebabeti bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ efkârca muhtelif ve istidatça mütebayin asırlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir. Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’an’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor.
Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’an’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları Kur’an’ın يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lafzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebabetiyle يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَٓاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ sayhasını âlemin aktarına savuruyor.
(25. Söz)
İşte o Sâni’-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan taifelerin umum saflarına hitaben îrad ettiği hutbe-i ezeliyesinde, kâinatı zelzeleye veren
اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَا
وَاَخْرَجَتِ الْاَرْضُ اَثْقَالَهَا
وَ قَالَ الْاِنْسَانُ مَالَهَا
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا
يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
ve bütün mahlukatı neşelendiren, şevke getiren
gibi binler fermanları, Mâlikü’l-mülk’ten, Sahib-i Dünya ve Âhiret’ten dinlemeliyiz. “Âmennâ ve Saddaknâ” demeliyiz.
(29. Söz)
Kur’an-ı Hakîm, hakiki ilimleri hâvi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için Kur’an’ı tefsir ederken hakikatin safi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için müfessirin kendi hususi meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur’an’ın manalarını keşif ile tezahür eden Kur’an hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki o müfessir zat, her bir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlasa mâlik bir allâme ve hem gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun.
Madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası, her bir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet, hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmî bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki her bir âyetin her bir tabakaya bir vechi var, bakıyor.
(12. Lema)
Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey!
Senin âlimane suallerin Risale-i Nur’un “Mektubat” kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından senin suallerine karşı lâkayt kalamıyorum. Bunun kısa cevabı şudur:
Madem Kur’an bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün taifeleriyle konuşur; elbette onlara göre müteaddid manaları ve küllî manasının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarîh veya vâcib veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden manayı tercih eder.
Mesela, bu âyette وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ dan ehemmiyetli bir sünnet olan iki rekat teheccüd namazını ve اِدْبَارَ النُّجُومِ dan, bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir sünnetini zikretmiş. Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var. Kardeşim, seninle konuşmak kesilmemiş.
(13. Şua)
Madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ulûm-u hakikiyenin envaına câmi’ ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor.
Çünkü bir fert pek nadir olarak kendi hususi meslek ve meşrebinin tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususi meşrebi tesir ettikçe tam tamına hakikati safi olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve manası ona hastır. O fert, onu kabul eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhur-u ulema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü gösterse o vakit başkasını o manaya davet edebilir ve hakiki tam tefsir olabilir.
Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında –hevesi karışmamak şartıyla– o kendi nefsi için amel edebilir fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma o hükmü tasdik etsin.
Nasıl ki ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki ulema-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma ile şer’an düstur olabilir. Ve icmaın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor.
Aynen onun gibi lâzımdır: Kur’an’ın manalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin cem’i hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’an’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkikîn-i ulemadan her biri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden müteşekkil bir heyet bu vazifeye sahip çıksın.
Peygamberimizin Bütün İns, Cin ve Meleklere Bir Hutbe-i Ezeliye Tebliğ Etmesi[değiştir]
Eğer istersen gel asr-ı saadete, Ceziretü’l-Arab’a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak, hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde mu’ciz-nüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî-Âdem’e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.
(19. Söz)
Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahâzâ لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ düsturuna ittibaen, şu zaman ve muhitin hayalatından çıkarak tayy-ı zaman ve mekân ile hayalen Ceziretü’l-Arab’a gidelim ve Medine-i Münevvere’de nurani ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zat-ı muallâyı bizzat görüp sözlerini dinlemeliyiz.
İşte hayalen oraya gittik. Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti cem’eden o Mürşid-i Umumî, o Hatib-i Kudsî cevahir dolu bir kitab-ı mu’cizü’l-beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a’lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün benî-Âdem’i ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor.
Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-i âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere “Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye îrad ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevap veriyor.
Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zat, kâinatın kemalâtını keşfeden canlı bir güneştir. Saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor. Nihayetsiz rahmeti keşfetmiş, ilan ediyor. Saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı ve esma-i İlahiyenin gizli definelerinin keşşafıdır.
Evet, o zat (asm) vazifesi itibarıyla hakkın bürhanı, hakikatin ziyası, hidayetin güneşi, saadetin vesilesidir. Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmaniyenin misali, rahmet-i Rabbaniyenin timsali, hakikat-i insaniyenin şerefi, şecere-i hilkatin en kıymettar ve kıymetli bahadar bir semeresidir. Tebliğ ettiği dini de hârika bir süratle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zatın davalarında, nefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkân var mıdır?
Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez. Çünkü bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübali bir tarzda söyleyemez. Ve keza serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez. Velev âdi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun.
Acaba büyük bir vazife ile vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği bir davada yalan ve hilaf-ı hakikat söyleyebilir mi?
İşte o zat-ı nurani, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarz ile okuyor; ne tereddüdü var ne hicabı, ne korkusu var ne teessürü… Hem samimi bir safa-i kalple, hâlis bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzetlerini kırıyor. Acaba böyle bir davada, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye karışmasına imkân var mıdır? Hâşâ اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحٰى
Evet, hak hileye muhtaç değil, hakkı söylemekte hile ve iğfal ihtimali yoktur. Hakikati gören bir nazar halkı iğfal etmez, hilaf-ı hakikat söylemez, hayal ile hakikati temyiz eder; aralarında iltibas olamaz.
Bu zat (asm) öyle bir sultanın şuunundan bahsediyor ki kamer onun mülkünde bir sinek gibidir. Acib hârikalardan bahsettiği gibi pek müthiş infilak ve inkılablardan da haber veriyor. Bakınız! O hutbe-i ezeliyede
اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَا
gibi tilavet ettiği âyetlere dikkat ediniz!
Arkadaş! Şu minber-i âlîde hutbe-i ezeliyeyi okuyan ve şahsiyet-i maneviyesiyle bizlere meşhud ve yüksek şuunatıyla âlemde meşhur olan zat-ı nurani (asm), vahdaniyet-i İlahiyeye bir bürhan-ı sadık-ı nâtık ve tevhidin hakikat olduğuna bir delil-i hak ve saadet-i ebediyenin de vücuda gelmesine kat’î bir delil ve zahir bir bürhandır.
Ve keza o zat, insanları hidayete davet etmekle saadet-i ebediyenin husulüne sebep olduğu gibi vusulüne de sebeptir.
Ve keza o zat; duasıyla, ubudiyetiyle o saadetin vücuduna ve icadına vesiledir. Evet bak! O zat, nev-i beşere imamdır. Mescidi, yalnız Ceziretü’l-Arap değildir, küre-i arzdır. Cemaati de yalnız o zamanın insanları değildir. Belki Âdem zamanından kıyamete kadar her bir asrın halkı bir saf olup bütün asırlar safları onun arkasında, onun duasına “Âmin” diyorlar.
Bilhassa o zat, o cemaat-i uzmada umum zevi’l-hayata şâmil pek şedit bir ihtiyac-ı azîm için dua eder. Ve onun duasına, yalnız o cemaat değil belki arz ve sema ve bütün mevcudat “Âmin” söyler. Yani “Yâ Rabbenâ! Onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun talep ettiğini talep ediyoruz.”
Bilhassa o cemaat-i uzma önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru ve tezellül ile öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzün ile niyaz ve dua eder ki kâinat bile heyecana gelir; o zatın duasına iştirak eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki eğer o maksat husule gelmezse yalnız mahlukat değil âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i safilîne düşer. Çünkü o zatın matlubuyla mevcudat yüksek kemalâta erişir. Acaba o zat, o matlubu kimden istiyor? Evet, öyle bir zattan talep eder ki en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’î bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir.
Ve keza en edna bir emeli, en edna bir gaye için en edna bir zîhayatta görür ve onu ona yetiştirmekle ikram ve merhamet eder. Bu duaların neticesinde yapılan terbiye ve tedbirler öyle bir intizamla cereyan eder ki o terbiyelerin ancak bir Semî’ ve Basîr, bir Alîm ve Hakîm’den olduğuna şüphe bırakmaz.
Acaba o zat, o minberde arşa müteveccihen ellerini kaldırarak yaptığı dua ile ne istiyor ki bütün mahlukat “Âmin” söylüyor?
Evet o zat, Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve cennette mülakat ve rü’yetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilen şeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbab olmadığı takdirde, o zat-ı nuraninin tek duası ve tazarru ile niyaz etmesi, cennetin icadına ve i’tasına kâfidir. Binaenaleyh o zatın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi o zatın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebep olur.
Evet, bu yüksek intizam ve geniş rahmet ve güzel sanat ve kusursuz cemal ile zulüm ve çirkinlik arasında tezat vardır. İçtimaları mümkün değildir.
Evet edna bir sesi, edna bir kimseden, âdi bir iş için işitip kabul etmekle; en yüksek bir savtı en büyük bir iş için işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubuh ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü hüsn-ü zatî, kubh-u zatîye inkılab eder. İnkılab-ı hakaik ise muhaldir.
Peygamberimizin Hutbe Verirken Dayandığı Hurma Kütüğü Mucizesi (Hanin-i Ciz)[değiştir]
Peygamberimizin hutbe verirken dayandığı hurma kütüğünün artık hutbenin minberde verilmesi üzerine Peygamberimizden ayrılıktan dolayı ses çıkarıp ağlaması mucizesi için Hanin-i Ciz sayfasına gidin
Hutbe-i Şamiye[değiştir]
Bediüzzaman'ın 1911 yılı baharında 35 yaşlarındayken Şam'da Şam ulemasının ısrarıyla Câmi-i Emevî'de irad ettiği hutbe için Hutbe-i Şamiye sayfasına gidin
Peygamberimizin Hutbeleri[değiştir]
Nakl-i sahih ile Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer’den haber veriyorlar ki demiş: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm minberde hutbe okurken
âyetini okudu. Ve dedi:
dediği vakit, minber öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi, korktuk ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı düşürecek bir derecede sallandı.
Risale-i Nur ve Hutbe[değiştir]
Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölü’nün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said bulunuyor. Bu esnada eline büyük bir kırmızı kaplı kitap alıp çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı –yani okuduğu hutbeyi– istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: “Bu ana gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okumamıştır.” diyerek o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım. Allah hayretsin.
Bu rüyayı da bildiğim kadar tabir edeceğim: O deniz ise şeriat-ı Muhammediyedir (asm). O çadır ise Isparta vilayetidir. O hutbe ise Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise ya Şeyh-i Geylanî ya İmam-ı Rabbanî’dir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.
(Barla L.)
Kâtip Osman’ın hakikatli rüyası elhak büyük bir hakikate işaret veriyor, çok mübarek ve müjdelidir. Rüşdü’nün rüyasında, Peygamberimizin (asm) emriyle Hazret-i Sıddık (ra) minberde Yirmi Dokuzuncu Söz’ü hutbesinde göstermesi gibi; o gökten inen huriye de lâhikayı hutbe olarak okuması, Risale-i Nur’un makbuliyetine güzel bir işarettir.
Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, camide Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık’a (ra) emrediyor: “Çık hutbe oku!” Ebubekiri’s-Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatlerin izahatı Yirmi Dokuzuncu Söz’dedir.”
Bu ilham-ı semâvi olan ve kâinat âleminin tılsımlarının keşşafı olmak haysiyetiyle, esmâ-i İlâhiye'nin tecelliyatını ve sıfât-ı Rabbâninin cilvelerini keşfederek, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyân'ın esrar-ı kudsisini halleden ve mu'cizât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) ve ehâdis-i Nebeviyenin (A.S.M.) hikmetlerini şerheden Risale-i Nur, ins ve cin âlemlerine ve şu muzlim, dehşet-engiz asrın sakinlerine bir hediye-i Rahman, bir mucize-i Kur'ân, gönüllerde canân bir hutbe-i şâh-ı beyândır.
(Fihrist)
Ehl-i Sünnet'in Hutbelerde Hz. Ali'yi Anması[değiştir]
Halbuki Ehl-i Sünnet’in düsturları ve esas mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (ra) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (ra) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar.
(4. Lema)
Peygamberimizin Vefatında Verilen Hutbeler[değiştir]
Hem Süheyl İbn-i Amr daha imana gelmeden esir olmuş. Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma demiş ki: “İzin ver, ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesahatiyle küffar-ı Kureyş’i harbimize teşvik ediyordu.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: وَعَسٰى اَنْ يَقُومَ مَقَامًا يَسُرُّكَ يَا عُمَرُ diye Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın vefatı hengâmında olan dehşet-engiz ve sabırsûz hâdisede, Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık nasıl ki Medine-i Münevvere’de kemal-i metanetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile sahabeleri teskin etmiş. Aynen onun gibi şu Süheyl o hengâmda, Mekke-i Mükerreme’de aynı Ebubekiri’s-Sıddık gibi sahabeye teskin ve teselli verip malûm fesahatiyle Ebubekiri’s-Sıddık’ın aynı hutbesinin mealinde bir nutuk söylemiş. Hattâ iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.
Bediüzzaman'ın Milletvekillerine Yazdığı Hutbe[değiştir]
1339 tarihinde Meclis-i Mebusana hitaben yazdığım bir hutbenin suretidir
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا
Ey mücahidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akd! Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.
Evvela[değiştir]
Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’an’ın en sarîh ve en kat’î emri olan “salât” gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.
Sâniyen[değiştir]
Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.
Sâlisen[değiştir]
Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’an’ın evamir-i kat’iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurani güruha refik olmaya çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki sizin gibi insanları işbâ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.
Râbian[değiştir]
Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyor mu?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler, kılmazsa ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.
Bir zaman, Beytüşşebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız hem de eşkıya idiler.
Hâmisen[değiştir]
Enbiyanın ekseri Şark’ta ve hükemanın ağlebi Garp’ta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil. Şark’ı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır.
Sâdisen[değiştir]
Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki hasmınız kadar İslâm’a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’male tebdil etmeniz gerektir.
Görülmüyor mu ki İttihatçıların o kadar hârika azim ve sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâm’ın şu intibahına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.
Sâbian[değiştir]
Âlem-i küfür; bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm’a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâm’a dinen galebe etmedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet, metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda; lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habîse kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane, sinesinde yer tutamaz.
Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslâmiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.
Sâminen[değiştir]
Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârane iş ise bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir.
Tâsian[değiştir]
Sizin bu “İstiklal Harbi”ndeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddi sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesîm ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namına zarurîdir.
Yoksa İslâmiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu Frenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm’a münafî olduğundan âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek.
Âşiren[değiştir]
Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız gaflet ve tembellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?
Bâhusus bu güruh-u mücahidîn ve bu yüksek meclisin ef’ali taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek, ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş görülmez.
Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu Meclis-i Âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâekall beş defa dine muhtaç olan, şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا âyetine zıttır.
Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî ancak ona istinad ile vezaifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız.
Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise düşmanı tevkif etmez, teşci eder.
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ
نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ
Yıldızların Hutbesi[değiştir]
Sonra senin yazdığın: “Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine, ilâ âhir…” olan rengîn ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiir ile semanın yüzündeki yıldızlara baktım. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim.” dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine başladım fakat nazım ve şiir yapamadım, nasıl hutur etti ise öyle yazdım. Benim vârisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et. İşte birden hatıra gelen şu:
Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelal’in haşmet-i sultanına
Birer bürhan-ı nur-efşanız biz, vücud-u Sâni’a
Hem vahdete hem kudrete şahitleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nâzenin mu’cizatı çün melek seyranına.
Şu semanın arza bakan, cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz. (Hâşiye[7])
Tûba-i hilkatten semavat şıkkına
Hep Kehkeşan ağsanına
Bir Cemil-i Zülcelal’in dest-i hikmetiyle takılmış
Pek güzel meyveleriz biz.
Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar,
Birer hane-i devvar birer ulvi âşiyane
Birer misbah-ı nevvar birer gemi-i cebbar
Birer tayyareleriz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemal’in, bir Hakîm-i Zülcelal’in
Birer mu’cize-i kudret birer hârika-i sanat-ı hâlıkane
Birer nadire-i hikmet birer dâhiye-i hilkat
Birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz,
İşittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabb’imize müsebbihiz, zikrederiz abîdane.
Kehkeşan’ın halka-i kübrasına mensup birer meczuplarız biz.
Said Nursî
Kur'an'a Nazire[değiştir]
Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: “Ben sizden beliğ manaları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu ta’dad ettiğim harflerden bir nazire yapınız, velev iftira ve hikâyelerden ibaret bile olursa olsun!”
(İ.İ'caz)
Amma اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا nün لَمْ ine nazaran maziyi, اِنْ e göre de müstakbeli göstermesi, zihnin yüzünü mazilerine çevirmek içindir. Güya ki Kur'an onlara der ki: "Parlak, süslü hutbelerinize ve altunla yazılmış (ve Kabe'nin duvarına altunla işlenmiş) Muallakat-ı Seb'a'nıza bakınız; hiç Kur'anla müsavî olabiliyorlar mı? Yada (alttan doğru), Kur'anın yakınına ulaşabiliyorlar mı.? Veya herhangi bir cihetten, Kur'anın yakın çevresine gelebiliyorlar mı?!.
(İ.İ'caz)
Arapların Hutbesi[değiştir]
İşte mezkûr tarzdaki görünüş; müşabehet ve hayalî tevehhüme bina edilen Arab üslûbu, bulutları hususen yaz aylarındaki vaziyetlerini dağlara, gemilere, bostanlara ve derelere veya da, deve kafilelerine benzetmeyi hoş bulmuş, istihsan eylemiştir. Nitekim Arabın hutbe ve nutukları içerisinde bu üslûbu kesretle görüp işitebilirsin.
(İ.İ'caz)
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]
Türkiye'de ilk defa Türkçe okunan hutbe hakkında 6 Şubat 1932 tarihli gazete kupürü
İlgili Maddeler[değiştir]
- Kur'an: Kur'an saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.
- Hz. Muhammed (sav): Peygamberimiz elinde Kur'an, dilinde hakaik-aşina bir hitap ile bütün insanlara, cinler ve meleklere bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.
- Cuma Namazı: 4 mezhebe göre içinde hutbe okunması şart olan ibadet.
- Şeair-i İslamiye: Hutbe gibi İslam dinini hatırlatan, gösteren ve bütün müslümanların faydalanmasını sağlayan şeyler
- Rifat Börekçi: M. Kemal döneminde camilerde ezan, sela ve hutbelerin Türkçe okunması kararını imzalayan ilk Diyanet İşleri reisi.
- Hanin-i Ciz: Peygamberimizin hutbe verirken dayandığı hurma kütüğünün artık hutbenin minberde verilmesi üzerine Peygamberimizden ayrılıktan dolayı ses çıkarıp ağlaması mucizesi.
- Hutbe-i Şamiye: Bediüzzaman'ın 1911 yılı baharında 35 yaşlarındayken Şam'da Şam ulemasının ısrarıyla Câmi-i Emevî'de irad ettiği hutbe.
- Katip Osman'ın Rüyası: Bediüzzaman'ın Katip Osman adlı talebesi rüyasında gökten inen bir hurinin lâhika mektuplarını hutbe olarak okuduğunu görür.
- Şuayb (as): Hatîbü’l-enbiyâ (Peygamberlerin hatibi) olarak nitelenen peygamber.
Kaynakça[değiştir]
- ↑ https://islamansiklopedisi.org.tr/hutbe
- ↑ İ’caza dair olan Yirmi Beşinci Söz, Kur’an’ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.
- ↑ On sene sonra gelen bir hâdiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.
- ↑ Garibdir ki Hulusi’nin bu sözünü belki yirmi defa tekrar etmişim. Süleyman gibi dostlar şahittirler. Demek, bir hakikat var ki ikimizi böyle söyletmiş.
Said - ↑ "Vesm" ve "Veşm" lügatta nişanlama manasındadırlar. Ancak "Veşm" ateşle dağlamadır. (Mütercim)
- ↑ Mesnevî-i Arabi'de içtihada mani esbabın altısından beşi beyan edilmiş. Altıncısı yazılmamıştır. Demek ki, içine icmalen altıncı da girmiş oluyor. (Mütercim)
- ↑ Yani cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizat-ı kudret teşhir edildiğinden, semavat âlemindeki melaikeler o mu’cizatı ve o hârikaları temaşa ettikleri gibi; ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nâzenin masnuatı gördükçe cennet âlemine bakıyorlar ve o muvakkat hârikaları bâki bir surette cennette dahi temaşa ediyorlar gibi bir zemine, bir cennete bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var, demektir.