Risale:29. Mektubun 3. Kısmı

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Rumuzat-ı Semaniye29. Mektubun 4. Kısmı: Sonraki Risale

Yirmi Dokuzuncu Mektub'un Üçüncü Kısmı[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın iki yüz aksam-ı i'caziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda Kur'an-ı Azîmüşşan'ı,

  • Hâfız Osman hattıyla taayyün eden
  • Ve Sure-i İhlas vâhid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i'cazı göstermek tarzında bir Kur'an yazmaya dair mühim bir niyetimi;
  • Hizmet-i Kur'an'daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek
  • Ve onların fikirlerini istimzaç etmek
  • Ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum.

Şu Üçüncü Kısım, Dokuz Mesele'dir.

BİRİNCİ MESELE[değiştir]

Kur'an-ı Azîmüşşan'ın enva-ı i'cazı kırka bâliğ olduğu, İ'caz-ı Kur'an namındaki Yirmi Beşinci Söz'de bürhanlarıyla ispat edilmiş. Bazı envaı tafsilen, bir kısmı icmalen muannidlere karşı dahi gösterilmiş.

Hem Kur'an'ın i'cazı, tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i'cazını gösterdiği, On Dokuzuncu Mektub'un On Sekizinci İşareti'nde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı ayrı hisse-i i'caziyelerini ispat etmiş.

Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif meşrepler ashabına ve ulûm-u mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i'cazını gösterdiğini, onların ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur'an hak Kelâmullah olduğunu iman-ı tahkikîleri göstermişler. Demek her biri, ayrı ayrı bir tarzda bir vech-i i'cazını görmüşler.

Evet, ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i'caz ile, ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği cemal-i i'caz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i'cazın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûlü'd-din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i'caz ile, füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i'caz bir değil ve hâkeza...

Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i'cazını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi icmalen işaret edilmiş.

Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu'cizat-ı Ahmediye risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı.

Birinci Tabaka:" Kulaklı tabaka" tabir ettiğimiz âmî avam yalnız kulak ile Kur'an'ı dinler, kulak vasıtasıyla i'cazını anlar.

Yani der: "Bu işittiğim Kur'an, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumun altındaki şık ise kimse diyemez ve dememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkindedir."

İşte bu kadar icmal ile On Sekizinci İşaret'te yazılmıştı. Sonra onu izah için Yirmi Altıncı Mektub'un "Hüccetü'l-Kur'an Alâ Hizbi'ş-Şeytan" namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i'cazdaki fehmini tasvir ve ispat eder.

İkinci Tabaka:" Gözlü tabakası"dır. Yani, âmî avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyyunlar tabakasına karşı, Kur'an'ın göz ile görünecek bir işaret-i i'caziyesi bulunduğu, On Sekizinci İşaret'te dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve ispat etmek için, çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz'î birkaç cüz'iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve tehiri daha evlâ olduğuna kat'î kanaatimiz geldi.

Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için, kırk vücuh-u i'cazdan göz ile görülen bir vechini ve o vechin on cüzünden bir cüzünü Kur'an'ın nakş-ı hattında göstermeyi niyet ettik. Vakt-i merhunu geldiğini telakki ediyoruz.

O sair vücuh-u i'caziye ise, bir kısmı Yirmi Beşinci Söz'de kısmen tafsilen, kısmen icmalen beyan edilmiş. Bir kısmı sair Sözlerde müteferrik parçaları zikredilmiş. Bir kısmı Arabî risalelerimde onlara işaret edilmiş.

Ve bilhassa nazm-ı Kur'an'daki i'caz-ı belâgatı kim görmek isterse, İşaratü'l-İ'caz namındaki Arabiyyü'l-ibare olan tefsire baksın. Baştan aşağıya kadar o i'cazı tahlil edip, ilmî bir surette göstermiştir.

Hakaik-i Kur'aniyenin hakkaniyet cihetinden gelen i'caz-ı manevîyi kim görmek isterse, Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur eczalarına baksın. Onlar o i'caz-ı manevînin unvanlarıdır, onlarda gayet parlak o i'caz görünür.

İKİNCİ MESELE[değiştir]

Sözler namında yazılan risaleler, Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın bir nevi tefsir-i hakikisi olduğu ve o tefsirin telifinde merci ve me'haz ve hakiki üstad ve tam rehber, sırf âyât-ı Kur'aniye olduğu ve fakir ve âciz bu müellifin hissesi onda sırf bir tercüman olduğu ve doğrudan doğruya o risaleler, Kur'an'ın hakaiki ve o hakaikin bürhanları olduğu ve Kur'an'ın elinde bir kılınç hükmünde olarak o kale-i kudsiyeye gelen tehacümata karşı duran ve manen Kur'an'ın manası ve lâyenfek ondan gelmiş manevî bir cüzü olduğunu ve bütün kuvvetleriyle o Kur'an'a bakar ve işaret eder ve onu hedef ittihaz ederler.

Ve âyâtından gelen sünuhat ve ilhamat olduğunu ve müellifinin iktidar ve ihtiyarının pek fevkinde bir tarzda olduklarını mükerreren ispat edip beyan ettiğimiz halde...

Kur'an namına ve Kur'an hesabına rekabetkârane bunlara bakmak ve onlardaki i'caz-ı Kur'an'dan in'ikas eden cilveleri Kur'an'ın hakiki i'caziyle muvazene etmek ve rekabetkârane onların sukutunu ve kesadını ve çürüklüğünü arzu etmek, elbette Kur'an'a sadakat değildir. Çünkü Kur'an'ın elindeki kılıncı Kur'an'a çevirmek ve Kur'an'ın sadık hizmetkârını Kur'an'a karşı mübareze vaziyetini vermek ve Kur'an'dan gelen ve Kur'an'ın nurundan ve mizan-ı i'cazında bulunan nurlarını, Kur'an'a karşı muvazene etmek elbette bir hıyanettir ve bir cinayettir. Sakın dikkat ediniz ki nefs-i emmare bu cihette sizi aldatmasın.

Hem Kur'an-ı Azîmüşşan'ın güneşini, âyinelerdeki küçücük cilveleriyle muvazene edip, kıymetini tenzil etmek ve cidden iltizam ve muhabbete lâyık olan o nurlara, Kur'an hesabına bir nevi adâvetkârane ve tenkitkârane bakmakla onların feyizlerinden mahrum kalmak gibi bir divaneliktir.

Acaba ehadîs-i şerife, Kur'an'ı tefsir ederken Kur'an ile muvazene edilebilir mi?

Hakiki bir tefsirdeki âyâtın güzel hakikatleri, hakaik-i Kur'aniye ile muvazene edilebilir mi?

Halbuki risaleler ise doğrudan doğruya üstadı, menbaı, manası ve neticesi hakaik-i imaniye ve Kur'aniyedir ve o hakaikin bürhanlarıdır.

Madem hakikat budur, o risalelerde tezahür eden tevafukat-ı gaybiye, doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in bir nevi cilve-i i'cazıdır. Çünkü o risaleler, i'caz-ı manevîsinin numuneleridir ve onlardaki tevafukat-ı gaybiye, o i'caz-ı manevîsinin tecessüm etmiş bir nakşıdır, denilebilir. Çünkü o hakaikin mevzuniyeti ve intizamı ve güzelliğidir ki öyle muntazam libas-ı üslubu giyer, çıkar.

ÜÇÜNCÜ MESELE[değiştir]

Kaç sene evvel Mu'cizat-ı Ahmediye içindeki i'caz-ı Kur'an'ı beyanda, aklı gözüne inmiş tabakasına karşı göz ile görünecek bir nakş-ı i'cazı kalp aradı. O zaman berk-i hâtıf gibi bir sahife-i Kur'aniyede mükerrer Lafzullah muntazam bir kavis suretinde göründü. O cihette Lafzullah'taki müteaddid emarat-ı i'caziyeyi yazmak lâzım iken bana unutturuldu, yüzüm başka cihetlere çevrildi. Yalnız karşı karşıya ve bir sahife arkasındaki sahifelerde böyle Lafzullah'ın tekraratı manidar bir nisbet-i adediye ile göründü. Hem bazı kelimat-ı Kur'aniye yapraklar arasında birbirine bakması ve muvazi gelmesi gibi birkaç cüz'iyata işaret edildi. Halbuki o cüz'iyat, o meseleye hiçbir cihetle kâfi gelmiyordu.

Bir zaman sonra Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmda tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz bir vaziyet-i hârikulâde gördük. İ'caz-ı Kur'an'a ait Yirmi Beşinci Söz olan risalede Kur'an lafzı o işareti verdi. Resul-i Ekrem'in mu'cizatında "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm" kelimesi aynen o işareti veriyordu.

İman-ı billaha dair olan sair müteaddid risalelerde Lafzullah o işareti vermedi. Çünkü Lafzullah nadir zikrediliyordu. Onun yerinde Cenab-ı Hak kelimesi, Sâni'-i Hakîm, Hâlık-ı Rahîm gibi sair esma-i hüsna ile tabir edilmiş. Lafzullah o erkân-ı imaniyenin en a'zamı olan iman-ı billah, risalelerin içinde en çoğuna, en mühimlerine sahip olduğu halde; i'caz-ı Ahmediye ile i'caz-ı Kur'aniyenin işaretleri gibi parlak işaret vermemiş.

Şimdi kat'iyen gördük ki o işaret ise Kur'an-ı Azîmüşşan, o kadar parlak göstermiştir ki hiçbir cihette ihtiyaç kalmamış ki başka yerde tezahür için cilvesi görünsün.

Evet, Kur'an-ı Azîmüşşan'da Lafzullah çok nuranî ve kesretle çok manidar ve vüs'atle çok nükteleri var. Ve hikmetle tekrar edilmiş ki akıl anlasa "Sübhanallah", kalp derk etse "Bârekellah" ve göz görse "Mâşâallah" diyecektir.

Amma Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ise Kur'an'da pek azdır ve o kısım da tevafuktan ziyade başka sırlara medardırlar. Onun için kanaatimiz geldi ki Kur'an'dan tereşşuh eden ve Kur'an'dan gelen risalelerde, Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o işarete Kur'an hesabına mazhar edildi ve Lafzullah, Kur'an merkezinde bırakıldı.

DÖRDÜNCÜ MESELE[değiştir]

Bu Hâfız Osman hattıyla yazılan aynı Kur'an'ı tetkik ettik. Başta Lafzullah olarak gayet manidar tevafukat-ı gaybiyeyi gördük. Ben kendi Kur'an'ımda o tevafukata birer birer işaret koydum.

Dikkat ettik ki satır ve âyetler ortasındaki fâsılalar intizamsız olduğu için tevafukatı kısmen bozmuş. Onunla beraber bize kanaat geldi ki tevafuk matlubdur. Çünkü tekerrür eden kelimat üstünde, tekerrürden gelen kusuru izale edecek bir ziynet ve bir güzelliktir.

Ve anladık ki sahife ve satırları değiştirmemekle beraber tekellüfsüz o tevafukat-ı matlube bir derece gösterilebilir ve onu göstermekle hatt-ı Kur'anîye bir zevk, bir şevk uyandıracak ve göz ile görünecek on emarat-ı i'caziyeden bir emare izhar edilecek niyetiyle, hizmet-i Kur'aniyedeki arkadaşlarımı meşveret ve muavenete davet ederek bu meseleyi nazarlarına arz ediyorum.

BEŞİNCİ MESELE[değiştir]

Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'da tevafukatın[1] envaı var. Tevafukat-ı nakş-ı lafzîden başka tevafukat-ı maneviyesi var. Hem çok manidar ve çok vardır.

Tevafukat-ı lafziyesi ise üç tarzdadır:

Biri: Tek bir sahifede,

İkincisi: Karşıki sahifede,

Üçüncüsü: Yapraklar arasında bir tevafuktur.

Birinci tarzı: Kur'an'ın i'caz-ı manevîsinin unvanları olan risalelerde cilvesi in'ikas etmiş, görünüyor.

İkinci kısım: Bir zat-ı mübareğin yazdığı bir Kur'an'ı gördüm ki karşı karşıya sahifelerin tevafukatı kırmızı hat ile gösterilmiş. Demek o nevi de bir derece beyan edilmiş.

Üçüncü tarzı ise: Kur'an, kelâm-ı ezelî olduğundan ve kelime-i vâhid hükmünde bulunduğundan ve âyâtı birbirine bakmasından ve birbirini tefsir ve tekmil etmesinden anlaşılıyor ki: Bir sahifede kelimeler birbirine baktığı ve bir intizam-ı tevafukkârane gösterdiği gibi, Kur'an'ın mecmuunda aynı hal vardır.

Filcümle bazı numuneleri ve tereşşuhatı gördük ve bize kanaat-i kat'iye verdi ki o tereşşuhatın safi bir menbaı var.

Mesela: İki gün evvel Sure-i Nahl ve Sure-i İsra'yı okudum. Sure-i İsra'da iki yüz seksen beşinci (285) sahifede üç قُرْاٰنْ kelimesini gördüm. İkisi tam muvazi, birbirine bakar. Üçüncüsü, terazinin dili gibi üstünde ve satırın başında durmuş. Merak ettim, tevafuk matlub iken neden bu dil nizama girmemiş? Birden hatıra geldi ki:

"Buradaki قُرْاٰنْ kelimelerinin vazifeleri yalnız bu sahifede değil, güzellikleri ve nizamları başka sahifelere de bakabilir."

Baktım ki başta ve dördüncü satırdaki قُرْاٰنْ kelimesi, üç sahife sonra وَقُرْاٰنَ الْفَجْرِ kelimesine bakmakla beraber, o قُرْاٰنَ الْفَجْرِ arkasındaki فٖى هٰذَا الْقُرْاٰنِ kelimesinin zahr ve batnı hükmüne geçip kâğıt bıçakla kesilip çıkarılsa iki gözlü bir kelime olur.

Sonra muvazeneden çıkan اِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ kelimesine baktım. Sekiz sahife yukarıda Sure-i Nahl'de aynen

فَاِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ

gördüm. Aynı satır, aynı vaziyet, pek manidar bir tarzda gördüm. Elhamdülillah anladım. Bârekellah ne kadar güzel, mâşâallah ne kadar latîf vazifeleri var, dedim.

ALTINCI MESELE[değiştir]

Kur'an-ı Hakîm'in i'cazının envalarının perde altında kalması ve bilhassa göz ile görünecek nev'i herkese görünmesi lâzım gelirken gizli kalması ve ileri gitmemesi beş sebep ve hikmetten ileri geliyor:

Birinci Sebep[değiştir]

Din ve iman ve teklif, bir tecrübe-i İlahiye ve bir imtihan-ı Rabbanîdir ki ervah-ı âliyeyi ervah-ı safileden, ulvi fıtratları süflî fıtratlardan ve yüksek istidatları bozuk istidatlardan birbirinden tefrik ve terbiye etmek için bir müsabakadır. Perdeli olmazsa müsabaka olmaz. Perdeli ve nazarî bir surette kalmak içindir ki o i'cazlar perdeli kalmışlar.

Yoksa herkes gözüyle görse idi, imanı kazanmaktaki müsabaka ve mücahede-i maneviye zembereği dururdu, terakkiyat olamazdı. Ebu Cehil de Ebubekiri's-Sıddık gibi tasdik edecekti.

Onun için Kur'an-ı Hakîm akla kapı açar, "Haydi git, bul!" diyor. Fakat aklın elindeki ihtiyarı almıyor, ister istemez mecbur etmiyor.

İkinci Sebep[değiştir]

Umum mu'cizat için değil, yalnız şimdiki meselemize taalluk eden iki yüz eczadan bir cüz olan ve sanat-ı bedîiyede dâhil olan lafzî tevafukatı ileri sürmemesi ve gizli kalmasının sebebi şudur ki:

Kur'an-ı Hakîm bir maide-i semaviyedir. Ruhların gıdalarını, kulûb ve ukûlün erzaklarını câmi'dir. O gıdaların kapları ve zarfları hükmünde olan elfazdaki ziynet ve sanata nazar-ı dikkati celbetmek, o hakaike karşı bir gaflet perdesi olur, zarar olur. Onun içindir ki Kur'an-ı Hakîm, lafzî ve fenn-i bedîa ait mezayayı idame ettirmiyor; kafiyeyi değiştirir, sanatı fıtrî bir tarzda bırakıyor, kasdı işmam edecek ve nazar-ı dikkati celbedecek bir tarz vermiyor; tâ manadan zihni müşevveş etmesin ve hayal dahi kalbi aldatmasın.

Evet, ulema-i ilm-i belâgatın mabeyninde en kuvvetli bir kaideleri ve düstur-u esasîleri biri şudur ki:

Fenn-i maanî ve fenn-i beyana ait mezaya ve nükteler kasdî olmalı, irade ile emare üstünde bulunmalı, tâ belâgat üstünde bulunsun.

Fenn-i bedîa ait olan cinaslar ve sanat-ı lafziye gibi fenn-i bedî' nakışları şart-ı makbuliyeti, adem-i kasddır. Yani fıtrî bir tarzda olmalı; yoksa tasannu, tasalluf ve teassüf ve tekellüf olur, belâgatı kırar.

İşte bu düstura binaendir ki belâgatta derece-i i'caz sahibi olan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan sanat-ı bedîiyede fıtrî bir tarzda gidiyor. Manadan zihni çevirecek bir surette musırrane idame etmiyor.

Şu tevafukat ise o da fenn-i bedîa ait bir sanat-ı lafziye hükmüne geçtiği için, Kur'an-ı Hakîm Lafzullah müstesna olarak sair tevafukatta çok ileri gitmemiş. Fıtrî ve latîf ve manidar bir tarzda bırakmış.

Lafzullah ise birkaç cihette ayn-ı belâgat ve mahz-ı hikmet bir surette sırlara câmi' vaziyetleri var.

Üçüncü Sebep[değiştir]

Gözle görünecek lafzî, nakşî mezayalar, mananın hüsnünden ve cemalinden ve intizamından ileri gelmezse kabil-i taklittir; kolayca onun naziri kasden yapılabilir. Halbuki i'caz, taklit edilmeyecek bir tarzda olacak.

Hattâ bu tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz sanat-ı bedîa, i'cazın ecza-yı hakikiyesinden değil belki bir nevi i'cazın vazifesini gördüğü için i'cazın eczası içine dâhil olmuştur. Çünkü i'caz gösteriyor ki Kur'an kelâmullahtır, beşerin değildir.

Şu tevafukat-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi olamıyor ve fikr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delâlet eder ki o kelâm gaybdandır, beşerin değildir.

Eğer tevafukata kasd girse o delâlet hâssası kaybolur; i'cazdan olmadığı gibi, onun işini de göremiyor, soğuk bir şey olur.

İşte bu sırra binaendir ki risalelerde Kur'an'ın fıtrî, ulvi tevafukatından in'ikas eden cilvelerini üç dört sene sonra gördük ve hiçbir kasd ve şuurumuz taalluk etmediğine kanaatimiz geldikten sonra, onu Kur'an'ın bir keramet-i i'caziyesi diye ilan ettik ve ispat ettik.

Kanaatımız geldi ki Kur'an-ı Hakîm, kendi i'caz-ı manevîsinin tercümanları ve bürhanları ve unvanları olan risaleleri o keramet-i i'caziyeye mazhar etmiş, âdeta tevkil etmiş.

Bilhassa Kur'an'da az tekerrür eden Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âyineleri olan Sözler'de tevafukat-ı gaybiyeye mazhar etmiş ve kendi merkezinde Lafzullah birçok esrar-ı i'caziye ile beraber o tevafukatı göstermiş. Biz de inşâallah Lafzullah'ın tevafukatını göze görünecek bir tarzda bir Kur'an'ı yazacağız.[2] Sair tevafukatı kısmen işaret edeceğiz.

Dördüncü Sebep: Kur'an-ı Hakîm madem umum beşerin umum tabakatının mürşidi ve muallimidir. Küçük bir kutudan tâ büyük bir sandığa kadar ayrı ayrı şekillerde yazılıyor, elbette bir kayıt altına alınmayacaktır. Eğer tevafukatı bir esas-ı mühim tutulsa idi, o tevafukatı muhafaza ettirmek için bir tarz-ı hat kayıt altına alınması lâzım gelirdi ve binler cilveleri muhtelif muzaaf surette kaybolurdu.

Beşinci Sebep şudur ki: Tevafukat müteşabih olur, iltibasa sebeptir. Hıfzı işkâl eder. Halbuki Kur'an'ın hıfzı ve hâfızlık ehemmiyetle matlubdur. Onun için şu nevi tevafukatı çok ileri sürmemiş.

YEDİNCİ MESELE[değiştir]

Kur'an-ı Hakîm'i yeni bir tarzda yazmaktaki niyetimin sebepleri üçtür:

Birincisi[değiştir]

Hutut-u Kur'aniyenin muhafazasına hizmettir. Çünkü gördüm ki Sözler'de tevafukatın zuhuruyla, fütura düşen müstensihlerin şevkini yeniledi, gayrete geldiler. Yeni bir heves uyandı, kendine yazan tekrar yazmaya başladı.

Hem yüzler adamlar Sözler'e ve dolayısıyla hakaik-i Kur'aniyeye karşı imanları kuvvetlendi. Hattâ bir kısım dinsizler dahi o tevafukatı görüp inkâr edemedikleri için ikrara mecbur oldular. Hattâ bunlardan birisi demiş: "Bunları ikrar etmem fakat inkâr da edemem. Çünkü gözümle görüyorum." demiş.

Madem Kur'an'ın âyineleri olan Sözler'de bu hal iki mühim faydayı veriyor. O iki faydayı vermesiyle emniyetimiz geldi ki bir inayet-i İlahiyedir ve içinde bir işaret var. O âyinelerdeki cilveler, Kur'an'ın malı olduğu gibi ve Kur'an'dan geldiğini ve Kur'an'ın hesabına geçtiğini ve hakaikinin güzelliği namına bulunduğunu göstermek için, o tevafukatın menba-ı nuranisinin bir kısmını göstermek suretinde mevcud ve matbu Hâfız Osman hattıylaki Kur'an'ın sahife ve satırlarını muhafaza etmek şartıyla yeni bir Kur'an'ı yazdırmayı niyet ettik.

Evet, Hâfız Osman hattıylaki matbu Kur'an'da, ne gibi mezaya görünse kâtiplerin, müstensihlerin hüneri olamaz, doğrudan doğruya Kur'an'ın mezayasıdır.

Çünkü en büyük âyet olan Bakara 282 o Mushaf'ın sahifelerinde vâhid-i kıyasî ittihaz edilip ona göre sahifeler taayyün etmiş ve onlarda çok mezaya tezahür etmiş. Ezcümle: Bütün sahaifin âhirinde güzel ve muvafık hâtimelerle âyet tamam oluyor.

Hem o Mushaf'ın satırları için vâhid-i kıyasî, en kısa sure olan Sure-i Kevser ile Sure-i İhlas esas tutulmuş.

Madem hat, Kur'an'ın âyet ve suresinin mikyasıyla olmuştur, o hat'ta ne kadar mezaya olsa, doğrudan doğruya Kur'an'a aittir.

İkinci Sebep[değiştir]

Kur'an-ı Hakîm'in maânî ve hakaikinde, esrar ve işarat olduğu gibi elfaz ve hurufunda dahi çok esrar ve mezaya bulunduğuna bir zemin ihzar etmek için, Lafzullah'ın binde bir sırrına işaret edecek bir tarzı yazmak ve bizden sonra gelenler inşâallah daha büyük esrarları o anahtar ile açacak temennisidir. Ve nazar-ı dikkati Kur'an'ın hattına çevirmek ve hakaikine ehemmiyet ile baktırmak niyetidir.

Üçüncü Sebep[değiştir]

Elhamdülillah Kur'an-ı Hakîm'in dersiyle, irşadıyla, ilhamıyla, feyziyle ve yalnız onun talimiyle ve imlasıyla yazılan altmış risaleyi menba-ı aslîsine rabtedip ve onlar kimin malı olduğunu ve neye hizmet ettiklerini ve neyin bürhanları olduklarını ve onların mezayaları nereden geldiklerini göstermek için öyle bir Kur'an'ı yazıp hâşiyelerinde âyetlerin hakaikleri hangi risalelerde beyan edildiğini şifre nevinde rakamlarla işaret etmek, âdeta hâşiyesinde dilsiz bir tefsir, şifreli bir şerh, rakamlı bir hâşiye, sükût ile bir beyanı yazmak ve o Sözler kataratını o denize dökmek azmidir. Ve Sözler vasıtasıyla harekete gelen enzarı, Kur'an'a çevirmektir.

SEKİZİNCİ MESELE[değiştir]

Şu mesele-i mühimme benim gibi müşevveş, perişan, hastalıklı, kalemsiz, yarım ümmi bir adamın işi olamaz. Benim kahraman arkadaşlarım ve hizmet-i Kur'an'da azimkâr kardeşlerim, bana nurani kalemleriyle ve münevver kalpleriyle yardım etmeli ve fikirlerini de bu husus hakkında bildirmeli.

Mesele şimdi pek uzun olmamak için, yalnız Mushaf'ı üç nevi mürekkeb ile,

  • Lafzullah kırmızı
  • sair tevafukat başka renkli mürekkeple
  • âyetleri siyah mürekkeple yazdırmak emelindeyim.

Lafzullah'taki tevafukata kendi Kur'an'ımda işaretler yapmışım. Benim nüsha-i Kur'aniyemin matbaası nevinden birkaç nüsha daha lâzımdır ki aynen onlara da işaret yapılsın.

  • Birisi Isparta'da
  • birisi Atabey'de
  • birisi İslâm karyesinde
  • ikisi de benim bulunduğum yerde lâzımdır ki

ona göre her bir müstensihe üçer cüz verilip yazılacaktır.

Lafzullah'ın tam tevafukatına işaret koymuşum. Müstesna kalanlar ise, bir kısmının başka vazifeleri olduğu için tevafukata girmiyor. Çünkü başka yere bakıyor. Veyahut o kelimatın mecmuundan manidar bir kelime çıktığından, yeri değiştirilmiyor. Ve bir kısmı ise, matbaanın ve müstensihin satırda ve âyetlerin fâsılalarında intizamsızlığından ve bu tevafukatı hissedememesinden mevcud tevafuku bozmuşlar. Öyleler ise sıraya girmeli, hattâ mümkün ise sahifede iki veya üç sıra ile muvazene takip edilsin.

Hem Lafzullah'ın tekrarındaki nisbet-i adediyesi pek hayret verici bir tarzdadır. Ezcümle:

Sure-i El-Bakara'da Lafzullah iki yüz seksen iki (282), âyetleri iki yüz seksen altıdır (286). Dört adet farkları var. Dört yerde Lafzullah yerinde dört Hüve var. Demek Lafzullah'ın adedi, âyetleriyle tam tevafuk ediyor.

Hem Sure-i Âl-i İmran'da Lafzullah iki yüz dokuz (209), âyetleri iki yüzdür (200). Demek âyetten dokuz fazla kalır, El-Bakara'daki noksanı tekmil eder. İki surenin âyetleriyle Lafzullah'ın adedi tam tevafuktadır. Zehraveyn nam-ı âlîsiyle tabir edilen iki sure-i muazzamada Lafzullah'ın tekrar ve tevafuku, azîm bir nükteyi gösterir.

Sure-i En'am'ın âyetleri yüz altmış beş (165), Lafzullah seksen üç (83). Demek nısfiyet, o nisbetle bir tevafuktur, nısfiyetle bir münasebet-i adediyedir.

Ve hâkeza... Buna benzer çok manidar sırlar Lafzullah'ın tekrarında vardır. Mesela:

Sure-i Nisa, Maide, En'am âyetlerinin mecmuu dört yüz elli altı (456), Lafza-i Celal de dört yüz elli iki (452) olduğundan, makamat-ı hitabiyede tam tevafuk ve o tevafuk da mühim bir nükte-i i'caziyedir.

Hem Mekkî olan Sure-i En'am'ın âyeti yüz altmış beştir (165). Lafzullah'ın tekerrürü onun yarısı olarak güzel, manidar bir nisbet-i adediyeyi ve tevafuk-u nısfî gösteriyor ve Lafzullah'ın tekrarında pek çok daha bunlar gibi i'cazî nükteler vardır.

Hem her bir sahifede tekerrür eden Lafzullah, karşıki sahifesine veyahut arkasına veyahut daha arka sahifesine tevafuka, nisbet-i adediye cihetinde tevafuku çok manidardır. Bazen misil, bazen nısfı olur. Nadiren sülüs nisbetiyle bakıyor. Hem buna dair kendi nüshamda işaretler yapmışım.

Hem Lafzullah her sahifede ekseriyetle ya beş, ya altı, ya yedi, ya dokuz, ya on bir adette gayet manidar olarak tekerrür ediyor. Hususan Medine'de nâzil olan surelerde daha kesretle ve manidar bir tarzda nazar-ı dikkati kendine celbeder. Çok şuâ-ı i'cazı taşıyan âyetin fezlekelerinde ve hâtimelerinde parlıyorlar. Yirmi Beşinci Söz'ün Üçüncü Şule'sinde o fezlekelerin on adet lemaat-ı i'caziyesine işaret edilmişler.

Mühim Bir Mesele-i Kur'aniye ve Esalib-i Kur'aniyenin Tenevvüündeki Hikmetli Bir Nükte[değiştir]

Bir zaman Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okuduğum vakit Mekkî sureler bana çok kuvvetli, îcazlı ve i'cazlı geliyordu. Medine sureleri ni okuduğum vakit, bana çok izahlı ve vüs'atli ve tafsilli geliyordu. Hayret ediyordum.

Hem bakıyordum ki Mekkîlerde ekseriyetle Lafzullah az tekerrür ediyor. Onun yerinde Rab, Rahman isimleri zikrediliyor.

Kur'an'ın irşadıyla ve dersiyle anladım ki:

Mekkî sureler, bidayet-i vahiyde oldukları ve saff-ı evvel muhatapları ve muarızları ümmi müşrikler olduğunu ve en ziyade erkân-ı imaniyenin ispatına dair geldikleri için elbette îcazlı olacaklar. Tâ ki mebde-i vahiyde, o ağır halet-i kudsiyeye mazhar olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tahammül edip zabtetsin.

Hem gayet ulvi ve kuvvetli bir tarzda vahdaniyeti ispat edecek bir tarzda, müşriklerin kafalarını dağıtacak bir şiddet bulunacaktır.

Hem müşrikler şirk sebebiyle Allah'ı tanımadıkları için, Allah'ın icraat-ı rububiyesi ve niam-ı Rahmaniyesiyle kendini onlara bildirmek için ekseriyetle Rab ve Rahman lafzının zikri daha ziyade mutabık ve mukteza-yı hal olarak belâgat-ı Kur'aniye iktiza etmiştir.

Amma Medine'de nâzil olan sureler ise, çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm gittikçe tekemmül etmiş, hitabat-ı ezeliyeye mazhariyete tahammüle alışmış ve müşriklere bildirmiş ki sizi terbiye eden Rabb'iniz ve sizi nimetleriyle besleyen Rahmanu'r-Rahîm ise Allah'tır.

Hem Medine'de en ziyade muhatap ve muarızı, Allah'ı tanıyan Ehl-i Kitap olduklarından, hem erkân-ı imaniye suver-i Mekkiye ile ispat edildiğinden, ihtiyaç ise füruata ve sair hakaike daha ziyade göründüğünden, elbette ekseriyet itibarıyla Medine surelerinde daha ziyade Lafzullah cilveger olup tekerrür edecek ve îcazlı icmalin cemalinden vuzuhlu, tafsilli hüsnüne mazhar olacak ve usûl-ü dinin erkânıyla beraber füruat-ı şeriatı ve sair hayat-ı içtimaiyeyi terbiye eden tafsilli kudsî düsturların beyanı, o Medine surelerinde daha ziyade görünecektir.

DOKUZUNCU MESELE[değiştir]

Ey ihvan! Madem Cenab-ı Hak, kemal-i rahmetiyle bizi Kur'an-ı Hakîm'e hizmetkâr kabul ettiğini gösterir bir tarzda bizi muvaffak ediyor. Biz de merhametine ve inayet ve tevfikine istinad edip o merkez-i nuraninin etrafında mütesanid bir daire-i muhita olmaya çalışmalıyız. Ve hatt-ı Kur'an'ın ref'ine çalışanları susturmalıyız ve Kur'an'ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız.

Evvelen: Her birimiz evladı varsa lâekall bir veledini, yoksa müstaid başka bir çocuğa Kur'an'ı öğretmeliyiz. Kendi öğretmese de, öğretmek için himaye ve teşvik vasıtasıyla birisini yetiştirmeli.

Sâniyen: Kardeşlerimizde Arabî hattı varsa -çok güzel olmak şart değil- tayin ettiğimiz tarzda bir iki cüz yazmaya gayret etmek; Arabî hattı olmayanlar onlara, o yazanlara ciddi muavenet etmek lâzım gelir.

Sâlisen: Bize fikirleriyle, kalpleriyle yardım etsinler. Buldukları mezaya-yı Kur'aniyeyi bize bildirsinler. Çünkü umum ihvan namına bu mühim mesele ortaya konuluyor. Bir iki şahsın haddi değil bunu çevirebilsin.

Hem Selef-i Salihîn, Kur'an'ın hâşiyelerinde hiçbir şeyin konulmasına müsaade etmiyordular. Sonra müteahhirîn-i ulema, Kur'an'a ait bazı şeylerin hâşiye yerinde yazılmasına fetva verdiler. Sonra muhtasar tefsir Arapça olsun, Türkçe olsun Kur'an'ın sahifesinin etrafında yazılmasını kabul ettiler.

Ben seleflerin içtinabından korkuyorum, cesaret edemiyorum. Sizin reyiniz inzimam ederse, Kur'an'ın i'caz-ı zahirî ve manevîsine medar bazı işaretlerle hâşiyesinde herhangi risalede izah ve ispat edildiğine işaret olunacaktır.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مَظْهَرِ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ وَحَبٖيبِكَ الْاَكْرَمِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَحْبِهٖ وَسَلِّمْ

Rumuzat-ı Semaniye29. Mektubun 4. Kısmı: Sonraki Risale

  1. Tevafukat ise ittifaka işarettir. İttifak ise ittihada emaredir. İttihad ise vahdete alâmettir. Vahdet ise tevhidi gösterir. Tevhid ise Kur'an'ın dört esasından en büyük esasıdır.
  2. Lillahilhamd, öyle bir Kur'an'ı Hüsrev yazdı.