Risale:Temyiz Mahkemesi Talebe Müdafaaları (Müdafaalar)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Müdafaa: Temyiz MahkemesiTüm MüdafaalarEmirdağ Hayatı (Afyon Hapsinden Sonra): Sonraki Müdafaa

Risale-i Nur şakirdlerinin İdiianameye karşı ayn-ı hakikat itiraznameleridir.

Avukat Abdurrahim [Üstadın lisanıyla][değiştir]

Nur'un eski talebelerinden Avukat Abdurrahim'in Üstadımızın lisanıyla başvekile yazdığı bir istidadır. Makam münasebetiyle buraya yazıldı.

Başbakanlığa Dâhiliye Bakanlığına Adliye Bakanlığına

Muhterem Efendiler!

Hürriyet ilanını, Birinci Harb-i Umumiyi, mütareke zamanlarını, milli hükümetin teşekkülünü ve cumhuriyet zamanını birden derkeden bütün hükümet ricali beni pek iyi tanırlar. Bununla beraber müsaadenizle hayatıma bir sinema şeridi gibi göz gezdirelim.

Bitlis vilayetinin Nurs köyünde doğan ben; talebe hayatımda rast gelen bütün alimlerle mücadele eder, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inayet-i İlahiyye ile mağlub ede ede İstanbul'a kadar geldim. İstanbul'da bu afetli şöhret içinde mücadele ederken nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, Sultan Abdulhamit'in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilanıyla ve Otuzbir Mart vakıasındaki hizmetlerime İttihad-Terakki hükümetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Cami-ül-Ezher gibi Medresetü'z- Zehra namında bir İslâm Üniversitesinin Van'da açılması teklifi ile karşılaştım. Hatta temelini attım. Birinci harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde Bitlis'te esir düştüm, esaretten kurtularak İstanbul'a geldim. Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'ye aza oldum. Mütareke zamanında istila kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul'da çalıştım. Milli hükümetin galibiyeti üzerine yaptığım hizmetler Ankara hükümetince takdir edilerek Van'da üniversite açmak teklifi tekrarlandı.

Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperver hali idi. Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre "Eski Said'i gömdüm." büsbütün âhiret ehli Yeni Said olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul'un Yuşa tepesine çekildim daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım.

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ

Yani "şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım" düsturuyla kendi ruhî alemime daldım. Kur'an-ı Azimüşşan'ın tetkik ve mütalaasıyla vakit geçirerek ve Yeni Said olarak yaşamağa başladım. Fakat kaderin cilveleri beni menfi olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur'an-ı Kerim'in feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda getirdim. Bu risalelerin hey'et-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur'an'ın nuruna istinad eylediği için bu isim vicdanımdan doğmuş gibi ilham-ı İlahi olduğuna bütün imanımla kaniim. Ve bunları istinsah edenlere "Barekallah" dedim. Çünki : İman nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktu. Bu risalelerim iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak istinsah edildi. Bu istinsah bana böyle bir kanaat verdi ki; Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlahidir. Bu sevk-i İlahiye hiçbir sahib-i iman mani olmayacağı gibi teşvike de manen mecbur bulunduğumu hissettim. Zaten bugüne kadar yüzotuzu bulan bu risaleler tamamen ahiret ve iman bahislerine ait olup siyasetten ve dünyadan kasdi olarak bahsetmez. Buna rağmen birtakım fırsat düşkünlerinin de iştigal mevzuu oldu.

Üzerinde tedkikat yapılarak Eskişehir, Kastamonu, Denizli'de tevkif edildim. Mahkemeler oldu, neticede hakikat tecelli etti. Adalet yerini buldu. Bu düşkünler bir türlü usanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyon'a getirmişlerdir. Mevkufum, isticvab altındayım, bana şunları isnad ediyorlar.

1-Sen, siyasi bir cemiyet kurmuşsun.

2-Sen, rejime aykırı fikirler neşrediyorsun.

3-Siyasi bir gaye peşindesin.

Bunların esbâb-ı mucibe ve delilleri de risalelerimin iki-üçünde onbeş cümleleridir.

Sayın bakan! Napolyon'un dediği gibi: "Bana te'vili kabil olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla idam edeyim." Beşerin ağzından çıkan hangi cümle var ki: Te'villerle cürüm ve suç teşkil etmesin. Bilhassa benim gibi yetmişbeş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş sırf ahiret hayatına hasr-ı hayat etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyeti makrûn olduğu için pervâsız olacaktır. Bunları tetkik ile cürüm aramak insafsızlıktan başka birşey değildir. Binâenaleyh bu yüzer risalemden hiçbirisinde dünya işini alakalandıran bir maksat yoktur. Hepsi Kur'an Nurundan iktibas edilen ahirete ve imana taalluk eder. Ne siyasi ve ne de dünyevi hiçbir gaye ve maksad yoktur. Nitekim, hangi mahkeme işe başlamış ise aynı kanaat ile beraet kararını vermiştir. Binâenaleyh, lüzumsuz mahkemeleri işgal etmek ve masum imân sahiplerini işlerinden, güçlerinden alıkoymak vatan ve millet namına yazıktır. Eski Said bütün hayatını vatan ve milletin saadeti uğrunda sarfetmiş iken, bütün bütün dünyadan el çekmiş yetmişbeş yaşına gelmişş Yeni Said nasıl olur da siyasetle iştigal eder. Buna siz de tamamen kanisiniz.

Benim tek bir gayem vardır: O da; mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyorum. Bu ses İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı; bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum. Bu imânsız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan sizin gibi dindar kuvvetlerle elele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız; elbirliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah'ın birliğine hizmet edeyim.

Said Nursî

Avukat Hikmet [Üstadın lisanıyla][değiştir]

Bu parça Avukat Hikmet tarafından kaleme alınmış ve Ankara'ya Mahkeme-i Temyiz'in reisine gönderilen müdafaatın başına ilhak edilmiştir.

1/10/948

Ankara Yüksek Yargıtay'ın Âdil Başkanlığına!

Bilhassa son zamanlarda hürriyet-sever milletlerin ülkelerinde görülen komünist cereyanlarının tahribat ve teşevvüsatı ve bu husustaki teşebbüsler memleketimizde de görülmektedir. İşte millet bünyesini sarsan bu kötü cereyanlara karşı son derecede müessir bir kalkan vazifesini gören İslamiyet dinini ve hislerini kuvvetlendirmek suretiyle hem içtimai bünyemizi takviye ve hem de vatan ve millet saadetine ve âsâyişin te'minine yegâne medar olan ve fakat son zamanlarda maalesef zayıflamaya yüz tutan bu içtimai, dinî ve ahlâkî duyguların kaynağı olan İslamiyet dininin kuvvetlendirilmesi maksadıyla ve gayesiyledir ki; siyasetten tamamen âzâde bir halde yazdığım ve bir çokları da kırk sene evvelden beri yazıla gelmiş ve Kur'an tefsirlerinden ibaret olan ve bu suretle Nur Mecmuaları altında toplanan kitaplarla Risale ve mektupların memleket içerisinde muhtelif yerlerde elden ele geçerek okunması, sebebsiz yere idareyi kuşkulandırmış bulunmaktadır.

Bu sebebledir ki: Lüzumsuz yere bu kitapları risale ve mektupları yazan ve teksir eden ve okuyanları ve hatta habersiz olarak bir paket içinde nakline vasıta olan bir çok kimselerle birlikte cümlemizi zaman zaman taht-ı muhâkemeye ve taht-ı tevkife alınarak daima ta'ciz ve tazyik edilmiş ve edilmekteyiz.

Bu defa da evvelce Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraet ettiğimiz halde, üçüncü defa olarak aynı mahiyette olan "gizli dinî cem'iyet kurmak ve halkı hükûmet aleyhine teşvik etmek" gibi suç vasıfları verilmek suretiyle kırkdokuz kişi taht-ı muhâkemeye alınarak sekiz aydan beri kısmen mevkuf bulunuyoruz.

Arz olunan mahiyet ve maksadımıza hiçbir noktada uymayan ve fakat iddia ve tavsif itibarıyla şahsımız, gayemiz ve hareketlerimiz için ağır bir ittiham teşkil eden şu iddiaya karşı şahsıma ait müdafaat ile son sözümü ve Diyanet Riyaseti raporuna cevab ve hey'et-i vekileye yazılan istid'a ve diğer suçlu talebelerin şahsi müdafaanameleri ve ayrıca hata ve sevab cedveli gibi yazıların birer suretleri adâletin baş reisliği olması itibarıyla bera-yı malumat ilişik olarak takdim olunmuştur.

Kabul buyurularak ehemmiyetle mütâlaanızı; yetmişbeş yaşlarında olup İslam dinini kuvvetlendirmek ve yaymak gibi sırf dini gayretlerinden dolayı hayatının son günlerini üçüncü defa olarak hapishane köşelerinde inleyerek geçirmekte iken, aynı gayret ve maksatlarıyla bu dine gerek şahsım gerekse başkası için hizmet etmesinden dolayı aylardan beri aynı zindanda çocuk ve çoluğuna hasretlik çeken arkadaşlarım ve şahsım namına saygılarımla arz ve istirham eylerim.

Afyon Cezaevinde Mevkuf

Said Nursî

Husrev'in Mektubu[değiştir]

(Avukat Ahmed Hikmet'in bize yazdığı parça ile bu mektup, talebe itiraznamelerinde bu mektup başında ve parça ahirinde veya içinde yazılsa münasibtir. Çünkü avukatlarımız olan Halil Hilmî ve Ahmed Hikmet ister istemez Nur Şakirdlerinden olmuşlar, onların da hisseleri var.)

Husrev yazıyor.

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

2 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

3 اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَاۤئِمًا

1/10/948

Mahkeme günü : Cuma

Çok Sevgili Üstadımız Efendimiz!

Dünkü mahkememiz çok ehemmiyetli, çok heyecanlı olmuştu. Avukat Halil Hilmî, baştan nihayete kadar cereyan eden mahkeme safahatında elde ettiği kanaatını hülasaten serdettikten sonra:

"Denizli Mahkemesinde Said Nursi, Atatürk'e rakı içe içe karnı su tulumbası gibi şişmiş" dediği.. hem orada kendisine "Başını niye açmıyorsun? Sarığını niye çıkarmıyorsun?" dedikleri zaman "Başım gövdemden ayrılmadıkça veya boynuma ip takılıp asılmakdıkça bu teklifinizi bana tatbik edemezsiniz!" diye pek şiddetli konuştuğu halde.. Said Nursi, Denizli'de dokuz ay imtidad eden tedkikat neticesinde -bugünde kendisine ve talebelerine isnad edilen suç mevzularından daha çok ittihamlardan hiç birisi mevcut olmamakla- eserleriyle, talebeleriyle beraat etmiş. Şimdi ise yüksek mahkemenizde çok mülâyim konuşan ve asla dini bir temayülden başka hiçbir şeye iltifat etmedikleri anlaşılan Bediüzzaman'ın ve talebeleri olan bu biçare vatan evladlarının daha çok mekufiyetlerinin temâdisinin zulüm olduğu kanaatına yüksek mahkemenizde vasıl olmuştur."

"Huzurunuzda bulunan bu vatandaşlar hakikaten bîgünahtırlar. Bunlar, siyasetle ve fena maksatlarla alâkası bulunmayan Said Nursî'nin eserlerini okuyup yazmaktan ve yaymak suretiyle ehl-i imâna hizmet etmekten başka hiçbir gaye takip etmemişlerdir. Bu hareketleri ise hiçbir şekilde suç teşkil edecek mahiyette değildir. Hatta bu vatandaşlar : "Türk milletinin kanun-u esasi ile dini, din-i İslâm olduğu halde bu güne kadar ihmal edilen din tedrisatının tekrar mekteplere konulmasına ve imam-hatip mekteblerinin açılmasına yegane sâik, bizim mesaimizin mahsulüdür." deseler dahi, yine bir suç teşkil etmez. Mâsumiyetleri mahkemenizce de tahakkuk ettiği kanaatında olduğum bu vatandaşların hiçbir suçları olmamakla beraber, bu mes'elede eğer bir suç varsa; "O suç benimdir" diyen bu eserlerin müellifi Said Nursi'ye aittir. Bu vatandaşların tahliyelerini istiyorum" diyerek sözünü bitirmiş...

Fakat hey'et-i hakimenin siz sevgili Üstadımızı konuşturmak istememelerine rağmen siz sevgili Üstadımız ısrar ile söz almış ve "Avukat doğru söyledi" diye söze başlamıştınız. Yirmiiki seneden beri bilafâsıla gizli düşmanlarınız tarafından şahs-ı mübarekenize yapılan pek şiddetli işkenceleri, ihanetleri yadettikten sonra:

"Benim müdafaatım elinizdeki risalelerimdir. Talebelerim bilirler ki; benim gizli düşmanlarım beni idam etseler sonra Risale-i Nur'la imanlarını kurtarsalar, ben onlara hakkımı helal ediyorum. Eğer sizde benim o gizli düşmanlarımın şahsıma yaptıkları nâkabil-i tahammül işkenceleri bilseydiniz, siz de benim halime ağlayacaktınız. Hatta burada sekiz aydan beri bana çektirdiğiniz azaplardan dolayı size de hakkımı helal ediyorum.

Bu masum vatan evlatlarına tesmiye edilen Nurcu ismi, kitaplarımı okuyup yazmalarından başka bir şey değildir. Halbuki; siz de şimdi bunlar gibi Nurcu oldunuz. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Hindistan ve Mısır gibi Alem-i İslâm'ın mühim merkezlerinde âlimlerin takdirlerine mazhar olan Risale-i Nur, sizin de kalplerinizi kendine çevirmiş. Bu mâsum vatan evlatlarını bırakınız, kabahat varsa benimdir. Evet kabahatım var; o da: Dünyaya bakmadığımdır." diye hem çok yerinde, hem çok acıklı sözleriniz bizleri pek çok müteessir ettiği gibi hey'et-i hâkimeyi de müteessir etmişti. (O son sözler gizli kaldı.)

4 اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Çok kusurlu talebeniz

Husrev

1.) Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

2.) Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi, 17:44)

3.) Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.

4.) Bâkî olan sadece Odur.

Zübeyir'in Temyiz Lâyihasından Bir Kısmı[değiştir]

Zübeyir'in Temyiz Lâyihasından Bir Kısmı

Risale-i Nur, cihan-şumûl değeriyle Avrupa'da takdire mazhar olup intişar ettiği zaman, Onun düşmanları olan dinsiz, mason ve komünistler orada da neşrine mâni' ve nâşirlerini imhaya yelteneceklerdir.

Yukarıda arz ettiğim vecihle; Risale-i Nur yalnız Türkiye için değil, bütün beşeriyeti tenvir gayesiyle te'lif edilmiştir. Bu itibarla "zındıklar, mürtedler" tabirinin hükümet ve adliyenin bir kısım me'murlarına söylenmediği her hüsn-ü niyet sahibi anlar ve anlıyor.

Fakat, gizli cem'iyet ittihamı yirmi seneden beri bulunmadığı gibi şimdi de tek bir emaresi bulunmayarak, bir suçun tahakkukuyla değil tevehhümüyle cezalandırılamadığı için cezaya çarptırılacak tutanak noktaları merakla, dikkatle aranıyor. Te'vil edilebilecek veciz bir cümle bulunduğu zaman derhal yapışılıyor. Tabiîdir ki bu acîb tecessüs, su-i zannı ihsas ettiriyor.

Şu halde Bediüzzaman ve Risale-i Nur Şâkirdleri, muhakkak surette herhangi bir te'sirle ve tazyikle mahkum ettirilmek isteniliyor. Yoksa, Risale-i Nur eserlerinde "Ey ehl-i imân!" denildiğinden Türkiye'nin Diyanet Reisine ve müftülere hitab edilmeyip üçyüzelli milyon müslümana tevcih edildiğini nasılki câhiller dahi anlıyorlarsa.. "Ey mürtedler, ey zındıklar!" tabirlerinin de, hükümet ve adliyenin yalnız bir kısım me'murlarına söylenmediğini yine âmiler dahi daha ilk nazarda bilirler.

En câhilin fehmettiği bu açık sözleri hâkim gibi şahsiyetlerin derkedememesi, kat'iyen ihtimal dahilinde değildir. Bunun için Afyon Savcısının ve onu tasvib eden Ağır Ceza elemanlarının böyle tabirler üzerinde su-i te'viller ile musırrane durmaları muhakkak ceza verebilmek kasdını kendiliğinden ayan-beyan etmektedir zannındayız. Eski Maarif Vekili Hasan Ali gibi salâhiyettar komünistlerin neşriyatlarının müsbet ilimlerle sağlanan vesvese ve şüphelerin neticesiyle yıkılan imanları Risale-i Nur eserleri isbatçılıkla inşaa ve imâr ediyor.

İşte gençliğimizin Risale-i Nur'a elektriklenmiş gibi sarılmalarının en ince sır ve hikmetlerinden bir tanesi de budur: Senelerden beri ferağat-ı nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla yarım asırlık bir elbise, yirmibeş senelik pamukları görünen bir hırka, belki yirmi senelik ayakkabısı olan bir çift terlik, eski bir yatak, birkaç yemek kabı gibi gayet zaruri olan eşyalara malikiyet, fakr-u haliyle eşine rastlanmamış bir kanaatla, ihtiyar, hasta ve fevkalâde ihtimame muhtaç bir çağda gizli düşmanları olan komünist ve masonların müteaddit ihanet, çeşitli işkencelerine karşı, tahammülün fevkinde sabrı ile Bediüzzaman Said Nursî; din aleyhindeki birçok sinsi planlarla, yukarıdaki mahvedici ve için için kemirici planı da realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasane ve perdeli olan bu planları akim bırakacak eserleri telif etmiştir.

Fakat ne hazin ve acıklı ve binler teessüflere şayeste bir vaziyettir ki; bu İslâmiyet kahramanı ve harikulâde büyük zat, yirmibeş senedir hapislerde, zindanlarda, inzivagahlarda, tecrid-i mutlaklarda imha edilmeğe çalışılmıştır ve çalışılmaktadır.

Komünistlerin ihanetiyle meydana gelen evhamın icab ve neticesi olan garazkârlıklarla Risale-i Nur müellifi cezalandırılsa dahi, Risale-i Nur eserleri yine büyük bir iştiyak ve gittikçe artan bir alâka ile okunmakta devam edecektir.

Birinci ve en kuvvetli delili şudur ki; yeni harf ile teksir edilebilen "Asâ-yı Musa" eserini okuyan gençler, Kur'an harfleri ile yazılmış mütebakî eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde bir çok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden îmandan çıkarmak için su-i kasdlarla te'lif edilen eserleri okumağa mecbur eden Kur'an hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar. Bir milletin gençliği ne zaman Kur'an ve ondan lemaan eden ilimlerle techiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet terakkî ve teâlî etmeğe başlamıştır. Gençlik, îman ve İslâmiyet ihtiyacıyla yanan ruhlarını Kur'an tefsiri Risale-i Nur'un füyûzat ve envarıyla doldurmağa başlamıştır. Böylelikle tahkikî bir îmana sahip olacak gençliğimizi ilim ve Nur'la; dinsizliğe, komünistliğe karşı mücadele edip vatanlarını İslâm düşmanlarına aslâ sattırmayacaklardır. Bunun için; eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedaî olup hakikat hazinesi olan Risale-i Nur'un neşri için, mümkün olsa derimizi kağıd, kanımızı mürekkep yaptıracağız.

Evet.. Evet.. Evet. Binler defa evet!..

Savcı iddianamesinde diyor ki: "Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir." Biz de buna mukabil deriz ki: "Eğer Risale-i Nur bir zehir ise; bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevketsin."

Biz Risale-i Nur Talebeleri; İman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikatı istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.

Afyon Hapsinde Mevkuf

Konyalı

Zübeyir Gündüzalp

Mustafa Sungur'un Temyiz Lâyihasıdır[değiştir]

Mustafa Sungur'un Temyiz Lâyihasıdır

1-Ağır Ceza Mahkemesi : Nur Risalelerini okuduğumu ve yazdığımı ve muhtaç bir mü'min kardeşime vererek istifadesine çalıştığımı; "Halkı hükümet aleyhine teşvik ediyor" diye hakkımda bir suç saymış. Halbuki; ben itiraznâmemde bu ithama karşı dedim: Halkı hükümet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, Kur'an'ın hakikî bir tefsiridir. O, bütün eczalarıyla hakaik-ı imâniyeyi ders verip, okuyan ve yazanlara en büyük saadeti bahşediyor. O'nun hedefi, halkı hükümet aleyhine teşvik gibi serserilerin, bozguncu ahlâksızların gittikleri fâniliklere değil, belki bütün saadet ve bahtiyarlığın en yüce mertebesi olan Allah'ın rızasıdır. Ben, bana en büyük fazilet, en tatlı ni'met olan, îmanı kazandıran Risale-i Nur'u okuduğum ve yazdığım ve onun en güzide bir talebesi ve âciz bir hizmetkârı olduğumdan dolayı iftihar ediyorum. Ve Risale-i Nur'un Talebeliğini, hakkımda pek büyük bir ihsan-ı İlahi bilip layık olmadığım bu ni'met-i âzimeyi benim gibi bir bîçâreye nasib eden Rabbime daima şükrediyorum dediğim halde, kanuna ve delile dayanmıyarak benim îman ve İslâmiyete karşı bağlanmamı bir cürüm bilerek bütün bütün hak ve hakikatın aksine olarak cezalandırıldım.

2-Ben şahidim ki: Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Hâşâ!.. Hazret-i Kur'an'ı Hazret-i Peygamberin yazdığını ve İslâmiyetin artık mülga olunacağını, medeniyetin ilerlediğini, bu asırda Kur'an'a ittiba etmek büyük bir hatâ ve gerilik olduğunu, hatta bir gün bir muallimin yaptığı gibi: İslâmlar namaz kıldıkları ve âhireti düşündükleri için daima muztarib bir halde, ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslâm camilerinde daima bir ölgünlük havası estiğini, Hıristiyanların kiliselerinde ise daima neş'e ve canlı hayat bulunduğunu ve Hıristiyanlar çalgı ve saire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neş'e içinde geçirdiklerini söylüyorlar.. kalblerimizdeki iman ve İslâmiyet bağlarını koparmağa ve onun yerinde inkâr ve küfür yerleştirmeğe çalışıyorlardı. İşte böyle zehirli fikirlerle aşılanmış ve böyle tehlikeli, muzır dinsizlerin dersleriyle maneviyatı öldürülmek istenmiş ve hattâ o muzır fikirlere kapılarak ve (Hâşâ!..) inanarak etrafına neşretmeğe başlamış bir biçâre insanın, birden bire Risale-i Nur gibi Kur'an'ın feyzinden fışkıran, îman ve İslâmiyet hakikatlarını gayet parlak bürhanlar ve harika deliller ile isbat eden ve din-i İslâmın daima insanların saadet ve selâmetine vesile, sönmez ve söndürülmez bir mânevi güneş olduğunu izah eden eşsiz bir Nur-u Kur'an'ın birkaç risalesini okumakla bütün o zehirli fikirlerini atıp îmanı elde ederek duyduğu sonsuz sevinç ve bahtiyarlığı te'lif ettiği mübarek Nur risaleleriyle ona kazandıran müşfik ve vefakâr ve hakiki kahraman Üstad Bediüzzaman Hazretlerine arz etmesi, eski gaflet ve dalâlet hayatından kurtulup, îman ve nura kavuştuğunu ve hakikî îmanı kazandıran Risale-i Nur'un bu asrın bütün insanları için bir şems-i hidâyet ve vesile-i saadet ve onun müellifliğiyle tavsif edilen Üstad-ı muhteremin bu pek büyük ve yüce îmanî hizmetiyle o'nun bu beşeriyete, hususan ehl-i îmana bir lûtf-u İlâhi olduğunu hayranlıkla arzetmesi ve yukarıda da arz edildiği veçhile Kur'an ve İslâmiyet aleyhindeki dehşetli ve kahhar tecavüzleriyle bu kahraman İslâm milletinin evlâdlarını dinsizliğe teşvik edip milyonlarla insanların ebedî saadetlerini mahvetmeğe çalışanları "Gizli Süfyan komitesinin yıkıcılığı ve eziciliği" diye vasıflandırarak onlara ve onların bu alçak ve kahhar ve zalimâne tahriblerini ve yıkıcılıklarını alkışlayan divanelere binler teessüf ve nefretlerle yazıklar olsun demesi ve îmanında şüpheye düşmüş eski ders arkadaşlarına, "Gelin, hepimiz bu hevâî ve nefsî arzulardan vazgeçelim; Hakaik-ı Kur'aniyenin önünde diz çökelim ve bu asrın rehber-i saadeti olan Nur medresesine koşalım; aylarca yıllarca alkışlayıp durduğumuz o yalancı sefillerden ve onların hakikat diye gösterdikleri yalanlardan vazgeçip Bediüzzaman Said Nursi'nin derslerine gönül bağlayıp o'nu üstad edinelim; zulmetten Nura dönelim" diye hitap etmesi, acaba îmanından aldığı sevinç ve Kur'an ve İslâmiyet sevgisinden ve bağlılığından ve milletini pek çok sevip herkesin tahkikî îmanı kazanarak sonsuz bir saadete nail olmalarını arzu etmesinden değil midir?

Acaba Allah'a intisab edip İslâmiyetin en âli bir din ve fazilet ve saadet müjdecisi olduğunu ilân etmek bir cürüm müdür?.. Kur'an ve İslamiyet aleyhinde her taraftan yıkıcı ve kahhar taarruzların başladığı ve Hazret-i Kur'an'a ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a iftiralarla o Zâtın çok âli ve çok kudsî kıymet ve varlıkları çürütülmek istenildiği; buna mukabil dinsizliği ve ilhadı ve ahlâksızlığı telkin eden kitapların ve Allah'a âsî ve İslâmiyete hücum eden fâni ve kıymetsiz bedbahtların saygılar ile anıldığı ve bid'akâr ve gayr-i meşrû hallerinin alkışlandığı bir zamanda.. Hazret-i Kur'an ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yüceliklerini, hakkaniyet ve kudsiyetlerini, hem Allah'ın varlığını ve bu kâinat bütün mevcudatıyla ve bütün âzâ ve cihazatıyla Hâlikının vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ettiğini ve insan akıl ve fikir cihetiyle ve esma-i İlâhiyeye en ziyade âyinedar bulunmasıyla sair mahlûkata bir nevi sultan hükmünde olduğu; insan eğer îman ve ubudiyetle Allah'a intisab etse, dalâlet ve sefahetten ve büyük günahlardan korunsa, mevcudatın üstünde âlâ-yı illiyyine lâyık ve ebedî cennet ve saadete mazhar bir muhterem misafir ve eğer şirk ve isyanla veya gaflet ve dalâletle Halıkına küfretse, o zaman hayvandan daha aşağı ve esfel-i sâfiline düşerek ebedî cehenneme müstehak ve sonsuz azap ve işkencelere lâyık bir bedbaht olduğunu ve Kur'an'ın daima değişmez ve O'nun hüküm ve emirleri tebeddül etmez ve edilemez bir hak kelâmı ve İslâmiyetin daima en yüksek bir medeniyette bulunduğunu ve beşeriyetin hakiki ve daimi saadeti ancak ve ancak evamir-i Kur'aniyeye ittiba ve intisabla mümkün olacağını açık ve kat'î olarak izah ve isbat eden Risale-i Nur'un kudsiyetini ve yüceliğini ve o mu'cize-i Kur'an'ın bir Nur-u İlâhi ve bir ihsan-ı Rabbanî olduğunu îman ve ilân etmek bir cürüm müdür!..

Fâni beş-on dakikalık gayr-i meşrû zevkler için yazılmış roman ve efsaneler ve İslâmiyetin aleyhinde ve okunması memleket ve milletin selâmeti bakımından gayet tehlikeli, muzır kitapların neşredilmesi ve onların medh ve tavsiye edilmesi bir suç sayılmıyor da, yüz milyonlarla insan onda gitmiş ve hakikî olan saadete ulaşmış İslâmiyet güneşinin tarifçisi ve tavsiyecisi ve hakaik-ı İmaniyenin müjdecisi olan Risale-i Nur'u okumak ve yazmak medh ü senâsına kadir olamadığımız yüksek mezayasını tavsiye etmemiz bir suç sayılıyor. Acaba kalbinde zerre kadar îmanı olan ve memleket ve milletin selâmetini arzu eden bir insan bunu suç sayabilir mi!..

Sayın Yargıtay Hâkimleri!.

Sizin yüksek huzurunuza arzedilen bu dâva doğrudan doğruya îman ve Kur'an dâvasıdır. Milyonlarla insanların ebedî saadet ve kurtuluşu dâvasıdır. Bu azîm dava ile başta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün enbiya Aleyhimüsselâm ve bütün evliya ve hadsiz ehl-i hakikat ve îmanla dâr-ı bekaya gitmiş bütün ecdadlarımız mânen alâkadardırlar. O milyonlar ehl-i hakikatın selâm ve sevgilerini dua ve şefaatlerini kazanmak fırsatı şimdi elinizdedir. Risale-i Nur denilen âli hakikat önünüzdedir. Onun gayesi dünyevî ve fani süfli makamlar mıdır! Yoksa en büyük saadet ve âlî sevinç ve en yüce bahtiyarlık olan Allah'ın rızasını kazanmak mıdır! Ve onun bütün Sözleri, insanları ahlâksızlığa mı teşvik ediyor! Yoksa îmanla onları mücehhez kılıp yüksek ahlâk ve fazilete mi kavuşturuyor!

Kur'an-ı Mu'ciz'ül-Beyan'ın i'caz-ı mânevîsinden fışkıran ve bir Nur-u İlâhî olan Risale-i Nur önünüzdedir. Mâdem îmanı kazanmak ve îman ile bu dünyadan dâr-ı saadet-i bâkiye gidebilmek insanların her meselesinden üstün en büyük dâvasıdır. Ve mâdem Risale-i Nur Kur'an'ın feyziyle hakaik-ı imaniyeyi ders verip yüz binlerle o'nu okuyup yazanların kat'i şehadetiyle ve bir çok âyat-ı Kur'aniye ve ehâdis-i Muhammediye (A.S.M.) kudsî beyanatı ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı Geylânî (R.A.) misillû birçok ehl-i velâyetin takdirkârane tavsiyeleriyle Risale-i Nur o dâvayı kat'i kazandırıyor. Elbette ve elbette sizler yüksek adalet ve hakikatperverliğinizle, her türlü fânî endişelerin fevkinde yüksek hakperestliğinizle Risale-i Nur'un o hakkanî ve Kur'anî çehresi ve hakiki kıymetini takdir ile görüp anlayacaksınız. Ve Risale-i Nur'un talebelerinin de Cenâb-ı Hak'ın rızasından başka bir maksad peşinde koşmadıklarını göreceksiniz.

Sayın Yargıtay Hâkimleri!

En yüksek ahlak ve faziletiyle ve en yüce şefkat ve merhametiyle insanları koyu fikir karanlığından ve daimi haps-i ebediden kurtarmağa çalışan ve en şiddetli sıkıntı ve işkencelere göğüs gererek Cenab-ı Hak tarafından tavzif edildiği hakaik-ı Kur'aniyeyi neşretmek kudsî vazifesiyle zamanın en yüce mertebe-i kemaline erişen aziz ve âlî üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bütün bütün hak ve adalete aykırı olarak zindanlara atılıyor. Pek ihtiyar ve hasta ve kimsesiz, en yüksek îman ve ubudiyetle ve harika zekâ ve ilim ile mücehhez ve insanların îmanını kurtarmaktan başka bir gayesi bulunmayan yetmişbeş yaşındaki bu mübârek ve hakikî insaniyetperver Üstadın Afyon zindanlarında şiddetli soğuk ve dehşetli sıkıntılar içindeki vaziyet-i elimânesi ciğerleri deliyor ve kalbleri sızlatıyor. Hakikatlara âşık ve meftun olan yüksek adaletinize ve hakikî insaniyetperverliğinize güvenerek adaletin şefkat ve merhametinin tecellisini bekliyoruz.

Mustafa Sungur

Ahmed Nazif’in Temyiz Lahiyasından[değiştir]

Ahmed Nazif Çelebi'nin Temyiz Lahiyasından Bir Parçadır.

Bana verilen hüküm tamamen müstenidsizdir ve kanunsuzdur ve delilsizdir. Ben bu ittihamların cevabını Denizli'de verdim ve beraet ettim. Ondan sonra benim bu babda faaliyetime dair ne evlerimizde ve ne de ticarethanelerimizde yapılan aramalarda.. ve ne de yapılan soruşturma ve duruşmalarda, delil ıtlakına sezâ hiçbir şey bulunmadığı halde; verilen hükmün mûcib sebeblerini anlamakta izhâr-ı acz ediyorum.

Evet, ben elhamdülillah Müslümanım; ehl-i hak ve hakikatı severim. Dinimize hizmet edenlerin meclûbuyum. Feyz-i ilminden istifade ettiğim büyük âlim ve din üstadı Bediüzzaman Hazretlerine de çok fazla hürmet ve muhabbetim vardı. Bunu iftiharla söylemekten daha tabii ne olabilir? Fakat bir insanın mahkûm edilmesi için bir hakikatı sevgisine malik olması bir sebeb teşkil edebilir mi! Hükmü veren hâkimler bana mahkûmiyet kararı verirken, vicdanlarının hangi sesine uyarak bizi mahkûm edebilmişlerdir?

Yüksek Yargıtay'dan bu sırf zanna dayanan mahkûmiyet kararının bozulmasını ve adaletin tecellisini dileyerek, bekliyorum.

Afyon Cezaevinde Mevkuf

İnebolulu

Nazif Çelebi

Salahaddin Çelebi'nin Temyiz Layihasından[değiştir]

Salahaddin Çelebi'nin Temyiz Layihasından Bir Kısım

Hükmün hülâsasını ve esbâb-ı mûcibeli kararını ve âlim ve muhterem Üstad-ı Fâzılânem Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Talebelerinin müdafaa ve temyiz layihalarını okudum. Bu sebeble gıyabımda cereyan eden mahkemenin müdafaa ve karar günlerinde bulunamadığımdan çok müteessirim.

İlk duruşmada, Reis: "Sen Risale-i Nur Talebesi misin?" sualinde ısrar etmiş. Ve nihayet sükût ile mukabele etmiştim. Mahkeme bu sükutu bilahare ikrar kabul etmiş. O günkü bulunduğum şerâit.. Mahkemenin henüz hakikata vâkıf olmaması ve hakkımda hiç bir delil bulunmaması... ve bankalara altı-yedi bin lira borcun olması.. ve baba oğul tevkifimiz.. uzak bir garib memlekette mütehammil olduğundan iktisâden perişan olacaktık.. bu sebeble sükutu icab ettiriyordu. Bu mucbir sebebden doğan hareketimle de, mahkeme beni gayr-ı mevkuf bırakmıştı. Mahkeme altı ay mahkumiyetime kanaat-ı vicdaniye ile kanunsuz kararını vermiştir. Fakat bir hak ve hakikatı da görmüştür.

Şimdi Kemâl-i tefâhürle diyebilirim : "Evet, ben de Risale-i Nur Talebesiyim. Risale-i Nur Talebesi; tasavvur olunan bir mevhum cem'iyet mensubu demek değil, üçyüzelli milyon İslâm cemaatına mensubuz demektir. Risale-i Nur Talebesi; Nûr-u Kur'an talebesi ve hizmetkârı demektir. Çünki, Risale-i Nur eserleri, Kur'an'ın feyzinden tereşşuh etmiş nurlu sözlerdir. Bindörtyüz senedir milyonlarca Müslümanlar Kur'an'ı en mukaddes emanet olarak baş ve kalblerinde muhafaza etmişlerdir ve kıyamete kadar da edeceklerdir.

Evvelâ, bir delil olmadığından men-i muhâkememizi, sonrada (Pederimle yaptığı hususi bir münâkaşanın te'siriyle) mahkumiyetimizi isteyen savcının indî talebi aynen kabul edilerek; tedkikat yapmadan, bir delil, bir suç unsuru olmadan ve hem derhal tevkif ile altı ay mahkumiyetimize gıyaben karar veren.. ve baba-oğul ikimizi bu mevsim-i şitâ'da İnebolu Cezaevinden Afyon Hapishanesinde mevkûfen getirtip, mâsumâne ve bigünah olarak garib bir hapishanede azab içinde gadaplı çile çektirip, âhiretimize sevab kazandırdığından, hey'et-i hâkimeye teşekkürler ederim.

Dünyevi hiç bir maksad ve gaye gütmeyen, yalnız imân ve âhiret için çalışan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ve Risale-i Nur talebelerinin muhakkikâne ilim çerçevesi içinde hak ve hakikata istinad eden Kur'an tefsirine ve mukaddesatına, ilmî fikrine, imânına her akl-ı selim sahibi hürmet eder. Biz Nur-u Kur'an talebelerinin dünyevi bir maksad güttüğü veya bir menfaat te'min ettiği isbat edilirse, değil altı ay altı sene mahkumiyete hatta derhal idama dahi razıyız.

Ben şahsen böyle biliyorum. Ve böyle kâbul ediyorum. Elhamdülillah hiç bir talebede böyle bir fikir, bir delil olmadığı gibi, bir su-i maksad dahi hissedilmemiştir. Rıza-yı İlâhi nâmına îmanımız, âhiretimizi kurtarmak, dîni bilgilerimizi arttırmak için okunan ve yazılan risaleleri ve mektubları Denizli ve Afyon Mahkemesinin Ankara'da salâhiyetli bilirkişilere yaptırdığı incelemede verdikleri rapor, bu iddiamızı tamamıyla tasdik etmiştir.

Denizli Mahkemesi neticede, 132 Risale-i Nur'un 127'si Kur'âni olup, müellifinin sakin olmadığı zamanlarında yazdığı.. diğer beş risale ise, müsbet ilimlerle kâbil-i telif olmadığını.. bu eserleri cezbeye geldiği veya hiddetli zamanlarında yazdığı kanâatında olduklarını.. Ehl-i vukuf raporundan anlaşılmış. Mahkemeye de yeter kanaat gelmişdir. Esasen o beş eserinde neşrine izin verilmediği müellifin müdafaatında mevcuddur. Netice-i mahkemede eserlerin iadesine ve sanıkların beraetine müttefikan karar vermişlerdir.

Afyon Mahkemesinin ikinci bir defa bu dâvayı rü'yete kanunen hakkı yoktur. Hem yüksek Yargıtay'ın tedkikinden geçmiş, hem müttefikan karar-ı beraat ve tasdikle kesb-i kat'iyyet etmiştir. Risale-i Nur müellifi o tarihten beri yeni bir eser yazmamıştır. Yalnız mevcud eserlerin bir kısmı biraraya toplatılarak "Asâ-yı Mûsâ" ve "Zülfikar" nâmlarını aldıkları, eski ve yeni bilirkişiler raporunun tedkikinden anlaşılıyor. Yeni bir delil ve bir hâdise olmadığına nazaran bu dâvânın da beraetle neticelenmesi, kanun dairesinde adâlet yerini bulmuş olurdu. Veyahut davanın sukut ettirilmesi icab ederdi.

Dini ve dînî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâl etmek, cem'iyet kurmak, hâşâ.. yirmibeş senedir müteaddid mahkemeler geçirmiş ve tarassudlar altında bir cürüm delili elde edilemediği bütün Türkiye emniyet-i umumîye raporlarında anlaşıldığı halde; yalnız bu vatanda yüzbinlerce Risale-i Nur Talebesinin hepsinin ahlâk-ı hamide sahibi olduğu tesbit edilmiş. Ve lisan-ı halleriyle de ve fiiliyat-ı haseneleriyle de belli ve âşikârdır. Binaenaleyh Afyon Mahkemesinin bu kararının, savcının garâzî ve indî ittihamından mülhem olduğu kanaatı hâsıl oluyor.

Demokrasi sisteminin kabulüyle Birleşmiş Milletler câmiasına dâhil edildikten sonra fikir hürriyetine, yazı hürriyetine, söz hürriyetine, ferd hürriyetine Ankara’da, İstanbul’da ve birçok şehirlerimizde riayet ediliyor. Dinsizlik cereyanlarını destekleyen muhtelif kitab, risale, mecmua ve gazeteler serbest neşriyat yapmaktalar. Ve halk da kütübhanelerde bile serbest okumaktadırlar. Bizim; Denizli Mahkemesinin kararıyla iade edilen bu kıymetli eserleri okumak, yazmak ve neşretmemiz nasıl bir suç olabilir ve ceza verilebilir?

İmân ile kabre girmek çaresini aramak için; Allah'ımızı, Peygamberimizi, Kur'anımızı, dinimizi, imanımızı, âhiretimizi öğrenmek devletin emniyetini ihlâl etmek mi demektir? Vicdan hürriyeti nerede kaldı? Hüviyetimizdeki İslâm kaydını silelim mi? Kanun-u esasi sarihdir; neden su-i istimal ediliyor? Yalnız bu hücum dindarlara mıdır? Halbuki; dindarlığı söndürmek isteyen ve vatanı anarşiliğe sevkeden komünistler, masonlar, siyonistlerdir.

İnebolu Ceza Mahkemesinde, 948 yılı Mayısında bir dinsizlik dâvâsı maalesef beraetle neticelenmiştir.

(İnebolu Tayflılar okulu dördüncü sınıf öğretmeni Kemâl Okçu, talebelerini kıra götürmüş. "Allah varmı, yokmu" mevzuu üzerinde, canlı bir tablo göstermek istemiş. "Allah'a inananlar ve inanmayanlar birer tarafa ayrılsın" demiş. Öğretmen kızı ile ve bir-iki kişi daha inanmayanlar tarafına; ekseriyet inananlar tarafına ayrılmış. Ve öğretmekn (İnanan çocuklara) demiş ki: "Ben şimdi yok olacağım. Siz, Allah Allah bağırınız. Bakalım gelecek mi? Şayet gelmezse, (İnanmayanlara hitâben) Kemâl Okçu deyiniz." diyor. Öğretmen, civarında bir ağacın arkasına saklanıyor. İnananlar "Allah, Allah!" diye bağırıyorlar; gelen yok. İnanmayanlar "Kemâl Okçu" diye bağırıyorlar; öğretmen meydana çıkıyor. İşte çocuklar (hâşâ ve kellâ yüzbinler hâşâ) Allah yoktur. Olsaydı gelirdi. Ben, var olduğumdan geldim." İnananlar kısmında Erkut ismindeki talebe, "Anne! Anne!" feryadını basıyor. Öğretmen "ne bağırıyorsun" diyor? "Annemi çağırıyorum. Annem evde olduğundan gelmedi." diyerek, öğretmenin çok sakat fikrini bir çocuk cerh ve terzil ediyor.) Bu dâvâ safhası, İnebolu'da pazar yerinde Boyacı Aziz nâmında bir esnafın vesilesiyle mahkemeye aksetmiş. Ve dâvâ cezasız neticelendiğini işittik.

Bu kabil komünist propagandası devletin ve milletin ilim ve irfanını temsil eden maarif teşkilatına girmiş. Numûnelerini hergün gazetelerde okuyoruz. Bu kızıl tehlike bütün yurdumuza yayılırken başta Risale-i Nur Talebeleri ve iman sahibi dindar kardeşlerimiz harekete geçip devleti, milleti ikaz etmişler ve bu azim tehlikeyi önlemişlerdir.

İşte Risale-i Nur Talebeleri, komünistlerin ve dinsizlerin düşmanıdır. Risale-i Nur' da; masonluğu, komünizmi, materyalizmi, dinsizliği zir ü zeber eden nurlu bir elmas kılınçtır.. Bu sebeble, devlet, Risale-i Nur'a lazım gelen mevkii vermelidir. Tedrisata kabul edilmelidir. Ve iman ışığı kalblerde yanmalıdır ki, bu vatanda muzır cereyanlar, komünizm, masonluk yaşamayasın.

Risale-i Nur'daki bütün hakikatlar, ayetlerden tereşşuh ettiğinden ilmîdir. Hiç bir mes'uliyet yükletilemez, Bir misâl:

Üstâdım Bediüzzaman, Rusya'ya esir düştüğü zaman kampta önünden geçen Nikola Nikolaviç'e ehemmiyet vermiyor, yerinden kımıldanmıyor. Başkumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahane ile önünden geçiyor.Yine kımıldanmıyor. Üçüncü def'asında önünde duruyor. Tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhavere geçiyor.

Nikola Nikolaviç:

- "Beni tanımadılar mı?"

Bediüzzaman:

-"Evet tanıyorum. Nikola Nikolaviç'tir. Çarın dayısıdır. Kafkas cephesi başkumandanıdır."

Nikolaviç:

-"O halde ne için hakaret ettiler?"

Bediüzzaman:

-"Hayır, ben kendisine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.."

Nikolaviç:" Mukaddesat ne emrediyormuş?"

Bediüzzaman:-

"Ben Müslüman âlimiyim. Benim kalbimde îmân vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan bir şahısdan efdaldir. Ben O'na kıyam etse idim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim."

Nikolaviç:

-"Şu halde bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu hem milletimi ve Çar'ı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harb kurulunda isticvab edilsin."

Bu emir üzerine divan-ı harbe veriliyor. Esir ordugahındaki Türk, Alman, Avusturya zabitleri hepsi ayrı ayrı Bediüzzaman'a rica ederek, başkumandan'a tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevab bu oluyor:

-"Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resulullah'a varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. İmana muhalif hareket edemem."

Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor. Neticeyi bekliyor, isticvab bitiyor. Rus çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar..

Bediüzzaman, kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya, kemâl-i şetâretle: "Onbeş dakika müsaade ediniz, vazifemi ifa edeyim" diye abdest alıp, iki rek'at namaz kılarken; Nikola Nikolaviç geliyor. Kendisine hitaben:

-"Beni afvediniz. Siz beni tahkir için yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki; siz bu hareketi imânınızdan alıyorsunuz. Ve mukaddesatınızın emirlerini ifâ ediyorsunuz. Hükmünüz ibtal edilmiş; dini salâhiyetinizden dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim. Tekrar tekrar rica ediyorum, beni afvediniz."

NETİCE : 6 maddedir.

1-Bu vak'a, mahkememize ve verilen hükme güzel bir misaldir. Maksadın; devletin emniyetini ihlâl edecek su-i niyet ve menfi bir hissiyat düşüncesi olmadığı, bil'akis islâm Dininin istinadgâhı olan Kur'an-ı Azim'in hak ve hakikatı gösteren düsturlarını izah etmekle, beşeriyeti dünyevi ve uhrevî saadet ve selâmete eriştirmek olduğu hem eserlerden, hem Risale-i Nur talebelerinden, hem ehl-i vukuf raporundan, hem mahkemedeki müdafaattan anlaşılmaktadır. Bu dâvâ, bütün teferruat ve müştemilatıyla beraber ilimden, imândan mukaddesattan tezahür ettiğini, Nikola Nikolaviç'den üstün adâlet terazisinin maddi ve manevi mesûlü, hak bulucusu, muhterem Yargıtay hey'etinin adâletinde, vicdanında, kanununda elbette anlaşılacaktır.

2-Denizli Mahkemesinde aynı dâvâ görülmüş, ve beraetle neticelenmiş. Ve yüksek Yargıtay'lıkça da tasdik edilerek kesb-i kat'iyet etmiştir. Binaenaleyh aynı dâvânın ikinci bir def'a görülmesine kanunen cevaz yoktur. Kanuna, adâlete, temyize karşı bir hürmetsizliktir. Esasen mezkur dâvânın sükütu icab ederdi.

3-Yirmibeş senedir Risale-i Nur müellifini ve mâlum talebeleri, daimi tarassud altındadır. Türkiye'de yüzbinlerce talebesi olduğu halde, Dahiliye Vekâleti emniyet-i umumiye raporlarında bir vukuat kaydedilmemesi ve partilere dahil olmamaları, dünyevî bir maksadı gütmediklerini isbata kâfidir.

4-Eskişehir, Denizli, Afyon Hapishanelerinde Nur-u Kur'an talebelerinin kaldıkları müddetçe lisan-ı halleriyle verdikleri ders, mezkur cezaevlerini hakiki bir ıslahhane ve medrese-i Yusufiye haline getirmiştir. Allah korkusu kalblere yerleşmiş. Canavarlaşmış ruhlar terbiye edilmiş. Bugün, evvelce adam öldürmekten çekinmeyenler, şimdi tahtakurusunu öldürmekten çekiniyorlar. Bu hâle mezkur hapishane müdür ve gardiyanları birer canlı şahiddirler.

5-Denizli'de aynı maddeden dokuz ay mevkuf kalmış ve beraet etmiştim. Bu sebeble dokuz ay mevkufiyetim nazara alınmayarak bu mahkumiyete sayılmaması vicdan mıdır? Ve bu altı ay mahkumiyeti, kanaat-ı vicdaniye ile verdiklerinden de kanun mudur? Yüksek adâletinize bu hakkımı teslim ediyorum.

6-Bende yapılan aramada, cereyan-ı muhakemede bana umum meyanında isnad edilen suça dair hiçbir delil ve sübut olmadığından ve savcı da men-i muhakememi istediği halde; son mahkeme celsesinde gıyabımda cezamı taleb etmesini, tamamen kanunsuz ve asılsız bulmakla beraber.. evvelce savcının pederimle yaptığı hususi bir münakaşanın intikamıdır, tahmin ediyorum. Bu talebimi mahkeme tedkikat yapmadan aynen kabul etmiştir. Bu hüküm hakkımda zehülen verilmiştir. Yukarıdaki mütalaalarım ve bu layiham, imânımdan ve mukaddesatımdan tereşşuh etmiştir. Ve hükmün bozulmasına en kuvvetli delildir.

Biz, bize isnad edilen 163. maddenin hiç bir unsuru ile cezalandırılamayız. Beraatimizi ve telgrafla bu sıkıntılı hapisten tahliyemizi yüksek adâletinizden, kanunuzdan, vicdanızdan, iz'anınızdan, îmân ve mukaddesatınızdan talep ederim. Son sözüm:

1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

dir.

Afyon Cezaevinde Tutuk

İnebolulu

Salâhaddin Çelebi

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

Avukat Ahmed Hikmet'in Müdafaasıdır[değiştir]

Avukat Ahmed Hikmet'in

Mahkeme-i Temyiz'de Dahi Okuduğu

Müdafaasıdır

Birincisi: Müekkillerinden Said Nursî hakkındaki müdafaa kısmı.

1-Said Nursî nâm-ı diğer Bediüzzaman'ın tercüme-i hâli:

Gerek iddianâmede ve gerekse kararnâmede, bu ihtiyar sanığın aslen Bitlis'in Hizan Kazasına bağlı Nurs Köyünden olup, Şeyh Said isyânı sırasında Van'da bulunmasıyla, yurdun emniyeti bakımından Doğu bölgesinden alınarak, iç bölgelerde ikâmete me'mur tutulduğundan bahsedilmekte ve bundan sonra evvelki lüzûm-u muhâkeme kararlarıyla mahkumiyeti ve beraeti hususları izah ile iktifa edilmek suretiyle bugünkü suçlarına geçilmektedir. Halbuki, bu ihtiyar sanığın hâl-i tercümesi bu kadar basit değildir.

1: Usûlü dairesinde tahsil görmeyen ve fakat bilgisi yerinde olan bu sanığın ilmî varlığı, mahkemenizde bulunan ve birinci ehl-i vukufça da tamamen takdir edilen "Siracü'n-Nur, Gençlik rehberi, Asâ-yı Mûsâ ve Zülfikar" gibi eserleriyle olduğu kadar, gençliğinde yazılmış ve neşredilmiş diğer bir kısım kitablar ile mâlum bulunmaktadır.

2: Kendisi hürriyet mücâhidi olup, bu yüzden Abdülhamid'in emriyle "Emrâz-ı Akliye Hastahanesi"ne dahi sevk edilmiş bulunmaktadır. Bu itibarladır ki Türk Hürriyet İnkılabında hizmeti mevcuddur. Aynı zamanda şahsî müdafaanamelerinde yazıldığı gibi Hulefa-i Raşidîn devr-i idarelerini tam bir cumhuriyet idaresi olarak kabul ve takdir eden ve karıncavari gibi hayvanları da cumhuriyetçi olmaları sebebiyle şahsî gıdasıyla onları besleyen ve seven bu ihtiyarın bu duygu ve fikirleri ile de dindar bir cumhuriyet idaresinin Türkiye’ye girmesinde yardımcı olduğunu isbat etmese dahi, tarafdarlarından bulunduğu şöylece aşikâr bulunmaktadır.

3: İşbu fikir ve hizmetleri sebebiyle İttihad-Terakki hükümetince takdir olunarak, Van'da kurulmasına karar verilen İslâm üniversitesinin açılması vazifesinin kendisine verilmiş olduğu ve bu ilmin vazifesine başladığı ve o ilim yurdunun temelleri atıldığı sırada, Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla o günkü genç kudreti anında etrafındaki talebeleriyle gönüllü mücâhede alayı teşkil ederek ve kendisi de bu alayın kumandanı olduğu halde vatan müdafaasına iştirak etmiş bulunduğu sırada Kafkas cephesinde esir düştüğünü, keza hatıratında görmüş bulunuyoruz.

Bu ihtiyar müekkilimin bahsedilen vatan müdafaasına iştirak ettiği devletin askerlik kayıtlarıyla sâbit olacağı gibi, Ehl-i Sünnet mecmuasının 15 Teşrin-i evvel 948 tarihli ve ikinci cildinin 46/20 sayılı nüshasının onuncu sayfasında: "Bediüzzaman'ın akıllara hayret veren bir seciyesi" başlıklı olup, Kafkas cephesinde beraber esir düştükleri arkadaşı Abdurrahim Zapsu tarafından yazılan ve Rusya'nın o zamanki başkumandanı ve Rus Çarı'nın dayısı olan Nikola Nikolaviç'e karşı, sırf dinî mukaddesata hürmeten ayağa kalkmaması sebebiyle idama mahkum edilmesine rağmen akidesini büyük bir sukûnet ile muhafaza ettiğinin görülmesiyle, aynı kumandan tarafından bu cezanın afvedilerek Bediüzzaman'ın bu hareketini takdir ile tarziye vermiş olduğuna işaret eden bu yazı dahi, bu ihtiyar sanığın sadece asker ve sadece kumandan olduğuna değil; mukaddesatına, dinine, millî şerefine, hayatı pahasına ne derece bağlı olduğunu göstermektedir.

4: Bu şerefli asker, nihayet Rus esaretinden kaçmağa muvaffak olup İstanbul'a geldiğinde, "Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye" azalığına kaydedilmek suretiyle yine ilmî hizmetlerine başlamıştır.

5: Millî Mücadele sırasında İstanbul'da bulunmakta iken de, ayrıca memlekete olan hizmetleri Ankara Millî Hükûmeti tarafından takdir edildiği gibi; bizzat Atatürk tarafından dahi takdir edilmekle, o zamanın Van valisi Tahsin Bey vasıtasıyla bu ihtiyar âlim Ankara'ya çağrılarak, Türkçe bilmeyen Şeyh Sinûsi yerine vilâyet-i Şarkiye vâiz-i umumisi ve aynı zamanda Diyanet Riyasetinde Dârü'l-Hikmet âzâlarıyla beraber bulunması.. ve ayrıca Van'da temelini attığı Şark Dârü'l-funûnunu te'sis için ayrılan yüzelli bin lira tahsisatla bu mühim vazife kendisine teklif olunmuş ise de, -siyaset hayatını terk etmek ihtiyacını duyduğundan- teklif olunan bu vazifeleri kabul etmeyip o zamandan beri dîn-i İslâm ve imânı yolunda çalışmağa başladığını, yine kendi hatırâtından görüyoruz.

İşte böylece, bu ihtiyar sanığın ilmî, dinî ve askerî sahalarda hizmetler görmüş bir şahsiyet olduğu görülmektedir.

İkincisi: Said Nursî hakkındaki isnad ve iddialara gelince; bunları "dört" kısma ayırarak mütalâa ve müdafaa etmek gerektir.

1-Takdirler : Denizli Mahkemesince yaptırılan tedkik neticesi verilen 7/4/944 günlü ehl-i vukuf raporunun birinci sahifesinde aynen:

"Birinci nev risaleler: Bir âyetin tefsiri, bir hadis-i şerifin maksadıyla yazılmış olanlar; din, imân, Allah, Peygamber, Kur'an ve âhiret akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ilmî görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere hitab eden ahlâkî öğütler ve kısmen hayat tecrübelerinden alınmış ibretli vak'alar ve esnafa aid faideli menkıbeleri ihtivâ eden ve mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir ki.."

İşte bu suretle salâhiyetli şahıslardan müteşekkil birinci ehl-i vukuf; bu ihtiyara aid olup, o mahkemece iadelerine karar verilen kitabların listesini mahkemenize ibraz ettiğimiz ve bu defa suç konusu teşkil edilen bahisleri de ihtiva eden bu eserlerin yüzde doksanının böylece takdir edildiğini görmekteyiz.

Gerek iddianâme ve gerekse son tahkikâtın açılmasına dair kararnâmede açıkça yazıldığı üzere aynen: "Risale-i Nur'da; içkinin, fuhşun, israf ve sefahetin kötülüklerini belirtmekle.. gençleri bu kabil hallerden men' etmekle şüphesizdir ki, İslâmlığa hizmet etmiştir." denilmekle; keza bu eserlerin bir kısmının takdir edildiği görülmektedir ki, bu suretle risalelerin kıymeti de inkar edilmemiştir.

2-Tenkidler : İddianâme ve kararnâmeyle birlikte esas hakkındaki son mütalaanâmenin pek büyük bir kısmını bu tenkidler teşkil etmektedir. Şöyle ki:

"Risale-i Nur'un az ve mahrem bir kısmında, okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmî bir mahiyet taşımadığı.. ve "Risale-i Nur'un şimalden gelecek büyük kızıl tehlikeye karşı bir sed olduğu" iddia edilmekte bulunduğu.. Nurcuların zanlarının hilâfına olarak, bu risalelerin "yegane okunacak bir tefsir" bulunmadığı... Said Nursî'nin, kerameti ve veliliği hakkındaki yazıları red ve cerh etmediği.. Said Nursî'nin tefahüre meyli.. bazı tabiî hâdisatın Risale-i Nur'un tokadı olarak vasıflandırıldığı ciheti.. Risale-i Nur'un bir mecmuası Sirâcü'n-Nur'un âhir parçasında, istinad edilen hadislerin bir kısmı zayıf ve hatta mevzu olmakla beraber te'villerinin yanlış olduğu ve aslı olmadığı" noktaları...

"Risale-i Nur'un hakiki tefsir olmadığını.. Said Nursi'nin kendisini medhettiği gibi, diğer suçlular tarafından da kendisi için mersiyeler yazıldığı.. Said Nursi'nin her yazısının ve her müdafaasının Risale-i Nur'a geçtiği.. Said Nursi'ye bağlananlara "Talebe" denildiği.. her âlimin sevilmekte olup, saygı gösterilmekte bulunulup, ancak ona intisab derecesinde bağlanılmayacağı.. bazı hâdislerin, kerametine atf olunarak ta'mim olunduğu.. talebelerin bazısının Said Nursi'ye kerametler atf etmekte bulundukları.. Said Nursi'nin mahkemeye verdiği müdafaanâmesinde, mahkemeye karşı saygılı olunmayarak, "sizlere ihtar ediyorum" diye mevcud yazıları ve "bu memlekete yazık olur" demesi.. bazı me'murlara karşı "Nur'un tokadını yedi" denildiği... bazı talebelerin Said Nursi'ye "medhilik " veya "mücedditlik" vasfı verdikleri.. ve hatta Ahmed Feyzi Kul'un eserinde, "Peygamberin vârisi" denildiği.." gibi, birçok cihetlerden gerek Nur Risalelerinin bazı noktaları gerekse bir kısım Talebelerin mektublarındaki şahsî, dinî ve felsefî olan kanâat ve akîdeleri ayrı ayrı tenkide tabi tutulmuş bulunmaktadır.

Gerek bu tenkid cihetlerine müekkilim Said Nursî tarafından cevab verilmiş bulunmasına ve gerekse ve bilhassa bu noktaların suç mevzuu ve suç vasfı bulunmayıp, sadece şahsî tenkidler mâhiyetinde kalmış olduğu cihetle.. ayrı ayrı cevab vermek ve müdafaa etmek lüzûmu duyulmamıştır. Ancak, bu tenkidlerin sebebi olan Risale-i Nur'daki umumi yazıların, felsefî görüşlerinin açıklanması lüzûmuyla bir kısım tenkidleri açıklamak lüzum etmektedir. Şöyle ki:

Dünya, mevcûdat, hayat gibi varlıklar hakkında ve aynı zamanda dinî sahada felsefî görüş ve duyuş sahibi olan Said Nursi'nin dinî felsefesi; Allah indinde makbul her hâdisenin bir ecri bulunduğuna ve bu arada Nur Risalesi ve bu uğurdaki çalışmaları ve bu risalenin Türkiye dâhilinde okunması ve dinî itikadların artması hâlinin bir sadaka mâhiyetinde olduğuna ve her sadakanın, itikad sâhiblerine gelecek belâ ve kazalara karşı olup, tehlikenin veya vehâmetin az olmasını veya hiç olmamasını te'min eder mâhiyette bulunduğu yolundaki kanâat ve âkide misillü ve aynı surette bu Nur Risalelerinin okunması dahi, aynı suretle Cenab-ı Allah indinde sadaka kabul edilmekte ve o suretledir ki, gelecek olan ve Allah'tan bilinen hayır ve şerre, kaza ve belâya karşı sadaka kabûl edildiği yolunda kanâat beslenmektedir.

İşte bu dinî kanâat ve akîde ve umumi tabirle felsefî duygu mucîbince; "bu Nur Risalelerinin takibata tabi tutulup zapt edildiği veya okuyanların tahkikat ve takibat veya tevkif altına alınmak suretiyle tazyik olunduğu sıralarda ise, bu sadaka verilmediğinden gelecek İlâhî hâdisâtın ağır ve şiddetli vâki olduğuna" işaret edilmektedir.

Şu arz olunan mâhiyetteki felsefi kanâatlar; iddia makamınca, "doğrudan doğruya İlâhî tasarrufatın Said Nursî veya Nur Risalelerinin kerametlerine atf edildiği" yolunda kabûl ve iddia ile o suretle tenkid edilmektedir ki, bu suretle bu tenkidlerin yerinde olamadığına böylece işaret etmek isterim.

Diğer bir tenkide cevab noktası ise: "Risale-i Nur'un, şimalden gelecek büyük kızıl tehlikeye karşı bir sed olduğu iddia ve zannedilmekte bulunduğu" yolundaki iddia makamının tenkid kısmıdır.

Yüksek huzurunuzun mâlumlarıdır ki ve aynı zamanda yukarıda arz edilen Denizli Mahkemesince teşkil ettirilen ehl-i vukuf raporunda açıklandığı vecihle: Eserlerin yüzde doksanı, samimi olan dinî duygu ve akîde ile yazılmış olup, tamamen içtimâi bünyenin birçok taraflarını kuvvetlendirmek maksadıyla yazılmış olduğuna ve dinen kuvvetli akîde sahibi olan milletlerde âile, vatan ve millet duygularının daha kuvvetli olduuğu ve bu milletlerin komünist te'sirine karşı daha çok mukavemet gösterdiği de malum bir hakikat olduğuna göre, ihtiyar sanığın bu yoldaki telakkî ve zanlarının hakikatı böylece sâbit bulunmaktadır. Velev ki, zan ve tahminden ibaret kalsa dahi, bütün millet ve devletlerce kötülüğü ve tehlikesi kabul edilen komünist rejimine karşı mukavemet ve mücâdeleyi göstermesi bakımından takdire lâyık görülmesi lâzım gelirken, tenkitte isâbet olmadığı kanâatındayım.

Said Nursi hakkında suç olduğu iddia olunan hususlara gelince... Bu iddialara birkaç gurupta toplanmaktadır.

Sirâcü'n-Nur adlı eserinin 291. sahifesinde : Âhirzamanda vukua gelecek hâdisâta işaret eden hadislerin tefsirlerini ihtiva eden "Yirmi mes'ele'den, Birinci Mes'ele: 'Âhirzamanda eşhâs-ı mühimmeden olan Süfyanın eli delinecek.' Allahu a'lem bunun bir te'vili, israftır." denilmektedir.

İkinci mes'elesinde ise: "Âhirzamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında هذَا كَافِرٌ yazılmış bulunur. Allahu a'lem bissavab bunun bir te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup, herkese de giydirir. Fakat, cebr-i kanun ile ta'mim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtidâ eder. Herkes yalnız istemeyerek bunu giymekle kafir olmaz." denilmektedir.

Dördüncü Mes'elesinde : "Rivayette vardır ki: Âhirzamanda Allah Allah diyecek kalmaz. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُ bunun bir te'vili şu olmak gerektir ki: Allah! Allah! deyip zikreden tekyeler, zikirhâneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde İsmullah yerine başka isim konacak." denilmektedir.

Yedinci Mes'ele: Rivayette vardır ki: 'Süfyan büyük bir âlim olacak. İlmi ile dalâlete düşer. Ve çok alimler ona tabi olacaklar.

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi: -ya kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi- vasıtayı saltanat olmadığı halde, zekavetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır. Ve aklı ile çok âlimlerin akıllarını teshir eder; etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder. Ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip ta'mimine şiddetle çalışır." denilmektedir.

Yirmi Mes'elenin tetimmesi olarak yazılan Üç Mes'elenin birincisi: "Rivayetlerde, Hazret-i İsâ'ya (A.S.) Mesih nâmı verildiği gibi; her iki Deccala dahi mesih nâmı verilmiş. Ve bütün rivayetlerde مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ denilmiş, bunun hikmet ve te'vili nedir?

Elcevap: Allahu a'lem bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselam, Şeriatı Museviye'de (A.S.) bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp, şarab gibi bazı müştehiyatı helal etmiş. Aynen öyle de; büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle Şeriat-ı İseviye'nin (A.S.) ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtalarını bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslam Deccalı olan Süfyan dahi, Şeriat-ı Muhammediye'nin (A.S.M.) ebedi bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayrat-ı beşeriyenin maddi ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesât-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve aynı istibdad bir hürriyet vermekle dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zabt altına alınmaz." denilmektedir.

İkinci cihet ve Sebeb: "Her iki Deccal; âzâmi bir istibdad, âzami bir zulüm ve azami bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, bir iktidar görülür.

Evet, öyle acib bir istibdad ki: kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına hatta elbisesine müdahele ederler."

İkinci Mes'elenin Dördüncü Cihet ve Sebebinde : "Büyük Deccalın ispirtizma nev'inden teshir edici hassaları bulunur. İslâm deccalının dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Ben, bir manevi âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshir edici manyetizmayı gözümle müşahede ettim. Ve O'nu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkar-ı mutlaktan çıkan bir cür'et ve cesaretle mukaddesata hücum eder." denilmektedir.

İşte gerek iddia makamınca ididanâmesinde veya esas hakkındaki son mütalaanâmesinde ve gerekse Sorgu Hakimliğince yazılan son tahkikat kararında, Said Nursî hakkında suç olduğu iddia ve emare olunan bahisler bunlardır.

Bu bahislerin suç olduğu izah edildiği sırada.. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti tarafından kanunlarla kabul olunan şapka giyilmesinin; tekyelerin, zaviyelerin, medreselerin kapanmasını; medenî kanun ile kadınlara verilen müsâvi hak ve salâhiyetlerin; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti dairesinde yaşayan insanların içtimâi bünyelerini düzenleyen kanunların ve bu kanunla müsâvi olarak yapılan inkılâbların aleyhinde olduğu iddia olunmakta ve suç sayılmaktadır.

Keza bu yazılardaki "Süfyan" tabirinin ve "İslam Deccalının" kim olduğu iddia makamınca düşünüldükten sonra, suçlulardan Mustafa Osman'ın yazdığı bir mektubta aynen: "İşte ordu, alâmet-i küfür olan şapkayı başından çıkarıp atmağa gayret etmeğe başlayalı, silsile halinde fütuhatlar başladı. Ve bu gün yüzer kuruşluk yeni paralarda, âdet-i menhus ve onlarca ehemmiyetli olan resim koymağa muvaffak olamamışlar. Süfyanın prensibleri de kendisi gibi ölüyor." diye yazılan mektubuyla... Çalışkanlar Köyü öğretmeni Mustafa Sungur tarafından yazılan başka bir mektub muhteviyatında istihraç ile Süfyan ve Deccal tabirlerinin Atatürk'e karşı kullanıldığının ve Said-i Kürdî'nin şapka giymediği gibi propagandaya giriştiği ve mücahede etmekte olduğu cihetleri.. bu suretle iddia ve suç sayılmaktadır.

Bir defa, yukarıda arz edilen "mes'eleler" halindeki yazıların bir kısmı otuz-kırk sene evvel yazılmış bulunmaktadır. Bu cihet, gerek "Beşinci Şua" nâmını taşıyan bu bahsin başlangıcında: "Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata işâret" diye yazılmış olmasıyla sabit olacağı gibi, Said Nursî'nin huzurunuzdaki şifahi müdafaasında da açıklanmış bulunmaktadır.

Sonra, bu bahislerin, Türk inkılâblarının kasdolunduğu ve kötülemek maksadıyla yazıldığı hakkında da bir ifade mevcut olmadığı, iddia makamının esas hakkındaki son mütâlaasında kabul edilmiş bulunmaktadır. Bu itibarla, bu yazılar; ancak dinî duygu ve düşünce ile ve "mevzu" olduğu iddia olunan bazı hadislerin kırk sene evvel, gelecek zaman hakkında "Allahu a'lem" tabirleriyle tefsiri yapılmasından ibarettir.

Zira, gerek ehl-i vukuf raporlarında ve gerekse iddia ve kararnamelerde, "bu hadislerin bir kısmı sahih hadis olmayıp mevzu hadis bulundukları" beyan ve işaret olunmak suretiyle, bu mes'elelerin hadis tefsirlerinden ibaret olduğu kabûl edilmiş bulunmaktadır.

Şu halde doğrudan doğruya iddia olunduğu gibi, bu mes'eleler Türkiye Cumhuriyeti inkılabları zamanında yazılmamış ve bu inkılâbları kötülemek maksadı güdülmemiştir. Ancak bahsedilen inkılablardan evvel -ve mevzu da olsa- hadîs namı altında yazılan ve İslâm Tarihine malolmuş hadisleri tefsir ile Hıristiyanlığa ve İslam Alemine ait iki türlü Deccal ve Süfyandan bahsedilmek suretiyle gelecek zamanın durumları hakkındaki fikir mahsullerini, az çok uygun geldiği zamanın inkılâblarının kötüleme kasdıyla yazıldığı iddiası, bu yazıların suç mevzuuna girmesini mûcib olmaz. Ve aynı zamanda Beşinci Şua'ın mes'elelerinin herkese gösterilmesi câiz olmadığı ve mahrem bulunduğuna da bu bahisten evvel işaret edilmiş olması da; iddia makamının "millî inkılâbların bazı taraflarını kötülemek maksad ve gayesiyle yazıldığı ve bunun propagandasına girişildiği" yolundaki iddialarının yerinde olmadığını göstermektedir.

Gerek iddianâmede, gerek kararnâmede ve gerekse esas-ı mütalaanâmede; "Bu yazılarda gösterilen Deccal ve Süfyan tabirlerinin , Atatürk'ün kastedildiği ve bu zatın Türkiye'nin bânisi olmasına rağmen kendisine "küfr-ü mutlak" izafe olunması ve bunun yaptıkları inkılâbların bazı taraflarının da aynı suretle kötülemek ile halkı hükümet aleyhine teşvik olunmakta bulunduğu" iddia olunmaktadır.

Bir def'a, kararnâmenin Said Nursî'ye ait kısmının sonlarında; "suç sayılan bu yazılardan dolayı evvelce yapılan mahkemesi sonunda, suç olmadığından beraet etmiş olduğu yolundaki savunmaların yerinde olmadığına" işaret olunmakla beraber, "Eskişehir ve Denizli Ağır Ceza Mahkemelerinde suç konusu ve tahkikat mevzuu olan eserlerinin de yine bu eserler olduğu" kabul edilmiş bulunduktan sonra, hemen ilâve olunuyor ki: "Bu kere tedkik edilen ve suç konusu olan yazıları ihtivâ eden Siracü'n-Nur ve Hazinetü'l-Bürhân adlı kitab ve risaleler ise binüçyüzaltmışaltı tarihinde yani, geçen sene yazılmış ve basılmış ve intişar etmiş olduğu ve ikamete tabi tutularak üç seneden beri oturmakta olduğu Emirdağı'nda kaldığı sırada mümâ-ileyh ile talebeleri ve talebelerinin yekdiğerleriyle vaki muhabere mektubları da suç konusu teşkil ettiği" iddia edilmektedir.

Denizli Mahkemesince beraetten sonra, bu risalelerin aynı zamanda mahkeme kendilerine iadesi sebebiyledir ki; bu bahisleri ihtiva eden risaleler bir arada toplanarak "Zülfikar", "Asâ-yı Mûsâ" ve "Siracü'n-Nur" isimleriyle ayrı ayrı mecmua haline getirilmiştir. Bu itibarla, sonradan yazılmış hiçbir eser ve bahis mevcud değildir. Yalnız iki nükte; biri tekrârât-ı Kur'aniye, diğeri melekler hakkında yazmış. Başka yazmamıştır.

Bu cihetledir ki: Bu defa iddia mevzuu olan bu bahisler; birinci def'ada mahkûmiyet, ikinci def'ada beraetle neticelenen ve üçüncü def'a olmak üzere mahkemenize getirilen aynı yazı ve risaleler bulunmakta olup.. böylece evvelce bir mahkemenin suç mevzuu olmadığına kani olup, beraetle beraber eserlerinin iadesine karar verilmiş olması; aynı yazıların tekrar huzurunuza suç konusu sayılarak getirilmesi, yerinde olmadığı gibi, muhâkeme edilmesi dahi usül hükümlerine ve ceza kanununa uygun bulunmamaktadır.

Hem bu risalelerde bahs edilen İslam Deccalı veya Süfyan kelimelerinin Atatürk'e ait olduğu tahmîni kabul edilmesi halinde dahi; Atatürk'ün sağlığında 1935 senesinde bu cihetle bir sene hapse mahkumiyetine karar verilmesine ve aradan onüç sene gibi bir zaman geçmiş olmasına göre de, on sene evvel vefat eden bir şahsa karşı yazılan bu yazıların suç ile ilgisi varsa, şahsî şikayeti mucib hakâret dahi teşkil etse, mürur-u zamana uğradığı âşikâr bulunmaktadır.

Siyah kaplı defterin 22-23-24. sahifelerinde yazılı, Said Nursî'nin talebelerine yazdığı iddia olunan mektubda: "Bayramda Arabça tekbir alınması müjdesine karşı, memnuniyetini bildirerek, Anadolu'nun her tarafında böyle tekbirler alınması temennisi"de, bu sene Diyanet İşlerinin müftülüklere vaki emirleri üzerine bayram tekbirlerinin Arabça alınmasına müsaade edilmiş olmasıyla bu temenni tahakkuk etmiş bulunduğundan, esasında suç mevzuu teşkil etmeyen ve şahsî ve dinî bir arzu ve mahiyette olan bu yazının hakikata inkılabıyle suç tavsifine dahi mahal kalmamış bulunmaktadır.

Diğer bir müdafaa noktası da ; suç iddia olunan bu bahislerin mühim bir kısmı, dinî olmakla beraber, içtimâi ve ahlâki duygulardan ibarettir. Şöyle ki:

Suç olduğu iddia olunan riselelerden yine Beşinci Şua mevzularından olan yirmi mes'eleye tetimme olarak yazılan üç mes'eleden, birincisinde: "Ahirzamanda Hıristiyanların Deccalı olan büyük Deccalın, Şeriat-ı İseviye'nin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtalarını, bozarak, anarşistliğe, Ye'cüc ve Me'cüce zemin hazırlar."dedikten sonra İslâm Deccalına geçerek: "İslam Deccalı olan Süfyan dahi, Şeriat-ı Muhammediye'nin (A.S.M.) ebedi bir kısım ahkamını, nefis ve şeytanın vesveseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı içtimaiyenin maddi ve manevi rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakıp hürmet ve merhametin nuranî zincirlerini çözer, hevesât-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebri bir serbestiyet ve aynı istibdat bir hürriyet vermekle anarşistliğe yol açar ki; o vakit insanlar, gayet şiddetli bir istibdattan başka bir şeyle zabt olunmazlar." diye yazılması, iddia makamınca bir suç mevzuu olarak kabûl edilmektedir.

Halbuki: Şu birkaç satır yazıda, hükümet ve rejim aleyhinde olmaktan ziyade, o hükümet ve rejimin tatbik olunduğu hey'et-i içtimaiyenin asırlardan beri perestişkârı halinde tatbik edegeldiği içtimai ahlâkın ruhlardaki duygusundan ibaret olan İslâm dini akidelerinin bir gün olupta Süfyan ta'bir olunan bir kuvvetle kaldırılacak olursa: o cem'iyetin maddi-manevi rabıtaları, hürmet, merhamet, ve itaat gibi cem'iyetin nurlu bağları kopar. ve herkes hududsuz hürriyet ve serbestiyet altında kalırsa; birçok insanların şeref Ve namusları, serkeş, sersem ve sarhoş kimselerin ayakları altında kalacağı ve şehvânî heveslerin kokmuş bataklıklarına onların da batacaklarına.. ve işte o zaman anarşistlik başlayacağı cihetle, bu halin önüne ancak sıkı bir istibdatla geçilebileceğine işaret olunmakta.. hulâsaten; hudutsuz hürriyetin, anarşi ve binnetice ve mecburen istibdadı mucib olacağına, içtimai duyguyla işaret olunmaktadır.

Şu suretle: cem'iyetlerin bu hale düşmemelerini, düşmek üzere ise geri dönülmek lüzumuna işaretle umumi olarak, yani, İslâm ve Hıristiyanlık aleminin nizam ve intizamının muhafazası lüzumundan bahsetmek suretiyle, dini akide yoluyla içtimai bozuklukların sebebine işaret olunmaktadır. Bu itibarla da, sırf içtimaî ve ahlâkî bulunan bu bahsi fikir ve kanaatlerinin suç mevzuu sayılacak tek bir noktası bulunmamaktadır.

Esasen ihtiyar sanığın yaşayışı münzevî olup, asla siyasetle alakası bulunmadığı birçok yazılarında tekerrür etmiş olmasına göre de; bu duygu ve düşüncelerinde, yazı ve eserlerinde ve bütün Nur Risalelerinde tamamen imânî ve içtimâi bir his görülmektedir. Misal olarak:

Gençlik Rehberi adlı eserindeki "Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhavere; Eskişehir hapishanesinin penceresinden gördüklerim; kadınların açık bacak gezmelerinin mahzurları; birkaç biçare gence verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtar; leyle-i Kadir'de ihtar edilen bir mes'ele-i mühimme; Yedinci Rica başlıklı İhtiyarlar Lem'asından bahisleriyle.."

Siracü'n-Nur adlı eserindeki: "Hastaların maneviyatının takviyesi için yazılmış bir takım tavsiyeler; çocuk taziyesi hakkında ana ve babalara sabır ve tahammül tavsiyeleri; anaya ve babaya karşı hürmet hakkındaki bir ayetin tefsiri münasebetiyle bazı vesâyâ ve Nur Şakirdlerinin dünya cereyanlarından ve siyasetten memnu' olduklarını; kendisine ve Risale-i Nur'a ilişenlerin bu hakikatları bilmedikleri hakkındaki bahisleri ihtiva etmektedir.

Görülüyor ki: Bu eserlerin ekserî bahisleri, cem'iyetin muhtelif noktalarda bazen hatalarının görülmüş olması ve bazen de ihtiyaçlarını duyması bakımlarından vaaz ve nasihatlardan ibarettir.

Eserlerin bu mahiyette olduğu; Denizli Mahkemesi tarafından görülen lüzum üzerine bu kitabların, risale ve mektubların, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi azasından Nâib Emin Büke'nin riyasetiyle tayin olunan ehl-i vukuf profesör ve mütehassıslardan müteşekkil ehl-i vukuf hey'etinin, bu eserleri tedkik neticesi tanzim olunan 7/4/944 tarihli raporlarına göre bu eserin mahiyeti şöyle tarif ve tavsif olunmaktadır:

Birinci Nev Risaleler: Bir âyetin ve bir hadis-i şerifin tefsiri maksadıyla yazılmış olan; din, iman, Allah, Peygamber, Kur'an ve âhiret akidelerinin ve ibarelerinin açıkça anlatılması için temsillerle ve misallerle yazılmış, ilmî görüşleri ve ihtiyarlara, gençlere hitâb eden ahlâkî öğütler ve kısmen hayat tecrübelerinden alınmış ibretli vakıalar ve esnafa ait faideli menkıbeleri ihtiva eden ve mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir ki;bazen ilmî vakardan ayrılışlar ve bazen de kendisini Risale-i Nur hesabına medheden haller bulunmakla beraber, bütün bu nev'i risalelerde müellif, hem samimi ve hasbî ve hem de ilmî ve dinî esaslardan ayrılmamış." denilmektedir.

Görülüyor ki: Suç mevzuu olduğu iddia edilen yazıların muhtevi bulunduğu risale muhteviyatının yüzde doksanı ilmî olan, dinî, içtimaî, ve ahlâkî mevzuları havi olduğu, böylece salâhiyettar hey'et raporuyla sâbit bulunmaktadır.

Aynı ehl-i vukuf raporu, bundan sonra diğer risale ve yazıları da ayrı ayrı tahlil ettikten sonra netice kısmında aynen: "Hey'etimiz şu neticeye varmıştır ki:

"Said Nursî, normal hayatında kanâatlerinde samimi ve kalbi, dinî hissiyatla meşbu' olmakla beraber, bazen kendisinin cezbeye ve şuur hezeyanına tutulduğu anlaşılıyor. Yazdığı kitab ve mektubların incelenmesinden anlaşıldığına göre: Bu adamın yazılarında, halkı, dinî mukaddesatı alet ederek devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya bir cem'iyet kurmak kastında olduğunu gösterir bir sarahat ve emâre olmayıp, kendisini yegâne âlim mâhiyetinde göstermeğe meraklı bir tavır takındığı görülmektedir." diye yazılı bulunmaktadır.

Ehl-i vukufun şu izahatı dahi gösteriyor ki: Said Nursî, bu yazılarını dini bir vecd içerisinde şahsî fikir ve his ile yazmış. Ve samimi bir görüşün mahsülleri bulunduğu sâbit olmakta ve iddia edilen "dini hissiyatı âlet ederek, halkı hükûmet aleyhine teşvik ve bu hususta cem'iyet kurmak" gibi fikirleri ve hareketleri mevcud değildir.

İddia makamı; "Her âlim ve müellif sevilir ve sayılır, hürmet edilir fakat ona intisab derecesinde bağlanılmaz." demektedir. Fakat bu birkaç kişinin Said Nursî'ye karşı bu derece inanmaları ve bağlanmaları, O'nun için suç teşkil edemez. Zamanımızda bundan çok fazla inanışlar Atatürk'e dahi gösterenler olmuştur. O zamanlar, o şahıslar herhalde tenkide değil, belki takdire mazhar olmuşlardır. Şimdi ise, Said Nursî'ye karşı vaki bu birkaç makam tevcihinin, gerek tevcih eden ve gerekse tevcih edilen için suç olduğu yolundaki iddiada dahi isâbet görülemez.

Zamanımızda gayet yüksek bir din âlimi olduğunu kabûl ve tasdik ettiğim Bediüzzaman'ı, iddia makamı, yüzbin baltalı ordusu bulunan meşhur Kefersuti'ye ve Râfizilerden Hasan Sabbah'a benzetmek suretiyle çok mübalağa etmiştir. Halbuki iddia makamınca bahsedilen bu gibi işler ve hatta iddia edilen suç mevzuları tamamıyla ve ancak ihtiras sahiblerine yakışır işlerdir. Said Nursî'nin ise, siyasetle asla alâkası bulunmadığı ve böyle bir ihtiras olduğunu gösterir bir emare de mevcud bulunmayıp bilakis ne siyaset ve ne de idare ve hükûmet işleriyle alâkası ve münasebeti bulunmadığı yolunda birçok deliller mevcud bulunmaktadır. Şöyle ki:

1: Said Nursî, şahsî müdafaanâmesinde: "Biz Risale-i Nur'u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Risale-i Nur'un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan bizleri şiddetli siyasetten ve idareye ilişmekten men' etmiştir." diye yazıları ve aynı zamanda, "şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım" manasına gelen

1 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ

ta'birini düstûr kabul eden bir şahsın, siyasetle ve idarenin aleyhinde uğraşması nasıl zan ile kabul olunablir?

2: Denizli Mahkemesine aid ehl-i vukuf raporunun müsbet yazıları kısmının ikinci sırasında aynen şöyle yazılmaktadır.

"Said Nursî'nin en mühim kitabı olan Hüccetullahü'l-Baliğa adlı kitabının (sıra dört aded bir) münacat kısmında: Bu dünya fânidir. Asıl dâva ise, bâki olan âlemi kazanmaktadır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa dâvayı kaybeder. Hakiki dava budur. Bunun haricindeki davalara karışmak zararlıdır. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar selâmet-i kalbini kaybeder." diye Said Nursî'nin yazıları bulunduğuna işaret edilmiştir. Ve binnetice; ne siyasetle ne cem'iyet kurmakla ve ne de halkı hükûmet aleyhine teşvik ile alakası bulunmadığı neticesine varılmıştır."

Ehl-i Vukuf

Reis Aza Diğer Aza

Emin Büke Yusuf Ziya Yusuf

Şimdi Said Nursî'nin bu ehl-i vukuf tarafından mâhiyeti tesbit edilen bu kitabındaki bu yazısı, bilakis kendisinin siyaset ve hükûmet işlerine karışmamağı düstur ittihaz ettiğine delil olmakla beraber, aynı zamanda suç vasfı verilen iddialar, bilakis halka, siyasi oyunlara ve teşebbüslere girilmemesini ve bu gibi işlerin zararlı bulunduğunu izah etmesi bakımından, milletin binnetice kendi işlerinden başkalarına karışmaması yolunda vaaz ve nasihatlarını görmüş oluyoruz. Yalnız bu yazısı dahi Said Nursî'nin suçsuzluğuna yetebilir mahiyettedir.

...............

Bütün bu sebeplerle gerek Said Nursî'nin ve gerekse diğer sanıkların beraatlerine karar verilmesinin bilvekâle arz ve istirham eylerim.

On Suçlu Vekili

Avukat

Ahmed Hikmet Gönen

1.) Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım

Avukat Hulûsi Bitlisi Aktürk'ün Müdafaanamesidir[değiştir]

Ankara'da Avukat Hulûsi Bitlisî Aktürk'ün

Temyiz'deki Duruşmada Yaptığı Müdafaanamesidir.

11/5/949

Büyük Allah'ın Adıyla!

Yargıtay Birinci Ceza Dairesine son müdafaa duruşma notları:

Müekkellerim altıdır. Bunlardan Nazif Çelebi ve oğlu Selâhaddin Çelebi temyiz talebinde bulunmuşlar, duruşma istememişlerdir. Geri kalan, Said Nursî, Ceylan Çalışkan, Ahmed Feyzi Kul, Ziver Gündüzalp duruşma istemişlerdir. Bu sebeple duruşmaları kabul buyurulan dört müekkilimi de içine alan Afyon avukatlarından arkadaşım Bay Ahmed Hikmet'in bütün inceliklerle bozma sebeblerini açıklayan dosya arasındaki 14/12/948 tarihli vâzıh temyiz lâyihalarını tekrar ile teşrihlerine iştirakten sonra arz etmek isterim ki:

Atatürk daha hayatta iken; müekkillerimden Said Nursî, milli inkılâbı kötülemek bahsinde, Risale-i Nur eserlerindeki yazılarından dolayı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesince birkaç ilim şakirdleriyle beraber 935 senesinde bir sene ağır hapse mahkum edilmiş. Âhiren, aynı eserler, aynı mektublardan dolayı 943 senesinde Denizli Ağır Cezasında Yüksek Temyiz'in tasdikiyle müeyyed beraet kararı almış oldukları halde; bu sefer de aynı eserler bir küll halinde, Denizli Mahkemesince salâhiyetli ilim mütehassıslarına, bilirkişilere Ankara'da tedkik ettirilmiş. Verdikleri rapora göre: Mevzu ve gaye itibariyla dîne, akâide taalluk eden bu eserlerin bazı menfi faraziyelerinin bile suç teşkil edemediği tesbit edilerek beraetlerini intac ettiği yüksek tasdiklerinize iktiran ettiği halde... Afyon Mahkemesi; Denizli Mahkemesinin dayandığı vesâike, rapora müstenid ve Temyizen musaddak hükmünü beğenmemezlikten gelerek, tekrar-ı sevk ve muhakeme mahiyetinde kalan bir hadiseye, bir hükme, bilirkişiler raporundaki suç teşkiline gayr-ı kâfi faraziyeleri, noktaları yeni baştan indî ve acîb mecralara intikal ettirerek, teşdîden ağır cezaya hükmetmiş olması.. kanun, usûl, adalet ve vicdan bakımından da çok acıdır.

Malumdur ki: Hür fikirler ve kanâatlarla mütehallik halkımız; din, ilim, ahlâk namına yazılan hangi bir eseri, bir mecmuayı, bir gazeteyi okumadan, yazmadan, münakaşadan, tenkidden, istifazadan memnu' ve mes'ul tutulamaz.

Çünki, Peygamberimiz buyuruyorlar ki: "İlim, hikmet mü'minlerin kaybettiği bir metâdır. Nerede bulursanız alınız." Aynı zamanda: "Beşikten mezara kadar ilim peşinde koşunuz. İlim Çin'de olsa bile gidip alınız."

Herhalde başsavcılık makamının tebliğnâmelerinde, suçlulardan Mehmed Feyzi Pamukçu, Rıf'at Filizer, müekkillerimden Ziver haklarında kesin bütün delillerinin gösterilmediğine kanaat ve temas buyrulmuş olmasına.. ve aynı kanâatın diğer müekkillerim haklarında da tecziyesi kabil görülmemesine nazaran, ortada tatbik edilen kanun maddeleriyle mütenasib hatta evâmir-i nizamata muhalif bir suç unsuru vasfı eseri de mevcud bulunmadığı halde, şiddetli ağır cezalarla hüküm yoluna gidilmesi hakikaten çok acıdır.

Bu sebeple pek masum olan diğer müekkillerim üzerinde fazla durmayacağım. Çünki, başta gelen müekkilim Said Nursî hakkındaki teşrihatım onları da içine alacaktır.

Hakikat-ı halde, müekkillerimden Said Nursî, mahkumiyete lâyık bir şâki değil; İslâm âleminde büyük Allah'ın Kur'an'ına, Peygamberin (A.S.M.) sünnetine, ümmetinin icmaına, fukahânın kıyasına kemâliyle intibak etmiş; takvâlı, karakterli, şâibesiz bir din âlimi, yetmişbeş yaşlarında bir Bediüzzaman'dır. Ve insanlar için şifâlı, faideli bir balarısıdır denilebilir.

Vaktiyle İslâm Dârü'l-Hikmeti'nde âzalığı da sebkat eden bu din ve dünyâ âliminin, İlâhî, mantıkî temsillerle müdafaa haklarına müntehi teşrihatımda bir kusur görülürse, en evvel bîtaraf adâletiniz muvacehesinde af dilerim.

Zira hilafet, meşrutiyet, cumhuriyet gibi üç-dört devrin müdriklerindenim. Aynı zamanda din ve dünya bahislerinde, hâdisâtın esrarengiz pek çok garibelerine ibretle şâhid olmuş otuz senelik bir hâkim, altmışaltı yaşında bir feragat sahibi, bir şark evlâdı bulunduğum için; yakından tanıdığım, son derece takvâlı, şâibesiz bir Said'in teklif olunan vekâletini kabulde asla tereddüt etmedim. Çünki, her maddeyi mânâ ile te'life, bütün beşeriyetin ahlâkını, din ile dünyasını tasfiyeye esasa teşkil eden, lütuf ve kahri mutlak bulunan Büyük Allah'ın şeksiz Kur'an'ına, en son Peygamberine imânım tamdır. Bu imân ve kanaatla; kısmen hakka, kısmen de batıla mümayil.. müsbet ve menfi görüşlü insanlardan, bilhassa habbeden kubbe yapılmış, dedikodularla ağırlaşmış dosyadan dar bir zamanda aldığım ilhâmâta göre:

Müekkilim, yirmiüç senelik menfâ ve inzivâ hayatında hem kendi nefsini, hem de din kardaşlarının ahlâkını kısmen ıslah için, kırk seneden beri hüsn-ü niyetle seri halinde Risale-i Nur adlı bir eser yazmıştır ki; her ilmin, her eserin fevkinde bir ilim, bir eserdir.

Aynı zamanda dînî eserleri yazanlar, okuyanlar da serbesttir. Bu sebeble müekkilimin bazı ilim şakirdleri de o eserlerden dînen faidelenmek serbestisini göstermişlerdir.

Meselâ : İktidar partisine hücûm eden muhalif partilerin yazılarını, eserlerini okumadan, münakaşadan memnu' ve mes'ul olmayan herkes gibi, müekkilimin eserinden dindar münevverler sırasında diğer müekkillerim de örnek almışlardır. Bunlar suç mu?

Malumdur ki: Bir işret masasında,medeniyetin pak bakımı yerine, kirli bakımından yek-diğerine karşı hileli samimiyet gösteren, haddini tecavüzden sonra da birbirine saldıran, ortalığı velveleye veren, maddeten-mânen halkın rahatını selbeden sarhoşları, idare me'murlarımız her zemin ve zamanda lâyıkıyle idare ettikleri, okşadıkları halde; tehzib-i ahlâka saik olan dini eserlerini istinsah ve mütâlaasıyla yek-diğerine sevgi gösteren, abdullah için değil, Allah için vatan uğrunda şehâdete hazırlanan mü'minlerin hilesiz, medeniyete, fazilete müntehi hareketlerini enva-ı bahanelerle suç telakki eden... takibe, tazyike lâyık gören aynı idare me'murlarının arzusuna uygun hükümler, efkâr-ı umumiye ile yüksek âdiller muvacehesinde çok çirkindir.

Çünki; hükûmet (....) dini dünyadan ayırmış; tarikatçılık, dervişliğe (....) nihayet vermiş ise de... dine, ilme, mukaddesata hizmet edenlere taarruz için yol vermemiş. Bilhassa karar yerinde, mahkemenin yersiz temaslarına göre, yurdumuzda, milletimizden kavmiyet farkı gözetilmeyeceğini kanunla sağlamış olmakla beraber milletimizin herhangi bir din âlimini de eser te'lifinden, vaazdan, nasihattan, tenkid hakkından, söz hürriyetinden men' etmemiştir. Nitekim aramızda bulunan akliyatların da dinî duygu, şa'şaalı saygılarına da müdahele göstermemiştir.

Bu sebeple; hakiki bir İslâm, bir din âlimi yahut vâizi, nâsihi hangi bir zaman ve mekanda : "Ey Müslümanlar! Kötü ahlaktan, menâhiden, fısk u fücurdan, tereddîden sakınınız.. Allah; müfsidleri, münafıkları, dinsizleri, zalimleri sevmez..!" diye hitap ederse.. etraftaki ferdlerden, cemaattan herhangi bir zümre, "Sen, din perdesi altında gizli emeller takib ediyorsun! Cem'iyet kuruyorsun; devletin emniyetini bozuyorsun. Telmih, kinâye, rumûz, istiare, teşbih kasdıyla bizi tenkid ediyorsun, taarruza geçiyorsun." dese; seyyiat sahalarındaki öz-iğrenç hareketlerini de kendisi için sorgusuz sualsiz mübah telakki eylese, bir taraftan da o âlim ve vâize tecavüz etse, hürriyetini çiğnese, Allah'ın emrine uygun dini telkinlerini baltalasa.. akıl ile mantık, fen ile medeniyet, ilim ile hikmet; o mütecavizi bir canavar yahut mecnun addeyler. Çünki, Allah katında bir çobandan farkı olmayan nice eâzım bile... dini sahalara tenkid etmek, hakikatta enbiya varisi sayılan hakiki din âlimlerinin hakkıdır.

Ne hâcet, Allah ve Peygamberini de tenkid ve inkâr eden bazı dinsizler bile mücerred maddi hürriyete dayanıyor, gayr-ı ahlâkî neşriyat yapıyorlar. Onlara karşı, hakiki alimlerin, vaizlerin ve nâsihlerin gayesi ise; insanları tereddîden korumak, ıslâha davet etmekten ibarettir.

Filhakika Buhâri-i Şerif'de büyük Peygamberimiz (A.S.M.) buyuruyorlar ki: "Bir zaman gelir.. me'murluk ile başınıza geçecek vülât ile ümerâ, belki namazınızı da muayyen vaktinde çıkarırlar. Öyle bir zamana şahid olursanız.. sakın fesada, nifaka, saik olmayınız. Siz yine namazınızı gizlice-vaktinde evinizde kılınız. Sonra gidiniz, çıkardıkları vakitte karaltının çoğuna tabi olunuz." Böyle olmakla beraber ulemânın vazifesi büyüktür.

Yine Peygamberimiz (A.S.M.) buyuruyorlar ki: "Hangi bir zaman ve mekanda âlimler, Allah'ın emrini, nehyini söylemekten çekinirlerse, kıyamet gününde onların ağızlarına ateşten gemler vurulur, ehl-i mahşer arasında terzil ve ta'zib olunur." Bunları söylemekte din âlimleri mecbur; inanıp inanmamakta beşeriyet muhtardır.

Bu hakikatlere istinaden müekkillerimden Said Nursî, tazyik-i hâdisâtla matbuata da intikal eden câmialı müdafaatında bazı inceliklere temas etmiş ve demiştir ki: "Ben iktidara ve partilere diyorum ki: Beni serbest bırakınız. El ele verelim... masonluk, bolşeviklik; dinimize, ırzımıza, malımıza, canımıza, gençlerimizin imanına saldırmak istiyor. Mücâhedeye koyulalım. Tehlikeyi çiğneyelim, yok edelim."

Onlar bana diyorlar:

1-"Sen bir cemiyet kuruyorsun!"

2-"Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun!"

3-"Sen siyasi bir gâye peşindesin!"

Bunların esbab-ı mucibe ve delilleri de, Risale-i Nur'un dine taalluk eden bazı cümleleridir.

(A): Yirmiüç seneden beri menfâda ihtilâttan men' ve mahrum tek bir adam, ne suretle cem'iyet kurabilir?

(B): O yetmişbeşlik adamın siyasi gaye peşinde gezmesine, hayvanlardan eserlerde şefkatle alakası kaydedilen "hubara kuşu" bile güler.

(C): İlâhi fikirlerin rejime aykırı gelebilmesi bahsine gelince; bunda her memlekette bilhassa yurdumuzdaki muhalif partiler -mütevâliyen-, rejimin ve halkın bünyesine uygun olmayan bazı kanunların da ta'dili için matbuatta bağırıyorlar. Hayat ve memattaki birçok dünya fatihlerinin leh ve aleyhinde kanaat yürütürler; eserler, yazılar yazıyorlar. Cem'iyetleri, prensibleri sâde maddi menfaatler için tenkid ediyorlar.

Müekkilimin İlâhî kanaatleri, tenkidleri acaba ne şekilde rejime uygun olmalıdır? Hangi Müslüman ve din âlimi (bilfarz) : "Yirmi seneden beri dîni dünyadan ayıran idareciler, resmi ve hususi din tedrisine mâni oldular. Teşriî salâhiyet sâhibleri; şerâyi'i zehirle, irticâla tavsif ettiler." dese, acaba bunlar rejime aykırı bir hareket midir? Bu gibi hakikatlara temas eden hakiki yüksek bir din âlimini hakîr görmek, senelerle baskı altında suçlandırmak yerinde olmasa gerektir. Çünki:

Hâkir bir abd ile bir sadrâzam

Çoban ile bir şâhenşâh-ı muazzam

Müsâvidir nazargâh-ı Hüdâ'da

Adâlet-gâh Rabb-ı kibriyâ'da

Çok Yüksek Hakimlerimiz!

Napolyon'un dediği gibi: "Bana te'vili kabil olmayan bir cümle getiriniz. Sizi onun ile idam edeyim." Beşerin; hususuyla seciyeli, takvâlı ilim adamlarının ağzından çıkan hangi bir cümle var ki, tevillerle suç teşkil etmesin.

Fâni hayatta mühasıran maddi menfaatlarla mağlub ve İlahiyat düşmanı; hükümdarlardan ziyade hüküm taraftarı bazı siyasi ve idari me'murlar görülmüştür. Aynı zamanda nazariyatını ilmiyâtına, yahut maddeyi manâya tatbik edemeyen bazı hâkimler, bilirkişiler bile hasbe'l-beşeriye kasden veyahut kazâen te'vile, gadre kapılabilirler.

Mesela: İslâmiyete mütecaviz Viktor Hügo'nun aksine, bir de meşhur yüksek Lamartin vardır. O da diyor: "Büyük Allah'ın Kur'an'ındaki te'yîd emriyle, Peygamberimiz hevâdan konuşmaz. Ne söylerse Allah'ın ilhâmıyla söyler. Aynı zamanda o Peygamber-i Zîşân (A.S.M.) bir kavme değil, bütün beşeriyete beşer ve nezirdir. Âleme rahmet için ba's olunmuştur." akîdesiyle vecde geliyor. Hatta lisanımıza tercüme edilen eserlerden birinde diyor ki:

Nice Dârâlar, İskenderler bu cidal-gâha gelmiştir

Hemen hepsi birer nâm ve şân alıp gitmiştir

Fakat sen, O Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) bak!

O Tabîb-i mutlak, O hâkim-i Arş'a da bak!

Öyle bir dinin bânisi,

Akla hayret verir maânisi

İşte bu da hürmete lâyık yüksek bir kanâattır.

Bununla beraber, müekkilim Said'in otuzbeş sene evvel matbuata intikal ve cumhûrî devrimizde de intişar eden terkiblerden bir bend bugün kaleme alınmış farz ve arz olunsa, acaba dünya menfaatı için tevehhüme, tedehhüşe, tahakküme tenezzül etmeyen herhangi bir idare ve kanun adamının te'viline, takibine lüzûm var mıdır? Bütün ahvalde medenî ve İlâhî kanâatler mahrem olduğuna göre:

Lâzım gelir ef'âliyle tebcil olmayı...

Ta'yin-i kemâlat ile takdis-i kemâlât bahsinde

Ayırmak gerektir elbet kudemâyı

Viktor Hügo'nun şöhreti dünyaları tutmuş

Ama yine takdir edemem öyle dehâyı

Hâmid gibi makber bırakan var mı cihanda

Tahrib eder insan, göze aldıkça hayayı

Ol kimse ki: Eyyâmı geçer fısk u fücûr ile

İrfanıyla memnun edemez halk, Hüdâyı

Çok meyvesi yok ser vü semen sâye-i eşcar

Müsmir şecere semm yapıyor âb-ı havayı

Eşraf tanırız kavl-i metin, fiil-i emîni

Takdis ederiz mü'min-i kâmil şürefâyı

Ashâb-ı Kiram hangi tarîkten yürümüşse

Tâkibe sezâ işte odur râh-ı Hüdâî

Peygamber-i Zîşân'ımızın (A.S.M.) emrine dâim münkad

Olarak görmeliyiz nûr-u Hüdâyı

Tağyir-i hakikat bizi berbâd edecektir

Mahşerde nedâmet dahi nâ-şâd edecektir.

İşte bu da serbest ve intibahi bir kanâat, bir hakikattır.

Kaldı ki; müekkilim gibi yetmişbeş yaşını bitirmiş, şahsî, dünyevî bütün ihtiraslardan, nâ-meşru' menfaatlardan uzak kalmış, sırf âhiret işine koyulmuş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete makrûn olduğu için pervâsız, riyâsız olacaktır. Bunları tedkik ile, altından te'vil ile cürüm çıkarmak, itibarsız tevehhümden, tedehhüşten, tahakkümden başka birşey değildir.

Müekkilimin yüzotuz risaleye bâliğ olan Risale-i Nur'da hiç birinde esas maksad cihetiyle dünya işlerini alâkalandıran yoktur. Hepsi, dünyanın nuru olan Kur'an'ın nurundan iktibas edilmiş; âhirete, îmana taalluk eden sözlerdir. Bunlar, ne siyasî ne de dünyevî hiçbir gaye ve maksad taşımaz. Bunlardan cümleler alınarak manasız te'villerle mahkemeleri işgal etmek.. mâsum, ilim ve iman sahiblerini iş ve güçlerinden alıkoymak, mahpuslarda süründürmek.. vatan, millet nâmına çok yazıktır.

Bir yüzlü Müslümanlar, hakiki âlimler, -hâşâ- dini siyasete âlet edemezler. Bilakis ikiyüzlü siyaset adamları, cem'iyetlerin bazı harîsleri, -dünya menfaatı için- dini istihfâfen siyasete âlet etmek isteyebilirler. Bu vadilerde müdafaata arz-ı tazallumatım bir dereceye kadar elîm farzolunabilir. Ne yapayım, ızdırab döşeğinde inleyen hasta bir din âliminin müdafaatını zayıf omuzlarıma alarak inliyorum. Her suretle inlemek, hastaların; her suretle de dinlemek, hâzık hekim, âdil hâkimlerin hakkıdır.

Bu takdirlerle, müekkilimin üç devredeki riyasız serbest kanâatlarına kısa kısa temastan evvel, tereddüdsüz vekâletlerini kabul eden hürmetkârınız; Birinci Umumi Harbin ibtidalarında, Bitlis Bidayet Mahkemesi âza mülâzımı idim. O günün Bitlis valisi, bugünün Çankırı milletvekili Abdülhâlık Randa, ordunun iaşesine tahsisi edilen onbir fırının çıkardığı peksimet anbarlarına beni fahri memur ta'yin etmişti. O sırada müekkilim, ilim tahsili peşindeki talebeleriyle birlikte gönüllü alay kumandanı olarak mücadeleye koyulmuş, bir dakika ordunun müzaharetinden ayrılmamış. Son zamanlarda şehir içine kadar saldıran düşmana karşı da Allah rızası için göğüs-göğüse çarpışarak bir ayağından mecrûhen düşmana esir edilmişti.

Şahid olduğum dinî, vatanî mücâhedâtını müdafaattan daha ziyade izahım, kıymetli vaktinizi ziyaa müessir olacağından tevakkuf taraftarıyım. Ancak kısa kısa temasım maddi menfaatlarına değil, manevi riyasız serbest kanaatlarına gelince:

1-Hilafet devrinde, Van vâlisi merhum Tahir Paşa bir ilim meclisinde, Mezheb-i Mâliki'ye ilişmek fikriyle: "Kelb de hınzır gibi necis mi, değil mi?" soruyor. Müekkilim: "Mâliki Mezhebinde kelb tâhirdir, fakat, Tâhir kelb değildir" söyleyince, istibdadın nâmdar salahiyetli vâlisi, dine taalluk eden bu ilmî fetvadan, dini kanâatdan asla müteessir olmuyor, takdirde bulunuyor, sonra ondan ilim dersini alıyor.

Bugün ise, Afyon'dan aldığım mektublarda diyorlar ki: "Müekkiliniz son derece baskı altındadır. Reise müracaat ediyoruz; savcıya gidiniz. Savcıya gidiyoruz; 'hapishane nizamı var, karışmam' diyor." Müekkilim zâlim değil, mazlum bir mahkumdur. Herhangi bir mahkum, sehpaya sevk edilinceye kadar kanunen hoş tutulmalıdır. Hatta bir aralık şiddetini gösteren kış içinde, yalnız büyük bir koğuşa tıkılıyor. Haber alan bazı şefkatli dindar Müslamanlar; soba kurmak, hasta bir âlime imdat etmek istiyorlar. Adâlete me'mur savcı: "Siz, devletten zengin değilsiniz." diyor, kurdurmuyor. Medenî, insânî kanâatlara göre: Adâlet, kanun denildimi; mazlûmun yüzü gülmeli, zâlimin beyni kaynamalı kanaatındayım.

2-Meşrutiyete tesadüf eden Birinci Cihan Harbinde, esir hayatında.. düşmanın bir başkumandanı Nikolaviç kampta mükerrer kasdî hareketlerle yanından geçerken müekkilim kendisine kıyam etmiyor. Kumandan hakaret telâkki ediyorsa da, müekkilim:"Ben bir din âlimiyim. Dinim beni, dinsizlere kıyamdan men' etmiştir." cevabını verince; kumandan öfkeleniyor, divan-ı harbe sevk ediyor. İdam ile tehdit ediyor. Müekkilim, dinî kanâatını dünyaya feda etmeyeceğini, tarziye de vermeyeceğini ilhâm edince; o din, vatan, nâmus düşmanlarımız bile beşeri vicdan nâmına hayretle kendini afva mecbur ediyor.

3-Cumhuriyet devrimizin ibtidalarında Ankara'da bulunurken, Atatürk, müekkilimin heykel hakkındaki kanâatlarını soruyor? Müekkilim Said, O'na karşı şiddetli bir surette: 'Büyük Kur'an'ımızın bütün hücûmu, heykellerle putlaradır. Müslümanların heykelleri ise; hastahaneler, mektebler, yetimleri koruyacak yurtlar, mâbetler, doğru yollar gibi âbideler olmalıdır." cevabını vermiş. Hatta o sırada bütün meb'uslara hitaben neşrettiği bir yazısında:

"Ey Meb'uslar! Sizler pek büyük bir günün kurucularısınız. Hakikaten birer yüksek kumandan sıfatıyla mücâhedeye koyuldunuz. Düşmanları denizlere döktünüz. Hilal'i, sâlib'in tasallutundan kurtardınız. Ey Kumandanlar! Bundan sonra da öyle hareket ediniz ki, kıyamet gününde mahkeme-i kübrâda mes'ul olup bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalmayınız." sözlerini esirgememiş. Bu serbest kanâatlarla, dinî vazifesini ifâdan dolayı muahezeye lâyık görülmemiştir.

O günden bugüne kadar aradan uzun zamanlar geçti. Yirmiüç seneden beri menfâ hayatı geçiren, vakit vakit hapse tıkılan, mukaddesata hürmet ile, hizmet ile mütehallik bir âlimin dinî eserlerinden vecihsiz bahanelerle suç mânası çıkarmak.. diğer mâsum ilim ve irfan tâlibi dindar müekkillerimi de lüzûmsuz tevehhümlerle incitmek, son sistem medenî, cumhurî bir devrede maddeten-manen mantıksızlıktır.

Başta "Kaval Hanedanı" olmak üzere bütün İngilizlerin bilhassa, "Çörçil", "Ruzvelt", "Hitler"in bile anâneye, mukaddesata hürmetlerini gazetelerde okuyor ve anlıyor ve ağlıyoruz. "Prens Bismark"ın ve daha birçok Garp âlimlerinin de mukaddesata ne suretle baş eğdiklerini biliyoruz. Bu sefer de "Truman"ın medenî ve mukaddes tezahüratından ibret almamak mümkün değildir.

Siyaseten olsun, mukaddesata hürmeten olsun, hangi maksada dayanırsa dayansın Amerika Cumhurbaşkanı "Truman"ın hususi, mukaddes binek uçaklarıyla denizler aşan, geniş ufuklarda yüksele yüksele Yeşilköy'e konan Ortadoks ruhânî reisi, büyük küçük binlerle mensublarının candan tâzimleriyle karşılandı. Bütün İstanbul kiliselerinin çanları fezaları çınlattı. Adeta beşeriyeti inletti. Bu rûhânî Patrik, İstanbul'da tac giyme, tahta oturma merasimiyle başlar üzerinde tutuldu...

Maddiyat-mâneviyat âleminde derin ve tarihi intibahlara sahne olan bu vak'ayı elbette baştan nihayete kadar bir mu'cize kaynağı olan Büyük Kur'an'a en son İlâhî kanadına bağlı biz Müslümanlar pek tabîi bir tezâhürât-ı diniye telâkki ederiz. Ne çare ki: 1789 Fransız İhtilal-i Kebirinden sonra tereddî, almış yürümüş. Yüzelli sene sonra İkinci Cihan Harbinde çıkan "Petenler" tereddîye ağlamış, mukaddesata dönülmesi tedbirlerini ele almışlardı.

Maalesef vatanımızda hâlâ ihtilâl-ı kebirin çürük zihniyetleriyle yaşayan mukaddesat düşmanı gâfil insanlar eksik değildir. Büyük Allah ile yarış yapmak isteyen o gâfillere denilebilir ki: "Garbın en yüksek âlimleri: 'Dünyada itimada lâyık en medenî, en mukaddes din, her maddeyi mâna ile te'lif eden İslâm Dinidir.' itirafında bulundukları halde; pek çok Müslümanlar bu nimetin, bu devletin kadrini bilmiyorlar."

Bütün İslâm Âlemine Yahudilerin soktuğu masonluk akîdelerine, tekyelerine bağlanan bazı saf ferdler, bazı cem'iyetler hükûmetin ne suretle dini dünyadan ayırmış oldukları hakkındaki prensiblerine karşı da, kasdî tegâfulerle hakiki mukaddes dinimizi, din âlimlerimizi içten ve dıştan vurmağa, öldürmeğe çalışıyorlar. Maddeyi mâna ile te'liften kaçan insanların, en ziyade Yahudilerin hâli acâibtir, bilemedikleri şeylere inadına düşmanlık gösterirler.

İslam dini, İslam âlimleri her cephede maddi-mânevi terakkiler, teâliler emrederken.. hangi te'sirlerle yalnız maddi menfaat peşinde koşanların, cehil ve siyaset sebebleriyle dinimizi, yüksek âlimlerimizi terakkiye mâni telakki etmeleri gülünç değil mi? Neden Ortodokslar kadar olsun, bizler de hilesiz dinimize, hakiki din büyüklerimize hürmet etmeyelim de, hürmet edenleri soğutmaya, tazyike, tezyife çalışalım?

Şek yoktur ki: Dünya ve âhiretin en mukaddes nizam ve felah düsturu olan büyük Kur'an, beşerin ahlâkını, din ve îmanını tevhid ve tekemmül kaideleri üzerinden kemâle kavuşturmak için en son büyük Peygamberimize (A.S.M.) nâzil olmuştur. Yukarıda temas ettiğim hidayete mazhar birçok Garp âlimleri de bu hakikata inanmışlardır.

Biz Müslümanlar: Dinimize, mukaddesatımıza, hakiki din âlimlerimize elbette hürmet ve kal'ayı en ziyade içinden yıkmak isteyen şahsî menfaat ve siyaset düşkünlerine dinen nefret ederiz. Evet bütün Müslümanlar, hariçten memlekete gelecek herhangi bir tecavüz karşısında çelikten kal'adır. O kal'ayı münhasıran maddi ve şahsî menfaat için yıkmağa çalışan fertlere, cemiyetlere karşı da, müekkilim gibi ihtiyar ve genç din âlimleri.. balta, kazma, top, tüfenk ile değil, medenî- insanî hür fikirlerle müdafaaya Allah rızası için mecburdurlar. Çünki İlâhi ve içtimâi sahalarda, hepimiz çobanız... hepimiz sürümüzden mes'ulüz. Dünya ise âhiretin ekin tarlasıdır. Bu hakikatlara göre dini dünyadan ayırmak bile güçtür. Madem ki ayırmışsınız, bâri içimizdeki ekalliyetler derecesinde olsun hakiki din âlimlerimiz serbest fikirlerinden dolayı ezilip üzülmemelidir.

Beşerî kanâatlara müntehî tazyiklere karşı -size bile- müekkillerim gibi Büyük Allah'ın siyânetine dayanarak memleketimizde de inleyen feraset, diyanet sahibi müttakiler acaba ne istiyorlar? Şüphe edilmez ki: Şaibesiz mukaddesatlarını korumak, bi-hakkın hâkim ve efendi bir hak sahibi olduklarını anlamak istiyorlar.

Maalesef gayr-ı ahlâkî sefahet sahalarında, meyhane, umumhanelerde hora tepen.. bu halleri bir medeniyet zannıyla hürriyet-i nefislerine hasreden bazı yaşlı başlı adamlar: "Efendim din başka dünya başka. Şu yobaz, softa, kara kuvvetler bize ne karışıyorlar?" sözlerini seyyiatlarına siper ediyorlar. Açıkdan açığa yahudilik ve masonluk prensiblerinin yayılmasına hizmet eden daha bir çokları da; yalan ile imanın, ateş ile barutun bir noktada içtimaına imkan görmeyen müekkilim gibi nezih bir din âlimi aleyhinde vakit vakit: "Şarklıdır.. Bitlislidir, Kürd'dür, mürtecidir, kara kuvvettir." gibi lafz-ı murad beylik sözleri etmeği bir vatanperverlik zannediyorlar.

Halbuki:

Şark, garp bir cesedin gözleri, azalarıdır.

Bir başın sağ gözü hür, sol gözü olmaz ki esir!

İşte bu kanaatlarla "Fikr-i kavmiyeti tel'in ediyor Peygamberimiz" Hadis-i Şerifini, Safahat'ında kemâliyle açıklayan Mehmet Akif'in Arnavut olduğunu unutuyorlar.

Teşkilat-ı Esasiye kanunumuz kavmiyet dâiyesini izâle, Türklük camiasında bilatefrik vatandaşlık haklarını tebarüz ettirdiği halde; maalesef Afyon Mahkemesi kararında "Said Nursi'nin damarlarında, akîdelerinde Kürtlük kanı olduğunu.. diğer müekkilim Ahmed Feyzi Kul'un, Said'e, Risale-i Nur'a, mahkemede okuduğu şa'şaalı müdafaanamesinde Said'in müdafiliğini de yaparcasına zararlı ve irticaî bir din mücâhedesi yürüttüğünü.. Atatürk'e hakaret edildiğini.." asılsız, te'villerle öne sürerek ve adeta zulmet ma'kusu olan nûr tabirinden öfkelenerek daha emsâli tarafgirâne faraziyeler, lafz-ı murad sözlere temayül ile, her ikisi için cezanın teşdidini istihdaf yoluyla adâlete pek müessir surette bir idare me'muru zihniyetiyle hissiyata kapılmıştır.

Bu zihniyetle mahalli C. Savcılığının Temyiz lâyihasında da "sanıkların cem'iyet kurdukları" üzerinde durulması, tek taraflı hissiyata mağlubiyetinin bir müeyyidesi olduğuna herhalde başsavcılık makamınca kanaat edilmiş olmalıdır ki; tebliğnâmede bu cihetin de reddi tâleb edilmiştir.

Dosyadaki Temyiz lâyihasında izah olunan müekkillerimin bütün müdafaatı incelenmemiş, red ve cerh sebebleri gösterilmemiştir. Bu cepheden bozma sebebleri meydandadır.

Yüksek adâletiniz muvacehesinde her karanlığın aydınlanacağı şüphesizdir. Esasen dinî eserlerle beraber suçsuz, günahsız müekkilerimin dayandığı Kur'an-ı Kerim; "Bütün kavimler, nurlu mü'minler birbirinin kardaşıdır" aralarını ıslah emrini veriyor. Islaha me'mur da; âdil, bîtaraf ulemâ ile umerâdır. Bunlar şahsiyattan sâlim olarak salâha meylederse, bütün halk salâha... fesada meylederse, aynı halk fesada meyleder.

Peygamberimiz: "Müslümanlar nifak ve fesad üzerinde toplanmazlar." "Fitne uykudadır. Her kim uyandırırsa, Allah ona lânet etsin." buyuruyor. Hatta çok ziyade İslâmiyete, mukaddesata bağlı asil kahraman Türkler; İslamiyetin tevhid akîdesinin alemdarlık vazifesini benimsemek ile bila tefrik hakiki ilim sâhiblerine, mukaddesata hürmet etmekle yükselmişler, bu şeref ve fazileti kıyamete kadar da yaşatabilecek tecellilere mazhar olmuşlardır. Müekkillerimden başka her Müslümanın gayesi de, bu dinî tecellilerin pâyidâr olmasıdır. Maalesef hüküm sahalarında bile Kürdlüğü, kavmiyeti ortaya atanların ilmî, tarihî tedkikleri, tecrübeleri noksan olsa gerektir ve garazkârlıktır.

Hicri dokuzyüz tarihlerinde bütün Şark vilayetlerini din şerefine tav'an Osmanlı Türk hükümetine bağlamak şerefiyle mübâhi olan, ehemmiyeti dünyaca müsellem bulunan "Hakimüddîn İdrisî Bitlisî", o gün hem Kürd, hem Türk idi.

Bugünde her manasıyla said olan evlâdları hakkında "Kürd'müş, Şâfiî imiş." damgasıyla şiddetli cezalara lâyık görülebiliyor. Dünyevî mevki, şahsi menfaat yollarında bu tezadlara, bu tenakuzlara sâik olanların; İslâmiyet, adâlet ve vatana muhabbet sahasındaki kusurlarını daha ziyade izahtan haya ederim. Şarkta da, Garpta da fena adamlar bulunabilir. Herhangi bir fenanın fenalığı, hey'et-i umumiyeyi lekedar edemez.

Müekkilim son derece takvâlı, şâibesiz bir din âlimidir. İlâhî, ahlâkî, içtimâî faideler ilham eden eserlerinde; ferdleri, cem'iyetleri sefahete, kumara, fuhşa, hırsızlığa, tereddiye teşvik etmemiştir. Hayatının gençliği, ihtiyarlığı; dinin, vatanın saadet ve selâmeti uğrunda Allah rızası için mücahede ile geçmiştir. Kendisine hürmet eden, eserlerinden faidelenen diğer müekkillerim de fıtraten dindar masumlardır.

Binnetice: Yüksek huzurunuza intikal eden dosya üzerindeki şahsiyata mağlub, hasedkâr bazı idarecilerin gayesi : (müekkilimin kat'iyen arzu etmediği halde) min-tarafillah halkın yer yer kendisine gösterdiği sevgileri kırmak, riyasız din âliminin eserlerinde parlayan İlâhi nuru, adeta masonlar şerefine söndürmektir. Halbuki, Allah'ın yandırdığı bir nûru insanlar söndüremez. Beşer güneşe perde çekebilir, fakat güneşi iskât edemez.

Müekkillerimin kanuna, medeniyete, hakka, hakikata aykırı hiçbir suçu yoktur. Din, dünyadan ayrılmış, ortada Din İşleri Reisi'de mevcud bulunmuş iken.. tevehhümî idarî baskılara, tedehhüşe, tahakküme dayanan hüküm; esasından çürüktür, delilsizdir, adâlete uygun değildir, her bakımdan usûl ve kanuna muhaliftir.

Müekkillerimin asl-ı temyiz lâyihalarındaki mûcib sebebler de malumdur. Bu teşrihatlarla beraber nazar-ı adâlete alınacak hükmün bozulmasına, bilhassa mâsum müekkillerimin tahliyesini yüksek vicdanınızdan dilerim.

Ankara Avukatlarından

Hulûsi Bitlisî Aktürk

Önceki Müdafaa: Temyiz MahkemesiTüm MüdafaalarEmirdağ Hayatı (Afyon Hapsinden Sonra): Sonraki Müdafaa