Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)
Önceki Risale: Hutbe-i Şâmiye ← Âsâr-ı Bediiyye → Divan-ı Harb-i Örfî: Sonraki Risale
(Türkçesi)
Müellifi
Bediüzzaman Said-i Nursî
Not: İlk tabında, Hutbe-i Şamiye'ye ikinci zeyl olarak girmiş olan "Teşhis-ül İllet" risalesi, müellifi tarafından bir kısmı Türkçeye çevrilmiş metnidir. Ancak âhirki kısım Abdülkadir Badıllı tarafından tercüme edilmiştir. (Naşir)
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
Arabî Hutbe-i Şamiye'nin Zeyli'nin Kısa Bir Tercümesi[değiştir]
Hutbe-i Şamiye'nin Arabî Zeylinde, gayet latif bir temsil ile imandan gelen manevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor (gösteriliyor.) Bu mes'elemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz:
Hürriyetin başında Sultan Reşad'ın Rumeliye seyahati münasebetiyle vilayat-ı şarkıye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektebli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki:
"Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?"
O zaman dedim: Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzât müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; Hamiyet-i diniye, avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine -yani menafi'-i şahsiyesini millete feda edene- has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn, bunun bir bürhan-ı kat'îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektebliler! Size de derim ki:
"Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti ve Türk ve Arab içinde tamamıyla mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvet-ül vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kal'adır" dediğim vakit, o iki münevver mekteb muallimleri bana dediler: "Delilin nedir? Bu büyük dâvaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?"
Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:
İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevab veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikatı der:
Bakınız, bu Dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O Dabbetülarz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdid ediyor: "Bana rast gelenlerin vay haline" dediği halde, o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu Dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramanlığıyla diyor: "Ey şimendifer! Sen ra'd (gök gürültüsü) gibi bağırmanla beni korkutamazsın."
Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: "Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem'in, (dizginin) seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç!"
İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî, ya Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu Dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünki onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, mutî bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.
Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatın bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden; onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.
Bu temsilin bir misali, o masum çocuğun imanından gelen kahraman-lık, bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, rûy-i zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemâlât-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika'da ve yarı Avrupa'da gezdiren; ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hâdisatlara karşı, hattâ mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî isti'dadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehdidlerine karşı, imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlahiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arab taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o masum çocuk gibi fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki; istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milliyetidir.
O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine sebeb, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalaletleri olduğu gibi.. Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerle isbat ettiği bir hakikatı ki, Hutbe-i Şamiyenin mukaddemesinde bir-iki misali söylenmiş. Mes'ele şudur ki:
Küfür ve dalalet, bütün kâinatı ehl-i dalalete binler müdhiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, tâ kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi' mahiyeti ve küllî istidadâtı ve hadsiz ihtiyacâtı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle; küfür ve dalalet bir Cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir Cehennem içine koyduğunu.. ve din ve imandan hariç binler fenn ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini, yalnız ibtal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.
İşte iman ve küfrün müvazenesi âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir manevî Cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür dünyada dahi bir manevî Cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir i'dam-ı ebedî mahiyetine getirmesini, kat'î ve hiss ve şuhûda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.
Bu temsilin hakikatını görmek isterseniz, başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız!. Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler.. karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.
Hem âlem-i şehâdette ve cismanî kâinatta bunların vücûdu gibi, âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazîreleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.
İşte kâinat içinde maddî ve manevî bütün bu silsileler, imansız ehl-i dalalete hücum ediyor, tehdid ediyor, korku veriyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdid ve korkutmak belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümid ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, iman ile görüyor ki; o hadsiz silsileler, maddî ve manevî şimendiferler, seyyar kâinatlar mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni'-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san'ata ve tecellîyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor.
İşte ehl-i dalaletin imansızlıktan gelen dehşetli elemler ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatıyor.
Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i maneviyesi kırılmak, belki o temsildeki masum çocuk gibi fevkalâde bir kuvvet-i maneviye, bir metanetle ve imandaki hakikatla onlara bakıyor. Bir Sâni'-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. "Sâni'-i Hakîm'in emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler." deyip anlar. kemâl-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde de derecesine göre saadete mazhar olur.
Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği -vicdanında- bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi; onun cesareti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hâdisatına esir olur. Herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatını ve dalaletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat'î hüccetlerle isbat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikatı kısa kesiyoruz.
Acaba en ziyade kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakâik-i imaniyeyi bırakıp, garblılaşmak ünvanı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalalet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-ı insaniyeden uzak bir hareket olduğunu pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, -başta İslâm olarak- beşer hissedecek, dünyanın ömrü kalmışsa Kur'ân'ın hakâikına yapışacak!..
İşte sâbık temsil gibi eskide, Hürriyetin başında bazı dindar meb'uslar, Eski Said'e dediler:
Sen her cihette siyaseti dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun.. Ve meşrutiyeti de meşrûiyet suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet, şeriatsız olmaz. Bunun için seni de "şeriat isteriz" diyenlerin içine 31 Mart'ta dâhil ettiler.
Eski Said onlara demiş ki: Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakâik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak bu hikayeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:
Bir zaman bir adam, bir sahrada, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zâtın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafir zat, hane sahibine dedi: "Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?"
Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz."
Misafir dedi: "Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor."
Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlahî namına ve adalet-i şer'iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz." Misafir dedi: "Öyle ise, çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."
Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."
Misafir taaccüb etti, dedi ki: "Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."
Hane sahibi dedi: "Siz büyük bir hakikattan ve acib ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terketmişsiniz. Onun için adaletin hakikatını kaybetmişsiniz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakikatın sırrı budur: Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada, hadd-i şer'înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlahîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassası ile, kalbin kulağı ile, kelâm-ı ezelîden gelen ve "hırsız elinin i'damına" hükmeden ﺍَﻟﺴَّﺎﺭِﻕُ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﺎﺭِﻗَﺔُ ﻓَﺎﻗْﻄَﻌُﻮﺍ ﺍَﻳْﺪِﻳَﻬُﻤَﺎ âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana, hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruh'un etrafında, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir. Git gide o meyelan bütün bütün kesilir. Çünki yalnız vehim ve fikir değil, belki manevî kuvveleri -akıl, kalb ve vicdan- birden o hisse, o hevese hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.
Evet iman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça "yasaktır" der, tardeder kaçırır.
Evet insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasâtından ve ihtiyacâtından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlub etmez.
Elhasıl:
Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbâniye namına icra edildiği vakit; hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mâna içindir ki, elli senede bir ceza, sizin hergün müteaddid hapsinizden ziyade bize faide veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünki biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı, menfaatı hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse; hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vehmiyesi cüz'î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve histen çıkan -hususan ihtiyacı da varsa kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.
İşte bu cüz'î sirkat mes'elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin, tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye, dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur'ânın gösterdiği yol ile olabilir... (Hikâyenin hülâsası bitti.)
Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakâik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî, manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşistlere, ye'cüc ve me'cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.
İşte bu hikâyeyi o zamandaki bazı dindar meb'uslara Eski Said söylemiş. Ve iki defa tab'edilen Arabî Hutbe-i Şamiye'nin Zeylinde kırkbeş sene evvel (*[1]) yazılmış.
Şimdi bu hikâye ile evvelki temsil, o zamandan ziyade tam bu zamanın dersi olmasından, bera-yı malûmat hakikî dindar meb'usların nazarına medar-ı ibret için gösteriyoruz.(Hâşiye:[2])
Teşhis-ül İllet'in Zeyli[değiştir]
(Hutbe-i Şamiye'nin Arabî olan "Teşhis-ül İllet Zeyli" nin müellifi tarafından Türkçeye çevrilmemiş kısımların Türkçe tercümesi.)
1. Sual[değiştir]
S- Halihazırdaki medeniyet sistemi, dinî cihada müsaade etmediği ve müsait olmadığı gibi ona fetva da vermiyor.. Bunun yanında dinî cihadı emreden İslâmiyetin hükümleriyle bunun arasında tatbikat nasıl olmalıdır?
C- Vakta ki medeniyet, gayr-i meşrû vesaiti tedafü' için, cihadı meşru sayıp ona fetva veriyor. O halde İslâm dini, bütün şeriatların tesbit edip emrettikleri dinî cihada nasıl müsaade etmeyecek ve teşvikte bulunmayacak?! Elbette dünyada rezail bulundukça, faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Demek ki cihad ebedîdir.
Hem sonra; bizim bulunduğumuz mekan ve mevki, bize yetecek kadar geniş olup dar gelmediği için; tecavüzün değil, tedafü'ün mevkiinde bulunmaktayız.
Hem bizim dinimizin esası da ona işaret ediyor ki; ﻟﺎَ ﺍِﻛْﺮَﺍﻩَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ve ﺗَﻌَﺎﻟَﻮْﺍ ﺍِﻟَﻰ ﻛَﻠِﻤَﺔٍ ﺳَﻮَٓﺍﺀٍ ﺑَﻴْﻨَﻨَﺎ ﻭَﺑَﻴْﻨَﻜُﻢْ ayetleri bizi tedafü' mevkiinde durdurmaktadır. Evet, ayetteki ﺗَﻌَﺎﻟَﻮْﺍ kelimesi, en ilk vazifemiz onları ittifaka davet olduğuna işaret etmektedir. Cihadî müdafaayı ancak sonra yapabiliriz.
2. Sual[değiştir]
S- Halihazırdaki medeniyet istibdada karşı harb ilan ettiği gibi, din hamelelerine (âlimlerine, büyüklerine) karşı da husumet hissini tehyic etmiştir. Ecnebilerden bize sirayet etmiş bu iki his neticesinde bizimkiler dahi tahakküm ve zorbalığa hücum ettikleri gibi, din hissiyatına da şüphe ve güvensizlik ile bakıyorlar. Bu hususta reyin nedir?!.
C- Evet, ecnebîlerden bize tiryak zehir ile beraber sirayet etmiştir! Ama mazlumların istibdada karşı ilan-ı harb etmelerinin sebebi ise zahirdir. Fakat ecnebîlerdeki dinî hislere karşı husumet ilanının sebebi ise şudur ki: İsevî dini, hususen onun Katolik Mezhebi; Avrupada acib, müdhiş ihtilâller vukua getirmiş ve bu mezheb uzun zamanlarda dahilî siyasetin aleti olarak kullanılmıştır.
İstersen tarihe bir nazar eyle! Zalim Neron gibilerin kılınçlarının akıttığı mazlumların kanı ile nasıl boyandığını gör!.. Sonra tarihe bir kulak ver, dinle ki, Engizisyon cemiyetinin tazyiki ile yükselen enîn, feryat ve tel'in sadalarını işiteceksin.. Öyle ki bu cemiyetin ikâ eylediği acip mezalimler karşısında beşyüz sene müddetinde akıllar dehşet içerisinde bırakılmıştır
Benim nazarımda o vahşi cemiyet halen de ölmüş değil, belki medeniyet suretinde tenasuh etmiş ve ya da medeniyet ve siyasetin hile ve huda'larına sarılarak zamanımıza kadar gelmiştir. Ecnebîlerin İsevî olmayanlarla olan muameleleri bu davanın delilidir.
Sonra da: İstersen Fransa tarihine bak ki; mezheblerinin kendi aralarında vukua getirdikleri ihtilaflar neticesinde kopan ihtilâllerle, fakirleri nasıl dehşetlere düşürdüğünü ve bu ihtilafların mazlumlar üstünde icra ettirdikleri ve dörtyüz sene kadar devam eden karanlıklı inkılabları gör!..
Bütün bunların içinde en acîbi; hiçbir akla intibakı mümkin olmayan o mezhebin, siyasetin elinde bir vasıta olarak kalmış olmasıyla, fakirlerin mahvına ve mütefekkirlerin ezilmesine sebeb olmuş olmasıdır. İşte benzerî hâdiseler ehl-i fakr ve zarûretin, aynı zamanda feylesofların kalblerinin tâ derinliğinden kaynayıp gelen öfke ile, müstebitlerden intikam almak hissini netice vermiş olması gibi, onları pek çok çalkantılı badirelere sürükleyen Katolik mezhebine karşı da husumet hissini doğurmuştur. Amma bununla beraber; ehl-i isyan, Katolik mezhebine, Hırıstiyanlık dinini terk ederek hücum etmediler. Belki Protestan mezhebine dayanarak hücuma geçtiler. Bütün bunlarla beraber ve binlerce feylesofların ona hücumlarına rağmen, şu anda yine Pariste Katolik mezhebi resmi mezheb olarak devam etmektedir.
Feya lil aceb! İslâmiyet -ki, biz fakirler topluluğunun hayatıdır- nasıl o mezheble (Katolik) kıyas edilebilir ki, İslâmiyetle onun arasında yer ve gök kadar uzun mesafeler ve pek çok farklar vardır.
Bu farklardan bazılarını "Hutbe-i Şamiye" (*[3]) de tafsilen yazmışım. O farklardan en barizi ise; İslâmiyet dini, âlem-i İslâm arasında husumete sebeb olmamasıdır. Olmuşsa da, ekall-i kalildir. Husumet ancak İslâmiyetle, ona tecavüz edenlerin arasında olmuştur. Hem İslâmiyet, Katolik Mezhebi hilafına olarak -nadir bazı hadiseler müstesna- ehl-i İslâm arasında siyasî desiselerin aleti ve vasıtası olmamıştır. Öyle ise, hiçbir mazlumun bizdeki şu hakiki hisse (din hissine) itiraz etmeye hakkı yoktur. Çünkü İslâmiyet, fakirlerin sığınağı, mazlumların melce'idir.
Kur'ânı Rahmeten lil âlemin olarak inzal eden Allah'a yemin olsun ki; İslâmiyetteki vücûb-u zekat ve hurmet-i ribâ gibi emirler, kalblerinin bütün samimiyetleriyle şehâdet ediyorlar ki; İslâmiyet fakirlerin hamisi, miskinlerin melce'idir.
Halbuki Katolik mezhebi ise, fakirlerin ve zaiflerin karşısında her zaman zâlimlerin kal'ası olmuştur. İşte İslâmiyette -bu mezhebe nisbetle-, siyasî desiselerin müdahelesi neticesinde mazlumlarda heyecana getirdiği intikam hissi ancak binde birdir.
İşte bu açık ve beyyin farklarla ve münasebetsiz kıyas ile beraber, Hristiyanların sülûk ettikleri yoldan biz de gitmiş olsaydık; İslâm âlemini bin yıl boyunca herc ü merce sürükledikten sonra, şayet o kıyas doğru olmuş olsaydı, ancak Fransa'nın şimdiki tarzına ulaşabilirdik.
Halbuki onların hal-i hazır medeniyetleri (ahlâk ve insanlık gibi mefhumlarda) ise, o kadar çok su-i istimalat, günah ve kötülükleriyle beraber bedava bile olsa alınmaması lazımken, acaba bin senenin mesaîsinin sarfından sonra nasıl alınabilirdi?!.
3. Sual[değiştir]
S- Ecnebîlerden gelmiş olan o hiss-i husûmet (yani dine karşı) İslâm âleminde cay-ı kabul görmemiş ise, bize bu derece sirayetinin sebebi nedir?!.
C- Nasılki bir söz, maâni-yi saneviyye tesmiye edilen maksatları ile, fikirleri bazen tenvir, ya da karartması olduğu gibi; öyle de bir kelam, "maâni-i ûla" tabir edilen tarz-ı ifadesi ve uslübunun sûretleri ile hisleri bazen tenzih ya da kirletmesi vaki' oluyor.
İşte buna göre, tercüme edilip içimize girmiş olan ecnebî eserler, kendi maksadları ile fikirlerimizi bazan tenvir ettiği gibi; çok defa da kendi üslûblarının suretleri ile hissiyatımızı teşviş eder, belki de bazen sapıttırır. Hatta bazen ecnebîlerin bir tarihçisi veya edîbinin kitablarında İslâm dininin mukaddesatı veyahud İslâm büyüklerinin bahsi geçtiğinde; sükûti ile, ya da ehemmiyetsizliğini imâ eden "es" geçmesiyle, ya da bir tür tarz-ı ifadesiyle istihfaf ve hürmetsizliği telkin eder.
Musibetlerin en büyüklerinden birisi de: Ecnebilerden gelip içimize girmiş, onların hissiyatları ile meşbu' tarz-ı üslüblarındaki, hamele-i din ve medrese âlimlerine karşı hiss-i istihfafdır. Halbuki bu din âlimleri şu insanların kâffesinden daha çok hürmet, merhamet ve muhabbete layıktırlar. Hem de kusur ve hata onların vücûdundan değil, belki zamanın müsaadesizliği ile kâmil muhakkiklerin bulunmamalarındandır. Evet, din âlimleri İslâmiyetin direkleridirler.
Bu münasebetle; bir zaman işittim ki, birisi evinin damı altındaki direkte bir gevşeklik ve zaafiyet görür.. Onun yerine kuvvetli bir direk koymadan evvel, o zaif direği sallamağa başlar.. haliyle evin damı başına yıkılır.
Hem gördüm ki; birisi Hz. İmam-ı Ömer'in (R.A.) celalet ve büyüklüğüne delil getirmek yolunda, boyunun bir minare cesametinde olduğunu söyledi. Başka birisi de Hz. Ömer'in büyüklük ve celaleti, onun ruhunun azametinden kinayedir diye olan hakikatı ikame etmeden evvelki adamın delilini çürüttü. O da dedi ki: "O halde Hz. Ömer de bizim gibi birisi imiş!.." Feteemmel!.
Hem müşahade ettim ki: Birisi, dininde salabetli bir adamın taasubuna hücum ediyordu. Lakin salabet-i diniyenin kıymet ve ehemmiyeti olan takva, hakda sebat, ahlâkta metaneti, delil olarak yerine ikame etmeden önce... İşte bu adam, o fakirin salabet-i diniyesini böylece ifsad etmiş oluyordu..
Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, evvelen onun yerine kuvvetli bir direkle muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evi harab etmiş olacaktır.
Hem bir fâsid delili iptal edip çürütmek isteyen adam, sahih bir delil ile hak olan neticeyi tesbit ettikten sonra etsin. Aksi halde düşünmeden ifsad etmiş olur.
Hem taassuba hücum etmek isteyen kimse, evvelâ salâbet-i diniyenin hürmetini muhafaza altına aldıktan sonra hücum etsin. Yoksa şuûru ermeden idlâl etmiş olur.
4. Sual[değiştir]
S- Ehl-i hevanın dillerine dolayarak vızıltılarına bahane gösterdikleri Otuzbir Mart hadisesi hakkında siz ne dersiniz?
C- Önce 11 Nisan (*[4]) saikası hakkında sual ediyor isen; Onu ben Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesinde yaptığım müdafaatım olan "İki Mekteb-i Musibet'in Şehâdetnamesi" eserimde şerh etmişim.
Bu ifadeden sonra; bütün kuvvetimle diyorum ki: O hadise muvafık ve muhaliflerin hataları ile vücûda gelmiş bir hadisedir.. Ve birbirine muhasım olan her iki taraf, kendi hatiatlarını bazı sâkit ve mütevekkil masumların üstüne atmalarından ibarettir..
İşte ey fesad ve bozgunculuklarını başkalara yükleyerek kendilerini temize çıkarmağa çalışan mağrurlar! Sizin meseliniz; birbirlerini katledip yeryüzüne fesad saçan adamların meseline benzer ki; bunların fesadlarını defetmek ve onları sulha davet için aralarına bir kısım salah ehli kimseler girer. Musalaha için aralarına girmiş olan bu insanlar, onlara mukaddes şeyleri hatırlatırlar.. Tâ ki müthiş desiselerini izale etsinler.. Şu arabulu-cuları, o mukaddesatın bereketiyle onların fesadlarının yüzden bire inmesine Cenab-ı Hak muvaffak eder.
İşte tam bu esnada (fesadlı desiseleri meydana çıkacağı sırada) birbiriyle boğuşan o iki muhasım grup, kendilerini temize çıkarmak için birbirlerinin nefislerini gurur hediyeleriyle okşayarak ve karşılıklı olarak birbirlerinin enaniyetlerine rüşvet vererek; gayet insafsızca o masum nasihatçılara karşı birleşirler.. Ve düşmanlık oklarını hemen bunlara çevirmeye başlarlar.. Ve kendilerinin -ortadaki veba yollarını kapatmaya çalışan bu masumlara- bütün hatiatlarını yüklerler.
Evet, gerçi nasihatçı gruptan bazılarının da birtakım hücumları vâki oldu. O da, bunlar -dekaik-aşina nazarlarıyla- halihazırda bir mikdar hanzele meyvesini vermiş olan ağacın nüvesinde, zakkum ağacının tohumlarını keşf edip gördükleri içindi. Evet, bu nasihatçılar da vakıa bazı hücumlarda bulundular. Lakin Allah için cihad yapmış oldular!..
Önceki Risale: Hutbe-i Şâmiye ← Âsâr-ı Bediiyye → Divan-ı Harb-i Örfî: Sonraki Risale
- ↑ Yani Rumi 1327 (1911) senelerinde. (Naşir)
- ↑ Hutbe-i Şamiye namında matbû Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için üstadımızdan rica ettik ki: Bize bir-iki gün ders ver. Birkaç gün zarfında söylediği dersin takririni kaleme aldık. Üstadımız ders verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar ederdi. Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan en evvel onları üniversitelilerin ve dindar meb'usların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit "Eski zamanda şimendiferde mektebli o iki muallim yerine sizleri ve bana şeriat hakkında sual soran kırkbeş elli sene evvelki meb'uslar yerine, şimdiki hakikî dindar meb'usları kabul ve tasavvur ediyorum ve öylece konuşuyorum" dediği için; biz de ehl-i maarif ve dindar meb'uslara, bera-yı malûmat bu dersimizi gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i Şamiye'den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasib görülse neşir de edeceğiz. Âlem-i İslâmdaki siyaset-i İslâmiyeye dair üstadımızdan bir ders almak isterdik. Halbuki otuzbeş seneden beri siyaseti terk ettiğinden, Eski Said'in siyaset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i Şamiye tercümesi Eski Said hesabına bir derstir. Risale-i Nur Talebelerinden ve Nur'un Hizmetçilerinden Tahirî, Zübeyr, Bayram, Ceylan, Sungur, Abdullah, Ziya, Sadık, Sâlih, Hüsnü, Hamza
- ↑ Ayrıca 29. Mektubun yedinci kısmı olan "İşarat-ı Seb'a" kısmında bu farklar daha da tafsilli yazılmıştır. (Naşir)
- ↑ "Onbir Nisan saikası" Rumî 11 Nisan 1325 Miladi 25 Nisan 1909 tarihidir ki, Hareket Ordusunun Edirne'den kalkıp, gelip İstanbul'u kuşatmasıdır. (Naşir)