Bakara 256
Önceki Ayet: Bakara 255 ← Bakara Suresi → Bakara 257: Sonraki Ayet
Meali: 256- Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
{Tâğut, şeytan ve Allah'tan başka tapılan her şey demektir. İnsanın nefsi yani kötü arzuları şeytanın saptırmasına kanar. Onun için nefsine uymayan kimse kolay kolay günah işlemez. Aslında dinin koyduğu kaidelere uymamıza mâni olan, içimizdeki kötü arzulardır. Nefsini eğitmek suretiyle insan kendini kötülüklerden koruyabilir. İslâm insanları, din duygularını uyandırmak ve akıllarını doğru yönde işletmek suretiyle kendisine davet etmektedir. Kur'an'ın açıklamalarıyla doğru eğriden ayırt edilir hale gelmiştir. Bu irşadın ışığında İslâm'a ilk adımı atmak, hür iradeleriyle insanlara aittir.}
Kur'an'daki Yeri: 3. Cüz, 41. Sayfa
Tilavet Notları:
Diğer Notlar:
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
İşte felsefenin şu esasat-ı fâsidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki:
İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhîler, şaşaa-i surîsine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.
Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddi temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler.
Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu’l-Alâ-i Maarrî ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz.” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.
Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fâsidesindendir ki ene, kendi zatında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için güya buhar-misal o ene, temeyyu edip sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip onlara –kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde– birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır. مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَمٖيمٌ der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red ya inkâr ya tahrif eder. Ezcümle:
Felasifenin bir taifesi, Cenab-ı Hakk’a “mûcib-i bizzat” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feyâ Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor.
Hem bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor.” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler.
Hem felsefe, esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Söz’de kat’î bir surette ispat edildiği gibi her şeyde Hâlık-ı külli şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve her biri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.
Hem Onuncu Söz’de ispat edildiği gibi Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikiyle ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.
İşte bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tağutlardandır.
(30. Söz)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
Âyetü’l-Kürsî’nin tetimmesi olan
لَٓا اِكْرَاهَ فِى (الدّٖينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ) مِنَ الْغَىِّ (1350)
(فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ) (1929) veya (1928)
(وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ) (946) Risaletü’n-Nur ismine muvafık
(بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى) (1347)
لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ
(وَلِىُّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا) (اَللّٰهُ) eğer beraber olsa (1012); eğer beraber olmazsa (945) (bir şedde sayılmaz)
يُخْرِجُهُمْ مِنَ (الظُّلُمَاتِ) اِلَى النُّورِ (1372) (şeddesiz)
وَالَّذٖينَ كَفَـرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُهُمُ (الطَّاغُوتُ) (1417)
يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى (الظُّلُمَاتِ) (1338) (şedde sayılmaz)
(اُولٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ) (1295) (şedde sayılır)
de Risaletü’n-Nur’un hem iki kere ismine hem suret-i mücahedesine hem tahakkukuna ve telif ve tekemmül zamanına tam tamına tevafukuyla beraber ehl-i küfrün bin iki yüz doksan üç (1293) harbiyle âlem-i İslâm’ın nurunu söndürmeye çalışması tarihine ve Birinci Harb-i Umumî’den istifade ile bin üç yüz otuz sekizde (1338) bilfiil nurdan zulümata atmak için yapılan dehşetli muahedeler tarihine tam tamına tevafuku ve içinde mükerreren nur ve zulümat karşılaştırılması ve bu mücahede-i maneviyede Kur’an’ın nurundan gelen bir nur, ehl-i imana bir nokta-i istinad olacağını mana-yı işarî ile haber veriyor, diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdım. Sonra baktım ki manasının münasebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki hiç tevafuk emaresi olmasa da yine bu âyetler her asra baktığı gibi mana-yı işarî ile bizimle de konuşuyor, kanaatim geldi.
Evet, evvela: Başta لَٓا اِكْرَاهَ فِى الدّٖينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet laik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünkü dindeki rüşd ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak, diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.
Hem tâ خَالِدُونَ kelimesine kadar Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.
Evet, hadsiz şükürler olsun ki yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-i i’cazı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar ve hakiki şakirdleri en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:
“Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belaların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def’ol; senin ile uğraşmam, ne yaparsan yap.” der. O zalim düşmanına hiddet değil belki acıyor, şefkat ediyor, keşke kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır.
Sâniyen:
(وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ)
Bu iki kudsî cümleler, kuvvetli münasebet-i maneviye ile beraber makam-ı cifrî ve ebcedî hesabıyla birincisi Risaletü’n-Nur’un ismine, ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına manen ve cifren tam tamına tetabukları bir emaredir ki Risaletü’n-Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvetü’l-vüska”dır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah”tır. Ona elini atan yapışan necat bulur, diye mana-yı remziyle haber verir.
Sâlisen: اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا cümlesi hem mana hem cifir ile Risaletü’n-Nur’a bir remzi var. Şöyle ki: …
Hâşiye: Bu nüktenin bâki kısmı şimdilik yazdırılmadığının sebebi, bir derece dünyaya, siyasete temasıdır. Biz de bakmaktan memnûuz. Evet اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى bu tağuta bakar ve baktırır.
Said Nursî
(11. Şua)
Dokuzuncu Âyet
Hem “El-Bakara” suresinde hem “Lokman” suresinde فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى cümlesidir. Yani “Allah’a iman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder.” Risale-i Nur ise iman-ı billahın Kur’anî bürhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden bu بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى külliyetinde hususi dâhil olduğuna teyiden makam-ı cifrîsi bin üç yüz kırk yedi (1347) ederek Risaletü’n-Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu on dördüncü asırda Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinden neş’et eden bir urvetü’l-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risalei’n-Nur olduğunu remzen bildirir.
(1. Şua)
Evvela: Son parçada, başta بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى bin üç yüz kırk dört (1344) sehivdir. Eğer okunmayan iki hemze ve medde sayılmazlarsa sehiv değil hem çok manidardır. Doğrusu bin üç yüz kırk yedidir (1347) ki parçanın âhirinde tekrar doğru yazılmış. Hem bâki kalan kısmı hem ehemmiyetli hem dünyaya baktığı için ve “Alak”taki اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى o parçadaki tağuta baktığından şimdilik yazdırılmadı.
Yalnız bunca mesavî ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmîlerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimi şefkat, hakiki re’fet, halîmane iltifat, kerîmane hüsn-ü kabulünüz beni birtakım ümitlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti. Ancak Allah’ın en âciz, en aşağı, en günahkâr, en zalim bir mahlukunu arkadaşlığına kabul ve tahammül eden bir şahsiyet, alelâde olamayıp kuvvetli püştibana, fütur götürmez bir mesnede mâlik olmak lâzım geldiğini teyakkun edebildim.
وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسٖيلَةَ وَجَاهِدُوا فٖى سَبٖيلِهٖ
Riyakârlık olmasın, selim fikrinizden, ciddi tavrınızdan, Kur’an’a ittiba ve temessük yolundaki doğru irşadınızdan, hakiki sözlerinizden, samimi telkininizden, umumî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîg-i şifa, neşter-i ümidin tesiriyle dilşâd ve mutmain oldum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden rahnedar kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum. Zira
وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ مَعَهُ
وَالَّذٖينَ يُمَسِّكوُنَ بِالْكِتَابِ
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا
وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِىَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ
فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ
هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَ هُدًى وَ مَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقٖينَ
قَدْ جَٓاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبٖينٌ
وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطٖى مُسْتَقٖيمًا
مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ
vesaire gibi hakikatler dimağıma yerleşti.
...
Talebe namzedi, sefil Yusuf Toprak
S- Halihazırdaki medeniyet sistemi, dinî cihada müsaade etmediği ve müsait olmadığı gibi ona fetva da vermiyor.. Bunun yanında dinî cihadı emreden İslâmiyetin hükümleriyle bunun arasında tatbikat nasıl olmalıdır?
C- Vakta ki medeniyet, gayr-i meşrû vesaiti tedafü' için, cihadı meşru sayıp ona fetva veriyor. O halde İslâm dini, bütün şeriatların tesbit edip emrettikleri dinî cihada nasıl müsaade etmeyecek ve teşvikte bulunmayacak?! Elbette dünyada rezail bulundukça, faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Demek ki cihad ebedîdir.
Hem sonra; bizim bulunduğumuz mekan ve mevki, bize yetecek kadar geniş olup dar gelmediği için; tecavüzün değil, tedafü'ün mevkiinde bulunmaktayız.
Hem bizim dinimizin esası da ona işaret ediyor ki; ﻟﺎَ ﺍِﻛْﺮَﺍﻩَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ve ﺗَﻌَﺎﻟَﻮْﺍ ﺍِﻟَﻰ ﻛَﻠِﻤَﺔٍ ﺳَﻮَٓﺍﺀٍ ﺑَﻴْﻨَﻨَﺎ ﻭَﺑَﻴْﻨَﻜُﻢْ ayetleri bizi tedafü' mevkiinde durdurmaktadır. Evet, ayetteki ﺗَﻌَﺎﻟَﻮْﺍ kelimesi, en ilk vazifemiz onları ittifaka davet olduğuna işaret etmektedir. Cihadî müdafaayı ancak sonra yapabiliriz.
(Teşhis-ül İllet, Asar-ı Bediiyye)
İleride tavaif-i mülük temelleri hükmünde olan anasır-ı muhtelife kulüplerinin ittihadının temeli ve nokta-i istinadımızın esası olan "İttihad-ı Muhammedî"den anasır-ı gayr-ı müslime tevahhuş etmesinler. Zîra mesleğimiz sırf ahlâkî ve dinî olduğundan, onlara faide-i azîmeden başka zarar vermez.[1]
Bizi kendilerine kıyas etmesinler. Zîrâ milliyetleri çoktan vicdanî olan dinlerine galebe çalmış... Hem de onları medenî biliriz. Medenîlere ikna' ile, muhabbetle galebe çalınır.
Bâhusus en vahşi zamanlarda bu kadar edyân ve akvâm-ı muhtelife ferman-ı ﻟﺎَٓ ﺍِﻛْﺮَﺍﻩَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ile medeniyet-i İslâmiyede mâsun kalmışlardır. Ne vakit cemiyetimizden tevahhuş etseler, Meşrutiyete adem-i kabiliyetlerini ve vatana hıyanetlerini ve meşrutiyeti muvakkat ve gayr-ı meşru' istediklerini göstermiş olurlar.
İçimizdeki gayr-ı müslimler ürkecekler veya bahane tutacaklar?
Elcevab:
Bahane tutmak çocukluktur veya hainliktir. Ürkmek ise, cehalet veya tecâhüldür. Zîrâ gayr-ı müslimler kurun-u vustada vahşî oldukları zamanlarda ferman-ı ﻟﺎَٓ ﺍِﻛْﺮَﺍﻩَ ile, bu kadar edyan ve akvam-ı muhtelife medeniyyet-i İslâmiyede masûn kaldıklarından, İslâmiyetin uluvv-u cenabı ve gayr-i müslimlerin tevehhüm ettikleri mahzurun ademi güneş gibi tezahür ediyor. Hem de gayr-ı müslimlerin selameti, vatanın saadeti iledir. Ve meşrutiyetin devamı, ruhu, nokta-i istinadı ve mürşidi, Şeriat ve milliyetimiz olan İslâmiyyet olduğundan; gayr-ı müslimler bu ittihaddan ürkmek değil, takdis ve ünsiyet etmek lâzımdır.
SUAL: Anasır-ı gayrı müslimeyi de, ittihad-ı İsevî ve Musevîye teşebbüslerine teşviktir. Bu ise taassubla ve iftirakla Meşrutiyete darbe olmaz mı?!
Elcevab:
Zarar yoktur, onlar da yapsınlar ve hem de çokdan yapmışlar. Şimdi bir Nebiyy-i Zîşanın ismine isnad ile bir cemiyyet çıksa; ya o Nebînin ihtiramı tasdik ve tebcil ve muhabbeti izhar içindir, bu ise husumeti davet etmez. Veyahut ona mensup ayinleri icra etmektir. Bu ise ferman-ı ﻟﺎَٓ ﺍِﻛْﺮَﻩَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ile hürriyet-i mezhebiye teessüs ettiğinden, münakaşaya mahal olmaz. Eğer siyasiyyât ve maddiyâta karışmaya vesile addedecekler ise, buna muvaffak olamazlar. Zirâ onların dinleri sırf vicdanî olduğundan, siyaset ve maddiyâta münasebeti az ve hem de çoktan kesilmiş.. Ve hem de muhtaç değillerdir. Zirâ, milliyet ve menfaat onların terakkiyatına muharrik-i kâfidir. Biz ise, saadet-i dünyeviye ve uhreviye ile bu ittihada eşedd-i ihtiyaçla muhtacız. Çünkü milliyetimiz İslâmiyetten başka yoktur. Kavmiyyet nazara alınsa, tavâif-i mülûk gibi olur. Ve vicdanımıza dinden başka âmir ve müşevvik yoktur. Hem de menba-ı isti'dadımız ve nokta-i istinadımız bu ittihad-ı diniyedir.
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.
(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- Lokman 22: Urvetül Vüska ifadesi geçen diğer ayet.
- ↑ Volkan'da "zarar vermez" cümlesinden sonra, "hem de müvazene-i devleti muhafaza eden milliyetimiz İslâmiyetten başka yoktur" cümlesi de vardır.
- Bakara Suresi
- Şemme'de (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- Mesnevi-i Nuriye'de Geçen Ayetler
- Asar-ı Bediyye'de Geçen Ayetler
- Sikke-i Tasdik-i Gaybi'de Geçen Ayetler
- Emirdağ Lahikası 1'de Geçen Ayetler
- Barla Lahikasında Geçen Ayetler
- 1. Şua'da Geçen Ayetler
- 11. Şua'da Geçen Ayetler
- Şualar'da Geçen Ayetler
- Risale-i Nur'da Geçen Ayetler
- Sözler'de Geçen Ayetler
- 30. Söz'de Geçen Ayetler
- Hizb-ül Kur'an Ayetleri
- Bakara Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri
- Bakara Suresinin Risale-i Nur'da Geçen Ayetleri
- Semi' ve Alim Ayetleri
- Allah Kelimesi Geçen Ayetler