Risale:28. Lem'a

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Yirmi Yedinci Lem'aLem'alarYirmi Dokuzuncu Lem'a: Sonraki Risale

Yirmi Sekizinci Lem’a[değiştir]

Bazı kısımları buraya dercedilen bu risalenin tamamı, Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.

İkinci Kerâmet-i Aleviye

Eskişehir Hapishânesinde ihtilâttan ve konuşmaktan memnû‘ olduğum zamanda karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığım kısacık fıkraların bir kısmıdır. (Hâşiye[1])

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Hapsin bir latîf hatırasıdır ki, Risâle-i Nûr gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez. Bir âlem-i ma‘nâda Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın ilminden sordum: “اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا demişsin. Muradın nedir?” Dedi: “عُجْمٍ yani hecevârî, terkîbsiz ve vakıflarda olduğu gibi, rakamvârî şekilsiz harflerdir ki, ‘Latinî hurûfu’dur, lâdînî zamanında taammüm eder.” Sonra sordum: “Ercûze’nde benden bahs ile, ‘Kendini muhâfaza et!’ demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük. Fakat kendimizi muhâfaza edemedik. Bu belâya düştük. Şahsımdan binler def‘a daha ehemmiyetli olan Risâle-i Nûr’dan bahs ve işaretin yok mu?” dedim. Dedi: “Yalnız işaret değil, belki Celcelûtiyemde tasrîh ediyorum.” Ben bu cevabdan sonra, kasâid-i Aleviyeden en meşhur ve en ziyâde esrârlı olan Celcelûtiye kasîdesinde bu fıkrayı gördüm:

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً

تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

Dikkat ettim, sarâhat derecesinde Risâle-i Nûr’a bakar. Ezcümle; Siracü’n-Nûr bir tek fark ile tam ve aynen Risâle-i Nûr’dur. Çünki Siracü’n-Nûr’da (ج ل ا) ile beraber otuz dört eder. Risâlede (ل ه) otuz beş eder ki, bir tek fark var. O tek fark elif’tir. O da bine işaret eder. Hem birinci fıkra cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz elli veya elli iki eder ki, bu tarih Risâle-i Nûr’un gizlenmesine ve gizli parlamasına ve iştiâline tam tevâfuk eder. Eğer بَيَانَةً kelimesi sayılmazsa (Hâşiye[2]) o vakit سِرًّا kelimesinin âhirindeki tenvîn, nûn sayılır. Bin üç yüz otuz üç veya otuz beş (m. 1919) olur ki, bu tarih Risâle-i Nûr’un mebde’-i intişârıdır. İkinci fıkra olan تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا’da سِرَاجُ السُّرْجِ yine on farkla Risâle-i Nûr’a ve farksız ‘Risâle-i Nûrî’ tevâfuk etmekle beraber, tamam fıkra cifir ve ebced hesabıyla bin iki yüz doksan üç (m. 1877) eder ki, Risâle-i Nûr müellifinin târîh-i velâdetidir. Ve سِرًّا ’deki ten­vîn nûn olsa, bin üç yüz kırk üç (m. 1927) olur ki, Risâle-i Nûr’dan Onuncu Söz’ün intişârıyla ile parlaması zamanıdır. Eğer اَلسُّرْجِ’deki şeddeli (س) iki (س) sayılsa, o vakit bin üç yüz elli üç (m. 1935) eder ki, bu tarih Risâle-i Nûr’un bir musibet neticesinde muvakkat gizlenmesine ve gizli perde altında parlamasına ve tenvîrine tam tevâfuk eder. Acaba Hazret-i Alî radıyallâhü anh gibi, esrâr-ı hurûf ve cifir ilminde üstâd-ı mutlak; ve Celcelûtiye gibi cifirli, ebcedli, sırlı bir kasîdesinde bu ma‘nâ cihetiyle ve cifir i‘tibâriyle ve hakîkat noktasında ve vâkıaya mutâbakatı haysiyetiyle ve muktezâ-yı hâle muvâfık olan müteaddid ve ma‘nîdâr tevâfukāt-ı acîbesi tesâdüf olabilir mi? Hâşâ olamaz! Belki Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın bir kerâmetidir. Ercûze’deki çok zâhir olan meşhur kerâmetini te’yîd ve onunla teeyyüd eder.

Celcelûtiye’nin Risâle-i Nûr’a işaretini te’yîd eden cây-ı dikkat bir tevâfuk var. Şöyle ki: Bu sırlı ve cifirli kasîdenin cifrî hesâbî rakamları, her satırın altında matbû‘ olarak yazılmış. O ra­kamlar ayrı ayrıdırlar. Fakat Risâle-i Nûr’dan bahsettiği yerde o cifrî rakamlar, resmen kabûl edilen mîlâdî tarihe tevâfuk ediyor. Ve o tarihin târîh-i kabûlünü ve Risâle-i Nûr’un perde altında tenvîrinin tarihini gösteriyor. Bin dokuz yüz yirmi dokuzdan (m. 1929) tâ otuz dokuza (m. 1939), tâ kırk dörde (m. 1944) kadar gösterir. Otuz iki sahîfeden ibâret olan o kasîdenin yalnız bir-iki yerinde bu zamanın mîlâdî tarihini gösterir. Zannederim ki öteki yerde dahi, bu zamandan bahsediyor. Daha tam anlayamadım. Hem başta Sûre-i İhlâs ile işaret edilen vefk-i müselles, bin üç yüz elli bir (m. 1935) eder. Hem bu işâret-i Aleviyeye bu da îmâ eder ki, o kasîdenin nısf-ı evvelinde yetmiş fıkrada on yedi def‘a ‘Nûr’ kelimesini tekrar ediyor. (Hâşiye[3]) Ve mü­teaddid def‘alar Süryânîce bedî‘ ma‘nâsında olan Celcelûtiye kelimesini öyle ehemmiyetli zikrediyor ki, kasîdenin ismi Cel­celûtiye olmuştur. Risâle-i Nûr esmâ-yı Hüsnâ içinde ism-i Nûr, ism-i Hakîm ve ism-i Bedî‘in mazharıdır. Ve zâhirinde, tarz-ı beyânında ism-i Bedî‘in cilvesi görünüyor. Hem تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasından iki satır evvel bu fıkra-i ra‘nâ, belki en ehemmiyetli ve en parlak fıkra olan

اَقِدْ كَوْكَبٖي بِالْأِسْمِ نُورًا وَ بَهْجَةً

مَدَي الدَّهْرِ وَالْأَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ

Yani, “Yâ Rab! Benim yıldızımı nûr eyle! Âhirzamâna kadar bedî‘ sûrette ışıklandır, şû‘lelendir.” diyor. Evet, Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın şu duâsı, bu zamanda Risâle-i Nûr ile kabûl olduğunu ve Risâle-i Nûr’u irâde ettiğini, şu bedî‘, acîb tevâfuk isbat eder. Şöyle ki: اَقِدْ كَوْكَبٖي بِالْأِسْمِ نُورًا tam tamına aynen cifir ve ebced hesabıyla ‘Risâle-i Nûr’ oluyor. Çünki ‘Nûr’ kelimesi her ikisinde de var. اَقِدْ كَوْكَبٖي بِالْأِسْمِ iki yüz doksan altı eder. Risâle-i Nûr’daki ‘Risâle’ kelimesi, aynen iki yüz doksan altıdır. Demek Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh bütün ulumunun hazinesi olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın bir şû‘le-i i‘câzı bulunan Risâle-i Nûr’u, Cenâb-ı Hakk’tan âhirzamanda Kur’ân’a çelik bir sûr ve parlak bir yıldız olarak istemiş (Hâşiye[4]) ve duâsı kabûl olmuş. Celcelûtiye’de daha bu zamana ve Risâle-i Nûr’a îmâ eden müteaddid emâreler var. Hatta hayretimi mûcib bir rüyada, Eskişehir hapsinde istintâkımdan bir gece evvel görüyorum ki: Celcelûtiye’nin Süryânî şu fıkrası, بِهَالٍ اَهٖيلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ ٭ طَهِيٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ imdâdıma yetişdi, beni sıkıntıdan kurtardı. Ben birkaç def‘a tekrar edip okuyordum. Uyandım, uyudum, yine onunla meşgul oldum. Sabahleyin fevkalme’mûl istintâka çağırıldım. Hem fevkalâde cevab verdim. Müdâfaâtımın en mühimmi ve me’murları hayrette bırakan parçası tekellüfsüz tezâhür etti. Fakat o parçayı ben kaleme alamadım. Onlar yazdılar. Her ne ise… Bundan bu Celcelûtiye bize bakar, bir hatıra geldi. Baktım ki, o Süryânî fıkranın tam arkasında bir satır evvel Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın “Risâle-i Nûr’u tasrîh etmişim” diye başta yazdığım تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ve iki satır evvel اَقِدْ كَوْكَبٖي بِالْأِسْمِ نُورًا ma‘nîdâr ve müjdeli kerâmetkâr fıkraları bulunuyor. Anladım ki, gecedeki meşguliyet bunlar için imiş. Elhâsıl, Celcelûtiye bu işaretiyle Kasîde-i Ercûze’deki zâhir kerâmât-ı Aleviyeyi hem te’yîd ediyor, hem onunla teeyyüd edip sarâhat derecesine takarrüb ediyor. Cây-ı dikkattir ki, ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakîkati Huc­cetü’l-İslâm olan İmâm-ı Gazâlî’den(ks) almıştım. Şimdi anlıyorum ki, İmâm-ı Gazâlî aynı dersi üveysî bir tarzda İmâm-ı Alî radıyallâhü anhdan almıştır. Demek Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın bir şâkirdi olan İmâm-ı Gazâlî’nin başı üstünde, bu bîçâre talebesine şefkatkârâne, tesellidârâne en sıkıntılı bir zamanda bakması acîb değildir, belki lâzımdır. Ve öyle olması gerektir. Risâle-i Nûr’a üç fıkrasında kuvvetli işaret eden Hazreti İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın Kasîde-i Celcelûtiye’si, hiçbir cihetle tesâdüfe hamledilmez. Ve tevâfuklu bir kerâmetini beyân etmeye mecbûr oldum. Şöyle ki: Üç aydan beri o kasîdeyi okuyorum. Yalnız sekiz sahî­feyi, halledemediğim bir vefka dâir olduğu için okumuyordum. Fakat âhirinde وَصَلِّ اِلٰهٖي’den başlayan âhirki iki sahîfeyi de, ötekilerle beraber okuyordum. Yetmiş def‘a kat‘î, belki tahmînime göre yüze yakın def‘ada istisnâsız her def‘a ne vakit elime alıp baştan okuduktan sonra âhirini açarken, فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ ile başlayan sahîfe açılıyordu. Ben hayret ediyordum. Onu okumayarak iki sahîfe sonra وَصَلِّ اِلٰهٖي ile başlayan iki sahîfe âhirini okuduklarıma zammederek her ne vakit baştan okuduğumda, terk ettiğim sekiz sahîfeye gelirken kitabın bâkî kalan yüze yakın sahîfeleri içinde açtıkça, yine فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ sahîfesi açılıyordu. Hayret içinde hayret ediyordum. Elli def‘adan sonra dedim: “Acaba bu sahîfe neden açılıyor? Onu da okusam ne olur?” Baktım ki, Kasîde-i Celcelûtiye’yi okuduğum maksadın neticesini o sahîfe gösteriyor. Ben terk ettiğimden hata ettiğimi bildim. Ondan sonra okumaya başladım. Ondan sonra, belki kırk def‘adan fazla el attıkça yine o sahîfe açılıyordu. Nihâyet arkadaşlarıma hikâye ettim. Onlar da hayret içinde hayrette kaldılar. Dedim: “Bu, Celcelûtiye’nin bir kerâmetidir.” Sizleri değil, başkalarını iknâ‘ edecek maddî delil elimde yok. Yalnız benim müşâhedâtım var. Benim müşâhedâtım, başkasına huccet olamaz. Benim de şimdiye kadar delilsiz da‘vâları yazmak âdetim değildir. Fakat madem şu tevâfuk, acîbdir. Elbette “Beni yaz” diye işaret ediyor. Ve inanmayanlara kendini inandıracak ki, yazdırmak istiyor. Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyorum ki, bana hem büyük bir teselli, hem da‘vâma büyük bir delil gösterdi. Ve tevâfukun beş-altı nevi‘, bize ve mesleğimize medâr-ı imtiyâz ve vesîle-i teşvîk olarak verilmiştir. Ve her me’yûsiyet ve gevşeklik zamanımızda bir kamçı ve teşvîk ve bir kerâmet ve hizmet-i Kur’âniyeye medâr bir tevâfuk-u latîfe imdâdımıza yetiştiği gibi, bu def‘a da yetişti. Evet, kalben gayet alâkadâr olduğum kardeşlerimin mufârakat zamanının pek yakın olduğu bir zamanda ve hapiste yalnız kalacağım bir anda ve üç ayda yetmiş def‘a acîb bir tarzda bana açılan bir sahîfenin kerâmetini da‘vâ ettiğim ve delilsiz kaldığım bir hengâmda, Hazret-i Alî radıyallâhü anhın Celcelûtiye kasîdesinin yetmiş def‘a bilâ-istisnâ bana açılan, فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ’den başlayan üç-dört satırda üç-dört kuvvetli emâre ve delil vardır ki, فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ hitâb-ı umûmîsinde bize hususî bakıyor.

Birinci Emâre[değiştir]

فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ fıkrası hem makam, hem ma‘nâ, hem cifir ve ebced hesabıyla bu nidâ-yı umûmî-i Alevî, hususî bir tarzda bu zamana ve Risâle-i Nûr’a ve Risâle-i Nûr’un müellifine bakıyor. Çünki حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz elli üç (m. 1935) senesi zamanını tam gösterdiği ve o zamanda da Risâle-i Nûr ve şâkirdlerinin en korkulu bir zamanıdır ki, altı satırda yedi def‘a لَاتَخْشَ kelimelerini tekrar ediyor. فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ fıkrasında حَامِلَ الْأِسْمِ ‘Molla Saîd’i ve فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ ‘Molla Kürd’ü ve ‘Molla Saîd-i Bedî’i, yalnız üç farkla tevâfuk sırrıyla gösteriyor. Ve bu isim sâhibi bu hitâbda hususî murad olduğuna işaret ediyor. Ve ma‘nâsıyla da bin üç yüz elli üç (m. 1935) senesinin tarihinde “Bu İsm-i A‘zam'ın hâmili, yani İsm-i A‘zam'ı kendine muhâfaza edici ittihâz eden şahıs” demekle, o umûmî hitâbda böyle hususî bize bakıyor. Çünki, Lillâhilhamd, bin üç yüz elli üç (m. 1935) tarihinde her yirmi dört saatte yüz yetmiş bir def‘a اَلْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ olan İsm-i A‘zam'ı okuyorum. Ve kendimi onunla muhâfazaya çalışıyorum. Evet, Kasîde-i Ercûze’sinde Sekîne ta‘bîr ettiği İsm-i A‘zam'ı ve Celcelûtiye'sinde Süryânî ve Arabî olarak yine müteaddid tarzda اَلْأِسْمُ الْمُعَظَّمُ قَدْرُهُ اَلَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ gibi ta‘bîrle beyân ettiği esmâ-yı sitte-i meşhûreyi ki İsm-i A‘zam'dır, gösterdiği bin üç yüz elli üç (m. 1935) tarihinde yüz yetmiş bir def‘a esmâ-yı sittesi, Risâle-i Nûr müellifinin dâimî virdidir; (Hâşiye[5]) ve o yüz yetmiş bir def‘a okuduğum esmâ-yı sitte ile beraber yetmiş bir âyeti yirmi dört saatte on dokuz def‘a okuyarak, yekünü bin üç yüz elli üçde bin üç yüz kırk bir eder ki, bu İsm-i A‘zam'a bin üç yüz kırkdan (m. 1922) beri devam ettiğimin tarihine tevâfuk ediyor. Hem bir def‘asında on dokuz âyet İsm-i A‘zam ile beraber on dokuz def‘a dâimî okunur. Ve âyetlerin tekrârâtının hurûfâtının adedi altı bin altı yüz altmış altı âyât-ı Kur’âniyeye tevâfuk ediyor. Sûre-i İhlâs’ın üç, Fâtiha-i Şerîfe’nin tekerrür-ü nuzûlü için iki olsa, yine tam tamına tevâfuk ediyor.

İkinci Emâre[değiştir]

فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي satırından sonra فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ وَحَارِبْ وَلَا تَخَفْ fıkrası, pek zâhir ve kat‘î bir sûrette harb-i umûmîyi gösterdiği gibi; harb-i umûmîde gayet tehlikeli bir sûrette harbe iştirâk eden bu fakirin en korkunç zamanına bakar. Ve teselli eder, “Korkma!” der. Ve bu umûmî hitâbda hususî olarak Risâle-i Nûr’un başlangıcı olanİşârâtü’l-İ‘câz’ın mebde’-i te’lîfiyle ve âlem-i İslâm’ın en müdhiş ve korkulu musibet zamanını ma‘nâsıyla gösterdiği gibi, cifir ve ebced hesabıyla da gösterir. Ma‘nâ ile cifir hesabı ittifâk ettiği yerde îmâ kuvvetlenip işaret derecesine çıkar.

Çünki وَلَا تَخْشَ hicri bin üç yüz otuz yedi (m. 1919), Rûmî iki küsûr fark eder. O halde bin üç yüz otuz dörde (m. 1918) iniyor. O tarihte, yalnız tek başımla, Rusya’nın şimâlinde en korkulu bir vaz'iyette, esâretten firar ettiğimin zamanıdır. فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ beraber olsa, o vakit bin dokuz yüz kırk (m. 1940) küsûr oluyor ki, Allahu a‘lem o tarihte diğer bir harb-i umûmî çıkmasına işaret etmekle beraber; böyle büyük yekünlerde üç-dört farkın ehemmiyeti olmadığından, hem Rûmî yerine arabî ve mîlâdî tarihine girse, beş-altı sene fark ediyor. Yine otuz yedi tarihi evvelki hesaba tevâfuk edip en korkulu vaz‘iyetimizde teselli veriyor. وَحَارِبْ وَلَاتَخَفْ ise, pek sarîh bir sûrette harb-i umûmîyi gösteriyor. Çünki وَحَارِبْ وَلَاتَخَفْ ma‘nâsı, “Dehşetli bir harb-i âhirzamandan korkma!” demekle beraber, cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz bir (m. 1915) veyahud bin üç yüz otuz üç (m. 1917) ettiğinden, o umûmî hitâbda hususî bize baktığı sâir emâreler ile göründüğü gibi, o tarihte harb-i umûmîde en müdhiş vaz‘iyete giriftâr olmuştum. İşârâtü’l-İ‘câz’ın müsvedde-i ûlâsı düşmanın elinde parça parça olmuştu. Ben de bir def‘ada dört mermi vücûduma isâbet ederek, birisinde yaralı ayağım kırık, su ve çamur içinde otuz dört saat ölüme muntazır olduğum ve etrafımda düşman askerleri muhâsara ettiği bir hengâmdır ki, en korkulu ve en me’yûsiyetli zamanıma bakıyor. Öyle ise, o umum içinde hususî bize işaret ediyor (Hâşiye[6]) denilebilir.

Üçüncü Emâre[değiştir]

Bu üç güz mevsiminde aynı zamanda medâr-ı teselli üç kerâmeti gördük.

Birinci güzde: Gavs-ı A‘zam (ks),

يَا مُرٖيدٖي كُنْ قَادِرِيَّ الْوَقْتِ

لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعٖيشُ سَعٖيدًا

ta‘bîri ile on beş emâre-i kaviyye ile bize baktığı ve teselli verdiği gibi, فَقُلْ وَ لَا تَخَفْ kelâmıyla da korkumuzu izâle etmiştir.

İkinci güzde: Aynı mevsimde Hazret-i Alî radıyallâhü anhın, aynen o kudsî hafîdinin başı üstünde bize bakıp korkulu ve me’yûsiyetli vaz‘iyetimizde ve yakında başımıza gelecek musibete karşı tahaffuz için İsm-i A‘zam'ı ders verip, يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ ta‘bîriyle beş kuvvetli delillerle o umûmî hitâbdan bize hususî baktığını gördük.

Bu üçüncü güzde: Hazret-i Alî radıyallâhü anhın bizi îkāz ettiği musibet başımıza geldi ve hapse düştük. Bütün ruhumla ünsiyet ettiğim arkadaşlarımın hapisten mufârakat zamanında, yine فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ diye kerâmetkârâne bize teselli ve korkumuzu izâle eder bir tarzda beyânâtını gördük. Latîf tevâfuktandır ki, üç güz mevsiminde aynı zamanda Sekizinci ve On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem‘alar, bu üç kerâmât-ı azîmeye dâir olduğundan, ihtiyârımız olmadan onar fâsıla ile sekiz, on sekiz, yirmi sekize tevâfuk ediyor. Bu altı satırda yedi def‘a Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın وَلَاتَخْشَ diyerek, bin üç yüz otuz yediden (m. 1918) sonraki seneler korkulu seneler olduğundan, en ziyâde Kur’ân hesabına perişaniyet ve havfa düşmüş olanları teselli ve teşcî‘ etmesi, bu umûmî hitâbda her bir seneye bir وَلَاتَخْشَ kelimesiyle bakıp kırk ikiye ve daha sonrasına kadar Risâle-i Nûr’un mebde’-i intişârı ve te’lîfi ve bu fakir arkadaşlarımla beraber zamanın en dehşetli darbesine ma‘rûz olduğumuzdan, bu umûmî hitâbda bize hususî baktığına kuvvetli bir emâredir. Eğer لَاتَخْشَ ma‘nâsında bulunan لَاتَخَفْ، لَاتَهْرَبْ، وَخَاصِمْ مَنْ تَشَٓاءُ gibi dört-beş kelime daha ilâve olsa, bizim ve Risâle-i Nûr’un intişârıyla beraber en korkulu bir zamanda olduğumuzdan, yine sâir emârâtın işârâtıyla bu fıkralar, umûmî hitâb içinde hususî bir sûrette Risâle-i Nûr şâkirdlerine bakar. Ve bilhassa, “Birbirine mukābil meliklerin ve reislerin tecâvüzün­den ve tevkîfinden ve ihâtasından korkma!” meâlinde olan

وَلَا تَخْشَ بَاْسًالِلْمُلُوكِ وَلَوْ حَوَتْ

وَلَا تَخْشَ مِنْ بَاْسِ الْمُلُوكِ وَلَوْ طَغَتْ

bu iki fıkrayı, şimdi tam îzâh edemediğim müteaddid emâreler ile, “Hâkimlerin, padişahların, reisle­rin sana karşı hücumlarından ve esâretlerinden ve yakalamalarından korkma!” diye olan hitâb-ı umûmîsinde, hususî bize bakıyor. Hem ma‘nâca, hem cifirce hakîkî ve lâyık muhâtab olacak musibetze­deler içinde tam bizim gibi bu zamanda hiçbir kimse görülmüyor. Demek hususî bu iki fıkra bize bakar. Hem فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ -ilâ âhirihî- fıkrasının altındaki fıkra olan تَوَقّٰي بِهٖ كُلَّ الْاُمُورِ تَسَلَّمَتْ ma‘nâsıyla, yine cifir ve ebced hesabıyla بِهٖ كُلَّ الْاُمُورِ تَسَلَّمَتُ (Hâşiye[7]) bin üç yüz elli dört (m. 1935) Arabî tarihinde, en sevdiğim kardeşlerimle hapiste me’yûsiyetli bir vakitte günde yüz yetmiş bir def‘a اَلْاِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ ta‘bîr edilen İsm-i A‘zam'ı okuduğum bir zamanda, elbette bu teselli-i selâmet-i Celcelûtiyenin umûmî müjdesinde hususî bize baktığına, ehl-i insâf tereddüd etmemeli. Çünki hakkımızdaki düşman planından selâmete çıkmak, hârikadır ki onu gösteriyor. Kasîdenin ortasında en mühim ve en parlak yerde en mühim duâsının neticesin­de üç fıkrasının her birinde sarâhate yakın Risâle-i Nûr’u ma‘nâsıyla ve cifirle göstermesi, burada فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ fıkrasında dahi Risâle-i Nûr şâkirdlerine teselli ve te’mînât vermekle hususî bir sûrette baktığını kuvvetli te’yîd ediyor. Bu emâreleri te’yîd eden şu noktadır ki, Kasîde-i Celcelûtiye umûmî i‘tibâriyle Süryânî, İbrânî esmâ-yı İlâhiyeyi ve süver-i Kur’âniyeyi şefâatçi yapıp, hususî münâcât olduğu halde, başta

بَدَاْتُ بِبِسْمِ اللّٰهِ رُوحٖي بِهِ اهْتَدَتْ

اِلٰي كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ

fıkrasıyla gösteriyor ki, bazı esrâr-ı gaybiyenin keşfinden bahsedecek. Yalnız bir-iki yerde hususî münâcât ve duâdan istikbâle bakar tarzı var ki, birisi, اَقِدْ كَوْكَبٖي بِالْأِسْمِ نُورًا’den başlıyor. Üç satırda üç def‘a kuvvetli işaretle ma‘nâ ve cifirle Risâle-i Nûr’u gösteriyor. İkinci yer ise, فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ ile başlayan üç satırında üç kuvvetli işaretle Risâle-i Nûr şâkirdlerine bakıyor. Yüz ihtimâl içinde yetmiş def‘a bir sahîfenin açılması tesâdüf olmadığı gibi; bu tarzdaki îmâlar, emâreler, işaretler, elbette tesâdüfî olamaz. Belki bir kerâmet-i gaybiyedir. Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetkârlarına bir ikrâmıdır. Saîdü’n-Nûrsî

Hâfız Tevfîk’in fıkrasına tetimmedir. Re’fet, Husrev, Rüşdü’ye hediyedir[değiştir]

فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ -ilâ âhirihî- bu beş-altı satırda yedi fıkrada, yedi cihetle Risâle-i Nûr müellifine işaret olduğu gibi; diğer üç fıkra da gerçi öteki fıkralar gibi kavî bir işaret değil; fakat hafî bir îmâdan hâlî değildir. Madem bütün fıkralar işaret ediyorlar. Bu üç fıkra dahi onlar gibi işaret etmesi gerektir. Ezcümle; واَقْبِلْ وَلَاتَهْرَبْ fıkrası, belki altı satırdaki on üç fıkrada, istikbâlde gelen ve müdhiş korkulara düşen birisine hitâb ediyor ki: “Karşılaş, kaçma!” deyip teşcî‘ ediyorlar. Sâir fıkraların delâletiyle bu umûmî hitâbda hususî bir muhâtab, Saîdü’n-Nûrsî’dir. O halde يَا سَعٖيدَالْنُّورْسِيُّ zammedilse, bin üç yüz yirmi beş (m. 1909) eder. Çünki şeddeli nûn iki nûn ve اَلْنُّورْسِيُّ’deki şeddeli (ي) iki (ي) dir. İşte o tarihte Otuz Bir Mart Hâdisesi münâsebetiyle İstanbul’dan kaçarak, muvakkat bir zaman mücâhede-i ma‘nevi­yeyi bırakmak niyetiyle Hareket Ordusu'ndan firar edip İzmit’e geldiği tarihe tevâfuk ediyor. لَاعَقْرَبٌ تَرٰي fıkrasında dahi muhâtab-ı hususî o Nûrsî olduğundan, يَانُورْسِيُّ izhâr edilerek ilâve edilse, bin üç yüz kırk bir (m. 1926) eder. İşte o tarihte ben Barla’da menfî olarak insan sûretindeki akreblerin ta‘cîzleri altında azab çekerken, harâb ve hususî, küçük mescidimde otururken, seccademin altında yeri bulunan ve emsâlini görmediğim büyük bir akreb çıktı. Bir zât onu öldürdü. Daha ondan sonra on senedir dağlarda akrebli yerlerde kaldığım halde, hiçbir akrebi görmedim. Bu fıkranın tam ma‘nâsına mazhar oldum.

Eğer نُورْسٖي’deki (ي) şeddeli olsa, o vakit bin üç yüz elli bir (m. 1935) eder ki, o tarihte insan akreblerinin o Nûrsi’nin mahvına ve i‘dâmına çalıştıkları ve fakat muvaffak olamadıkları zamana tam tamına tevâfuk eder. وَلَٓا اَسَدٌ يَاْتٖي اِلَيْكَ بِهَمْهَمَتْ fıkrasının muhâtabı müteaddid emârelerle يَاكُرْدِيُّ’dür. Çünki Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh, Kasîde-i Ercûze’sinde يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ fıkrasında, lafzan ve ma‘nen ‘Kürdî’ nâmını veriyor. O halde ‘Kürdî’deki (ي) şeddesiz olsa, o vakit bin üç yüz yirmi bir (m. 1903) eder. O tarihte o kürdî, ‘Bâşid’ nâmındaki meşhur dağın başında bir taş üstünde akşam namazını kıldıktan sonra yalnız olarak otururken, o dağın esedi ve aslanı hükmünde olan bir canavar kurt yanına geldi. Bir arkadaş gibi ona ilişmedi. Eğer كُرْدٖي’deki(ي) şeddeli olsa, bin üç yüz otuz bir (m. 1916) eder ki, o tarihte Ermenî ve Rus komitesinin canavarlarının her tarafta o Kürdî’yi sardıkları ve katline çalıştıkları ve fakat muvaffak olamadıkları tarihe tam tamına tevâfuk eder. İşte bin üç yüz otuz bir tarihine ve o dehşetli harb-i umûmî­nin şiddetli zamanına ve Saîd-i Kürdî’nin en musibetli ve en korkulu zamanına Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın bu altı satırda altı def‘a لَاتَخْشَ، لَاتَخْشَ diye mükerreren o tarihe işaret etmesi, elbette hiçbir cihetle tesâdüf olmaz. Ve ilm-i esrâr ve cifirde allâme-i ümmet olan Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh, sırlı ve kerâmetli olan meşhur Kasîde-i Celcelûtiye’sinde istikbâle bakan altı satırda, altı def‘a mükerreren aynı tarihi ve aynı korkulu vaktini لَاتَخْشَ kelimesinde cifir hesabıyla ve ma‘nâsıyla göstermesi, şeksiz şübhesiz bir kerâmet-i gaybiyesidir. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan ders almış, ümmete ders vermiştir. Evet, لَاتَخْشَ cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz bir eder. Çünki لَاتَخْشَ’deki (خ) altı yüz, (ت) dört yüz,(ش) üç yüz, (لا) otuz bir eder. Mecmûu bin üç yüz otuz bir eder. وَلَاتَخْشَ مِنْ سَيْفٍ وَلَاطَعْنِ خَنْجَرٍ fıkrasındaki مِنْ سَيْفٍ وَلَاطَعْنِ خَنْجَرٍ cümlesi, سَيْفٍ âhirindeki tenvîn nûn sayılmak şartıyla, bin üç yüz dokuz (m. 1891) eder. İşte o tarihte ise, لَاتَخْشَ hitâbına mazhar olan Risâle-i Nûr müellifinin âdet-i mahalliye ve silâh-ı millî olan seyf ve hançerin hücumuna hedef olduğu; ve seyf ve hançeri beraberinde taşımaya mecbûr olduğu; ve kıskançlık sebebiyle Siirt’de âlim­lerin ve talebelerin büyük bir münâzaalarına ve kavgalarına ma‘rûz bulunduğu hengâma tam tamına tevâfuk eder. Bu tevâfuk ise, sâir fıkraların ittifâkıyla kuvvetleniyor. Îmâdan işarete, belki delâlet derecesine çıkıyor. وَلَاتَخْشَ مِنْ رُمْحٍ وَلَاشَرٍّ اَسْهَمَتْ fıkrasındaki وَلَاشَرٍّ اَسْهَمَتْ cümlesinde şeddeli (ر) iki (ر) ve üstündeki tenvîn nûn sayılmak şartıyla, bin iki yüz doksan üç (m. 1877) eder. İşte bu tarih, Rus’un âlem-i İslâm’ın felâketine sebeb olan doksan üç dehşetli harbinin zamanına ve Risâle-i Nûr müellifinin târîh-i velâdetine tam tamına tevâfuku, şübhesiz kasdî bir işâret-i gaybiyedir. Eğer şeddeli (ر) bir sayılsa ve tenvîn sayılmasa, o vakit رُمْحٍ وَلَاشَرٍّ اَسْهَمَت fıkrası bin iki yüz doksan bir (m. 1875) eder. Yalnız iki fark ile aynı tarihi gösterir. Bu fıkranın cifrî işaretine ma‘nâsı kuvvet verdiği gibi, sûret-i ma‘na dahi letâfetlendiriyor. Çünki رُمْحٌ mızrak, سَهْمٌ okdur. Mızrak ve oku harbde isti‘mâl eden, Arab ile eski zaman bedevî adamlarıdır. Doksan üç (m. 1877) harbi ise, asr-ı bedeviyete yakın olmakla beraber, mıntıka-i hârre ehli olan mızraklı ve oklu Arablar, o dehşetli harbde memâlik-i bâridede kışta çarpıştıkları halde, Devlet-i İslâmiyenin mağlûbiyetiyle neticelenmesi ve o harbde Arab’ın acınacak vaz‘iyetlerini seyyid-i Arab olan Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh görmüş gibi ifade ediyor. Evet, Üstâd-ı Kudsîsi ona göstermiş, o da görmüş. Kahramanlık damarına dokunmuş, şiddetle “Korkma!” diye teşcî‘ etmiş.

Kerâmet-i Aleviyenin neticesi[değiştir]

Madem Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh اَنَا مَدٖينَةُ الْعِلْمِ وَ عَلِيٌّ بَابُهَا hadîsine mazhardır. Hem şâh-ı velâyet ünvanını alarak hârika kerâmetleri göstermiştir. Hem âhirzamanda gelen hâdiselere karşı Kur’ân ve Âl-i Beyt cihetinde herkesten ziyâde alâkadârdır. Hem madem esrârlı Kasîde-i Ercûze’sinde ve meşhur Kasîde-i Celcelûtiye’sinde vâkıât-ı istikbâliyeden haber veriyor. Ve “Esrâr-ı gaybiyeyi benden sorunuz” diye iddiâ ederek, kısmen da‘vâsını ihbârât-ı sâdıka-i gaybiye ile isbat etmiştir. Hem madem o iki kasîdesinde ta‘kîb ettiği en mühim esas ve en büyük ders İsm-i A‘zam'dır. Ve İsm-i A‘zam ile meşgul olanlarla konuşur, teselli ve teşcî‘ eder. Hem madem o kasîdeler istikbâle baktıkları vakit çok emâreler ve işaretler ile hem ma‘nâlarıyla, hem cifir hesabıyla şu zamanımıza ve şu zamandaki hâdisât-ı acîbeye parmak basıyor. Ve aynı hâ­diseyi mükerreren işaretle gösteriyor. Hem madem Risâle-i Nûr bu zamanda îmân ve Kur’ân hizmetinde Hazret-i Alî radıyallâhü anhın nazarına çarpan en ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve Hazret-i Alî radıyallâhü anhın te’sîsinde hârika ilmiyle ve fevkalâde şecâatiyle cihanpesendâne hizmet ettiği ve üstünde titrediği hakāik-i îmâniye ve Kur’âniyeyi hârika bir tarzda kat‘î burhânlarla isbat eden Risâle-i Nûr, o kudsî hakîkatleri güneş gibi göstermiştir. Hem madem Hazret-i Alî radıyallâhü anhın kudsî Üstâdından aldığı ve bu ümmete verdiği en mühim ders ve bu iki kasîde-i gaybiyesinin mevzuu ve esası ve ruhu olan Sekîne’yi ve İsm-i A‘zam'ı, bu zamanda herkesten ziyâde kendine vird eden; ve on üç seneden beri İsm-i A‘zamla beraber bin bir esmâ-yı İlâhiye içinde bulunan Cevşenü’l-Kebîr ile ve o esmâ ile ulûm-u Kur’âniyenin hazinesini açan yüz yirmi risâleyi, o esmânın feyziyle Kur’ân’a tefsîr yapan; ve yirmi dört saatte yüz yetmiş def‘a Sekîne ve İsm-i A‘zam denilen esmâ-yı sitte-i meşhûreyi bin üç yüz mükerrer âyâtla okuyan; ve Âl-i Beyt’in ma‘nevî ve gayet mühim bir mîrâsı ve bir ma‘den-i feyzi olan Cev­şenü’l-Kebîr’i kendine üstâd eden; ve bidâyette her günde bir def‘a,bazen iki-üç def‘a tamamını okuyan ve talebelerine tavsiye eden adam, Risâle-i Nûr müellifidir. Hem madem iki kasîde, sarâhate yakın altı yerinde ondan haber veriyor. Hatta yalnız فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ makamında dahi altı satırda, altı def‘a لَاتَخْشَ ile bu zamanın en müdhiş hâdisesi olan birinci harb-i umûmîyi gösterip, o harbde ilimce ve şerîatça ve şahısça korkulara düşen bir şâkirdini teşcî‘ eden bu altı satır, bilâ-istisnâ on üç cümlesiyle on üç def‘a aynı şâkirdinin başına parmak basıyor. Ve on üç seneden beri İsm-i A‘zam'a devam eden o şâkirdin târîh-i hayatının on üç vâkıât-ı mühimmesine on üç sûrette işaret ediyor. Ve umum işaretler birbirine kuvvet verip ittifâk ettikleri adam, Risâle-i Nûr müellifidir. Elbette bu mezkûr dokuz hakîkat, gayet kat‘î bir sûrette netice verir ki, Hazret-i Alî radıyallâhü anh Ercûze ve Celcelûtiye’sinde Risâle-i Nûr’u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.

اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ(Hâşiye[8])

İkinci Nükte[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

مَٓا اُرٖيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُرٖيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ

Şu âyet-i kerîmenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek ifade-i i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’an’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan edeceğiz.

Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazen kendine isnad eder.

İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez.” manasında “Ben sizi ibadet için halk etmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil.” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait it’am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gayet bedihî bir malûmu i’lam kabîlinden olur, i’caz-ı Kur’an’ın belâgatına uygun gelmez.

İkinci Vecih: İnsan rızka çok müptela olduğu için rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerîme diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz!”

Eğer bu mana olmazsa Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i’lam-ı malûm kabîlinden olur. İlm-i belâgatta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malûm ve bedihî ise o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Mesela sen, birisine desen: “Sen hâfızsın.” O, malûmunu i’lam kabîlinden olur. Demek, maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”

Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasıl ki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ zahir manası malûm ve bedihî olduğundan o mananın bir lâzımı muraddır. Yani “Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar.” manasında ve Hazret-i İsa (as) ve Üzeyr (as) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi aynen onun gibi bu misalimizde de “Rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar.” manasında, Mabud’unuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller, demektir.

Said Nursî

Ev hum kailun[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ

Re’fet اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَٓائِلُونَ kelimesinin manasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır.

Uyku üç nevidir:

Birincisi: Gayluledir ki fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır.

Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadîsçe sebebiyet verdiği için hilaf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddimatını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.

İkincisi: Feyluledir ki ikindi namazından sonra mağribe kadardır.

Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi; manevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

Üçüncüsü: Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır.

Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arap’ta vaktü’z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan o sünnet-i seniyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.

Said Nursî

“Bu da güzeldir.”[değiştir]

اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ

cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latîf bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım fakat işaret nevinden bir iki cümlesini söyleyeceğim.

Gördüm ki gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (asm) hayalen müşahede ettim.

Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zatlara selâm ettiği gibi “Binler selâm (Hâşiye[9]) sana yâ Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cin ve insi konuşturup, her birerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim.

Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirane bir mukabele nevinden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlık’ımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, manasını hayalen hissettim.

O Zat-ı Ahmediye (asm) ubudiyeti cihetiyle –halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle– rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle –Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle– selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten her birinin namına bir salâta lâyıktır.

Çünkü getirdiği nur ile her bir şeyin kemali görünür ve her bir mevcudun kıymeti tezahür eder ve her bir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve her bir masnûdaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için her bir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi lisan-ı kāli de olsaydı ‌اَلصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰه‌ diyecekleri kat’î olduğundan biz umum onların namına ‌اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَ الْاِنْسِ وَ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَ النُّجُومِ‌ manen deriz.

فَيَكْفٖيكَ اَنَّ اللّٰهَ صَلّٰى بِنَفْسِهٖ وَ اَمْلَاكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَتْ

Said Nursî

Vahdetü'l Vücuda dair[değiştir]

Aziz kardeşim!

Vahdetü’l-vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektup’un bir Lem’a’sında, Hazret-i Muhyiddin’in bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:

Bu mesele-i vahdetü’l-vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse hakikat telakki edilir. (Hâşiye[10]) Öyle de vahdetü’l-vücud meselesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:

Birincisi: Vahdetü’l-vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe; gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdetü’l-vücud meşrebi, mâsiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki mâsivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin belki her bir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi “el-iyazü billah” öyle şımartır ki ele avuca sığmaz.

Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdetü’l-vücuddan bahseden; fikren serâdan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını arş-ı a’lâya diken, istiğrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var.

Fikren arşa çıkan, Celaleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin.” desen manen arştan ferşe sukut eder gibi hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur.

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

مَا لِلتُّرَابِ وَ لِرَبِّ الْاَرْبَابِ

سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ الْاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ الْاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبُوبِيَّتِهٖ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلَالُهُ وَلَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

Said Nursî

Bir Suale Cevap[değiştir]

Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.” Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf’e nisbeten haklıdır fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır.

Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnet’e muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberradır. Bazen kelâm küfür görünür fakat sahibi kâfir olamaz.

Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnet’e taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.

Musa Bekuf ise ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu’l-Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnet’e muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor. قَالَ مُحْيِى الدّٖينِ : تَحْرُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَنْ لَيْسَ مِنَّا yani “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak, zararlıdır.

Said Nursî

Bir İbret Levhası[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbet-bînlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum.

Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:

Elli sene sonra, bu kemal-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılab etmiş olacaklar. كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ kaidesiyle madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir, elbette gördüğün hayal değildir.

Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur. Elbette bîçare insanların ebed-perest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir.

Bunun içindir ki bayramlarda gaflet istila edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.

Said Nursî

Bu parçanın da herkese faydası var[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ

Meali: (Hâşiye[11]) “Nefis daima kötü şeylere sevk eder.” âyetinin hem de اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتٖى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mana-yı şerifi “Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadîsinin bir nüktesidir.

Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zahirî sevse de samimi sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise aksü’l-amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür.

Hem amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptela olan hisse ve heva-yı nefse mağlup olup yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta ders aldığı Amme Cüzü’nü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak ve hevasını memnun etmek ve hevesini tatmin etmek için ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip kârlı işlerde hasaret eder.

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَالْاِنْسَانِ

Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman cehennemde hapis nasıl adalet olur?[değiştir]

Elcevap: Sene, üç yüz altmış beş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstahak olur. Elbette خَالِدٖينَ فٖيهَا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için gayra tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâekall zahirî âdete göre on beş sene maktûlün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar خَالِدٖينَ de hapseder.

Said Nursî

Manidar Bir Tevafuk-u Latife[değiştir]

Risale-i Nur şakirdlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163’üncü maddesine, Risale-i Nur müellifinin medresesine, yüz elli bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 mebustan 163 mebusun adedine tevafuk edip, manen o tevafuk diyor ki: Hükûmet-i cumhuriyenin 163 mebusun takdirkârane imzaları, 163’üncü madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor.

Hem yine manidar tevafukat-ı latîfedendir ki Risale-i Nur’un 128 parçası, 115 parça kitap ediyor. Risale-i Nur’un şakirdlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27 Nisan 1935 tarihi ile mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19 Ağustos 1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup Risale-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen 115 suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi gösteriyor ki: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor. (Hâşiye[12])

Elmas, Cevher, Nur[değiştir]

Bu Lem’a’nın başında İmam-ı Ali (ra) Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur’a, Elmas Cevher Nur ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem’a’nın âhirinde derci münasip görüldü:

Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki Risale-i Nur’un bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar âcizliğim ile beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyun-u şükranım. Binaenaleyh Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek elmastan ve lezzetten ayrılamaz.

Affınıza mağruren Risale-i Nur’un bu defaki taharriyatında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır: Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mektep çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir.

Arama, bendenizin odasında idi. Çocuk odaya geldi, odada telaş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nurları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da bir şey demediler. Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor. “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nurları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir halet kesbediyordum.” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas Cevher Nurlar ele geçmemiş oluyor.

Bu keramet değil de nedir? Kur’anî bir mu’cize değildir de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas Cevher, hangi telifatta vardır ki bu Elmas Cevher Nurlar, şimdiye kadar hangi zatın ağzından dökülmüştür? Ben de hapis değil, bu Elmas Cevher Nurlar için her an her dakika her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas Cevher Nurlar yoluna evladım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.

İşte bu Elmas Cevher Nur’un ikinci kerametini ispat ile üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evladım, bu Elmas Cevher Nurlar için fedakârane ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas Cevher Nur’u okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas Cevher Nur’u okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir? Bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas Cevher Nur’dur.” diye bunlara okumaya başladım. Onuncu Söz’ü okurken saatler geçmiş. Çocuklar merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas Cevher Nur’u onların anlayabileceği şekilde izah ederken çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.

Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında; “Evet Nur, bunu okumaktır. Bak sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar, tasdik ettiler. “Ya Elmas nedir? Bu sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler. “Ya Cevher nedir? İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiş, bendeniz farkına varmadım.

İşte Elmas Cevher Nur budur, dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.

Âciz talebeniz

Şefik

Zekai'nin Rüyası[değiştir]

Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophane sahiline benzer saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize (tahliyeden sonra) istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor!” dediler. Bu izdiham yarıldı, hiç durmaksızın bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandım.

Zekâi

Tarafgirane ve Risale-i Nur'a Rakibane Söylenen Sözlere Mukabildir[değiştir]

Ger medhetmekse tefahurla kendinizi maksadın

Risale-i Nur’un en sönük yıldızının peykisiniz

Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur’un

Arz değil, âfitab dahi peykidir onun

Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur

Sönmez, belki gizlenir, zira nurun alâ nur

Bir nur ki bahr-i hakikat ve mahz-ı hidayettir o

مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَ مَنِ اهْتَدٰى yı oku.

Hak’tan olmaz şikayet, belki maksat hikâyet

Şer’in üzere giderken Hakk’a malûm

Risale-i Nur’a ki eylemiştim hem de hizmet

Risale-i Nur ki Aliyyü’l-Murtaza ve Gavs-ı A’zam

Celcelutiye’de ve bazı kasaidde etmişler işaret

Risale-i Nur ki urvetü’l-vüska, lenfisam

Temessük etmiştim zira hem hidayet ve ayn-ı hakikat

Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf aleyhisselâm

Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.

Halil İbrahim

Yirmi Sekizinci Lem’a’nın Yirmi Sekizinci Nüktesi[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ

دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ

اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ

gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalaletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki:

Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi gaibden haber verenlere haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şüphe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şahaplarla recm ve men’edildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevaptır.

Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki cüz’î ve bazen şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir manayı akıl ve hikmet kabul etmiyor.

Hem nass-ı âyetle, semavatın üstünde bulunan cennetin meyvelerini bazı ehl-i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Bazen yakından cenneti temaşa ediyormuş diye nihayet uzaklık nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki bu asrın aklına sığmaz?

Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvali; küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lâ’nın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor?

Elcevap:

Evvela: On Beşinci Söz namındaki bir risalede yedi basamak namında, yedi kat’î mukaddime ile وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla şeytan casuslarının semavattan ref’ ve tardı, öyle bir surette ispat edilmiş ki en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.

Sâniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslâmiyeyi, kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.

Mesela, bir hükûmetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa telsiz telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa âdeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi ilmiye dairesi oluyor.

Hem mesela, müteaddid devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükûmetlerin bazen oluyor ki müstemlekat cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, her bir hükûmet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebettardır. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelatı, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î meseleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa her cüz’î bir mesele, daire-i külliyeden alınmıyor fakat o cüz’î meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.

İşte bu iki temsil gibi semavat memleketi, payitaht ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalplerine uzanmış manevî telefonları olduğu gibi semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervahı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir.

Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekadan olan cennet dahi hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufatı, perde-i şehadet altında, her tarafta nurani bir surette uzanmış, yayılmış.

Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, her biri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor.

Öyle de bu insan-ı ekber olan kâinat dahi mütedâhil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani o cüzler, cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür.

Fakat bazen cüz’î ve hususi bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse o hâdise işitilir.

Ve bazen de büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil belki izhar-ı haşmet için yapılır. Mesela, Hâdise-i Muhammediye (asm) ve vahy-i Kur’an’ın hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak, casus şeytanları tard ve def’ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’anînin derece-i haşmetini ve şaşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilana bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi o ilan-ı tekvinîyi tercüme edip ilan ediyor ve o işaret-i semaviyeye işaret eder.

Evet, bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları, böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir.

Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’anî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise cinnîlerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil belki kalb-i Muhammedîden (asm) tâ semavat âlemine, tâ arş-ı a’zama kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için vahy-i Kur’anî, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahis olan bir hakikattir ki bir derece ona temas etmek için şeytanlar tâ semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki kalb-i Muhammedîye (asm) gelen vahiy ve huzur-u Muhammedîye (asm) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedîye (asm) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan mu’cizane haber veriyor.

Amma cennetin uzaklığıyla beraber âlem-i bekadan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alınması ise evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi hakkalyakîn derecesindeki imanlar vasıtasıyla, cennetin bu âlem-i fânide –temsilde hata olmasın– bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalp telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikati şu olmak gerektir ki:

Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin –teşbihte hata yok– karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki o mevkilerde arz memleketi ile münasebettarlık oluyor, cüz’î hâdiseler için o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hattâ kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki melek-i ilham ile şeytan-ı hususi o mevkide mübareze ediyorlar.

Ve hakaik-i imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (asm) ise ne kadar cüz’î de olsa en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan arş-ı a’zamda ve daire-i semavatta –temsilde hata olmasın– mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahis oluyor diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedîden (asm) tâ daire-i arşa varıncaya kadar ise hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile vahy-i Kur’anî ve nübüvvet-i Ahmediye (asm) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane belki mu’cizane ilan etmek ve göstermektir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

Said Nursî

(↑Sayfa Başı↑)

Önceki Risale: Yirmi Yedinci Lem'aLem'alarYirmi Dokuzuncu Lem'a: Sonraki Risale

  1. Yirmi Sekizinci Lem‘a’nın diğer kısmı, Lem‘alar mecmûasındadır.
  2. بَيَانَةً kelimesindeki (ت) vakfa rast geldiğinden (ه) olur.
  3. Risâle-i Nûr’un sebeb-i tesmiyesi on yedi cihetle nûr ile alâkadâr olduğundan, on adedden ziyâdesi Risâle-i Kader’in mesâil-i müteferrikasının âhirinde zikredilmiştir. Bu latîf tevâfuk ma‘nâsız olamaz.
  4. تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ’dan sonra muttasıl olarak gelen şu satır بِنُورِ جَلَالٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesi, yine Risâle-i Nûr’a pek zâhir bir sûrette bakar. Çünki ma‘nâsı şudur: Risâle-i Nûr, âhirzamanda perde altında gizlice tenevvür edip, nûrlu isim شَرَنْطَخٍ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ yani, Raûf ve Rahîm’den ve İsm-i A‘zam'ın te’sîri altında Celâl ve Kibriyâ’nın azametli nûrundan iktibâs ederek dalâlet ve ilhâd ateşini söndürecek. Evet, bu ma‘nâ Risâle-i Nûr’a tam tamına mutâbıktır. Çünki Risâle-i Nûr’u mütâlaa edenler bilirler ki, onun iki menbaı var: Biri, İsm-i A‘zam'ın kibriyâlı ve azametli cilvesi; diğeri, ism-i Rahîm’in şefkatli ve re’fetli tecellîsidir. Ve onun nûruyla fitne-i dîniye nârı ve zındıka ateşi sönüyor ve sönecek.
  5. Belki فَيَا nidâ ile çağırdığı حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ hesâb-ı ebced ve cifir ile bin üç yüz elli dört (m. 1935) eder ki, bu Arabî tarihte Risâle-i Nûr’un kırktan fazla şâkirdlerini ve müellifini imhâ etmek planı ile hapishâneye attıkları zamandırve tevkîf ettikleri tarihtir. O tarihte bu hitâba tam muhâtab olarak yalnız bunlar görünüyorlar. Çünki vaz‘iyetleri gayet korkulu idi. Halbuki hârika olarak selâmete çıktılar. Bu fıkrada Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh diyor: “تَوَقّٰي بِهٖ كُلَّ الْأُمُورِ تَسَلَّمَتْ yani, İsm-i A‘zam'ın bereketiyle her bir tehlikeden selâmetle kurtulacaksın.” Evet, yüz binler şükür, kurtulduk. Eğer اَلَّذٖي جَلَّ’deki iki şeddeli (ل)’lar birer (ل) sayılsa, bin iki yüz doksan dört (m. 1877) eder ki, o zaman Risâle-i Nûr müellifinin dünyaya geldiği tarihtir. Ve “Doksan üç müdhiş harbinden tâ harb-i umûmîye kadar ve bin üç yüz elli dörde (m. 1935) kadar olan tehlikeli zamanda yaşayacaksın ve çok tehlikelere düşeceksin. Fakat korkma! Biiznillâh kurtulacaksın.” diye işaret ediyor.
  6. فَيَا حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي -ilâ âhirihî- fıkraları, dört satırda beş-altı vecihle Risâle-i Nûr’a ve müellifine işaret ettiği gibi, hayatındaki vukūât-ı mühimmeye parmak basıyor. Ezcümle; dördüncü satırda فَلَا حَيَّةٌ تَخْشٰي fıkrasıyla, bin üç yüz kırk sekiz (m. 1929) raddelerinde; ve Rûmî ise bin üç yüz kırk beşde (m. 1929) Hocam ve Üstâdım, dağdaki cesîm bir kara ağaca dayandığı esnâda yarım saat bir gürültü işittiği halde bakmamıştı. Sonra baktı ki, gayet müdhiş ejderha gibi bir yılan, arkasında ağzını açmış, bekliyor. Hücum edemiyor. Birden Hocam, o yılanın önünden tarlanın içine çekildi. Yılan ise, çöreklenmiş ve bir metre de ayağa kalkmış bir vaz‘iyette iken, onun hücumuna intizâr ediyordu. Halbuki hârika olarak o müdhiş hayvan kımıldana­madı. Çünki Hocamın o gün çok def‘a okuduğu Âyetü’l-Kürsî himâyesi, o hayvanı gem vurmuş gibi üç metre mesâfede durdurdu. En nihâyet çekildi, gitti. Bu ma‘nâyı te’yîd eden cifirce حَيَّةٌ’deki (ت) müennes alâmeti olduğu için sayılmaz. Çünki o yılan deh­şetine göre müzekker idi. Ta‘bîr-i hakkı حَيٌّ’dür. حَيٌّ olsa, o vakit فَلَا حَيٌّ تَخْشٰي olur. Arabî bin üç yüz kırk sekiz (m. 1929) eder ki, aynı tarihte bu hâdise olmuştur. Hem üçüncü satırda وَخَاصِمْ مَنْ تَشَٓاءُ fıkrasında, مَنْ تَشَٓاءُ cifirce hocamın husûmet ettiği adamların aynı isimlerinin adedine muvâfık geliyor. Îzâhâta izin vermediği için bu kadar yazdırıldı. وَحَارِبْ وَلَاتَخَفْ’dan sonra, وَدُسْ كُلَّ اَرْضٍ tenvîn, nûn sayılır, yani ‘arza bastığın zaman’ cifirce bin iki yüz doksan beş (m. 1878) Arabî, doksan üç (m. 1877) Rûmî tarihidir ki, hocamın târîh-i velâdetine, hem Rus harb-i müdhişine tevâfukla beraber; بِالْوُحُوشِ تَعَمَّرَتْ fıkrası işaret ediyor ki, “Yere bastığın zaman, zemin vahşilerle şenlenecek. Yani, vahşi Ruslar âlem-i İslâm’ı hırpalayacak. Kırk sene sonra o vahşilerin elinde esîr olup onların en vahşi memleketine gideceksin.” diye haber veriyor. Elhâsıl: فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ وَحَارِبْ وَلَا تَخَفْ وَدُسْ كُلَّ اَرْضٍ بِالْوُحُوشِ تَعَمَّرَتْ bu satırda dört kelime ile, başa gelen dört vukūât-ı mühimmeye sarâhate yakın işaret ediyor. Hâfız Tevfîk
  7. بِهٖ كُلَّ الْاُمُورِ تَسَلَّمَتْ bin üç yüz yirmi beştir (m. 1909). Bu tarihte o حَامِلَ الْأِسْمِ Dîvân-ı Harb’in dar ağacına asılmaktan me’mûlün hilâfına olarak selâmetle kurtulduğu gibi, حَامِلَ الْأِسْمِ الَّذٖي جَلَّ قَدْرُهُ bin üç yüz elli dörttür (m. 1936). Bu tarihte bu müdhiş musibetten hârika olarak selâmete çıktık.
  8. Bu kerâmet-i Aleviye ya tafsîlatıyla ona gösterilmiş, o da ihbâr etmiştir; zâhir de budur. Veyahud icmâli bildirilmiş, tafsîlâtı bildirilmemiş. Belki intâk-ı bilhak nev‘inden Cenâb-ı Hakk onu söylettirmiş. O halde ona bir kerâmet ve Risâle-i Nûr’a bir ikrâm-ı İlâhî olarak, kelâmında bu ihbâr-ı gaybî bulunmuş. Evet, kerâmet iki kısımdır. Kerâmet elinde zâhir olan zât bazen bilir, bazen bildirilmez; ikisi de kerâmettir. Belki bildirilmezse, daha selâmetlidir. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي مَنْ قَالَ اَنَا مَدٖينَةُ الْعِلْمِ وَ عَلِيٌّ بَابُهَا وَ عَلٰٓي اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
  9. Zat-ı Ahmediye’ye (asm) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerîm’ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zat-ı Risalet’teki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz.
  10. Nasıl ki iki melaike, teşbihin sırrı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telakki edilmiştir.
  11. Bu parçanın da herkese faydası var.
  12. Cây-ı dikkattir ki Risale-i Nur şakirdlerinin tevkiflerinin bir kısmı 25 Nisan 1935 tarihinde başlamış olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran bu suretle şakirdlerin adedi 117 adedine o kısmın tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevafuk edip evvelki tevafukata bir letafet daha katmıştır.