Risale:Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münacat (İman ve Küfür Muvazeneleri)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: On Yedinci Sözİman ve Küfür MuvazeneleriLevhalar: Sonraki Risale

Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münâcat[değiştir]

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسٖى

Yani bu münâcat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır. Evvelce matbu olan Hubab Risalesi’nde dercedilmişti.

يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مٖيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمٖى دٖيدَمْ

Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Manen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, derman sana.”

دَرْرَاسْتْ مٖى دٖيدَمْ كِه دٖى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ

Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Hâşiye: İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbap gösterir.

وَ دَرْ چَپْ دٖيدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

Sonra soldaki istikbale baktım. Derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbal ise emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp ünsiyet değil belki vahşet verdi.

Hâşiye: İman ve huzur-u iman, o dehşetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmaniye gösterir.

وَ اٖيمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

Soldan dahi hayır görünmediği için hazır güne baktım. Gördüm ki şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor.

Hâşiye: İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.

بَرْ سَرِ عُمْرْ جَنَازَۀِ مَنْ اٖيسْتَادَه اَسْتْ

İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki o ağacın tek meyvesi, benim cenazemdir ki o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.

Hâşiye: İman, o ağacın meyvesini cenaze değil belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzet olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.

دَرْ قَدَمْ اٰبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ

O cihetten dahi meyus olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki aşağıda ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.

Hâşiye: İman, o toprağı rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

چُونْ دَرْ پَسْ مٖينِگَرَمْ بٖينَمْ اٖينْ دُنْيَاءِ بٖى بُنْيَادْ هٖيچْ دَرْ هٖيچَسْتْ

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti.

Hâşiye: İman, o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterir.

وَ دَرْ پٖيشْ اَنْدَازَۀِ نَظَرْ مٖيكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ

وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدٖيدَارَسْتْ

Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki kabir kapısı, yolumun başında açık görünüp onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Hâşiye: İman, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden dertlerime hem derman hem merhem olur.

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارٖى چٖيزٖى نٖيسْتْ دَرْ دَسْتْ

İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki ona dayanıp onunla mukabele edeyim.

Hâşiye: İman, o cüz-i lâyetecezza hükmündeki cüz-i ihtiyarî yerine, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir ve belki iman bir vesikadır.

كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاهُ و هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ

Halbuki o cüz-i ihtiyarî denilen silah-ı insanî hem âciz hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez, kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez.

Hâşiye: İman, o cüz-i ihtiyarîyi, Allah namına istimal ettirip her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi.

نَه دَرْ مَاضٖى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْتْ

Ne geçmiş zamana hulûl edebilir ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faydası yoktur.

Hâşiye: İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü kalp ve ruhun daire-i hayatı geniştir.

مَيْدَانِ اُو اٖينْ زَمَانِ حَالْ و يَكْ اٰنِ سَيَّالَسْتْ

O cüz-i ihtiyarînin meydan-ı cevelanı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir.

بَا اٖينْ هَمَه فَقْرْهَا وَ ضَعْفْهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو اٰشِكَارَه نُوِشْتَه اَسْتْ

دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde dercedilmiştir.

بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ

Belki dünyada ne varsa numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

دَائِرَۀِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَۀِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگٖى دَارَسْتْ

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نٖيزْ رَسَدْ

دَرْ دَسْتْ هَرْچِه نٖيسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ

Hattâ hayal nereye gitse ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَائِرَۀِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَائِرَۀِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْرُ و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ

Demek fakr u ihtiyaçlarım, dünya kadardır.

وَ سَرْمَايَۀِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لَايَتَجَزَّا اَسْتْ

Sermayem ise cüz-i lâyetecezza gibi cüz’î bir şeydir.

اٖينْ جُزْءْ كُدَامْ وَ اٖينْ كَائِنَاتِ حَاجَاتْ كُدَامَسْتْ

İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hâcet nerede? Ve bu beş paralık cüz-i ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْ رَاهِ تُو اَزْ اٖينْ جُزْءْ نٖيزْ بَازْ مٖى گُذَشْتَنْ چَارَۀِ مَنْ اَسْتْ

O çare ise şudur ki o cüz-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Yâ Rab! Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتْگٖيرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بٖى نِهَايَتِ تُو پَنَاهِ مَنْ اَسْتْ

Tâ senin inayetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem tâ senin rahmetin, fakr u ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

اٰنْ كَسْ كِه بَحْرِ بٖى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتْ اَسْتْ

تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اٖينْ جُزْءِ اِخْتِيَارٖى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْتْ

Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.

اَيْوَاهْ اٖينْ زِنْدِگَانٖى هَمْ چُو خَابَسْتْ

وٖينْ عُمْرِ بٖى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ

Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ اٰمَالْ بٖى بَقَا اٰلَامْ بَبَقَا اَسْتْ

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Süratle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانٖى خُودْرَا فَدَا كُنْ

خَالِقِ خُودْرَا كِه اٖينْ هَسْتٖى وَدٖيعَه هَسْتْ

Madem hakikat böyledir, gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile müptela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldız böceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlık’ın yolunda feda etsen bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücud, sende vedia ve emanettir.

وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ

اَزْ اٰنْ سِرّٖى كِه ، نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتْ اَسْتْ

Hem onun mülküdür hem o vermiştir. Öyle ise minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et tâ beka bulsun. Çünkü nefy-i nefiy, ispattır. Yani yok, yok ise o vardır. Yok, yok olsa var olur.

خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مٖى خَرَدْ اَزْ تُو

بَهَاىِ بٖى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ

Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Tâ beş hasaretten kurtulup beş rıbhi birden kazanasın.

Lâ Uhibbu'l-Âfilîn[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ

لَقَدْ اَبْكَانٖى نَعْىُ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مِنْ خَلٖيلِ اللّٰهِ

İbrahim aleyhisselâmdan sudûr ile kâinatın zeval ve ölümünü ilan eden na’y-ı لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ beni ağlattırdı.

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبٖى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُئُونِ اللّٰهِ

Onun için kalp gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalp gözü ağladığı gibi döktüğü her bir damlası da o kadar hazîndir, ağlattırıyor. Güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.

لِتَفْسٖيرِ كَلَامٍ مِنْ حَكٖيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فٖى كَلَامِ اللّٰهِ

İşte o damlalar ise Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlahî’nin kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.

نَمٖى زٖيبَاسْتْ اُفُولْدَه گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü zevale mahkûm, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli.

نَمٖى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlub ki gurûbda gaybubet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalp ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.

نَمٖى خٰواهَمْ فَنَادَه مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ

Bir maksud ki fenada mahvoluyor, o maksudu istemem. Çünkü fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?

نَمٖى خٰوانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ

Bir mabud ki zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mabud olur?

عَقْلْ فَرْيَادْ مٖى دَارَدْ نِدَاءِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ )مٖى زَنَدْ رُوحَمْ

Evet, zahire müptela olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile meyusane feryat eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ feryadını ilan ediyor.

نَمٖى خٰواهَمْ نَمٖى خٰوانَمْ نَمٖى تَابَمْ فِرَاقٖى

İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem müfarakatı.

نَمٖى اَرْزَدْ مَرَاقَه اٖينْ زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلَاقٖى

Der-akab zeval ile acılanan mülakatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir. Çünkü zeval-i lezzet, elem olduğu gibi zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryattır. Her birinin bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan elemkârane birer feryat damlar.

اَزْ اٰنْ دَرْدٖى گِرٖينِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مٖى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte o zeval-âlûd mülakatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belasındandır ki kalbim İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ اٖينْ فَانٖى بَقَا خَازٖى بَقَا خٖيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fâni dünyada beka istiyorsan beka, fenadan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki bâki olasın.

فَنَا شُدْ هَمْ فَدَا كُنْ هَمْ عَدَمْ بٖينْ كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَه رَاهْ فَنَادَنْ

Dünya-perestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u Hakiki yolunda feda et. Mevcudatın adem-nüma âkıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekaya giden yol, fenadan gidiyor.

فِكِرْ فٖيزَارْ مٖى دَارَدْ اَنٖينِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مٖى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalıp meyusane fîzar ediyor. Vücud-u hakiki isteyen vicdan, İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat-ı alâka edip Mevcud-u Hakiki’ye ve Mahbub-u Sermedî’ye bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ كِه دَرْ هَرْ فَرْدْ اَزْ فَانٖى دُو رَاهْ هَسْتْ

بَا بَاقٖى دُو سِرِّ جَانِ جَانَانٖى

Ey nâdan nefsim! Bil ki çendan dünya ve mevcudat fânidir. Fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can-ı canan olan Mahbub-u Lâyezal’in tecelli-i cemalinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. Ân şart ki suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen…

كِه دَرْ نِعْمَتْهَا اِنْعَامْ هَسْتْ وَ پَسْ اٰثَارْهَا اَسْمَا بِگٖيرْ مَغْزٖى وَ مٖيزَنْ دَرْ فَنَا اٰنْ قِشْرِ بٖى مَعْنَا

Evet, nimet içinde in’am görünür; Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’ama geçsen Mün’im’i bulursun. Hem her eser-i Samedanî, bir mektup gibi bir Sâni’-i Zülcelal’in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen esma yoluyla müsemmayı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et. Manasız kabuğunu, kışrını acımadan fena seyline atabilirsin.

بَلٖى اٰثَارْهَا گُويَنْدْ زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا وَ مٖيزَنْ دَرْ هَوَا اٰنْ لَفْظِ بٖى سَوْدَا

Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sâni’-i Zülcelal’in çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy. Manasız kalan elfazı, bilâ-perva zevalin havasına at. Arkalarından alâkadarane bakıp meşgul olma.

عَقْلْ فَرْيَادْ مٖى دَارَدْ غِيَاثِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مٖيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte zahir-perest ve sermayesi âfakî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden meyusane feryat ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem ufûl edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalp dahi mecazî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçare nefsim, İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ gıyasını çek, kurtul.

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا جَامٖى عِشْقْ خُوىْ

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlana Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için bak ne güzel söylemiş:

يَكٖى خٰواهْ يَكٖى خٰوانْ يَكٖى جُوىْ يَكٖى بٖينْ يَكٖى دَانْ يَكٖى گُوىْ demiştir. (Hâşiye[1])

1 – Yani yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.

2 – Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.

3 – Biri talep et, başkalar lâyık değiller.

4 – Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

5 – Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.

6 – Biri söyle, ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامٖى

هُوَ الْمَطْلُوبُ § هُوَ الْمَحْبُوبُ § هُوَ الْمَقْصُودُ § هُوَ الْمَعْبُودُ

Evet Câmî, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabud; yalnız odur.

كِه لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ مٖيزَنَدْ عَالَمْ

Çünkü bu âlem bütün mevcudatıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamatıyla zikr-i İlahînin halka-i kübrasında beraber لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو der, vahdaniyete şehadet eder. لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezalî’yi gösteriyor.

Önceki Risale: On Yedinci Sözİman ve Küfür MuvazeneleriLevhalar: Sonraki Risale

  1. Yalnız bu satır Mevlana Câmî’nin kelâmıdır.