Risale:Isparta ve Denizli Mahkemesi (1944) (Müdafaalar)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Müdafaa: Eskişehir Mahkemesi (1935)Tüm MüdafaalarDenizli Mahkemesi Talebe Müdafaaları: Sonraki Müdafaa

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Müdafaaları (1944)

Isparta Mahkemesine Müddei Umumi eliyle bir istidadır[değiştir]

(Bundan yeni harflerle makamata vermek için, üç dört nüsha bana lâzımdır)

"Kastamonu'da üç defa menzilimi taharri etmek için iki müdde-i umumi ve iki taharri komiserlerine ve üçüncü de gelen polis müdürüne ve altı yedi komiser ve polislere ve İsparta müddei umumisinin suallerine karşı söylediğim ve ehemmiyetli bir kısmının sureti Kastamonu zabıtası ve adliyesinin elinde kalan ayn-ı hakikat küçük bir müdafaanın hülâsasıdır. Şöyle ki:

Onlara dedim: "Ben onsekiz - yirmi senedir münzevî yaşıyorum. Hem Kastamonu'da sekiz senedir karakol karşısında daima tarassut nezaret altındayım. Kaç defalar menzilimi taharri ettikleri halde, dünya ile ve siyaset ile hiç bir tereşşuh, hiç bir emare görülmedi. Eğer bir karışık halim olsa idi, ya bu Kastamonu Adliyesi ve zabıtası ve hükümeti bilmedi ve yahut bildi, aldırmadı. Elbette benden ziyade onlar mesuldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi ahiretiyle meşgul olan münzevilere ilişilmediği halde, neden bana lüzumsuz ve vatan ve millet zararına bu derece ilişiyorsunuz?

Biz Risale-i Nur şakirdleri Risale-i Nur'u, değil dünya cereyanlarına belki kâinata da alet edemeyiz. Hem Kur'an bizi siyasetten şiddetle men etmiş...

Evet Risale-i Nurun vazifesi ise hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imani olan hakikatleri gayet katî olarak, en mütemerrid zındık feylosofları dahi imana getiren Kur'anî ve kuvvetli burhanlarla Kur'ana hizmet etmektir. Onun için biz, Risale-i Nur'u hiç bir şeye alet edemeyiz.

Evvela: Kur'anın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet nazarında propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere hıyanet etmemektir.

Saniyen: Risale-i Nurun esas mesleği olan şefkat ve hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men'etmiş. Çünki, tokada ve belâya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir iki dinsize mukabil, yedi-sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar ve masumlar bulunur. Musibet ve belâ gelirse, o biçareler de yanarlar. Onun için, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men'edilmişiz.

Salisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için "Beş esas" lâzım ve zaruridir:

Birincisi: Hürmet...

İkincisi: Merhamet...

Üçüncüsü: Haramdan çekinmek...

Dördüncüsü: Emniyet...

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir...

Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsi bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin tamel taşını muhafaza eder. Delili ise: bu yirmi sene zarfında yüz bin adamı vatana ve millete zararsız bir uzv-u nafi' hükmüne getirmesidir. İsparta ve Kastamonu vilâyetleri bu hale şahittir.

Demek Risale-i Nurun -Ekseriyet-i mutlaka- eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmiyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nurun yüzotuz risalelerinin - iki üç hususileri müstesna olarak - Bu vatana yüzyirmiyedi büyük faydasını ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlar ile çürüten, gayet derecede insafsız ve zalimdir.

Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye istemeyerek derim ki: On sekiz sene müddetinde gurbette, haps-i münferid hükmünde yalnız, münzevi olarak hayat geçiren.. Ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı nâs büyük camilere gitmeyen... Ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde bütün emsâli menfilere muhalif olarak istirahatı için bir tek defa hükümete müracaat etmiyen... Ve yirmi sene zarfında hiç bir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen.. Ve tâm sekiz sene Kastamonu'da bütün dostların şehadetiyle Küre-i Arz yüzündeki boğuşmaları ve harpleri ve sulh olmuş olmamış ve daha kimler harp ettiklerini iki sene yedi aydır bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan... Ve üç senede yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen... Ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde eleme ve azap içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka karşı gâlibane Risale-i Nur'la mukabele ettiğine, onun ile imanlarını kurtaran yüz bin şahidin şehadetiyle ispat eden... Ve Kur'an'dan tereşşuh eden Risale-i Nur ile ölümü yüz bin adam hakkında idam-ı ebediden terhis tezkeresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve me'yus etmek ve ağlatmakla, O ma'sum yüzbinler kardeşlerini ağlatmaya; hangi kanun var? Hangi maslahat var? Adalet namına emsalsiz bir gadr olmaz mı?. Ve kanun hesabına emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?.

Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi, derseniz ki: "Sen ve bir iki risalen rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsun?"

Elcevab: Evvelâ: Usulünüzün münzevilerin çilehanelerine girmeye hiç bir hakkı yok!..

Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır... Ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler her hükümette bulunur. Hatta Hazret-i Ömer'in (R.A.) taht-ı hakimiyetindeki Hıristiyanlar, kanun-u şeriatı ve Kur'anı inkâr ve Peygamber Aleyhissalatü vesselam'a adavet ettikleri halde onlara ilişmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nurun bir kısım şakirtleri idareye dokunmamak şartıyla, rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif âmel etse, hatta rejimin sahibine adavet de etse, onlara kanunen ilişilmez.

Risaleler ise; O gibi risalelere mahrem demişiz. Neşrini men'etmişiz. O da bir iki risaledir. Hatta bu defa bu hadiseye sebebiyet veren risale, Beşinci Şua'dır. Kastamonu'da sekiz sene zarfında bir veya iki defa bir tek nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik.

Malumdur ki, bir mektubta kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir. Mütebakisinin neşrine izin verilir. Eskişehir mahkemesinde dört ay tetkikat neticesinde, yüz risalede medar-ı tenkid yalnız onbeş kelime bulmaları, kat'î ispat eder ki; Risale-i Nur'a ilişilmez. Onun hedefi dünya değil. Herkes ona muhtaçtır.

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip bu hadisede bazıların dedikleri gibi deseniz: "Sen bu risalelerle medeniyetimizi ve keyfimizi bozuyorsun?"

Ben de derim ki: "Dinsiz bir millet yaşamaz ve yoktur" Dünyaca bir umumi düsturdur... ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa, cehennemden daha elim bir azabı dünyada dahi verdiğini Risale-i Nur'un "Gençlik Rehberi" gayet kat'î bir surette ispat etmiş. O Risale ise, bu defa taharride elinize geçen risaleler içinde ve "Miftah-ül İman" Risalesinin ahirinde bir kısım nüshalarda vardır. Bir müslüman -Eliyazü billah- eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer... Ve bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi olamaz... Ve lezzet-i hayat noktasında mâzî ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları onun dalâleti cihetiyle onun kalbine mütemadiyen hadsiz karanlıkları ve elemleri yağdırıyor. Eğer îman gelse, kalbine girse; o hadsiz ölüler diriliyorlar. "Biz ölmemişiz, mahvolmamışız" lisan-ı halleriyle ile dediklerinden, o cehennemî haleti cennet lezzetine çevirilir.

Madem hakikat budur, sizlere ihtar ediyorum: Kur'an'a dayanan Risale-i Nurla mübareze etmeyiniz. O mağlub olmaz. Fakat bu memlekete yazık olur. O başka yere hicret eder, gider, yine tenvir eder.

Hem "Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarınm bulunsa, her gün biri kesilse; hakikat-ı Kur'ana feda olan bu başı, zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem. Ve bu hizmet-i İmaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem..." diye o üç kısım taharricilere söylediğim gibi, sizlere de söylüyorum. Yirmi seneden beri bir münzevinin elbette ifadedeki kusuruna bakılmaz.

Isparta Mahkemesine birinci istida[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Ramazan-ı Şeriften bir gün evvel gizli zındık düşmanlarım beni zehirledikleri zaman, hastalığımın şiddetinden doktorların ihbarıyla hararetim kırk dereceden geçtiği sırada, bu hâdise başıma geldi. Bu da kaza-yı ilâhîdir diye teslimiyetle sabrettim. Aynı bu senenin tarihini gösteren

2 وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ

ayeti, bütün bu müşkilâta karşı aynı bu senenin tarihini gösterdiği tesellisi, beni kurtardı.

Bu kaza-yı ilâhînin bir sebebi: Yeni talebelerden bir kısım zatlar, hem benden uzak, hem sırr-ı ihlâsa muvaffak olamadıkları için dünya cihetini Risale-i Nur ile arzu ettiklerinden, bazı menfaat rakipleri yirmi beş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir veya iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şua bir yerde elime geçmesiyle o kıskançlar onun ile adliyeyi evhamlandırdılar. Hem aynı vakitte benim muvafakatım olmadan tab’edilen ve nüshaları gelmiş olan Yedinci Şua o Beşinci Şua zannedilerek hükûmete aksetmiş. İki mesele birbiriyle karıştırılmış. Güya kanun-u medeniye karşı bizde bulunmayan o mahrem risale tab’edilmiş diye, ehl-i garaz bir habbeyi yüz kubbe yaparak, gadren bizleri şu hapishaneye sokturmağa sebebiyet verdiler. Ehl-i dünyanın evhamına karşı deriz:

Matbu Yedinci Şua baştan âhire kadar imandır, ahirete bakar. Aldanmışsınız. Ve gayet mahrem tutulan ve şiddetli taharrilerde bizde elde edilmeyen ve aslı yirmi beş sene evvel yazılan ve ehadis-i müteşabiheyi inkârdan kurtarmak niyetiyle ve zayıfların imanlarını takviye etmek fikriyle Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye'de bulunduğum zamanlarda aslı yazılan Beşinci Şua bütün bütün ayrıdır. Biz bu risalenin değil tab’ına, belki bu zamanda hiç kimseye gösterilmesine razı olmamakla beraber, bu risalede hadisin işaratıyla verdiği haberler doğru çıkmış. Ve bazı ferdleri bu zamanda çıkmış gibi mana verilebilir ve yanlış tevehhüm edilir, diye şiddetle saklandı.

O risalede de, hadisin ihbarat-ı gaybiyesi var. küllî bir surettedir. Şahısları tayin etmiyor; biz de tayin etmemişiz. Yalnız o hadisin külliyetine dahil olabilir bazı şahıslara tatbik etmemek için neşredilmedi. Hem o risale mübareze etmiyor; ihbar ediyor. Ve mühim noktalarda imanı kurtarıyor.

Elhasıl: Asya’da hüküm süren bir hükûmet, küfr-ü mutlakı mağlub eden Risale-i Nur’la mübareze edemez, onunla musalâhaya mecburdur. Bu milletin ekmek gibi onun hakikatlerine ihtiyacı bulunduğunu pek kuvvetli delillerle isbat etmeye hazırım.

Madem Eskişehir Mahkemesi, mahrem ve gayr-ı mahrem yüz risaleyi dört ay tedkikten sonra, yalnız bir-iki risalede, hafif bir cezaya temas edecek bir-iki noktadan başka mucib-i mesuliyet bir şey bulmamış ve biz dahi o cezayı muzaaf bir surette çektik.

Ve madem bir sene evvel Risale-i Nur’un bütün eczaları Isparta hükûmetinin eline geçti. Birkaç ay tahkikten sonra, sahiplerine iade edilmiş.

Ve madem cezadan sonra Kastamonu’da sekiz sene zarfında şiddetli taharriyatta, zabıtayı ve adliyeyi alâkadar edecek bir tereşşuh bulunmamış.

Ve madem bu son taharride hiç bulunmayacak ve neşredilmeyecek bir tarzda birkaç sene evvel odun yığınları altında saklanmış olduğu göründü ve heyet-i zabıtaca tahakkuk etti.

Ve madem Kastamonu’da polis müdürü ve adliyesi, o saklanmış zararsız kitaplarımı bana iade etmek üzere kat’î söz verdikleri halde ikinci gün, birden Isparta’dan tevkif emri geldiğinden, daha o emanetlerimi almadan sevk edildim.

Elbette ve elbette bu beş hakikate binaen Denizli Adliyesi ve müdde-i umumisi benim çok ehemmiyetli bu hukukumu nazar-ı dikkate almaları vazifelerinin muktezadır. Ve hukuk-u umumiyeyi müdafaa eden müdde-i umumiden, Risale-i Nur münasebetiyle ehemmiyetli bir hukuk-u amme hükmüne geçen bu şahsî hukukumu da müdafaa edeceğine ümitvarım ve bekliyorum.

Yirmi iki seneden beri hayat-ı içtimaiyeden çekilen ve şimdiki kanunları ve tarz-ı ifadeyi bilmeyen.. ve Denizli Adliyesine itimad ederek bütün işlerini o mahkemenin insafına havale eden.. ve Eskişehir Mahkemesinde cerh edilmez yüz sahife müdafaatımı bu mahkemeye karşı da aynen takdim eden.. ve o zamana kadarki kusurlarının cezasını çeken ve ondan sonra Kastamonu’da mütemadiyen tarassud ve haps-i münferid tarzında yaşayan, hasta, garib, ihtiyar, tecrid-i mutlak içinde bulunan..

Said Nursî

1.) Her türlü noksan sıfatlardan beri olan Allah'ın adıyla.

2.) Rabbinin hükmüne sabret. Muhakkak ki, sen bizim inayet gözümüz altındasın. Rabbini hamd ile tesbih et. (Tûr Suresi: 48)

Isparta Mahkemesine 3.Dilekçe[değiştir]

Hatime

Yeni Said, dünyadan yüzünü çevirdiği için ehl-i dünya ile, siyasiler ile konuşmayı ve müdafaayı mecburiyet-i kat'iye olmadan yapmıyor ve lüzum görmüyor. Fakat bu meselede çok masum rençber adamlar bizimle az münasebetiyle tevkif edilerek, iş zamanında çoluk çocuklarına nafaka tedarik edemediklerinden şiddetle rikkatime dokundu, derinden derine beni ağlattırdı. Eğer mümkün olsa idi, onların bütün zahmetlerini kendim alırdım. Zaten bir kusur varsa benimdir.

İşte bu hâlet-i ruhiye içinde, Yeni Said'in sükûtuna rağmen Eski Said diyor ki: Mâdem Isparta müdde-i umumisinin yüzer lüzumsuz süallerine, bîçare Yeni Said cevab veriyor. Ben de Isparta Mahkemesinden değil, belki dokuz sene evvel başta Şükrü Kaya olarak Dahiliye Vekaletinden ve şimdiki Adliye Vekaletinden, hukukumuzu müdafaa etmek niyetiyle üç sual sormak hakkımızdır.

Birincisi: Risale-i Nur Talebesi olmayan ve yanında yalnız âdi bir mektub bulunan Eğridirli bir adamın, jandarma çavuşu ile vukuatsız bir münakaşa-i lisaniyesi bahanesiyle, beni ve yürzyirmi adamı tevkif ile dört ay mahkeme tedkikinden sonra onbeş biçareden başka bütün beraet kazanmakla, masumiyetleri tahakkuk eden yüzden ziyade adamlara binler lira zarar vermek, hangi kanun iledir? İmkanatı, vukuat yerinde isti'mal etmek adâletin hangi düsturuyladır?

İkincisi: 1 وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ferman-ı esası ile, bir kardaşın hatasıyla diğer öz kardaşı mes'ul olmadığı halde; yanlış mana verilmemek için, neşrini kat'iyyen men'ettiğim (1) ve sekiz sene zarfında bir veya iki def'a elime geçen (2) ve aynı vakitte kaybettirilen (3) ve yirmibeş sene evvel aslı yazılan (4) ve ehemmiyetli noktalarda imânî şüphelerden (5) ve manaları anlaşılmayan bir kısım müteşabih hadisleri inkardan kurtaran (6) bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde (7)... bilmediğimiz bir adamda (8) bulunmasıyla ve yanlış mâna verilmesiyle, bizleri bu Ramazan-ı Şerif'te ve otuzkırk masum, rençber ve esnafları hatta âdi ve eski bir mektub ile ve on sene evvel bize bir dostluğu münasebetiyle tevkif edip, perişan etmek (9) ... ve maddeten ve mânen, onlara ve vatana ve millete lüzumsuz bir evham yüzünden binler zarar vermek (10) hangi adâlet kanunu iledir?... Adliyenin hangi madde-i kanuniyesi iledir? Ayağımızı yanlış atmamak için o kanunları bilmek isteriz.

Evet bu tevkifimizin bir sırrının bir hakikâtı şudur ki: Bir kısım hadislerin manası ve te'vili bilinmemesinden, akıl kabul etmiyor diye inkar edenlere karşı, avamın imânlarını kurtarmak fikriyle çok zaman evvel Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'de iken aslı yazılan Beşinci Şua -farz-ı muhal olarak- dünyaya ve siyasete baksa da ve bu zamanda yazılsa da mâdem gizlidir (1) ve neşredilmiyor (2) ve taharriyatta bizde bulunmadı (3) ve gaybi haberleri doğrudur (4) ve imânî şüpheleri izale eder (5) ve âsâyişe dokunmuyor (6) ve mübereze etmiyor (7) ve yalnız ihbar eder (8) ve şahısları tayin etmiyor (9)... ve ilmî bir hakikatı, küllî surette beyan eder (10)... elbette o küllî hakikat-ı hadisiyye bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebeb olmamak için tam mahrem tutulsa (11).. adâlet cihetinde hiçbir vecihle suç teşkil etmez (12)..

Hem, birşeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek veya amel etmemek bütün bütün ayrıdır. O risale, yakın bir istikbalde gelecek rejimi ilmen kabul etmiyor diye, bir suç olduğuna dair dünyada adliyelerin bir kanunu bulunduğuna hiçbir ihtimal vermiyoruz.

Üçüncü Sual: Bir mektubun yirmi kelimesinde, beş kelime kusurlu görülse, o beş kelime sansür edilir; mütebâkisine izin vermek bir düstur-u umumî iken, Eskişehir Mahkemesinin dört ay tedkikten sonra yüzbin kelime içinde, zahiri nazarda zararlı tevehhüm edilen yalnız onbeş-yirmi kelimeden başka bulmamasıyla ve şimdiye kadar yüzbinler adamın ıslahına vesile olmasıyla vatana ve millete bin büyük menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur'a küçük bir hizmet yapan ve kendi imânını kurtardığı için bir risalesini yazan; hatta Abdullah Çavuş gibi onbeş sene evvel yalnız şahsıma yemek pişirmek gibi sırf rıza-yı İlahi için hizmet eden biçareleri, bu iş mevsiminde taht-ı tevkife almak, hükûmet-i Cumhuriye'nin hangi prensibiyle kâbil-i tevfik olabilir? Ve hangi kanunu müsaade etmeğe imkan var?

Mâdem cumhuriyet prensibleri, hürriyet-i vicdan kanunuyla dinsizlere ilişmiyor. Elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imânına ve vatanına dahi, nâfi' bir tarzda çalışan dindarlara ilişmemek gerektir ve elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda ve ilaç gibi bir hâcât-ı zaruriyesi olan takvayı ve salâhatı bu mazhar-ı enbiya olan Asya'da hüküm eden ehl-i siyaset yasak etmez ve edemez biliyoruz.

Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirme sene evvelki Said'in kafasıyla sorduğu suallerde, bu zamanın tarz-ı telakkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak insaniyetin muktezasıdır.

2 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

derim.

Mevkuf

Said Nursî

1.) Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7)

2.) Allah bize yeter. O ne güzel Vekîl’dir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

Kur'an bizi şiddetle siyasetten men'etmiş[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

(Başta, üçüncü sahifenin ahirinde "Kur'an bizi şiddetle siyasetten men'etmiş" cümlesinin bir izahıdır ve haşiyesidir.)

Bu defaki küçük müdafaatımda demişim

Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü, masumlar belâya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zatlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neşet eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak, o hâlette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’an’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik. Hem madem herşey geçici ve fanidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile icbar ile sükutumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hulasa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir taun-u beşerî ve maddiyyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmi memurları aldatarak evhamlandırıp aleyhimize sevketmek var. Biz de deriz: Değil böyle birkaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevketseler, Kur’an’ın kuvvetiyle, Allah’ın inayetiyle kaçmayız. O irtidadkâr küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!..

Said Nursî

Dilekçelerdeki beş esas[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

-Bir cum‘a gününün birkaç saatinin mahsûlüdür-

Müddeî-i Umûmî Bey Hazretleri,

Yirmi senedir hayat-ı ictimâiyeyi ve bilhassa böyle resmî ve ince ve siyâsî hayatı terk etmişim. O hâllere karşı alması lâzım gelen vaz‘iyeti bilemiyorum ve düşünemiyorum. Ve düşünmesi beni cidden incitiyor; fakat mecbûriyetle Isparta’da insafsız bir müddeî-i umûmînin intizâmsız ve lüzûmsuz ve mükerrer pek çok suâllerine verdiğim cevabların hâtimesinde ve hulâsasında ve sorgu hâkiminin zabtına geçmiş ve ayrıca size verilmiş olan intizâmsız müdâfaâtımda ve istid‘âmda belki saded hâricinde ve lüzûmsuz ve tekrar ve intizâmsızlık ve aleyhime dönecek şiddetli ta‘bîrler ve bilmediğim yeni kanunlara muhâlif ifadeler bulunabilir; fakat madem hakîkat üzere gidiyor, hakîkatin hatırı için o kusurlara bakmamak gerektir. O istid‘âdaki beyânâtım, beş esas üzere gidiyor:

Birincisi: Madem hükûmet-i cumhûriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindârlara ve takvâcılara da ilişmemesi gerektir. Dinsiz bir millet yaşamaz. Asya, din noktasında Avrupa’ya benzemez. Ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz. Ve dinsiz bir müslüman, başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyânetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehâcümâtına karşı salâbet-i dîniyesini kahramanâne muhâfaza eden bu vatandaki milletin bir ihtiyâc-ı fıtrîsi hükmüne geçen diyânet ve salâhat ve bilhassa îmân hakîkatlerinin öğrenmesi yerini hiçbir terakkıyât, hiçbir medeniyet tutamaz ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risâle-i Nûr’a adâlet ve kanun ve âsâyiş cihetinde ilişmez ve iliştirmemeli.

İkinci Esas: Madem bir şeyi reddetmek başkadır ve o şeyi kalben kabûl etmemek daha başkadır ve onun ile amel etmemek bütün bütün başkadır. Ve her hükûmette şiddetli muhâlifler bulunur. Ve Mecûsî hâkimiyeti altında Müslümanlar ve hükûmet-i İslâmiye-i Ömeriye’de Yahûdîler ve Hıristiyanlar bulunmuş. Ve âsâyişe ve idareye ilişmeyenlerin hürriyet-i şahsiyesi her hükûmette vardır ve ilişilmez ve hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve madem âsâyişe ve idareye ve siyâsete ilişmek isteyen her halde ve hiç şübhesiz gazetelerle ve dünya hâdisâtıyla alâkadâr olacak. Tâ kendine yardım eden cereyânları, vaz‘iyetleri, hâdisâtı bilsin. Tâ yanlış ayağını atmasın. Risâle-i Nûr ise, şâkirdlerini o derece bunlar gibi şeylerden men‘ etmiş ki; bütün yakın dostlarım biliyorlar ki, yirmi senedir değil gazeteleri okumak, belki sormasını ve merak etmesini ve düşünmesini bana terk ettirmiş. Ve iki sene iki aydır kat‘iyen dünya harblerinden ve vaz‘iyetlerinden hiçbir haber almayacak derecede beni hayat-ı ictimâiyeden çekmiş. Elbette ve elbette, hikmet-i hükûmet ve kānûn-u siyâset ve düstûr-u adâlet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişmez. Ve ilişen, her halde ya evhâmından veya garazından veya inâdından ilişir.

Üçüncü Esas: Isparta müddeî-i umûmîsinin yanlış bir ma‘nâ ile Beşinci Şuâ‘a dâir suâllerinde kanun hesabına değil, belki ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına ma‘nâsız ve lüzûmsuz i‘tirâzları sebebiyle, bu gelecek uzunca tafsîlâtı vermeye mecbûr oldum. Evvelen: Bu Beşinci Şuâ‘ı biz gāyet mahrem tutuyoruz, neşir etmiyoruz. Hem bütün taharrîlerde bende bulunmadı. Hem sekiz senede bir iki def‘a, bir iki saat elime geçti. Hem maksadı yalnız avâmın îmânlarını şübhelerden ve müteşâbih hadîsleri inkârdan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü dördüncü derecede, dolayısıyla bakar. Hem verdiği gaybî haberler doğrudur. Hem ehl-i siyâsetle ve ehl-i dünyâ ile mübâreze etmiyor. Yalnız ihbâr eder. Hem şahısları ta‘yîn etmiyor. Küllî bir sûrette bir hakîkat-i hadîsiyeyi beyân eder. Fakat gizli ellerde gezdiği için, bir iki hâşiye bilmediğimiz bazı zâtlar tarafından ilâve edilerek, o küllî hakîkati bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbîk etmişler. Onun için, bu senelerde te’lîf edilmiş zannı ile i‘tirâz ettiler. Hem o risâlenin aslı, Darü’l-Hikmet’de bulunduğum zamandan daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra tanzîm edildi. Risâle-i Nûr’a girdi. Şöyle ki:

Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın baş kumandanı, İslâm ulemâsından dînî bazı suâller sormuştu. Onları, İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münâsebetle suâl ettiler.

Ezcümle, bir hadîste “Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında هٰذَا كَافِرٌ yazılmış” hadîs var, diye benden suâl ettiler.

Dedim: Bir acîb şahıs, bu milletin başına geçer. Ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir. Bu cevabdan bunu sordular: Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı? Dedim: Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek; fakat baştaki îmân, o şapkayı da secdeye getirecek, müslüman edecek inşâallâh.

Sonra dediler: Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyân olduğu bilinecek.

Ben de cevâben dedim: Bir darb-ı mesel vardır ki; çok israflı adama, eli deliktir, yani elinde mal durmaz, akar, zâyi‘ olur deniliyor. İşte o dehşetli adam, bir su olan rakıya mübtelâ olacak ve onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz isrâfâta girecek, başkalarını da alıştıracak.

Sonra birisi sordu ki: O Süfyân öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’da şeytan dünyaya bağıracak ki; Süfyân öldü.

Ben o vakit dedim: Telgrafla haber verilecek; fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Dâru’l-Hikmet’de iken dedim: Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirilecek. Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cûc ve Me’cûc ve Dâbbetü’l-arz ve Deccâl ve nüzûl-ü Îsâ (as) hakkında suâller sorulmuştu. Ben de cevab vermiştim. Hatta eski risâlelerimde onlar kısmen yazılmışlardır.

Bir zaman sonra Mustafa Kemâl, iki def‘a şifre ile Van’ın vâlisi ve benim dostum Tahsîn Beyin vâsıtasıyla beni Ankara’ya taltîf için neşredilen Hutuvât-ı Sitte’ye mükâfâten celb etti, gittim. Şeyh Sünûsî Kürdce lisânı bilmediğinden, beni onun yerinde, üç yüz lira maaşla vilâyât-ı şarkiyeye vâiz-i umûmî, hem meb‘ûs yapmak, hem diyânet riyâseti dâiresinde Dâru’l-Hikmet a‘zâlarıyla beraber eski vazîfemle memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medresetü’z-Zehrâ ve şark Dâru’l-Fünûnuma, Sultan Reşâd’ın verdiği on dokuz bin altın lirayı, yüz elli bin banknota iblâğ ederek, iki yüz meb‘ûs içinde yüz altmış üç meb‘ûsun imzası ile kabûl edildiği halde; ben Beşinci Şuâ‘ın aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecbûriyetle o çok ehemmiyetli vazîfeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz ve mukābele edilmez diye, dünyayı ve siyâseti ve hayat-ı ictimâiyeyi terk edip, yalnız îmânı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim. Yalnız bazı zâlim ve insafsız me’murlar, bana dünyaya bakacak iki üç risâleyi yazdırdılar. Sonra bazı zâtlar, âhirzaman hâdisâtını haber veren müteşâbih hadîsleri suâl etmek münâsebetiyle, o eski risâlenin aslını tanzîm ettim. Risâle-i Nûr’un Beşinci Şuâ‘ı nâmını aldı. Risâle-i Nûr’un numaraları te’lîf tertîbiyle değildir. Meselâ, Otuzüçüncü mektub, Birinci Mektub’dan daha evvel te’lîf edilmiştir. Bu Beşinci Şuâ‘ın aslı gibi Risâle-i Nûr’un bir kısım eczâları, Risâle-i Nûr’dan evvel te’lîf edilmiştir.

Her ne ise bu makamda, Isparta müddeî-i umûmîsinin Mustafa Kemâl’e dostluğu taassubu ile kanunsuz ve lüzûmsuz ve yanlış i‘tirâzı ve suâlleri, beni saded hârici îzâhâtı vermeye mecbûr etti. Ben onun, adliye kanunu nâmına tamamen şahsî ve kanunsuz bir sözünü misâl olarak beyân ediyorum. Dedi: Beşinci Şuâ‘da sen hiç kalben nedâmet etmedin mi ki, onu rakıdan ve şarabdan su tulumbası gibi ta‘bîrlerle tezyîf etmişsin. Ben bu bütün ma‘nâsız ve yanlış dostluk taassubuna mukābil derim.

Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun bütün ganîmeti, malları, erzâkları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır. Evet nasıl o insafsız müddeî-i umûmî, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ithâm etti. Âdetâ vatan hâini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ithâm ediyorum. Çünki bütün şerefi ve ma‘nevî ganîmeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakîkat ise; müsbet şeyler, haseneler ve iyilikler cemâate, orduya tevzî‘ edilir ve menfî olan şeyler, tahrîbât ve kusurlar başa verilir. Çünki bir şeyin vücûdu, bütün şerâitin ve erkânının vücûduyla olur ki; kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şeyin ademiyle ve bir rüknün bozulması ile mahvolur, bozulur. O fenâlık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyet ile müsbet ve vücûdîdir, başlar sâhib çıkamazlar. Fenâlıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahrîbîdir. Reisler mes’ûl olurlar. Hak ve hakîkat böyle iken, nasıl ki bir aşîret fütûhât yapsa, âferîn Hasan Ağa, denilir. Eğer mağlûb olsa; tüh, diye aşîret tezyîf edilir. Bütün bütün hakîkatin aksine hükmedilir.

Aynen öyle de, beni ithâm eden o müddeî-i umûmî, bütün bütün hakkın ve hakîkatin aksine bir hatasıyla, güya adliye nâmına hükmetti. Aynen bunun hatası gibi; eski harb-i umûmîden evvel, ben Van’da iken bazı müttakî zâtlar yanıma geldiler. Dediler ki: Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirâk et. Biz bu münâfık reislere itâat etmeyeceğiz. Ben de dedim: O fenâlıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsûstur; ordu onlarla mes’ûl olmaz. Bu Osmanlı ordusunda, belki yüz bin evliyâ var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem, size iştirâk etmem. O zâtlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücûda geldi.

Az bir zaman sonra harb-i umûmî patladı. O ordu, dîn-i İslâm nâmına harbe iştirâk etti, cihada girdi. O ordudan yüz bin şehîd, evliyâ mertebesine çıktılar. Beni o da‘vâmda tasdîk ettiler, kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise.. Biraz uzun söylemeye mecbûr oldum. Çünki hiçbir hissiyâtla ve hâricî te’sîrâtla müteessir olmamak mâhiyetinin kat‘î bir hâssası bulunan adâlet hakîkati nâmına, böyle cüz’î ve hata hissiyât ve tarafgîrlik ile bize ve Risâle-i Nûr’a karşı müzeyyifâne hareket eden Isparta müddeî-i umûmîsinin acîb vaz‘iyeti, beni bu uzun ifadeye sevk etti.

Dördüncü Esas: Eskişehir Mahkemesi, yüzer risâleleri ve mektubları dört ay tedkîkten sonra yalnız yüz yirmi adamdan, on beş adama altışar ay cezâ ve bana da, yüz risâleden yalnız bir iki risâledeki on beş kelime ile bir sene cezâ verebildi.

Tarîkatçilik ve cem‘iyetçilik ve şapka mes’elelerinden berâet ettirdiler. Ve biz dahi o cezâyı çektik. Ondan sonra Kastamonu’da çok def‘a taharrîlerde hiçbir ilişiğimizi bulmadılar. Ve geçen sene Isparta’da mahrem ve gayr-i mahrem Risâle-i Nûr’un bütün eczâları bilâ-istisnâ hükûmetin eline geçti. Üç ay tedkîkten sonra umumu sâhiblerine iâde edildi. Madem hakîkat budur; beni ve Risâle-i Nûr’un şâkirdlerini ittihâm eden o gibi adamlar ve kanun nâmına kanunsuz ve garaz ve hissiyâtla bizi muâheze edenler, elbette bizden evvel hem Eskişehir Mahkemesi’ni, hem Kastamonu hükûmetini ve zâbıtasını, hem Isparta Adliyesi’ni ittihâm edip onları -varsa- suçumuza tam teşrîk ediyorlar. Çünki bir suçumuz olsa idi, bu üç hükûmet yakınında bizi çok zaman tecessüsüyle görmedi veya aldırmadı, bizden ziyâde onlar suçlu olurlar. halbuki, dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsa idi, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Dîvân-ı Harb-i Örfî’de ve Mustafa Kemâl’e hiddetine karşı dîvân-ı riyâsette, şiddetli ve dokunaklı müdâfaa eden bir adamı, on sekiz sene zarfında kimseye his ettirmeden ve sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye ittihâm eden, elbette bir garaz ile eder. Biz Denizli mahkemesinden ve müddeî-i umûmîsinden ümid ederiz ki; bizi böylelerin iğrâzından kurtarsın, hakîkat-i adâleti göstersin.

Beşinci Esas: Risâle-i Nûr şâkirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyâsete ve idare işine ve hükûmetin icrââtına karışmamak, bir düstûr-u esâsîleridir. Çünki hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, onlara her şeye bedel kâfî geliyor. Hem şimdi hükmeden çok kuvvetli cereyânlar içinde hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhâfaza edemez. Her halde bir cereyân onun hareketini kendi hesabına alacak ve kendi dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübârezede şu asrın bir düstûru olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâd ile, birinin hatasıyla onun ma‘sûm çok tarafdârlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa mağlûb düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında, Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olamayan kudsî hakîkatleri propaganda-i siyâsette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakasının, muvâfıkının ve muhâlifinin, me’murunun ve âmîsinin hisseleri var ve onlara muhtaçdırlar. Risâle-i Nûr şâkirdleri, mezkûr sebebler yüzünden tam bî-taraf kalmak için siyâseti bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiştir.

Altıncı Esas: Bu mes’elede, benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusurlarıyla Risâle-i Nûr’a hücum edilmez. O, doğrudan doğruya Kur’ân ile bağlanmış. Kur’ân da arş-ı a‘zamla bağlıdır. Kimin haddi var ki, elini oraya uzatsın. O kuvvetli ipleri çözsün.

Hem bu memlekete maddî ve ma‘nevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla ve İmâm-ı Alî Radıyallâhü Anh’ın üç kerâmât-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı A‘zam’ın (ra) kat‘î ihbârıyla tahakkuk etmiş olan Risâle-i Nûr, bizim âdî ve şahsî kusurlarımızla mes’ûl olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem ma‘nevî telâfî edilmeyecek derecede zarar olacak.(Haşiye) Bazı zındıkların şeytanetiyle, Risâle-i Nûr’a karşı çevrilen planlar ve hücumlar inşâallâh bozulacaklar. Ve onun şâkirdleri başkalara kıyâs edilmezler. Eğer maddî müdâfaadan Kur’ân men‘ etmese idi, bu milletin can damarı hükmünde olan ve umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şâkirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecbûriyet-i kat‘iye derecesinde onlara zulmedilse ve Risâle-i Nûr’a hücum olsa, elbette hükûmeti iğfâl eden zındıklar ve münâfıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhâsıl; madem biz ehl-i dünyânın dünyalarına ilişmiyoruz. Onlar da bizim âhiretimize ve îmânî hizmetimize ilişmesinler.

Mevkuf

Said Nursi

Haşiye: Bu istida, Kastamonu zelzelesinden yirmi gün evvel yazılmıştı. Risale-i Nur'un bereketiyle her vilayetten ziyade orası âfâttan mahfuz kalmıştı. Şimdi âfât başladı. bu davamızı tasdik etti.

İddianameye karşı itirazname[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Denizli’nin insaflı Müddeî-i umûmîsinin iddiânâmesine karşı; evvelen, beş-altı esas olarak müddeî-i umûmî beye evvelce yazılan bir küçük müdâfaayı bir i‘tirâznâme olarak ve sâniyen, mahkemenin elinde bulunan Eskişehir müddeî-i umûmîsinin iddiânâmesine mukābil verilen eski i‘tirâznâmeyi ve müdâfaayı ve sâlisen, küçük müdâfaadaki beş-altı esasa, üç-dört esası bir i‘tirâznâme olarak iddiâ makamına ve ağır cezâ mahkemesine takdîm ediyorum.

Birinci Esas: İddiânâme, başka yerlerdeki sathî tahkîkāta binâen, bize bir cem‘iyet-i siyâsiye noktasında bakmış.

Buna cevâben deriz:

Evvelen: Bütün benimle arkadaşlık eden zâtların şehâdetiyle on dokuz seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve sormayan ve iki sene beş aydır harb-i umûmîden hiçbir haber almayan ve merak etmeyen ve bilmeyen bir adamın, elbette siyâsetle hiçbir alâkası yoktur. Ve siyâsî cem‘iyetlerle hiçbir münâsebeti olmaz.

Ve Sâniyen: Risâle-i Nûr’un yüz otuz parçası meydandadır. İçinde îmânî hakîkatlerden başka bir hedef ve bir maksad-ı dünyevî olmadığına Eskişehir mahkemesi -yalnız bir iki risâleden başka ilişmemesi ve koca Kastamonu zâbıtasının sekiz sene zarfında dâimî tarassud ile beraber iki hizmetçiden ve yalnız üç adamdan başka bir bahane ile müttehem bulmaması kat‘î bir huccettir ki; Risâle-i Nûr şâkirdleri hiçbir vecihle siyâsî cem‘iyet değiller. Eğer iddiânâmedeki cem‘iyetten maksadları îmânî ve uhrevî bir cemâat ise, ona cevâben deriz ki: Eğer Dâru’l-fünûn talebelerine ve her nevi‘ esnâfa bir cem‘iyet nâmı verilse, bize de o nev‘den bir cem‘iyet nâmı verilebilir. Eğer dini hissiyâtla emniyet-i dâhiliyeyi ihlâl edecek bir cemâat nâmı veriliyorsa, buna mukābil deriz: Yirmi sene zarfında, bu fırtınalı zamanda, Risâle-i Nûr’un yüzer risâlelerinden binler nüshalarını binler adam kemâl-i merakla okudukları halde, hiçbir yerde hiçbir vukūâtla emniyet-i dâhiliyeye iliştikleri, ne hükûmetçe ve ne de mahkemece kaydedilmemesi bu ithâmı çürütüyor.

Eğer hissiyât-ı dîniyeyi kuvvetlendirmesinden istikbâlde emniyet-i dâhiliyeye zarar verebilir diye bir cem‘iyet nâmı verilmiş ise, buna mukābil deriz:

Evvelen: başta Diyânet Riyâseti ve bütün vâizler aynı hizmeti görüyorlar.

Sâniyen: Risâle-i Nûr şâkirdleri değil emniyete, âsâyişe zarar vermek, belki bütün kuvvet ve kanâatleriyle milleti anarşilikten muhâfaza ve emniyet ve âsâyişi te’min için çalışıyorlar. Delili ise, birinci esasta beyân edilmiştir.

Evet, biz bir cemâatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi i‘dâm-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhâfaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesîle olan zındıkaya karşı, ma‘nevî bir müdâfaanâmesi hükmünde olan Denizli hapsinin meyvesi nâmındaki Risâle-i Nûr’un kısa bir hulâsasını ve esas mesleğini beyân eden risâleciktir ki; bir kısmı müddeî-i umûmîye verilmiştir.

İkinci Esas: Risâlelerde bazı dokunaklı cümleler var diye bizi başka yerlerin nâkıs ve sathî tahkîkātlarıyla ittihâm ediyorsunuz. Buna mukābil deriz ki; madem maksadımız îmân ve âhirettir, ehl-i dünyâ ile mübâreze değildir. Ve madem o pek cüz’î ve yalnız bir iki risâleye mahsûs ilişmek kasdî değildir, belki maksadımıza yürürken onlara çarpılmışız. Elbette bir garaz-ı siyâsî ma‘nâsında olmaz. Ve madem imkânât başkadır, vukūât başkadır. Hakkımızda âsâyişe zarar yapmış diye değil, yapabilir diye ittihâm ediliyoruz. Herkes bir adamı öldürebilir diye olan ittihâm gibi ma‘nâsız bir ittihâmdır. Ve madem yirmi sene müddetinde yirmi binler adamda ve binler nüshalarda ve mektublarda hem Eskişehir, hem Kastamonu, hem Isparta’da şiddetli tedkîk ve taharrîlerde hakîkî bir suç teşkîl edecek maddeleri bulamadılar. Ve Eskişehir mahkemesi bir şey bulmadığından, bir lastikli kanun maddesinden bizi mes’ûl ettiği gibi, bütün dînî dersini verenleri dahi mes’ûl eder bir tarzda, yüz adamdan on beş adama altışar ay cezâ verebildi. Acaba benim gibi bir adamın sizden, bir senede yirmi mahrem mektubları bu tarzda tedkîk edilse, onu mes’ûl ve mahcub edecek yirmi cümle bulunmaz mı? halbuki bizde yirmi bin adamda, yirmi bin Risâlelerde ve mektublarda hakîkî mes’ûl edecek yirmi cümle bulamamalarından gösteriyor ki; Risâle-i Nûr’un hedefi doğrudan doğruya âhirettir. Dünya ile alışverişi yoktur.

Üçüncü Esas: Denizli mahkemesinin insaflı müddeî-i umûmîsinin, başka yerlerin insafsız ve sathî zabıtnâmelerine binâen iddiânâmede kaydettiği maddeler ve târihsiz mektublar hem yirmi ve on beş sene ve on sene zarfındaki muhâberelerden ve kat‘î cevabı üçüncü esasta ve istid‘âmın ikinci suâlinde bulunan Beşinci Şuâ‘dan ve yüz otuz risâlelerin yalnız dört beş risâlelerinden ve Eskişehir mahkemesinin tedkîkinden geçen ve cezâsını çektiren ve af kanunları gören mektublar ve risâlelerden, ittihâmımıza medâr bazı bahaneler var. Acaba mart hâdisesinde, Bâb-ı Seraskerîde şeyhülislâmı ve ulemâyı dinlemeyen sekiz taburu bir nutukla itâate getiren bir adam, sekiz sene zarfında zabıtnâmelere göre çalışmış, Kastamonu’da yalnız beş adamı iğfâl edebilmiş, denilebilir mi? İşte mahrem ve gayr-i mahrem bütün evrâk ve kitaplarımı odun yığını altından çıkarıp, üç ay tedkîkten sonra yalnız Feyzî, Emîn, Hilmi, Tevfîk ve Sâdık’dan başka kimseyi o koca Kastamonu’da bulmadılar. Bu beş zât ise, lillâh için bana şahsî hizmet münâsebetiyle gönderilmişler. Eğer o sathî zabıtnâmeler gibi yapsa idim beş değil, belki beş yüz, belki beş bin adamı kandırabilirdim. O zabıtnâmelerde ne kadar yanlışlıklar bulunduğuna, bir iki numûneyi beyân ediyorum.

Zaman-ı saadetten şimdiye kadar cârî olan bir âdet-i İslâmiyeye ittibâen Risâle-i Nûr’un hususî menba‘ları olan yüzer âyât-ı meşhûreyi bir hizb-i Kur’ânî yaptığımızı, dinde tahrîfât yapıyor, diye muâheze etmişler.

Hem Eskişehir mahkemesi’nde medâr-ı nazar olup ehemmiyet verilmeyen ve bilmediğimiz bir zâtın ilâvesi bulunan “Lâdînî zamanında latin harflerinin kabûlü târihine tevâfukla inkâr-ı haşre bir emâredir” diye olan yazıdan, bugün yazılmış gibi bizi mes’ûl etmek istiyor. Hem bir sene cezâsını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnâmede kayıd edildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risâlesiyle, bu sene yazılmış ve neşir edilmiş gibi bizi ittihâm etmek ister.

Hem Ankara’da hükûmetin başında bulunan birisine söylediğim i‘tirâzlara ve ağır sözlere mukābele etmeyip, sükût eden ve o adam öldükten sonra yanlışını gösteren bir hakîkat-i hadîsiyeyi beyândaki fıtrî ve lüzûmlu ve mahrem tenkîdlerim, medâr-ı mes’ûliyet yapılmış. Ölmüş ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Hükûmetin ve milletin bir hatırı ve Cenâb-ı Hakk’ın bir tecellî-i hâkimiyeti olan adâlet kanunları nerede?

Hem biz, hükûmet-i cumhûriye esaslarından en ziyâde kendimize medâr-ı istinâd yaptığımız ve onunla kendimizi müdâfaa ettiğimiz hürriyet-i vicdân esası, bizim aleyhimizde medâr-ı mes’ûliyet tutulmuş. Güya biz, hürriyet-i vicdân esasına muârız gidiyoruz.

Hem medeniyetin seyyiâtını ve kusurlarını tenkîdimden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şey zabıtnâmelerde isnâd ediliyor. Güya ben radyoyu,(Haşiye) tayyâreyi ve şimendiferi kullanmasını kabûl etmiyorum diye, terakkıyât-ı hâzıra aleyhinde bulunduğum ile mes’ûl ediyor.

İşte bu numûnelere kıyâsen ne kadar hilâf-ı hakîkat ve adâlet bir muâmele yapıldığını, inşâallâh insaflı ve adâletli olan Denizli müddeî-i umûmîsi ve mahkemesi göstererek, o zabıtnâmelerin evhâmlarına ehemmiyet vermeyecekler.

Hem en acîbi budur ki: Isparta müddeî-i umûmîsi benden sordu: Mahrem Beşinci Şuâ‘da demişsin? “Ordu, dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.” Muradın orduyu hükûmete karşı sevk etmek midir? Ben de dedim: Maksadım; o kumandan ya ölecek veya tebdîl edilecek, ordu onun tahakkümünden kurtulacak, demektir. Acaba hem gāyet mahrem, hem sekiz senede yalnız iki def‘a elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem âhirzamana âit bir hadîsin ma‘nâsını küllî bir sûrette beyân eden, hem aslı eskiden te’lîf edilen bir risâleyi, hem bir tek nefer görmediği halde, nasıl sebeb-i ittihâm olur? Maa‘t-teessüf, o insafsızın o acîb ittihâmı iddiânâmeye girmiş.

Hem en garibi şudur ki; bir yerde demiştim: Cenâb-ı Hakk’ın büyük ni‘metleri olan tayyâreyi, şimendiferi, radyoyu büyük bir şükürle mukābele lâzım iken; beşer şükretmedi, tayyârelerle bombalar yağdı. Ve radyo öyle büyük bir ni‘met-i İlâhiyedir ki; ona mukabil şükür ise, o radyo, milyonlar dilli bir küllî hâfız-ı Kur’ân olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kur’ân’ı dinlettirsin.

Ve Yirminci Sözde Kur’ân’ın medeniyet hârikalarından haber verdiğini beyân ederken, bir âyetin işârâtı olarak; “Kâfirler, şimendiferle âlem-i İslâmı mağlûb ederler” demişim. İslâm’ı bu hârikalara teşvîk ettiğim halde, bir sebeb-i ittihâmım olarak şimendifer, tayyâre ve radyo gibi terakkıyât-ı hâzıranın aleyhindedir diye, iddiânâmenin âhirinde beni Isparta müddeî-i umûmîsinin garazlarına binâen ittihâm eder.

Hem hiçbir münâsebeti olmadığı halde, bir adam Risâle-i Nûr’un ikinci bir ismi olan Risâletü’n-Nûr ta‘bîrinden, “Kur’ân’ın nûrundan bir risâlettir, bir ilhâmdır” demiş. İddiânâmede başka yerlerin verdikleri yanlış ma‘nâ ile, güya Risâle-i Nûr bir resûldür, diye benim için bir sebeb-i ittihâm tutulmuş.

Hem müdâfaâtımda yirmi yerde huccetlerle isbat etmişiz ki: Bütün dünyaya karşı da olsa dini ve Kur’ân’ı ve Risâle-i Nûr’u âlet edemeyiz ve edilmez ve biz onların bir hakîkatini dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Bu da‘vânın emâreleri yirmi senede binlerdir. halbuki iddiânâme başka zabıtnâmelere binâen, güya bizim bütün maksadımız ve sa‘yimiz dünya entrikalarını çevirmek ve dünya garazlarıyla dini hasîs şeylere âlet etmek, kudsiyetini düşürmektir diye bizi ittihâm ediyorlar. Madem böyledir, ben ve biz bütün kuvvetimizle

2 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

deriz.

Mevkuf

Said Nursî

Haşiye: "Radyo gibi azîm bir nimet-i ilahiyeye karşı azim bir şükür olmak için, radyo Kur'anı okuyup bütün ruy-i zemindeki insanlara dinlettirip küre-i havanın hafız-ı Kur'an olmasıdır" demiştim.

1.) Her türlü noksan sıfatlardan beri olan Allah'ın adıyla.

2.) Allah bize yeter. O ne güzel Vekîl’dir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

İddianameye karşı itiraznamenin tetimmesi[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

İddianameye karşı itiraznamenin tetimmesidir

Bu itirazda muhatabım, Denizli Mahkemesi ve müdde-i umumisi değil, belki başta Isparta ve İnebolu müdde-i umumileri olarak, yanlış ve nakıs zabıtnameleriyle burada acib iddianameyi aleyhimize verdiren garazkâr ve vehham memurlardır.

Evvelâ, aslı ve faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasî cemiyet namını, masum ve siyasetle hiç alâkaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve ahiretinden başka hiçbir maksadları bulunmayan biçareleri, o cemiyetin ya naşiri, ya faal bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nur’u okumuş veya okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek, ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğuna kat’i bir hücceti şudur ki: Doktor Duzi'nin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlara hürriyet-i fikir ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla bir suç sayılmadığı halde, hakikat-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur’u okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve yüzer risale içinde, yanlış mana verilmemek için mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki-üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş. Halbuki o risaleleri biri müstesna Eskişehir Mahkemesi tetkik etmiş, icabına bakmış. Ve müstesnası ise, hem istidamda hem itiraznamemde gayet kat’i cevab verildiği... ve "Elimizde nur var, siyaset topuzu yok." Eskişehir Mahkemesinde yirmi vecihle kat’i isbat edildiği halde, o insafsız müddeiler, üç mahrem ve neşrolmayan risalelerin üç-dört cümlelerini bütün Risale-i Nur’a teşmil eder gibi, Risale-i Nur’u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de hükûmet ile mübareze eder diye ittiham etmişler.

Ben ve bana yakın ve benim ile görüşen bütün dostlarımı işhad ve kasemle temin ederim ki: Bu on seneden ziyadedir ki, iki reisden ve bir mebusdan ve Kastamonu valisinden başka hükûmetin erkânını, vükelâsını ve kumandanları, memurları, mebusları kimler olduğunu kat’iyen bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkânı var mı ki, bir adam mübareze ettiği adamları tanımasın ve bilmeye merak etmesin? Dost mu, düşman mı; karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin?

Bu hallerden anlaşılıyor ki; bil’iltizam, her halde beni mahkûm etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler. Madem hakikat böyledir; ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim: Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza beş para kıymet vermiyorum. Ve hiç ehemmiyeti yok! Çünkü ben, kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehadet mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle kat’i imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’i biliniz ve titreyiniz ki: Siz, idam-ı ebedî ile ve ebedî haps-i münferid ile mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok ve muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz; hattâ size acıyoruz.

Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatının elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurisi ve kat’isidir. Acaba bu çareyi kendilerine bulan Risale-i Nur şakirdlerini ve o çareyi binler hüccetleri ile bulduran Risale-i Nur’u âdi bahaneler ile ittiham edenler, ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyorlar divaneler de anlar. Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasî cemiyet vehmini veren "üç madde"dir.

Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim, benim ile kardeş gibi şiddetli alâkadar olmalarından, bir cemiyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nur’un bazı şakirdleri, her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmiyen ve cemaat-i İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki, o mahdud üç-dört şakirdin niyetleri cemiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede halis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür.

Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalâlet ve dünyaperestlikle bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından, fikren diyorlar ki: Herhalde Said ve arkadaşları, bizlere ve hükûmetin bizim medenice nameşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhalifdirler. Öyle ise, muhalif bir cemiyet-i siyasiyedirler. Ben de derim: Hey bedbahtlar! Eğer dünya ebedî olsaydı ve insan içinde daimî kalsaydı ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı; belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalede on cümle değil; belki yirmi bin cümleyi, siyasetvarî ve mübarezekârane bulacaktınız. Hem farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksadlarına ve keyflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz, ahiretten haberimiz yok, hile perdesi altında dünya garazları peşinde koşuyoruz diye ki, şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez. Haydi, böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor ve hükûmet ele bakar, kalbe bakamaz ve her bir hükûmette şiddetli muhalifler bulunur; elbette yine adliye kanunu ile bizleri mesul etmezsiniz!

Son sözüm:

2حَسْبِىَ اللهُ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur. (Tevbe Sûresi, 9:129)

Mahkeme, Risale-i Nuru müdafaa etmelidir[değiştir]

Efendiler, Hâkimler!

Çok geniş, Risale-i Nur'a ait, Isparta müdde-i umumisinin hem mükerrer, hem intizamsız, hem muhtelif, hem çok suallerine karşı benim de Risale-i Nur 'u müdafaa mecburiyetiyle böyle intizamsız ve parça parça ve bazen mükerrer ifadelerime, nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ederim.

Risale-i Nur 'un kıymetini gösteren bazı hususi mahrem risaleler -ki, Kerâmet-i Aleviye ve Kerâmet-i Gavsiye ve İşârât-ı Kur'aniye risaleleridir- elinize geçmek ihtimaliyle derim:

Bu mahkemenin, Risale-i Nur 'a itiraz ve tenkid değil, onu müdafaa etmek bir vazifesi olduğunu iddia ediyorum. Evet, vahdet-i mesele cihetiyle, o mezkur üç mahrem risaleler, yüzer İşârâtıyla Risale-i Nur'u tasdik ve hakkaniyetine imza basıyorlar. Bir davada bu kadar emareler şehâdet ettikleri halde, o dava çürütülmez.

Risale-i Nur 'un arkasında otuzüç âyât-ı Kur'aniye işârâtı ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh'ın üç kerâmat-ı gaybiye ile ihbârâtı ve Gavs-ı A'zâm'ın sarahate yakın şehâdeti var. Ona hücûm, bunlara hücûmdur.

Evet, mâdem ölüm öldürülmemiş ve kabir kapısı kapanmıyor ve hayat-ı dünyeviye süratle hiçliğe gidiyor; elbette Risale-i Nur gibi kudsî ve kat'î bir esere eşedd-i ihtiyaç vardır...

Denizli Bilirkişi Raporu[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Bu rapor ibret için hem lahikaya hem müdafaatın nihayetine yazılsın.

Birinci ehl-i vukufun raporudur ki, bütün kuvvetleriyle bizi mahkûm etmek için çalışmışlar. Fakat inayet-i ilâhiye onların hücumlarını Nurların parlak fütuhatına vesile eyledi. İşte inayet-i ilâhiyenin parlak bir numunesi: Bütün kuvvetleriyle mahkûmiyetimize çalışan birinci ehl-i vukufun bu raporları Risale-i Nur’a takdirkârane bir medhiye hükmüne geçti. Biz dahi o ehl-i vukufu helâl ettik, dost olduk. Bu rapor, aleyhimde çok çalışan ehl-i vukufun raporundandır. Ankara ehl-i vukufu bunlardan ayrıdır. Bir derece insaflı raporlar da vardır.

Said Nursi

Denizli Ehl-i Vukufunun Raporudur

Suçlulardan Said Nursî nam-ı diğer Bediüzzaman, kendi ifadesi vechiyle mukaddemen Şark Hareketi'nde ilgili görülen ve o tarihte Van vilâyetinde ikamet etmekte iken Isparta’da ikamete memur edildiği sırada başta tavsif edilen aynı suçu işlediğinden ötürü Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde 27/4/935 tarihinde tevkif edilerek kendisine uydurduğu birkaç şahısla birlikte yapılan duruşmalardan sonra Bediüzzaman bir sene müddetle hapse konulmasına ve şeriklerinin de muhtelif cezalara çarptırıldığı Eskişehir Cumhuriyet Müdde-i Umumiliğinden celp olunan dosya meyanında mevcud 8/11/943 tarihli kayd-ı resmiden anlaşılmaktadır. Bu suretle müddet-i mahkûmiyetlerini ikmalden sonra Kastamonu’da ikamete memur edilen Said Nursî, şurada burada yine kendisine yakın hissettiği bazı kimselerin de iştirak ve yardımlarıyla ve bunlarla saf ve biçare denilecek derecede bulunanları kendine uydurmak suretiyle yazı ile ve bizzat görüşmelerle bazı fikrî neşriyatına devama başladıkları ve bu faaliyetleri 943 Temmuz ve Ağustos ayları tarihinde Çivril’in Homa nahiyesinde bazı ufak tefek fiilî hareketleri göze çarpması üzerine, köyün ileri gelenleri ve halk tarafından takip edilerek işin hakikatına vukuf peyda etmek emeliyle çıban gibi meydana çıkanların mahiyetini araştırırken alâkalı idare memurları tarafından şüpheli görülen kimselerin ev ve dükkânlarında aramalar yapılarak neticede Risale-i Nur isimli müteaddid cüz’den ibaret kitaplarla birkaç mektup ele geçmesi üzerine bu babdaki tahkikat derinleştirilerek bu meyanda Kastamonu’da ikamete memur edilen Said’in evinde yapılan 14/8/943 ve 18/9/943 tarihlerinde aramalarda onun odun-kömür dolabının içerisinde ve odunların altında çivili bulunan bir dolabın içinde ve soba üzerinde su ısıtmak için kullanılan teneke içinde (Haşiye-1) bazı kitap ve el yazması mektup, vesairenin meydana çıkarıldığı ve bunların bîtaraf ehl-i vukuf tarafından tetkikinde risalelerden Risale-i Nur’un Yirmi Dördüncü Lem’ası tesettür hakkında olduğunu ve üzerinde mahrem işareti bulunduğu ve bu risalenin baş sahifesinde dört hikmetten bahsolunmakta ve muhtelif suretlerle tesettürün kalkmasına hücum etmekte; ve bu risalenin sonlarına doğru kadın bacaklarının teşhiri dolayısıyla, bunların Cehennemde yakılacağı; ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmında ise, mahremdir işaretleriyle, Risale-i Nur’un şakirdlerine "Altı Öğüt" vermekte... Birincisinde: hubb-u caha aldanmamak ve o kudsî hizmetlerinde ve o manevî ulvî cihadlarından vazgeçmemelerine, bunun için servet hırsına ve şan ve şeref ve avam nazarında mevki sahibi olmağa hiç ehemmiyet verilmemesi istenmektedir. Ve bunların ehl-i ahiret için çok zararı var denilmekte ve ehl-i ilhad hafiyelerine ve ehl-i dalâlet propagandacılarına âlet olmamaları tavsiye edilmektedir.

İkinci Öğüt: Risale-i Nur’un neşrinde ve bana ait fikirlerin tamiminde asla korkulmaması ve bu cihad-ı maneviden vazgeçilmemesi tavsiye olunmakta ve kendilerine bu işlerden vazgeçilmesini söyleyenlere, "Hizbü’l Kur’an etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Hayat-ı ebediyemize yüzde yüz zarar veren bir yola bizi ihtiyarımızla sevkedemezsiniz, ustabaşımız olan Said Nursî’nin yüzünden bizim gibi ona dost olanlardan kim zarar görmüş, kim belâ görmüş ki biz göreceğiz." denilmekte. Üçüncü Öğüt olarak, tama’ yüzünden aldanmamak için telkinler yapılmakta ve yine şakirdlerine hitaben: "Said’e neden bu kadar hürmet edip arkasına düşüyorsunuz?" diyenlere karşı Dördüncü Öğüt ile cevab vermek istenilmektedir ki: Bu da, kendisinin İslâm dininin neşrine çalışan ve hizmet-i Kur’aniyede bulunan bir şahıs olup kendisi yok olsa dahi birçok merkezlerde çalışanlar bulunacağı söylenilmektedir. Beşinci ve Altıncı Öğütlerle daha bir takım şakirdleri itimad ve itikada davet etmektedir. Bu kitabın zeylinde, kırmızı mürekkeble ve üç ay işaretiyle mahremdir, diye yazılı olan kısımda "İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için" şu mahrem zeylin yazıldığını ve kendilerine musallât olan insafsız, zalim ve gaddarlara karşı bir arzuhal olduğunu ve kendi tamir ettiği hususî mabedinde hususî ibadetine ezan ve kametten dolayı müdahele edildiği için sabrının tükendiğini, milletin mukadderatıyla keyfi oynayan firavun-meşreb komitenin başlarına hitab ettiğini ve bu ehl-i bid’adan altı sualine cevab istediğini, tecavüzün kanunsuz olduğunu, hususî ibadete kanun yapılamayacağını, hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak cüretiyle lâdini siyaset takib edildiği halde, din ehline yapılan bu tecavüzün sorgusuz kalmayacağını, kendisi gibi Şafiî olanlara hangi usul ile müdahele edildiğini ve kendisi gibi başka milletten olanlara Türkçe kamet mecburiyetinin hangi usul ile teklif edildiğini ve en nihayet "Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz, ilişirseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz. Cesaretiniz varsa ilişiniz. Yapacağınız varsa, göreceğiniz de vardır." diye hücum edilmektedir.

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmında, şimdilik has ve emin talebelere mahsustur ve mahremdir işaretleriyle, ehl-i bid’anın ecnebi inkılâpçılardan mevhum bir fikir alarak Hristiyanlıktaki protestanlık gibi İslâmiyette dinî bir inkılâp yapmak istediklerini, Hıristiyanlıkta ahkâm-ı içtimaiye İsa (a.s.) tarafından değil; havariler tarafından vaz’ edildiğine göre inkılâbın caiz olabileceğini; Müslümanlıkta böyle şeylerin caiz olamayacağını; milliyetin İslâmiyet fikri yerine geçmeyeceğini, sosyalizm ve bolşevizm gibi fikirlerin unsuriyeti ve milliyetperverliği kırdığını, binaenaleyh Türklük fikrinin İslâmlık fikri içinde erimesi icab ettiğini; ahirzamanda gelecek en büyük müçtehidin, fesad zamanında hem hâkim, hem Mehdi, hem mürşid hem hatib-i âzam olan ve ehl-i beyte mensub olan bir zat-ı nuranî olacağını; Avrupaî düsturlarla mücadele usulünü Eski Said iken yaptığını ve bu tarzda galebenin İslâmiyetin kıymetini azaltmak gibi bir mahzur bulunması yüzünden bu mesleği terkettiğini; İslâmiyet esaslarını Otuzuncu ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Dokuzuncu Sözler ve Mektublarla, bürhanlarıyla isbat ettiğini beyan etmektedir.

Eskişehir hapishanesinin saklanacak bir meyvesidir diye elyazması diğer bir risalede, "Bir âlem-i manada İmam-ı Ali'ye sorduğu suale cevaben عُجْمٍ den maksat, şekilsiz harflerdir ki, lâik hükûmet zamanında taammüm eden latin harfleridir" yolunda bir cevab aldığını, cifir ve Ebced hesaplarıyla bu kelimeyi ihtiva eden fıkranın, latin harflerinin resmen kabulü tarihi olan 1348 tarihine tevafuk ettiğini; Risale-i Nur’un bir musibet neticesinde gizlenerek gizli perde altında parlaması İmam-ı Ali'nin bir kerameti olduğunu; Risale-i Nur’un sebeb-i tesmiyesi esma-i hüsna içindeki ism-i Bedi’in mazharı olduğunu; ve İmam-ı Ali’nin, "Ya Rab, benim yıldızımı nur ile ahirzamana kadar bedi’ ışıklandır." yolundaki duasının bu zamanda Risale-i Nur ile kabul edildiğini beyan etmektedir.

Yeni harflerle ve daktilo ile yazılan bir risalede, eski hurufu okumasını bilmeyen gençleri Risale-i Nur dairesine almağa gayret olarak yazılmış olduğu beyan edilmektedir.

Yine Said Nursî tarafından yazılan Eskişehir hapishanesinin bir meyvesi olup Ahmed Nazif tarafından elyazısı ile hediye edilmiş Otuz Birinci Lem’anın Birinci Şua’ı isimli risale olup başında, "İşbu İşarat-ı Kur’aniye kitabına mahrem taife-i nisa el süremez. Bu taifeye memnu’dur. Gayet ihtiraz olunması tavsiye olunur." (Haşiye-2) diye başlayıp bu risale sahifeleri içinde Risale-i Nur müellifinin isim ve doğumu üzerinde cifir ve Ebced hesaplarıyla yapılan istihraclar görülmektedir.

Eski harflerle yazılı Risale-i Nur’un Otuz Birinci Mektubunun On Beşinci Lem’ası, Fihrist isimli risaledeki âhir kısmı, Husrev, Sabri, Hafız Ali, Rüşdü, Hafız Hüseyin tarafından telif edildiği ve bunlar içinde Husrev’in telifinin daha çok olduğu ve bunlara dua edildiği; diğer bir ciltte Risale-i Nur’un küçük şakirdleri ve yazanları içinde ve Sav köyünde Marangoz Ahmed, Eğirdir’in Gökdere köyünde Ömer Hoca oğullarından Abdullah oğlu Ömer ve hocası, çocuğu Mustafa ve hocası Ahmed Zeki, Hacı Hafız oğlu Hafız Mehmed, Hafız Mehmed oğlu Bekir gibi dokuz ila on iki yaşlarındaki çocukların bu Hafız Mehmed’in evinde toplanarak eski yazı öğrenip, Risale-i Nur’u yazdıklarını; Nur fabrikasının İslâmköy’ünde olduğunu anlatmaktadır.

Risale-i Nur’un Otuzuncu Mektubunun Yirmi Sekizinci Lem’asının nihayetine, Risale-i Nur talebelerinin, Keçeci Mustafa, Mustafa Ali, Süleyman Rüşdü, Abdullah, Husrev, Refet, diğer Süleyman, Sabri, Hulusi, Bekir Bey, Âsım, Hafız Ali, Galib, Küçük Lütfi, Zekâi, Abdülbaki, Şamlı Hafız Tevfik isimleri yazılmıştır.

Yine bu risalenin ikinci kısmının dördüncü sahifesinde; hapishanenin kendileri için bir inayet-i rabbaniye olduğunu, ahirzamanda en feyizli bir çilehane olup, düşmanlarına karşı ihtiyatlı davranmak lâzım geldiğini; bu yerin, yani hapsin en hassas bir imtihan meydanı olduğunu telkin etmektedir.

Bu risalenin sonlarına doğru, "Bir Düstur" başlığı altında, Risale-i Nur talebelerinin nuru hariçte aramamaları ve eğer ararlarsa nurun penceresinde ışık verecek manevî güneşe bedel bir lambayı bulacaklarını, belki de güneşi kaybedeceklerini; daireye girmeden evvel her ferd şeyhini muhafaza edebileceğini ve fakat daireye girdikten sonra ancak orada mürşid aranacağını; daire haricindeki tarikatlara ihtiyaç bırakmayacağını ve Risale-i Nur dairesinin çok geniş olup şakirdlerinin pek çok olduğunu; aklı başında bir adamın bu elmas gibi mesleği terkedip başka mesleklere girmeyeceği, yazılmaktadır. Ve nihayete doğru tenkide başlanarak, kendisi Risale-i Nur’u ve şakirdlerini müdafaa ettiği halde, onların inkârda bulunarak kendisini şahitsiz bıraktıklarını ve bunca mensupların başka tarikat aramak üzere ayrılmak temayüllerini gösterdiklerini; ancak talebeleri arasında Kuleönlü Küçük Ali ve Lütfi gibi halis Nur talebelerini hariçteki büyük bir veliye tercih ettiğini; ve yine Ebced ve cifir hesaplarıyla birtakım istihraçlarda bulunarak; ezcümle: Hakkında tatbiki istenilen 163. maddenin, kendisi hakkında takibat yapılmasını isteyen 163 mebusun adedine tevafuk ettiğini (Haşiye-3) beyan etmektedir.

Said Nursî’nin buraya kadar hülâsaten zikredilen Risale-i Nur parçalarından maada bu işle alâkadar olan mevkuf diğer suçlu Husrev ve ilâahire isimlerden sonra, bu suçluların evlerinde, dükkânlarında ve üzerlerinde yapılan aramalarda evrak meyanında mevcut her birine ait arama zabt varakalarında yazılı olduğu üzre, cemiyetin bânisi Bediüzzaman ile yine evrak meyanında mevcut maznunların evlerinde, dükkânlarında ve üzerlerinde çıkan ve cemiyet ile alâkalarını gösteren vesaik ve mektuplar ehl-i vukuf marifetiyle yaptırdığımız tetkikata nazaran her biri hakkında raporda yazılı olduğu üzre bu maznunlar doğrudan doğruya ve beraberce bir kısmının Said Kürdî ile iştirak ederek kurulan Nakşibendî cemiyetinin inkişafına yardım ettikleri ve bir kısmının da bu şekle girmeleri ve Risale-i Nur şakirdlerinin muhabere etmek suretiyle Said’in faaliyetine manen ve maddeten iştirak ile onun maksatlarına hizmet ettikleri ve binnetice, cümlesinin dinî hissiyatı âlet ederek; devletin emniyetini ihlâl edebilecek harekete halkı teşvik ve bu babda kurulan Risale-i Nur cemiyetinin teşekkülüne yardımda bulundukları, yapılan hazırlık ve ilk tahkikat sırasında yeminli ifadeleri alınan şahidlerin şehadeti, arama zabt varakaları ve ehl-i vukuf tarafından verilen rapor, bu suçluların tevilen vaki itirazlarıyla anlaşılmaktadır. Suçluların bu hareketleri T.C. Kanununun 163/1-2, 173, 313, 64, 60. maddeleri mucibince...

Haşiye-1: Hem manidar, hem pek acibdir ki, o mahrem risaleler binden bir adama gösterilmemişken, hem maznunların itirafıyla hiç görülmeyecek bir derecede saklı oldukları halde bu herifler o elmas kılınçları kendi başlarına vurmak için ve onlardaki hakikatları en baştakilere hatalarını bildirmek için okutmak ve pek çoklara teşhir etmek ve ders vermek için meydana çıkardıkları, bize ve Nurlara değil zarar, belki intişarlarına sebep oldular.

Haşiye-2: Bu ehl-i vukufun divanece verdikleri manaya bak ki, “Bu işaret-i Kur’aniye mahremdir. Ve Sure-i Nisa’da bu işaretli ayet var.” cümlesine nasıl mana vermişler.

Haşiye-3: Burada da tam aksine mana vermişler.

Denizli Bilirkişi Raporuna itiraz[değiştir]

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Riyaseti Makamı'na

Ehl-i vukuf raporuna itiraznâmedir.

Sair merkezlerdeki ehl-i vukufların yanlış raporları, buradaki ehl-i vukufu şaşırtmasıyla; buradakilere değil, oradakilere karşı hukuk-u hayatımızı ve Risale-i Nur'un namusunu müdafaa etmek için gayet hasta bir halde, yirmi dakika zarfında yazdım. Kusura bakmayınız

1- Risale-i Nur'un mehdilik ve İslâm deccalına ait beyanatına, indî fikirlerle "mehdi ve deccal efsanesi" tabir ederek, hem Risale-i Nur'un mahiyetinden, hem İslâmiyetin ruhundan ne kadar uzak düştüklerine delil:

1 اَعُوذُ بِاللهِ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ

diye olan Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın duasına... ve umum ümmetin vird-i zebanı iken, ona "efsane" diyen, İslâmiyetin mühim büyük bir hakikatını inkâr etmiştir.

2- "Said'in arkadaşları, kendi sathi zihniyetleriyle hizbü'l-Kur'an surelerini toplayıp... dinde tahrifat yapmışlardır." demeleri o kadar vukufsuzluktur ki, hayret etmemek kâbil değildir.

Bütün ümmette en'amlar ve hizbler namında, bütün meşâhir-i İslâmiye, Kur'an'dan meşrebine ve mesleğine daha nurlu gördüğü ayetleri ve sureleri, mecmualarına yazmışlar. Bu hal, bir âdet-i İslâmiye hükmüne geçtiği halde; "Dinde tahrifat yapıyor" ve "yaptı" demeleri, ehl-i vukufun vukufsuzluğuna delildir.

3- "Said'in ve arkadaşlarının, din mahiyetinde vücuda gelen neşriyat işlerini idare eden gizli bir teşekkül ve hafî bir cem'iyyet olduğunu... ve bu cem'iyet, hayatımızı mimsiz medeniyet (yani, alçaklık ve tuğyanlık ve imânsızlık) gibi isnadlarla laik inkılâb umdelerine muhaliftir." demeleri, o kadar zahir bir garaz ve hilâf bir hakikattır ki; delili:

Dünkü gün, mahkemede yemin ettirerek, bütün arkadaşların hiçbirisine, hiçbir vakit cem'iyet teşkili veya teklifinde bulunmadığımı resmen yemin ile alınmış beş şâhid ile isbat ettiğimiz halde ve "mimsiz medeniyet" tabirinde, Avrupa medeniyetini iki kısma taksim edip, fena kısmına "mimsiz medeniyet" o fena kısımda gidenler, beşerin başına tuğyanlık ve imânsızlık açıyor diye beyan ettiğimiz halde; tuğyanı ve imânsızlığı, laik inkılabına bu ehl-i vukuf mal ediyor. Risale-i Nur'un beyanı nerede? Onların gayet sathi hükümleri nerede?

4- "Kur'an'ın bazı kısımlarını, indî ve gayr şekilde ebced ve cifir hesablarına müstenid tefsiri, müsbet ilim ve felsefe ve tasavvuf bakımında ve akl-ı selimde, bir kıymeti yoktur." demeleriyle, o kadar garazkârane ve sathi bir vukufsuzluk göstermişler ki, mecburiyet olmasaydı -cevaba değer bir mes'ele değil diye- sükut edecektim.

Acaba bine yakın emareler ve işaretler ve istihraclar, tek bir hakikata, tek bir davaya -vahdet-i mes'ele cihetiyle- baksa ve birbirine kuvvet verse (adeta riyazî hesaba yakın bir kat'iyetle) ve umum ümmetin ekser edibleri ve ulemâları içinde, bir kaide-i istihraç olan ebced ve cifir hesabıyla bine yakın emarelerin, bir tek davada "kıymeti akl-ı selimde yoktur" denilebilir mi? O vukufsuz ehl-i vukuflar, akl-ı selimi tanımıyorlar ki ve tasavvuf ve müsbet ilmi bilmiyorlar ki, böyle yanlış hüküm veriyorlar.

5- "Başlıca gittikleri yol : Hakikat ve âhiret ve ihtiyarlık mevzularını ihtiva eden risaleler ile yalnız basit ruhlu insanları aldatıyor. Ve âhiretten başka bir şey düşündürmeyecek dersi veriyor" diyen, daha acı bir vukufsuzluk ediyor.

Acaba hakikat-ı imaniye ve Kur'aniye ve âhiret ve ihtiyarlık mevzularını güneş gibi gösteren ve kırk seneden beri Risale-i Nur'un bir şakirdi olan Said, o hakikatlarla dahili ve harici feylesoflara karşı mukabele edip, galebe çaldığı halde ve saadet-i dünyeviyenin dahi, saadet-i uhreviye gibi o hakikat dersleriyle olduğunu kat'i güneş gibi isbat edip, elli bin ehl-i dikkate kendini kabul ettiren Risale-i Nur'un bu ilmî derslerine, "basit ruhları aldatan bir hile adamı.." yani, avlamak ağı nazarıyla bakmak, ne kadar hakikat-ı ilmiyeye ihanet olduğunu mahkeme-i âliyenize havale ediyorum.

6- "Cifir ilmine nazaran aslı olmayan şeyleri, zavallıların gözlerini boyamak mahiyetinde (ki, Kur'an tarafından müjdelenen) deccal ve mehdi efsanesi ve âhirzaman fitnesi, bu risalenin telkinleri..." diye, neşr olunmayan ve mahrem tutulan ve hadis-i sahih ile ve icma'-ı ümmetle sâbit bir hakikat-ı İslâmiye olan hurûc-u deccal ve âhirzaman fitnesine, "efsane" diyerek, "zavallıların gözlerini boyuyor" demek, o kadar ruh-u adaletten ve tedkikten hariç bir hükümdür ki , cevab vermeye değmiyor. Demek perde altında , hadis-i sahihayı -Neûzubillah-efsane tabiriyle yâd ediyorlar.

7- "Said eğer mehdiliğini ortaya atarsa, talebelerine kabul ettirebilecek. Kararıp, körleşmiş olan bu zavallıların, Said'e derece-i irtibatları, körlük ve cehalet eseri..." demeleri, öyle bir iftira ve öyle bir haksızlık ve öyle bir garazkârlıktır ki, tarif edemem.

Ben, bütün talebelerimi ve arkadaşlarımı işhâd ediyorum ki: Esas-ı mesleğimiz; enaniyeti, hubb-u câhı, şân ve şerefi bırakmaktır. Mabeynimizde yalnız bir kardaşlık var. Ben kendimi, onların nazarında bu mesleği muhafaza etmek için, hiçbir vakit böyle hodfuruşâne benlikler ve enaniyetler hayalime gelmedi ve gelmiyor. Ben, seyyid değilim. Mehdi ise, Âl-i beyt-i Nebevî'den olacak.

Hem Risale-i Nur'un gayet müdakkik ve âlim şakirdlerinin, aynı hakikatı gayet kat'i delillerle, hakaik-ı imaniyeyi Risale-i Nur'dan ders almalarına ve ruh-u canlarıyla kabul etmelerine "bir körlük" demek, bu mübarek zatları mânasız, lüzumsuz bir tahkirdir. Biz dahi onların tahkirlerini, onlara iade ederiz.

8- "Hurûc-u deccal efsanesine; kendine göre Hıristiyan deccalı Rusya'da tatbik edilen idare sistemi ve Müslüman deccalı da, süfyan tavsif ve tayininde, Türk inkılabının yaratıcısında görülen vasıf ve vaziyette göstermektedir. Ve su-i kasd-ı telkinat izhâr etmiş bulunmaktadır. " demeleri, bütün bütün hem İslâmiyetin ruhuna, hem Risale-i Nur'un mesleğine muhalif kendi yanlış manalarıyla (Hem müdafaanâmemde, hem iddiânâmeye karşı itirazımda on vecihle cevap verdiğim ve gayet mahrem ve sekiz senede bir-iki def'a elime geçen) bir risalenin ayn-ı hakikat bir-iki cümlesine ilişmek istemişler.

Akîde-i İslâm'a girmiş, bütün ümmet kabul etmiş hurûc-u deccala "efsane" demeleri ve Rusya'daki bolşevizmin, âhirzamanda gelecek deccalın bir komitesi ve numunesini göstermektedir diye, yazdığımız halde yanlış mana verip, hem pek çok ulemâ-yı İslâm'ın müteaddit hadislere istinaden, süfyan hakkında müdafaatımda yazdığım gibi, bundan otuz sene evvel bazı te'villerini pek doğru olarak yazdığımızı, "Türk inkılâbının yaratıcısına bir hücum " gösteriyorlar. Yaratıcı Cenâb-ı Hak'tır. Bu tabir, küfre temas ediyor. Böyle tabiri isti'mal eden, Risale-i Nur'un parlak hakaik-ı imâniyesini muhakeme edemez.

Birinci celsede mahkemeye arz ettiğim gibi; "Yüzaltmışüçüncü madde ile Eskişehir Mahkemesine bakarak, beni bu madde ile mahkum edemezsiniz." dedim. Çünki: Cumhuriyet hükûmetinin ikiyüz meb'usu içinde, yüzaltmışüç meb'us, yüzelli bin banknotu Van'da temelini attığım medresemin tahsisatına kabul edip, imza ettiklerini ve cumhuriyetin bana karşı bu teveccühü, bu maddeyi hakkımda hükümden iskat eder." dediğim halde, o vukufsuz ehl-i vukuflar demişler: "Yüzaltmışüç meb'us, Said hakkında takibat yaptıklarını..." medar-ı itiraz göstermişler. İşte hakikat nerede? Bunların yaptıkları telakkileri ve tedkikleri nerede?

Hem birinci celsede size arz ettiğim gibi, sûre-i Nisâ'dan bir âyetin Risale-i Nur'a işareti bir mahrem risalede yazılmış iken, bu fıkraya bu ehl-i vukuf demişler ki: "Taife-i nisâ, bu esere el süremez. Onlara memnu'dur. Sakın onlara göstermesinler." demişler. Safdil kadınları, maden-i şefkat ve kadınlık seciyesine pek uygun olan Risale-i Nur'dan tenfir etmek nerede? Hakikat nerede?

Hem "Hücûmat-ı Sitte "de, şeytanın altı desiselerine cevab verdiğim halde.. bu ehl-i vukuf raporunda, o muhkem hikmetleri "desiselerle iknaa çalışıyor" diye, tahrif etmişler. Buna kıyasen, bu ehl-i vukuf, Risale-i Nur'un âlî hakikatlarına dair beyanata hakları olmadığını gösteriyor.

Risale-i Nur, umum âlem-i İslâm'a taalluk edecek hakaiki cami' olduğundan, hükûmet-i cumhuriye makamatına, izin veriniz ve makine veriniz; biz onlara müracaat edip, muhakkik alimlerden ve feylesoflardan bir hey'et-i ilmiye teşkil edip, Risale-i Nur'u tedkik etsinler. (Gayet mahremler ve mahdud bir iki risale hariç olarak, bütün risaleleri tedkik etsinler.) Eğer deseler; Bu eserler, bu milletin ve bu vatanın ve bu memleketin hem dünyevî, hem uhrevî bir medar-ı saadeti ve emn ve emniyeti olduğunu tasdik etmezlerse, her bir cezaya razıyım.

Mâdem her hükümette şiddetli muhalifler bulunur. Ve hükûmet-i Ömeriye'de Hıristiyanlar ve Mecûsi hakimiyetinde Müslümanlar bulunuyorlar. Elbette farz-ı muhal olarak, ehl-i vukufun iftiraları doğru da olsa, emniyete dair bir vukuat olmadığından, hürriyet-i ilmiye ve hürriyet-i vicdaniye düsturuyla yine bizi mes'ul edemezler. Hükûmet ele bakar, kalbe bakamaz.

Mevkuf ve hasta

Said Nursî

1.) Mesih Deccalın fitnesinden Allah'a sığınırım.

Ankara Bilirkişi Raporu hakkında talebelerin bilgilendirilmesi[değiştir]

(Müdafaatımla münasebettar olması cihetiyle bu bir-iki mektub buraya girmiş.)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bize, ihbar edene ve yazana zarar gelmemek için, şimdilik ehl-i vukufun ittifak ile verdikleri kararlarını size göndermeyeceğim. Bu ehl-i vukuf, bütün kuvvetiyle bizi kurtarmak ve ehl-i dalâlet ve bid’iyyatın şerrinden muhafaza etmek için çalışmışlar; bizi, bize isnad edilen bütün suçlardan tebrie ediyorlar. Ve Risale-i Nur’dan tam ders aldıklarını ihsas edip, Risale-i Nur’un ilmî ve imanî kısmının ekseriyet-i mutlaka ile vâkıfane yazıldığını ve Said ise hem samimi, hem ciddi kanatlerini beyan ederek ondaki kuvvet ve iktidar, isnad edildiği gibi tarikat icadı veya cemiyet kurmak veya hükûmet ile mübareze etmek de değildir, belki yalnız Kur’an hakikatlerini muhtaçlara bildirmek kuvvet ve iktidarıdır, diye müttefikan karar vermişler. Ve gayr-ı ilmî tabir ettikleri mahremlere karşı demişler ki: "Bazen cezbeye ve şuurun heyecanına ve ihtilâl-i ruhiyeye kapılmasından bu eserler ile mesul olmamak lâzım geliyor." manasını ifham ediyorlar. Ve Eski Said, Yeni Said tabirinde, iki şahsiyet; ikincisinde, fevkalâde bir kuvvet-i imaniye ve ilim ve hakikat-ı Kur’aniye manasını vermişler ve "Bir nevi cezbe ve ihtilâl-i dimağiye ihtimali var." demişler. Hem bizi şiddetli tabiratın mesuliyetinden kurtarmak, hem muarızlarımızı okşamak için "sem, basar cihetinde halüsinasyon hastalığı ihtimali nazara alınabilir", demişler. onların bu ihtimalini esasıyla çürüten, ellerine geçen ve bütün akılları geri bırakan Nur Risaleleri ve bütün avukatlara hayret veren Müdafaa ve Meyve Risaleleri kâfi ve vafi bir cevaptır. Ben çok teşekkür ediyorum ki, bir hadis-i şerifin mazhariyeti bu ihtimal ile bana verilmiş.

Hem o ehl-i vukuf, bütün kardeşlerimizi ve beni tam tebrie ediyorlar ve diyorlar: "Said’in âlimane ve vâkıfane eserlerine iman ve ahiretleri için bağlanmışlar; hiçbir cihette hükûmete karşı bir suikastlarına dair bir sarahat ve bir emare, ne muhaberelerinde ve ne kitap ve risalelerinde bulmadık." diye o heyet ittifakıyla karar verip biri Necati feylesof, biri Yusuf Ziya (âlim), biri de Yusuf (feylesof) namlarında imza etmişler. latîf bir tevafuktur ki; biz bu hapse kendimiz hakkında bir medrese-i Yusufiye ve Meyve Risalesi onun meyvesi dediğimizden bu iki Yusuf dahi perde altında "Biz dahi o medrese-i Yusufiyedeki derslere hissedarız" lisan-ı halleriyle ifade etmişler.

Hem cezbeye latîf bir delilleridir ki; Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üç Penceresi ve Otuz Üçüncü Mektub gibi tabirleri, hem kendi kedisinin "Ya Rahîm! Ya Rahîm!" tesbihini işitmesi, hem kendini bir mezar taşı görmesi, cezbeye ve halüsinasyon ihtimaline delil göstermişler.

Said Nursî

Ankara Bilirkişi Raporu[değiştir]

Ankara Ehl-i Vukufunun İttifakla Verdikleri Raporun Suretinden

Dolu bulunan cem’an beş sandık kitap tarafımızdan açılarak okundu.(Haşiye) Said Nursî tarafından telif edilen basılmış-basılmamış Risale-i Nur eczaları ve Risale-i Nur’a ekli Said Nursî ile bazı şakirdleri tarafından yazılmış, kısmen ilmî ve dinî mektublarla, şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî ile âdi muhabere mektubları ve klişeler inceleme mevzuu, salâhiyetimiz dahilinde görülerek incelendi. Bunların mahiyetini belirtmek için bu risale ve mektubları iki nev’e ayırmak gerektir.

Risaleler: Bir ayetin tefsiri ve hadis-i şerifin şerhi maksadıyla yazılmış olanlarıyla; din, iman, Allah, Peygamber, Kur’an, ahiret akideleri ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ilmî görüşleri ve ihtiyarlarla gençlere hitab eden ahlâkî öğütleri ve kısmen hayat tecrübesinden alınmış ibretli vakaları ve esnafa ait faideli menkıbeleri ihtiva eden, mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir ki, bunlarda, bütün bu risalelerde müellif; hem samimî, hem hasbî ve hem de ilim yolundan ve dinî esaslardan hiç ayrılmamıştır. Bunlarda dini âlet etmek veya cemiyet teşkil etmekle emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. Şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî ile âdî muhabere mektubları da bu nevidendirler.

1- Said Nursî, İstanbul’da iken kazandığı ehemmiyetli şan ü şerefin, kalın bir uykudan ibaret sakil bir rüya ve muvakkat bir sersemlik olduğunu söyler. Ve İstanbul’da iken bir iki sene gafletle siyasete karıştığından, bunu "dünyanın ölümü" diye tasvir eder. Bu münasebetle Eski Said*, Yeni Said* diye iki şahsiyet bulunduğunu ve bu şahsiyetlerin birbirinden ayrı olduklarını söyler. (Sıra dokuz, adet birincide) yirmi kadar risale bulunan mecmuasının sonunda, Isparta’da Risale-i Nur şakirdlerine yazılan mektubun içinde, siyasete tenezzülün hata olduğunu söyler.

2- Said Nursî’nin, en mühim kitabı olan Hüccetullahi’l-Bâliğa adlı kitabın (sıra dört, adet bir) münacat kısmında: "Bu dünya fanidir. En büyük dava, baki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, davayı kaybeder. Hakiki dava budur. Bunun haricindeki davalara karışmak zararlıdır. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder." der.

3- Yirmi Altıncı Lem’a’da: "İhtiyar dünyada, benim hakiki vazifem, neşr-i esrar-ı Kur’aniyedir." (sh. 45). "Bu memleketle, hamiyet-i İslâmiye noktasından alâkadarım. Yoksa benim ne hanem var, ne evlâdım." (sh. 59).

4- Yirmi Birinci Lem’a’da kardeşlerine verdiği öğütlerden birinci düstur: "Amelinizde rıza-i ilâhî olacak, maddî menfaat fikri olmayacak". Bu yazılarda: "Ben, sofi değilim", "Mesleğimiz tarikat değildir" (sh. 8), "Hubb-u cah ve nazarı kendine celbetmek, ruhî bir marazdır. Buna gizli bir şirk denir." "Eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu; o makama çok namzedler olurdu. Mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz..."

Haşiye: Ehl-i vukuf raporundaki tenkid kısmı, mahkemede kat’î cevapları verildiğinden ve müdafaatımın ahirinde yazıldığından burada yazılmadı. Zaten o tenkidler, üç-dört risalede on cüz’î meseledir. Hem siyasî değil, ilmîdirler. Hem o itirazların sehiv ve hata olduğu, senetlerle mahkemede isbat edilmiştir.

Ankara Bilirkişi Raporuna bazı izahlar[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Ben, muhterem ehl-i vukufun raporuna, hakkımızda adalet ve hakkaniyet noktasında, onlara bütün ruhumla teşekkür ediyorum. Onların yüz risaleden fazla kitapları, kısa bir zamanda tedkik etmeleri cihetiyle elbette bazı noksanları bulunur. Ben de, o zatların raporlarına bir yardım niyetiyle birkaç noktasını izah edeceğim. Onları tenkid etmiyorum, belki tedkiklerine yardım ediyorum.

Hatta bana verdikleri "cezbe ve arasıra ihtilâl-i ruhî" yi kemal-i memnuniyetle kabul ediyorum. Fakat bu kadar var ki, onların tasdikiyle de, gayet vâkıfane ve ilmî eserlerdir ki, yüz yirmi yedi risaledir. Bunları en meşhur ulemalar ve âkıllar hayretlerle ve takdirlerle karşılıyorlar. Değil bir meczub, belki en meşhur, muhakkik ulemalar fikren o dereceye yetişemiyorlar. Demek ne benim ve ne de başkasının değildir. Belki Kur’an-ı Azimüşşanın hakikatleridirler, biz de kaleme almışız.

Fakat, şahsım hakkındaki "cezbe ve ihtilâl-i ruhî" yi bu noktadan kabul ediyorum: Çünkü ben şimdiki insanların çoklarını divane görüyorum. Benim aklım, onların akıllarının cinsinden değildir. Ya ben divaneyim, ya onlar divanedirler. Elbette onlar çokluk olmalarından, "cinnet-i muvakkata ve arasıra meczubiyet" benim hakkım oluyor.

Bununla beraber yüksek ehl-i vukufun insaflı raporları gelinceye kadar, bizim medar-ı ittihamımız olan, "hissiyat-ı diniyeyi âlet edip emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek teşviki" ve "cemiyet kurmak" ve "tarikat gütmek" ve "tedrisat yapmak" esaslarını reddettikleri ve risalelerde ve mektuplarda buna dair hiçbir emare bulunmadığına müttefikan karar vermeleri, cumhuriyet hükûmetinin adliyesinin bu ilmî heyetinin dünyaca yüksek kıymetlerini ve hakikatı hiçbir şeye feda etmediğini gösterdiğinden, ruh-u canımızla onlara hem teşekkür, hem dua ediyoruz.

Raporun sathî birkaç cümlelerine bir küçük izahdır:

Meşihat ve adliyenin yanması münasebetiyle, bir sözüme yanlış mana verilmiş. Şöyle ki: Bundan on dokuz sene evvel, haksız bir surette İstanbul’a menfî olarak perişan bir surette gönderildiğim vakit, bir zaman meşihat’taki Dârü’l-Hikmette bulunduğumdan, meşihat’ı sordum: "Ne haldedir?" Dediler: "Büyük kızların lisesi olmuş." Ben de hiddet ettim. Bir beddua ettim. Hem dedim: "Ya Rab! meşihat’ı kurtar." O gece meşihat kısmen yandı. Ben de o münasebetle dedim: "Bazen ateş temizlik yapar. Bu fakir millete beş milyon zarar veren adliyenin yanması da belki inşaallah bir temizliktir; o zarar telâfi edilir." dediğim halde zararımıza bir rıza manası verilmiş.

Hem, bundan otuz sene evvel matbu Lemeat namındaki eserimde, manevî bir meclis-i ruhanîde rüya gibi bir vakıada ruhaniler benden sormuşlardı, ben de cevap vermiştim. ezcümle: "Eski harb-i umumîde mağlubiyetinizin hikmeti nedir?" Ben de cevap vermiştim. Bu hadiseden yirmi sene sonra, aynen öyle bir halde ben soruyorum: "Neden bizim hükûmet galib tarafı tutmadı; tâ ki Arabistan’ı Hindistan’ı, Afrika’yı kurtarsın?" Bana o rüya gibi vakıada cevap verdiler ki: "Senin eskiden verdiğin cevabın sana cevaptır." Yani, "Eğer galib taraf tutulsa idi, şimdi Avrupa’ya pek yakın olan, bu civarda kolayca tatbik edilen yeni icatlar Haremeyn-i Şerifeyn gibi yerlerde dahi müşkilâtlar içinde tatbike çalışılmak ihtimaline binaen, kader-i ilâhî mağlubiyetimize fetva verdiği gibi, galib tarafı tutturmadı." diye gayet müteessirane yazıldığı halde; zararımıza ve mağlubiyetimize bir rıza gösterir gibi, bir ibare zannedilmiş.

Bir de cifir ve Ebced hesapları, değil yalnız Muhyiddin-i Arabî gibi dâhi muhakkiklerin, belki ekser edibler ve ulemaların hususan ehl-i keşfin mabeyninde cari bir medar-ı istihrac ve esrardır. Kur’an-ı Azimüşşan’ın sureleri başındaki mukattaat-ı hurufun bu hesabla münasebeti bulunduğunu, bu hadis-i şerif isbat ediyor:

Bir zaman Yahudi ulemasından bir kısmı Peygamber aleyhissalâtü vesselâma demişler: "Senin ümmetinin müddeti azdır ki الۤمۤ işaret ediyor" Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki:

كۤهيعۤص .. حمۤ .. عۤسۤق gibi daha çok var." Onlar bu cevaptan sonra susmuşlar. Demek işarat-ı Kur’aniyenin cifir ile münasebeti var.

Madem Kur’an’ın işaratı çok tarzlarda, çok cihetlerle oluyor ve var ve muhakkaktır. Ve belâğat noktasında, işaratıyla çok hakaiki ve ahkâmı ifade ediyor. Hadsiz tefsirler ve muhtelif on iki mezheb, onun işaratını nazara almışlar.

Elbette muntazam kaideleri bulunan ve riyazî hesab nev’inden işarat ile gaybî haberleri, Onun i’cazının yüksek makamına yakışıyor ve Risale-i Nur’un mahrem cüzleri, o işaratı kaydetmesiyle, hem Kur’an’a hizmet, hem Risale-i Nur Kur’an’ın bir hakikî ve manevî bir mucizesi olduğunu isbat etmek cihetiyle ehl-i vukufun takdirine layıktır.

Hem, bir davaya bin emare hükmünde bin işarat bulunsa, o dava sarahat-ı kat’iye derecesinde sübut bulur. Ve o istihraçlara Risale-i Nur’un verdiği ehemmiyet ise, "ihtilâl-i ruhiye"den değil, belki bir "inkişaf-ı ruhiye"nin eseri olabilir.

Bir de cezbeye bir emare, kendimi bir mezar taşı gördüğüm beyan edilmiş. Ben bu muhterem zatların acelelik ile verdikleri hükümlerine, otuz sene evvel söylediğim bu fıkrayı tekrar ediyorum:

Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde

Said’den altmış dokuz emvat bâ-âsâm âlâma

Yetmişinci olmuştur o mezara, bir mezartaş;

Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma

Ümidim var ki, istikbal semavatı, zemin-i asya

Bâhem olur teslim yed-i beyza-i İslâma

Zira, yemini yümn-ü imandır;

Verir emn-i eman ü emniyeti enâma

Hem cezbeye bir emare olarak, kedisinin "Ya Rahîm" dediğini işitmesini beyan etmişler. Buna cevaben latîf bir vakıayı beyan ediyorum: Bir vakit, "Kedilere niçin mübarek denilmiş? Halbuki insana karşı sadakatı yok, bir canavar görünüyorlar" dediğimin gecesinde, kedi yavrusundan birisi yastığıma gelip ağzını kulağıma yapıştırıp: "Ya Rahîm ya Rahîm" deyip taifesine karşı tahkirimi yüzüme vurdu. Manen: "Biz her iyiliği Rahîm’den biliyoruz. İt gibi esbaba perestiş etmiyoruz. Onun için bize mübarek, onlara pis denilmiş." diye hatırıma geldi. Sabahleyin bana hizmet eden Hafız Tevfik, Süleyman, Abdullah Çavuş, merhum Hafız Ahmed ve merhum Mustafa Çavuş gibi daha başkaları yanıma geldiler. vakıayı söyledim. Abdurrahim namını alan ve bir yaşındaki o kediyi okşadım. Onlar aynen benim gibi, "Ya Rahîm, ya Rahîm" dediğini Abdurrahim’den işittiler. Sonra başka kedilere baktık. Onların da "mırmırları" dikkat ile dinlenilse "Ya Rahîm"dir; fakat Abdurrahim gibi sarih değildirler. Yalnız bir noktada Risale-i Nur’a bir haksızlık olduğu cihetle hatırlatmak lazımdır. Şöyle ki: Muhterem ehl-i vukufun yüz yirmi yedi ilmî risaleleri tam takdir ile vâkıfane olduğunu beyan ettikleri yerde, yalnız üç küçük mahrem risalelerin gayr-ı ilmî ve şaşırtıcı ve normal olmadığı bir halde, olmasına mukabil tutmaları doğru değildir. Risale-i Nur’un yüz yirmi yedi ilmî risalesinin onlarca musaddak yüksek kıymetlerine ve binler hakikatlerine karşı, üç-dört risalenin onlarca şaşırtıcı üç-dört meseleleri mukabil tutulmaz diye o zatlara hatırlatıyorum.

Hem bir kardeşimiz, bir hadisin hükmüyle ve Mevlâna Halid'in (k. s.) hayatının dört cihetle bu biçare Said’in hayatıyla tevafuk etmesiyle "Risale-i Nur dahi Mevlâna Halid (k. s.) gibi bir müceddittir" diye beyanı, benim benliğime ve şahsıma ve şahsiyetime verilmiş. Halbuki ben, bütün arkadaşlarımı işhad ediyorum ki; ben, benlik peşinde koşmuyorum ve reddediyorum. Ve bana, şahsıma karşı ziyade hüsn-ü zan edenleri men’edip hatırlarını çok defa kırıyorum.

Teşekkürün bir tetimmesidir:

Muhterem ehl-i vukufun raporunda, medar-ı nazar olmuş ve itiraz edilmiş: "Risale-i Nur şakirdleri ehl-i cennet olacakları ve iman ile kabre girecekleri" cihetidir. aşere-i mübeşşereden başka şahsıyla ve ismiyle bu fazilete kimse yetişemez." diye bir nevi itirazına karşı deriz: Bu meselede şahıs, ismiyle tayin edilmemiş, yalnız kuvvetli işaretlerle 2 اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ gibi ayetlerin "iman ve amel-i salih sahibleri ehl-i cennettir" dedikleri misillü Risale-i Nur’un, şeytanları dahi susturan iman-ı tahkikîsini ders alan şakirdleri, iman ile kabre gireceklerine kuvvetli emarelerle hükmedilse, elbette medar-ı itiraz olamaz.

Hem o zatlar acelelik cihetiyle Risale-i Nur’a ait kerametleri bana isnad oluyor diye, medar-ı tenkid ederek demişler: "Bir veli keramet dava edemez."

Elcevap: O pek çok hadiseler kerametler değil, belki ikramlardır. İkram ise, izharı şükürdür. Hem onlar benim değil. Ve benim hiçbir cihetle o kerametlere liyakatım olmadığını bütün kardeşlerime mükerreren söylemişim ve yazmışım. Belki, binden ziyade olan o vak’alar, Kur’an’ın bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un makbuliyetine dair Kur’an’ın i’caz-ı manevisinden tereşşuh etmiş, Risale-i Nur’un ikram nev’inden kerametleridir. Benim ne haddim var ki, onlara sahib çıkayım.

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) İhlâs içinde kulluk edenler nimetler içindedirler.(İnfitar Suresi: 13)

Ankara Bilirkişi Raporuna itiraz[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Ankara ehl-i vukufunun ittifakla bizi, şimdiye kadar suçlu vehmini veren "emniyeti ihlâl, cemiyet kurmak, tarikat gütmek, hükûmete ve siyasete ilişmek" maddelerinden tebrie etmeleri ve masumiyetimize karar vermeleriyle, insaflarını ve hakperestliklerini gösterdiklerinden, onların az zamanda beş sandık, iki çuval kitap ve mektup ve evrakın tedkikinde aleyhimizde toplanan çok evham ve ağır şerait içinde benim şahsımın aleyhindeki bazı tenkidleri beni müteesir etmiyor. Bilâkis kalben memnun oluyorum. Çünkü, bilmediğim ve düşünmediğim bazı kusurlarımla, Risale-i Nur’a ve iman hizmetine zarar olan bir kısım şeyleri öğrendim. Fakat evvelce takdim edilen teşekkürnamede kısmen izah ettiğimiz gibi, şimdi raporu gördüğümden sonra, sekiz-dokuz yerinde acelelik sebebiyle sehivler ve iltibaslar ve anlamamazlıklar ve yanlışlıklar olmuş. Ben bu zatları tenkid değil, belki onların bu meselede kazanacakları hayrat ve hasenatlarına yardım fikriyle o sehivlerin sahihini beyan edeceğim.

Birinci sehiv: Onlar ittifakla, yüzde doksan risaleleri gayet takdir ile beraberdirler. "Bunlarda müellif hem samimi, hem hasbî, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından ayrılmamıştır. Bu doksan kitapta, dini âlet etmek veya cemiyet teşkil etmek ile emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. Ve şakirdlerinin birbiriyle ve Said ile muhabere mektupları da bu nev’dendir." deyip muhakkikane karar verdikleri yerde, şahsımın bir kusurunu böyle beyan için diyorlar: "Said, bazen bu ayetin yüz hikmetinden beşi beyan olunacak, der; ve bu ise ilim vakarına yakışmaz. Hem bazen, bu risale dört buçuk satte yazıldı, der; ve bu söz ise, kendini medhe ve muhatabını hayrete düşürmek mahiyetinde bir küçüklüktür."

Elcevap: Ben, kusuru ve küçüklüğü nefsime memnuniyetle kabul etmekle beraber derim: Bu çeşit sözlerimin sebebi, kendimi beğendirmek değil (hâşâ); belki Risale-i Nur, Kur’an’ın bütün nükte ve hikmetlerini ihata edemez, ancak yüzde dördünü-beşini beyan edebilir diye, Kur’an’ın vüs’at-ı manadaki i’caz-ı manevisine ihtar ve işarettir. Ve "Dört veya altı veya on iki saatte telif edildi" demekle, Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’ın şakirdidir ve onun hazır malını, hazinesinden çabuk çıkarır, satar demekle; kendimi medh değil, belki Risale-i Nur’un makbuliyetine bir emare ve bu kıymetli malda müflis bir hizmetkârı olduğnu göstermek niyetiyle başka kitaplardan veya diğer fikirlerden ve kendi tefekkürlerinden olmadığını bildirmektir.

Evet yirmi seneden beri, Kur’an’dan ve Risale-i Nur’dan başka hiçbir kitabı yanında bulundurmayan ve okumayan ve hiçbir gazete ve mecmuaları bilmeyen ve istemeyen bir adam, o niyetle öyle söyleyebilir.

İkinci sehiv: ‘Hazret-i Ali'nin (r. a.) kasidesinde 2 يَا مُدْرِكًا لِذَلِكَ الزَّمَانِ ebced hesabıyla, "Bin üç yüz ellide Said-i Kürdî gelecektir" çıkıyor. Bir mahrem risaleden almışlar.

Elcevap: Hülâgü'dun ve lâtin hurufundan ve İslâm Deccal'indan ve bir kısım ulemaların yanlışlarından kat’î haber veren İmam-ı Ali (r. a.) o cümle ile biçare Said’e diyor: "Sen o zamana yetişeceksin. Cenab-ı Haktan muhafazanı niyaz eyle" demiş. Yoksa –hâşâ– kendime bir paye vermek hiç hatırıma gelmemiş.

Ve hem o sahife raporlarında: "Deccalın mühim kuvveti Yahudidir. Mançur, Moğol ve Kırgız, anarşist ve sosyalisttir." denilmiş. Halbuki o sehivdir. Sahihi: "Deccalın mühim bir kuvveti yahudidir. Yani komiteleridir. Ve Ye’cüc-Me’cüc ise, Çin-i Maçin’de bulunan Mançur ve Moğol ve Kırgız ve her tarafta bulunan anarşistler ve sosyalistlerin müfritleri olan komünistlerdir."

Üçüncü sehiv: Yanlış mana vermekle raporda: "Said bazen kerametler yazar. ‘Yazmak istemezdim; bana yazdırıldı.’ Hem bazen: ‘Bu cevap manevî canibden geldi ve hakikat âleminden bildirildi.’ Hem bazen: ‘Kudsî bir müjde veriyor.’, ‘Her yüz senede bir müceddid gelir’ fikriyle kendisinin zamanın müceddidi olduğu fikrini uyandırıyor." demişler.

Elcevap: Hâşa bin defa hâşâ. Benim haddim değil ki, o kerametleri benliğime mal edeyim. Belki benim pek çok kusurlarımla beraber Risale-i Nur ile iman hizmetinde çalışmamıza bir ikram-ı ilâhî ve o hizmetin makbuliyetine dair bereketten gelen bir emareyi göstermek ve "Ne ile yaşıyor, nasıl geçiniyor?" diyenlere karşı da, bereket-i ilâhiye bu hizmetimizi dünya maişetine âlet etmeye mecbur etmiyor, demektir.

Hem bu yazdığım hakikatler benim fikrim, malım değil; belki herkesin kalbinin bir köşesinde bulunan bir lümme-i şeytanî ve vesveseci bulunduğu gibi, bir lümme-i ilham ve melekî bulunduğuna ehl-i hakikat ve diyanetin hükümlerine binaen, benim kalbimde dahi herkes gibi, bazen ihtiyarım haricinde ve fikrimin fevkinde hatırıma bir hakikat hutur eder. Yani, Kur’an’dan manevî bir canibden bir nevi ilham hükmünde, bir güzel nükte ifham edilir, demektir.

Ve hiç hatırıma gelmiyor ki, Yeni Said zamanında ve nefsin şerrinden ve benliğinden çok korkan ve belâsını çeken şahsıma böyle bir mevki verdiğimi veya vermek istediğimi tahattur etmiyorum. Belki, Risale-i Nur’da isbat edilmiş ki: Bu zaman cemaat zamanıdır. Şahs-ı manevî hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği cihetle, karşısına bir dâhi-i hidayet çıkardı. Şimdi ise cemaat şeklinde bir şahs-ı manevî olmasından, onun karşısında ancak bir şahs-ı manevî mukabele edebilir.

Yalnız eskiden beri ehl-i hakikat mabeyninde cari ve üstadına karşı fart-ı muhabbetten gelen fevkalhad hüsn-ü zanları tadil etmek ve nimet-i ilâhiyeye karşı küfran ve inkâr etmemek niyetiyle, müceddidlik vazifesi olabilir. Fakat benim değil, Risale-i Nur’undur. Belki bu zamana bakan Kur’an’ın bir cilve-i hakikatidir. Risale-i Nur onu temsil eder. Ben neci oluyorum ki, kendim dava edeyim.

Dördüncü sehiv: "Isparta’ya yağmur yağdırması, yazı bahara çevirmesi kerametidir; şakirdleri tarafından denilmiş."

Elcevap: Yağdırmak, çevirmek değil, belki Risale-i Nur bereketiyle yağdı ve döndü denilmiş.

Beşinci sehiv: "Tarikatın hakikatini ilmen izah eden Telvihat-ı Tis’a namındaki risalede, bir kısım makbul meczubların, bazen cezbe halinde hilâf-ı şeriat hareketlerinin hikmetini beyan sırasında demiş ki: ‘İnsanda bazı latîfeler ihtiyar altına girmez. Hükmettikleri zaman, o meczub adam şeriata muhalefetiyle mesul olamaz.’ cümlesini, ‘Velâyet-i kübra yollarının en parlağı ve en yükseği sünnet-i seniyyeye ittibadır.’ fıkrasına bir tezaddır." diye raporda yazılmış. Bu zâhir bir sehivdir. Hem o sahifede derler: "Said, tasavvuf yapmadığını ve Kur’an’ı şerh ettiğini söyler. Hem hapishanede iken, Gavs-ı Âzam Abdülkadir-i Geylânî'yi imdadına çağırıyor. Ve hurufçuluk yapıyor." diye medar-ı tenkid bir tezad yapmışlar.

Elcevap: Bu zâhir bir sehivdir. Çünkü, Abdülkadir-i Geylânî’yi yalnız sofiler değil, belki ekser halk onu sever. keramet-i zâhirlerine hayret ederler. Hatta meşhur bir Hristiyan demiş: "Ben İslâmiyeti kabul etmiyorum; fakat Şeyh Geylânî’yi de inkâr edemiyorum." Böyle yüksek derecede kabul-ü âmmeye mazhar bir zatı medhetmek ve himmetini ve şefaatini istemek, sofiliğimden değil, onun yüksekliğindendir.

Ve ilm-i hurûf namıyla eski zamanda cereyan eden ve nâ-ehil bir kısım şarlatanler dahi onu sû-i istimal edip, hâfi ilimler sırasında gizlenen ve Bâtıniyyun taifesinde ehemmiyet verilen "hurufçuluk" ise, hesab-ı Ebced ve tevafukla Risale-i Nur’un beyanatına gayet zâhir ve gözle görünür gibi tarzının sabık "hurufçuluk" ile hiç münasebeti olmadığı halde; bunu da, "Ehl-i Sünnetçe makbul olmayan hurufçuluk" deyip, "sehven bir tezaddır" demişler.

Altıncı sehiv: Raporda: "İşine gelirse, ‘Ben Kürd’üm, Şafiiyim. Biz Hanefi ulemasının Türkçe ezan gibi kararını tanımayız.’ diyor." demişler. "Hem işine gelince ‘Kürdlük, Türklük yoktur. Biz yekvücuduz, müslümanız, kardeşiz.’ diyerek, ayrılığı reddeder; milletlerin birliğini çıkarıyor, bu ise bir tezaddır." diyorlar.

Elcevap: Bundan on dört sene evvel, bir köyde yalnız, tazyik altında, insafsız bazı memurlar, hususî ibadethanemde "Türkçe ezan ve kamet yapacaksın!" dediler. Bunların bütün bütün kanunsuz, keyfî zulümlerine karşı o zaman yazdığım Hücumat-ı Sitte’nin zeylinde demiştim: "Hem, ben Şafiîyim, hem dilim Türkçe değil. Hem hususî ibadethanemde yalnız bulunduğumdan, Hanefî mezhebinde olan bazı hocaların Türkçe ezan fetvaları, bana şümûlü olmaz." demiştim, "Onların kararlarını tanımıyoruz" dememişim.

Hem, bütün arkadaşlarım ve Risale-i Nur eczaları şahiddirler ki: Ben eskiden beri milliyetimi İslâmiyet biliyorum. Kürdçülüğe hiçbir vakit taraftar olmadım ve terviç etmedim. Ve daima derim ki: Avrupa milliyetçilik fikriyle anâsır-ı İslâmiyeyi birbirinden ayırmaya çalışıyor. Ben de, İslâmiyet hesabına, milliyeti yalnız İslâmiyet biliyorum. İslâmiyet noktasında bakmışım. Ve Avrupa’nın bu frengî illetine karşı tedaviye çalışmışım. Hem, o zalim memurların kanunsuz, keyfî tazyiklerine karşı yazılan Hücumat-ı Sitte’nin zeyli, bir hiddet zamanında yazıldı. O hususî memurlara karşı, şiddetli lisan kullanılmış. Yoksa, Risale-i Nur daima Kur’an edebiyle ziynetlenmiştir. Lisanı nezihtir.

Yedinci sehiv: Raporda: "Said, metafiziğin nazariyeleriyle haşri isbat ve Muhyiddin-i Arabî'nin vahdetü’l-vücud nazariyesini, bazen tevile, bazen teyide kalkar.."

Bu da zâhir bir sehivdir. Muhyiddin-i Arabî’nin vahdetü’l-vücud mesleği ise, ehl-i sahv ve sahabelerin mesleği olmadığından, belki ehl-i istiğrakın meşrebi olmasından, eskiden beri Risale-i Nur onu tevil ve teyide değil, bilâkis, Muhyiddin’i büyük ve makbul bildiği halde meşrebini kabul etmiyor. velâyet-i kübra ehli olan sahabelerin ve âl-i beytin meşrebi "Lâ mevcude illâ Hû" değildir. Belki istiğrak halinde dahi "Lâ meşhude illâ Hû"dur. Onun için Risale-i Nur demiş: Muhyiddin-i Arabî o derece Vacibü’l-Vücud’a hasr-ı nazar eder ki, kâinatı Cenab-ı Hak hesabına inkâr eder dereceye gelir. Halbuki bu zamanda o meşrebin bahanesiyle vahdetü’l-vücud* nazariyesiyle maddiyatta boğulmuş, tabiat batağına düşmüş adamlar, kâinat hesabına ulûhiyeti inkâr derecesine gitmek için bir vesile ittihaz etmeleri cihetinde, Risale-i Nur, Muhyiddin’i ve mesleğini böyle heriflerin gayet çirkin mesleklerinden kurtarmak fikriyle vahdetü’l-vücud kapısını kapıyor. teyid değil, belki aklen ve mantıkan kuvvetli bürhanlarla sahabe ve ehl-i sahvın meşrebinin, o meşrebden daha yüksek, daha selâmetli olduğunu isbat etmiş.

Sekizinci sehiv: Raporda demişler: "Bir adam hakikaten evliya olsa dahi, ‘Bu benim kerametim’ demesi dinen memnudur. Hele kitapta asla yazamaz."

Elcevap: Ben bütün dostlarımı işhad ediyorum ki, ben hiçbir vakit: "Veliyim, bu benim kerametimdir." dememişim ve diyemem ve demeye hiçbir hakkım yok. Belki daima dediğim budur: "Risale-i Nur madem Kur’an’ın hakikatlerine hizmet ediyor, biz de o hizmet-i kudsiyede çalışıyoruz. Cenab-ı Hak, Kur’an’ın mucize-i maneviyesinin bir şulesi olarak Kur’an’a keramet ve Risale-i Nur’a bir ikram ve bizlere ihsan-ı ilâhî ile ve bir lütf-u rabbanî ile merhamet ediyor. Hem ikram, keramet gibi değil, ikramın izharı niyet-i halis ile bir nevi şükürdür. Ve onun inkârı, o nimeti inkâr hükmüne geçtiğinden bazen izhar edip, yazıyordum. Tâ ki şakirdlerin hizmetteki şevkleri kırılmasın ve maişet derdi cihetinde gelen endişelere karşı bereket nev’inden gelen ikramat-ı ilâhiyeyi beyan ediyordum. Ve ekser şakirdler kendi maişetlerindeki tecrübeleriyle o ikram-ı ilâhîyi tasdik ediyorlar. Biz de hissediyoruz, derler. Daha derd-i maişet onları tazyik etmez ve hizmet-i imaniyeye mani olmaz.

Raporun o sahifesinde: "Risale-i Nur şakirdlerinin cennetlik olduklarında şüphe yoktur, bu bana bildirildi’ diyor. Cennet ile müjdelemek ve iman vesikasından bahsetmek, Katolikler ve Bâtınîlerde görülmüştür. Ve Şeyh Geylânî gibi zatların ‘Müridlerim cennetliktir’ demelerinin aslı yoktur. aşere-i mübeşşereden başka cennetle tebşir edilmemişler. Bir adamın ‘Ben cennetliğim, sen cehennemliksin’ demesi, akaid kitaplarında beyan edildiğine göre yanlıştır, caiz değildir. Hem aynı sahifede, ‘Bana bildirildi, hakikatten haber aldım. Bana böyle denildi...’ gibi sözleri, Aynü’l-İlim şarihi ilhaddan saymıştır."

Elcevap: Kur’an-ı Azimüşşanda yüzer âyat ile iman ve amel-i salih ehli, cennet ile tebşir edilmesine binaen, ismi ve şahsıyla değil, belki Kur’an’ın beyanı tarzında fakat müjdeli bir surette Risale-i Nur şakirdlerinin iman ve amel-i salih noktasında ve bilhassa iman-ı tahkikî kazanmalarında ve hüsn-ü hatimelerine binler lisan ile her vakit dua edilmesine istinaden Kur’an-ı Kerim’in belâgatının derece-i i’cazından tereşşuh eden işaratından remzî bir beşaret ve bir müjde telâkki edip, hesab-ı ebced ile tam tevafukunu bir emare göstermek, hiçbir cihetle medar-ı itiraz olamaz.

Teşekkürnamede beyan olunduğu gibi, Risale-i Nur, bir adamı şahsıyla ve ismiyle tayin edip, cennetlik müjdesini vermiyor. Belki Kur’an’ın yüzer âyatının beşaretine binaen, bu zamanda yüksek derece-i iman ve amel-i salihte bulunan şakirdleri –kim olursa olsun– birkaç ayetin işaret ve müjdeleriyle müjde veriyor. Bunda bir hüküm yok. Ve akide-i Ehl-i Sünnet’e muhalif hiçbir ciheti yok.

Hem raporda: "Bana bildirildi, hakikatten haber aldım, bana böyle denildi..." gibi sözler; herkes kalbine hatıra nev’inden, hususî ilham kabilinde diyebilir nev’inden tabirattır. Bunların neresinde haram vechi bulunur. Hususan Kur’an nüktelerinin fehminde, Kur’an hakikatinden ihtiyarsız, ilhamî bir surette gelen manalara "Hakikatten haber aldım, kalbime denildi" tabirleri tam yerindedir.

Raporun aynı sahifesinde: "İlm-i huruf ile ebced hesabıyla hüküm çıkarmak, okunması haram olan ilimlerdendir, diye Reddü’l-Muhtar şarihi demiş", demişler.

Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, sû-i istimal edilmiş hafî ilimlerden olan ilm-i huruf başkadır, Risale-i Nur’un ebced hesabıyla ve zâhir tevafuk ile hüküm çıkarmak değil, Kur’an’ın meziyetli nüktelerinin ve işaretlerini beyan etmesi bütün bütün başkadır. Bunda da sehiv var.

Hem aynı sahifede: "Said, Hazret-i Peygamber’e (a.s.m.) ittiba ettiğini söyler. Halbuki, Hazret-i Peygamber’in (a.s.m.) cifir, huruf ve tevafuk gibi şeylerden hüküm çıkardığı kat’iyen varid değildir."

Elcevap: Kur’an’ın had ve hesaba gelmez manaları, işaretleri, tefsirleri Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmdan sarihan görünmüyor, fakat bütün o kudsî menbaın tereşşuhatıdır. İlm-i huruf* değil, belki pek zâhir ve hesabî olan hesab-ı ebced ve gözle görülen tevafuklarla Kur’an’daki işaret ve nüktelerin fehmi için bir vesile yaptığım Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın sünnetini ittibaımıza elbette hiçbir vecihle münafatı olamaz.

Dokuzuncu sehiv: Raporda denilmiş: "Said Nursî kendisini emr-i bilmaruf ile mükellef tutuyor. Halbuki emr-i bilmarufun şartı, fitneye müeddî olmamaktır. Kendisi bu işe memur değil iken ve şüpheli bir vaziyette bulunurken, emr-i bilmarufa kalkması, bir akide kitabında ‘haramdır’ denilmiş. Hem ehl-i kıble tekfir olunmaz. Said Nursî ise zaruriyat-ı diniyeden olmayan meseleleri ortaya atıyor. Sonra, ‘Ey mülhidler, dinsizler’ gibi kelimeler kitaplarında bulunuyor. Bunlar dinen caiz değildir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebine göre ‘Ben Müslümanım’ diyen adama kâfir demek günahtır."

Elcevap: Hükûmet-i İttihadiyece ittifakla umum Avrupa’ya karşı hakaik-i İslâmiyeyi beyan ve muhafaza etmek için Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye*de bir âza kabul edilen ve on dokuz sene evvel Van’da iken Diyanet riyaseti tarafından bir vaiz kabul edilen ve şimdiye kadar pek çok muarızları bulunduğu halde sözleri cerhedilmeyen, hem şimdiye kadar hiçbir yerde dinen onun derslerinden bir zarar gören bulunmayan bir adamın, Kur’an’ın gayet sarih emr-i bilmarufunu has ve halis ve sırf ahireti için çalışanlara söylemesi, değil haram, belki en ehemmiyetli bir farz hükmündedir.

Amma ehl-i kıblenin tekfiri hakkında sehivleri ise; hem Risale-i Nur’u, hem benimle temas edenleri işhad ediyorum ki, benim eskiden beri mesleğim hüsn-ü zandır. Değil tekfir, belki mümkün olduğu kadar müslümanları tekfir vartalarından kaçırmışım. Mezheb-i Hanefîde sebeb-i küfür gösterilen çok maddeler, mezheb-i Şafiî’de yalnız kebair sayıldığı cihetle, ben hüsn-ü zan etmeye mezhebimce mükellefim. Hanefî ulemasından –mezhebce– daha ziyade tekfirden çekiniyorum. Hususî ve muayyen insanlara, tam sarih küfür görünmezse ‘kâfir’ diyemeyiz. Ve Risale-i Nur’da: "Ey mülhidler! Ey zındıklar!.." dediğim vakit, muhataplarım ise gizli ve İslâmiyetin ifsadını ve mü’minlerin imanını bozmayı hedef ittihaz eden ve bazen hükûmetin bazı erkânını iğfal edip, bizi böyle belalara sokan ve otuz seneden beri benimle mücadele eden, şahsen bilmediğimiz bir kısım münafıklardır.

Yine aynı sahifede: "İstanbul ulemasından bazıları Said’in hareketini beğenmediklerinden ‘kezzab’ dediklerinden, onlara ve Seyyid Abdülhakim*e şakirdleriyle beraber ölüm duası yaptıklarından... Halbuki müslümanlıkta ölüm duası yapılmaz."

Elcevap: Hâşâ! İstanbul uleması, başta merhum Fetva Emini Ali Rıza olarak bütün âlimleri Risale-i Nur’a karşı takdirkârane bakmışlar. Hiçbirine karşı bedduamız yoktur, hürmetimiz var. Yalnız bizim gizli ve dinsiz düşmanlarımız ve nasılsa bir münasebetle çok ihtiyar, merhum Abdülhakim’e hulûl edip, ihtiyarlığından ve taassubundan istifade ederek Risale-i Nur şakirdlerinin aleyhine çirkin bir söz söylettirmişler. Biz işittik. Onun tesiriyle bize epey zarar oldu. Şakirdler ölümüne beddua etmek istediler. Ben dedim: "Siyadetine ve ihtiyarlığına hürmeten yapmayınız." Yaptırmadık. Tâ o vakit helâl ettik. Hattâ şimdi ben, en yakın dostum gibi, hayırlı dualarıma teşrik etmişim.

Onuncu sehiv: Hem aynı sahifede: "İki türlü Deccal ve Süfyan diye, zaruriyat-ı diniyeden olmayan bunlarda ‘icma var’ diyor. İnanmayanlara ‘zındık, dinsiz, mülhid’ hükmünü veriyor. Halbuki Mehdi, deccal, süfyan gibi şeyler Kur’an’da yoktur, icma da yoktur. Yalnız Taftazanî, ‘Bunlar gayr-ı mümkün şeyler olmadığından bu babda rivayet edilen hadisleri kabul ederiz’ demiş. Hem imam-ı mahfî ve Mehdi-i Muntazar, bâtıl olduğuna Ehl-i Sünnet'in ittifakı var."

Elcevap: Acelelik sebebiyle gayet sathî bir surette yüzer risaleden ziyade kitaplar tedkik edilmeden, bir mahrem risalenin bir ibaresinden böyle bir hüküm isnad etmelerini o müdakkik zatlara yakıştıramıyoruz.

Evvelâ: Taftazanî ahirzaman hâdisatı hakkında değil, belki hadisat-ı uhreviyeden bir acib kısım hakkında o sözleri Şerhu’l-Makasıd'da yazmış.

Saniyen: Risale-i Nur’dan mahrem bir cüz’ü: "İki deccala inanmayan dinsizdir" demiyor. Hem deccalın hurucu bütün akide-i İslâmiye kitaplarında mezkûrdur, icmaa mazhardır. Mehdi ve süfyan mefkûresi ise, ümmet içinde gayet esaslı bir tarzda ve ehemmiyetli bir hikmete binaen cereyan edip, gelmiş. Âdeta ümmetçe telâkki-i bilkabul nev’inden bir medar-ı teselli olarak her asırda âl-i beyt-i nebevî’den bir hidayetkâr imdada yetişmesi tesellisi ile devlet-i süfyaniyede ve Emeviyede eski zamanda Yezid ve Velid gibi süfyan manasını veren hâkimlere karşı dayanmak için her asrın ihtiyacı bu mefkûreyi idame etmiş. Ve bu hakikatı cüz’î-küllî her asır gösterdiği gibi bu asır da bir derece göstermiş diye, Risale-i Nur’un beyanatı hiçbir cihetle hakaik-i İslâmiyeye münafatı yoktur. Fakat Hanefî ulemasından bir kısmı

3 لاَ مَهْدِى اِلاَّ عِيسٰى

demelerine binaen, ulema-yı Hanefiye sair mezhebler gibi, mehdî ve süfyan hadislerine akide noktasında bakmıyorlar. Risale-i Nur’un üstadlarından bir üstadı İmam-ı Gazalî ve birisi de Abdulkadir-i Geylânî'dir (Fakat tarikat cihetinde değil, hakikat cihetinde). Ve birisi de en başta İmam-ı Ali (r.a.) olmasından, onların ittifak ettikleri meseleler elbette maden-i risaletten alınmıştır, diye Risale-i Nur kabul etmiş. Ve İmam-ı Ali (r.a) kasidesinde süfyana "İslâm Deccalı" namını vermesi, bize bir hüccet hükmüne geçmiş. Yalnız Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadisten başka pek çok imamlar ve büyüklerden gaybî ihbarlar vardır. Ve vaki-i hâl, vukuatıyla tam tasdik ediyor.

Hem Ehl-i Sünnetçe batıl olan Mehdi-i Muntazar budur ki: "Şiîlerin bir kısmı; on iki imamdan birisi ölmemiş, bin senedir gizlidir, sonra meydana çıkacak, dünyayı ıslâh edecek. Mehdi-i Muntazar budur." Ehl-i Sünnet bu fikre ‘bâtıldır’ der. Yoksa Ehl-i Sünnetin, ekseriyetçe kabulü olan ve intizar edilen Muhammed Mehdi hakkında hadisler var. Ve

3 لاَ مَهْدِى اِلاَّ عِيسٰى

diyen ulemaların fikirlerini kabul etmediklerinin hikmeti şudur: Âhirzamanda dinsizlik cereyanına karşı mukabele etmek, ancak İsevî’nin hakiki dini hakikat-ı Kur’an’la ittihad ederek; Kur’an ise esas ve imam olup, İsevî dini ona tabi olacağına işareten bir rivayette var ki: "İsa gelir, namazda mehdi’ye iktida eder." Eğer o kısım ulemaların fikri gibi olsa, o halde İsevîlik esas ve imam olması lâzım geliyor.

Muhterem ehl-i vukufun bir kısım sehivleri, teşekkürnamede dahi beyan edilmiştir. Ben kasemle temin ediyorum ki, eğer bazı ehl-i imana zarar gelmese idi, hakkımızda ağır şerait altında insaflı hareket eden bu muhterem ehl-i vukufun isnad ettikleri bütün kusur ve hataları nefsime kabul edecektim, fakat iman hizmeti beni mecbur eyledi.

Muhterem ehl-i vukuf, Said’de iki hâlet-i ruhiye bulmuşlar: Birisi, normal hayatı deyip, yüzde doksan kemal-i takdirde, beğendikleri risaleleri o normal hayatına isnad ediyorlar. Diğer hâleti, cezbe ve ihtilâl-i ruhî hâletidir. Ve ona da, beş-on küçük, mahrem ve yarım mahrem ve zulme karşı hiddet mektuplarını veriyorlar. Hakikat ise; fikrimin hüneri ve ilmimin eseri olmadığına işareten bir ihsan-ı ilâhîdir ki, o normal dedikleri halinde değil, belki gayr-ı normal halinde en mükemmel eserler yazılmış. Hatta ben ve telif zamanında beraberimdekiler biliyoruz ve en hastalıklı ve sıkıntılı ve heyecanlı ve ihtilâl-i ruhiyede yazılan risaleler çok mükemmel ve süratli oluyordu.

Elhasıl: Normal hayatım, Risale-i Nur hakkında gayr-ı normaldir ve gayr-ı normal ise, normaldir.

31 Mayıs 1944

Denizli cezaevinde mevkuf

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Ey o zamanı idrak edip yaşayan kişi...

3.) İsa'dan başka Mehdi yoktur.

Sorgu Hakimliği Kararnamesine itiraz[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Reis beyefendi,

Kararnamede üç madde esas tutulmuş:

Birisi: Cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirdlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanları aynıyla işhad ediyorum, onlardan sorunuz ki, ben hiç birisine dememişim: "Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i nakşiye teşkil edeceğiz." Daima dediğim budur: "Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız. umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslâmiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur’an’da hizbullah namı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvveti cihetiyle kendimizi, Kur’an’a hizmetimiz için hizbü’l-Kur’an, hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mana murad se, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka manalar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!

İkinci Madde: Kararnamenin itirafıyla, Kastamonu zabıtasının rapor ve tasdikiyle, hiç neşrolunmayacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıhlı sandıklarda bulunan ve Eskişehir Mahkemesinin tedkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve kat’iyen mahrem tutulan "Tesettür Risalesi" ve "Hücumat-ı Sitte ve Zeyli" Risalesi gibi kitaplardan bazı cümlelerine yanlış mana vererek, dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suç ile mesul etmek istiyor.

Üçüncü Madde: Kararnamede kaç yerinde: "Devletin emniyetini ihlâl edebilir ve yapabilir." gibi tabirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki bir katl yapsın; bu imkân ile mesul olabilir mi?

Mevkuf

Said Nursî

Sorgu hâkimi beni isticvab için çağırdığı gün[değiştir]

(Bu fıkra dahi müsveddeye girdi, daha çıkarmadık. Hapisteki kardeşlarıma yazdığım bir mektubdur.)

İki gün evvel sorgu hâkimi beni çağırdığı vakit, ben kardeşlerimi nasıl müdafaa edeyim diye düşünürken, İmam-ı Gazâli’nin Hizbü’l-Masûn’unu açtım. Birden bu âyetler nazarımda göründü:

1 اِنَّ اللهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ اٰمَنُوا

2 يَسْعٰى نُورُهُمْ بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ

3 اَللهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ

4 طُوبٰى لَهُمْ

Baktım ki: Birinci âyet, şeddeler sayılsa ve meddeler sayılmazsa 5 اٰمَنُوا ’daki “Vav” dahi meddedir, makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi bin üç yüz altmış iki (1362) eder ki, tam tamına bu senenin aynı tarihine ve bizim mü’min kardeşlerimizi müdafaaya azmettiğimiz zamana, hem mânâsı, hem makamı tevafuk ediyor. Elhamdülillâh dedim, benim müdafaama ihtiyaç bırakmıyor.

Sonra hatırıma geldi ki: “Acaba netice ne olacak?” diye merak ettim. Gördüm:

اَللهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ .. طُوبٰى لَهُمْ ’deki iki cümle, tenvin sayılmak şartıyla, makam-ı cifrîsi aynen bin üç yüz altmış iki. Eğer bir med sayılmazsa, iki, eğer sayılsa üç eder. Tam tamına hıfz-ı İlâhiyeye pek çok muhtaç olduğumuz bu zamanın, bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihine tevâfuk ederek, bir seneden beri büyük bir dairede ve geniş bir sahada aleyhimize ihzar edilen dehşetli bir hücum karşısında mahfuziyetimize teminat ile teselli veriyor. Risale-i Nur bu hâdisede daha parlak fütuhatı hâkim dairelerde bulunmasından, şimdiki muvakkat tevakkuf bizi meyus etmez ve etmemeli. Ve Âyetü’l-Kübrâ’nın tab’ı sebebiyle müsaderesi onun parlak makamına nazar-ı dikkati her taraftan ona celb etmesine bir ilânname telâkki ediyorum.

6 مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

en güzel bir düstur-u tesellidir.

Bu teslimiyetle beraber, gayet kuvvetli bir tesanüde ve birbirinin kusuruna bakmamaya ve Risale-i Nur 'a karşı alâkayı gevşetmek değil, belki daha ziyade kuvvetleştirmeye şiddetle ihtiyacımız var.

Ben görüyorum, bize hücûm edenler en ziyade tesanüdümüzü bozmak istiyorlar ve en ziyade bana karşı ihanet derecesinde hürmeti kırmaya çalışıyorlar. Güya Risale-i Nur 'a karşı hürmet, benden ileri geliyor. Beni kırmakla, o kırılır diye, divaneliklerinden zannediyorlar. Hem şiddetli bir surette konuşmaktan beni men' ediyorlar.Tâ ki, hakikat-ı mes'ele anlaşılmasın ve Risale-i Nur sussun.

O bedbahtlar bilmiyorlar ki: Benim zaif dilimin susmasıyla, etrafta binler kardaşlarımın kuvvetli dilleri ve Risale-i Nur 'un memlekette intişar eden binler nüshalarının parlak lisanları konuşuyorlar. Ve susmazlar ve susturulmazlar.

Biz, onların bütün tazyik ve sıkıntı vermelerine karşı, imân-ı tahkiki kuvvetiyle ve sırrıyla kabre imân ile girmek ve şirket-i mâneviye ile her birimiz, yüzer lisanla dua ve tesbihat ve a'mâl-i saliha yapmak olan iki kudsî ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürûr kazancımızla mukabele edip, geçmiş zahmetlerin sevaplarını ve mânevi lezzetlerini ve gelecek meşakkatların hazırda yokluğunu düşünerek, yalnız hazır saatteki musibete karşı, sabır içinde şükretmeliyiz.

Mâdem ben, sizin elemlerinizle de müteellimim ve sizden pek çok ziyade tazyike maruz olduğum halde, sabır ve tahammül ediyorum. Elbette sizler benim tesellilerime ihtiyacınız çok olmaz diye, çok teselli yazmıyorum.

Said Nursî

1.) Muhakkak ki Allah, inananları savunacaktır. (Hac Sûresi, 22:38)

2.) Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor (Hadîd Sûresi, 57:12)

3.) Allah onları görüp gözetmektedir. (Şûrâ Sûresi, 42:6)

4.) Onlara müjdeler olsun! (Ra’d Sûresi, 13:29

5.) İmân edenler.

6.) Kadere iman eden keder ve üzüntülerden kurtulur.

Son Tecziye İddianamesine karşı Mahkemeye hitabe[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Mahkemeye hitabedir

Efendiler!

Size kat'î haber veriyorum ki; Buradaki zatların, bizimle ve Risale-i Nur 'la münasebeti olmıyan veya az bulunan veya inkâr edenlerden başka, istediğiniz kadar kardeşlerim ve hakikat yolunda arkadaşlarım var. Bizler, Risale-i Nur 'un keşfiyat-ı kat'iyesiyle iki kere iki dört eder derecesinde sarsılmaz bir kanââtle bilmişiz ki: Ölüm bizim için, sırr-ı Kur'ân ile, îdam-ı ebediden terhis tezkeresine çevrilmiş; ve bize muhalif olanlar ve dalâlete gidenler için o kat'i ölüm, ya îdam-ı ebedîdir (eğer âhirete imanı yoksa) veya ebedi ve karanlıklı haps-i münferiddir (eğer âhirete inanıyorsa ve sefahatte ve dalâlette gitmiş ise)..

Acaba dünyada bu mes'eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye varmı ki, bu ona âlet olsun? Sizden soruyorum? Madem yoktur ve olamaz, neden bizimle uğraşıyorsunuz? Biz, en ağır cezanıza karşı kendimiz, âlem-i nura gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye kemâl-i metanetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip, dalâlet hesabına mahkûm edenleri, sizi bu meclisde gördüğümüz gibi, îdam-ı ebedî ile ve haps-i münferidle mahkûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahede derecesinde biliyoruz, belki görüyoruz, onlara insaniyet damariyle cidden acıyoruz. Bu kat'i ve ehemmiyetli hakikatı isbat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım! Değil öyle vukufsuz, garazkâr, mâneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı, belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi isbat etmezsem her cezaya razıyım. İşte yalnız bir nümune olarak, iki Cum'a gününde mahpuslar için telif edilen ve Risale-i Nur 'un umdelerini ve hülasalarını ve esaslarını beyan ederek Risale-i Nur 'un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesi'ni ibraz ediyorum ve Ankara makamatına vermek için, yeni harflerle yazdırmaya müşkilatlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz, eğer kalbiniz (nefsinize karışmam) beni tasdik etmezse, bana şimdiki tecrid-i mutlak içinde her hakareti ve işkenceyi de yapsanız, sükût edeceğim!

Elhâsıl: Ya Risale-i Nur 'u tam serbest bırakınız veyahut o kuvvetli ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız! Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmiyecektim, fakat mecbur ettiniz, belki de sizi ikaz etmek lâzım idi ki, kader-i İlâhi bizi bu yola sevketti. Biz de,

2 مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

düstur-u kudsiyi kendimize rehber edip, her bir sıkıntılarınızı sabır ile karşılayacağız, diye azmettik.

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Kadere iman eden keder ve üzüntülerden kurtulur.

Mahkemede Son Sözüm[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Efendiler,

Çok emarelerle kat’î kanaatım gelmiş ki; hükûmet hesabına, bize, hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl edeceğimiz için hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim imanımız için ve imana ve emniyete hizmetimiz için hücum ediliyor. Bunun çok hüccetlerinden bir hücceti şudur ki: Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur’un yirmi bin nüshalarını ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur’un şakirdleri tarafından emniyetin ihlâline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükûmet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak, bütün dindar nasihatçılara şamil, lastikli bir kanunun 163. maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, hükûmeti iğfal ederek ve adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.

Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun! Her cezanıza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet —yani ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye— olmadığından, ehl-i namus ve diyanete ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz. Biz de,

2 اِنَّا ِللهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

diyerek Rabbimize dayanıyoruz.

Mevkuf

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Biz, Allah'ın kullarıyız ve yine Ona döneceğiz. (Bakara Suresi: 156)

Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey'e[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Mahkeme reisi Ali Rıza beyefendi,

Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var. Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nakısdır. Hem beni başkalarla görüştürmüyorlar, âdeta tecrid-i mutlak içindeyim. Hatta iddianame, on beş dakikadan sonra benden alındı. Hem avukat tutmağa iktidarım yok. Hattâ size takdim ettiğim müdafaatımı çok zahmetle, bir kısmını gizli olarak ancak yeni harf ile bir suretini alabildim. Hem Risale-i Nur’un bir nevi müdafaanamesi ve mesleğinin hülâsası olan Meyve Risalesi’nin bir suretini müdde-i umuma vermek için ve bir-iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler. Halbuki Eskişehir’in adliyesi, bize bir makineyi hapse gönderdi. Biz müdafaatımızı onda, yeni harfle, bir-iki nüsha yazdık; hem o mahkeme dahi yazdı. İşte ehemmiyetli talebim: Ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celbedeceğiz. Tâ ki hem müdafaatımı, hem Risale-i Nur’un müdafaanamesi hükmünde olan risalenin yeni harfle iki-üç suretini alıp, hem adliye vekâletine, hem heyet-i vekileye, hem meclis-i mebusana, hem Şura-yı Devlete göndereceğiz. Çünkü iddianamede bütün esas, Risalet-i Nur’dur ve Risale-i Nur’a ait dava ve itiraz, cüz’î bir hadise ve şahsî bir mesele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve bu memleketi ve bu hükûmeti ciddi alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir küllî hadise hükmünde umumî bir meseledir.

Evet, Risale-i Nur’a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: "Risale-i Nur ve şakirdleri, dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var."

Hey bedbahtlar! Risale-i Nur’un, gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder ve emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden birisi bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesi’dir. Bunu, âlî bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tedkik etsinler, eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım!

Mevkuf

Said Nursî

Her hükümetin adliyesinin, kanundan başka bir istinadgâhı yoktur[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Efendiler,

Her hükûmetin adliyesinin kanundan başka bir istinadgâhı yoktur. Ve onun adliyesi herbir merkezde aynı kanun ile amel eder. Ve yüz cinayeti bulunan bir adamın dahi müdafaa hakkı vardır ve o hakkından men’edilmez. Ve bu memlekette madem Kur’an serbesttir; Kur’an hakikatlerini küfre karşı müdafaa etmek vazifesi yasak edilmedi biliyordum. Halbuki, bu altı aydır beni konuşmaktan ve görüşmekten kanunsuz olarak men’ettiler. Ve Eskişehir hapsinde adliye malumatı altında, Müdafaat’tan başka on risale daha telif ettim. Ve müteaddit nüshalar yazıldığı halde, bize kanun cihetinde ilişmediler. Burada ise, yeni harf bilmediğimden mecburiyetle eski yazı ile müdafaatımı yazdım. Benim yazım pek nakıs; herkes okuyamaz diye, başkalarına yazdırdım.

Risale-i Nur meselesi ise; hem hükûmeti, hem âlem-i İslâmı tam alâkadar edecek bir umumî hadise hükmünde bulunmasıyla, hem benim ve arkadaşlarımın meselenin vahdeti haysiyetiyle bir müdafaaname ve Risale-i Nur’un mahiyetini gösteren o hakikatleri "cerhedilmez" diye isbat eden ve onun bir nevi müdafaanamesi hükmünde bulunan Meyve Risalesi’nin her birinden üç-dört nüsha yazdırmıştım. Tâ ki, hem burada adliyeye ve Ankara makamatına vereyim. Birden onları kanunsuz olarak evrak-ı muzırra gibi elimden aldılar; daha vermediler. Sonra çok yalvardım: "Bize bir makineyi müsaade ediniz, tâ hakkımızı müdafaa edeceğiz" Kanunsuz olarak müsaade etmediler.

Ben mecburiyetle, temas edemediğim arkadaşlar vasıtasıyla yeni harf ile üç nüsha yazdırdım. Biri Ankara Ağır Ceza Mahkemesine ki, evraklarımız ve kitaplarımız oraya gönderilmiş. Birisi de reis-i cumhura; diğer biri de, Diyanet İşleri riyasetine göndermek için hazırladık. Fakat makine ve serbestiyet verilmediği için elyazısı müşevveş ve noksan ve okunmaz diye, onların okunmasına yardım etmek fikriyle iki alâkadar memura söyledik; müsaade yüzü gösterdiler.

Madem kitaplarımız eski harf ile Ankara’ya mahkemeye gönderildi, biz dahi yeni harf ile, eski harf ile iki müdafaa göndereceğiz, diye hapishane müdürüne verdik. O da sabahleyin dedi: "Eski harf ile yasaktır. Ben daha bunları size vermem." diye kanunsuz müsadere etti. Ben dedim: "Bütün buradaki arkadaşlarımın müdafaası hükmündedir. Çünkü mesele birdir. Herbirinin elinde hakkını müdafaa etmek için bulundurmak, kanunen haklarıdır.

Hem madem altı aydan sonra şimdiki makineyi müsaade ettiniz. tashihli nüshalardan bir nüshayı makamata verilmek için makine ile yazacağız. Ve bir nüshayı da bana veriniz ki, onun ile tashih edeyim, diye çok ısrar ettim. Yalnız bir nüsha bana verdi. Ötekileri müsadere etti, vermedi. Halbuki kendisinin itirafıyla, ayn-ı hakikat olduğunu söyledi.

Reis-i cumhura ve ağır ceza mahkemesine ve meclis-i mebusan riyasetine yazılan ayn-ı hakikat bir müdafaa Risalesini müsadere etmek için dünyada hiçbir kanun olamaz ve ihtimal vermiyorum. Hem aynı meselede müşterek adamların ellerinde, o müşterek müdafaaname bulunmasının yasak olması hiçbir hükûmet kanununda yoktur ve olamaz, biliyorum. Biz böyle hilâf-ı kanun meselelere hedef olmuşuz. Şimdiye kadar sabrettik, sabrımız kalmadı!

Said Nursi

Risale-i Nur'un hukukunu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur’un hukukunu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var. Risale-i Nur umum âlem-i İslâma taalluk edecek hakaiki câmi olduğundan, muhakkik âlimlerden ve feylesoflardan ehl-i vukuf bir heyet-i ilmiyeyi teşkil edip (gayet mahremler, mahdud bir-iki risale hariç olarak) bütün risalelerimi tedkik için Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara Ağır Ceza Mahkemesine sevk etmiştir. Bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti otuz üç âyat-ı Kur’aniyenin işaratıyla ve İmam-ı Ali'nin (r. a.) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzam'ın kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’a aid dava ve itiraz, cüz’î bir hâdise ve şahsî bir mesele değil ki, ehemiyet verilmesin. Belki, bu milleti ve bu memleketi ve hükûmeti ciddi alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celb edecek bir küllî hadise hükmünde umumî bir meseledir.

Evet, Risale-i Nur’a perde altında hücum edenler, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın teveccühünü, muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki; hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defa şaşırtıp der:

"Risale-i Nur ve şakirdleri dini, siyasete âlet eder. Emniyete zarar ihtimali var."

Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesi’ni takdim ediyorum.

Said Nursî

Son Tecziye İddianamesine karşı[değiştir]

Efendiler!

Yirmi sene bir mazlumiyet hayatında yüz kitaplarımda ve en mahrem mektup ve risalelerimde, asabiyetle bi'l-iltizam onu mahkum etmek fikriyle, yalnız sekiz dokuz sehivli bahaneler bulmaları gösteriyor ki; Risale-i Nur mahkûm olamaz.

Kim var ki, yirmi sene mazlumiyet hayatında bin yanlışı olmasın!...

Bu mahkeme yalnız bir hazır zamanı değil, belki iki istikbalin dehşetli tenkidlerini nazara alıp öylece mahkeme etsin...

Said Nursî

Son Tecziye İddianamesine karşı Son Müdafaam[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Son Müdafaamdır

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Huzuru'na

İddia makamı, ne safahat-ı muhakemeyi ve ne de bize karşı ibraz ettiği indî edillenin hiçliğini, kifayetsizliğini, çürüklüğünü ve delilsizliğini ve gerek hak ve hakikatı zerre kadar nazara almayarak, mutlaka bizleri cezalandırabilmek emeliyle hâlâ cemiyetçilik teranesini tekrar etmekte ve bu ana kadar yüzlerce defa cevabı verilmiş meseleleri yeni baştan mahkeme celbiyle huzuruna sevk etmekte ve hiçbir ehliyet-i ilmiyeyi hâiz olmayan eski ehl-i vukufun, sırf ilhad ve inkârın müdafaasını istihdaf eden raporlarına istinad ederek; en yüksek adlî makamın nezaret ve murakabesi altında, merkez-i hükûmette, devletin en salâhiyetli profesörlerinden mürekkeb bir ilim heyetinin tedkiklerini hiçe saymakta ve tanımamaktadır.

Biçare bir kısım temiz nasiyeli ve bu memleket için cidden nâfi ve vefakâr vatan evlâdlarını tecziye ettirebilmek suretiyle, koyu bir inkârın ve ölmüş bir şahsın intikamını bizden almak için yanıp tutuşan müdde-i umumî beyefendi heyet-i hâkimeyi aleyhimize tahrik için kısmen yirmi-otuz sene evvel yazılmış ve her şeyden önce ilmî olması icab eden ve hakaik-i İslâmiyenin tâ bidayetten beri cereyan etmekte bulunan bir kısım tecelliyatını aksettirmekten başka bir maksat taşımayan ve sû-i tefsir edilir korkusuyla ve millet arasında herhangi bir sarsıntıya sebeb olur düşüncesiyle mevcutları ortadan kaldırılan ve hatta bir kısım nüshaları imha edilen bir eseri öne sürmekte ve bazı şahsiyetlerle evvelce aramada tekevvün etmiş, bazı vekayi’den mütevellid ve sırf benim şahsıma ait aksül’amelleri yâd ederek, bunlardan tamamen bîhaber ve sırf dinî hakikatlerin taharrisi kaygısıyla kitaplarımı yazmış ve okumuş olan bir kısım bîgünahları, sırf saika-i diyanet ile âciz şahsıma ve eserlerime karşı hüsn-ü zanlarından dolayı mahkûm ettirmek istemektedir.

Eğer ortada, o meşhur şahsiyetlere karşı işlenmiş bir suç varsa bundan ben mesulüm. Sırf dinî noktadan, âciz şahsıma ve hakikatte benim olmayan ve hakaik-i Kur’aniyenin bir aksinden ibaret olan müellefatıma hüsn-ü zan etmeleri yüzünden, bir kısım biçare ve hüsn-ü niyet sahibi vatandaşlar, benim bu şahsî cürmüme ne için teşrik ediliyor? Bu kadar açık bir gadir tarih-i adliyenin neresinde meşhuddur?

Eğer benim rical-i devletle bir maceram gelmiş-geçmiş ise ve tarihe karışmış olan bu macerayı iddia makamı bir türlü hazmedemiyorsa düşünsün ki, ben o günün adamıyım ve onlarla aynı seviyede o macerayı birlikte yaşamışım. Bugün sırf benim Kur’an’dan gelen ilmimden dolayı aciz şahsıma hüsn-ü zanda bulunan habersiz biçarelerin, benim sâbık mücadelâtımdan mesul olmaları hak ve adaletin neresine sığar?

İddia makamı bizi mutlaka cezalandırabilmek için tekrar tekrar öne sürdüğü ve bugünün hadisesi gibi gösterdiği mektuplar ve sair delillerin kısm-ı âzamı da yirmi senelik terakkümattır. Bunların çoğunun hesabı Eskişehir Mahkemesinde görülmüştür ve üzerlerinden aflar geçmiştir. Bilhassa her zaman öne sürdüğü mahrem Tesettür Risalesi bu meyandadır.

İddia makamı, mahrem risalelerin evimde, odun yığınlarının altında, çivili sandık içinde bulunması gibi mahremiyet iddiamızın mesnedini teşkil eden bir delili de çürütebilmek için, "Bunu benim müfarakatımdan sonra mensublarım tarafından yapılmış olması muhtemeldir." gibi imkânat vukuat yerinde kullanılarak, indî bir mütalâa serdetmiştir. Halbuki bu arama, tevkifimden evvel huzurumla yapılmıştır. Hakikatlerin mahall-i izharı olması icab eden bir makamın, böyle çocukça ve hiç delilsiz bir mütalâa yürütmesini o makamın şeref ve vakarıyla kabil-i telif görmüyorum.

Aleyhimizde serdedilen diğer bir iddia da: Güya milliyetçiliğe karşı cephe alışımızdır. Bin seneden beri alemdar-ı İslâmiyet olarak livâ-i hidayeti ve hakiki şule-i medeniyeti omuzlarında dalgalandırmış ve beşer kitlelerine adalet ve insaniyet ve saadet şuleleri ve ümid ve inşirah ziyaları taşımış olan bu kahraman necib ve muzaffer Türk milletinin dahilî bünyesinde kuvvetlenmesi demek olan müsbet bir milliyet sevgisine biz muarız olanlardan değiliz. Bilâkis, onu samimi ruhumuzla isteyenlerdeniz.

Bizim vatan ve millet hesabına fikren muhalifi olduğumuz cihet, sadece menfi milliyetçiliktir ki, Müslümanlık uhuvvetini kıracak ve bir cemiyet hodgâmlığı verecek, tecavüz ve nefret ruhu doğuracak şekilde sû-i telâkki edilmesi ve sû-i istimalidir.

Evet, hakiki insanlık ve fazilet mefkûreleri etrafında toplanmış olan bu Müslüman camialarını sebepsiz birbirine düşman yapacak kadar böyle dar bir düşünüşün ve koyu Etrakçılığın fikren muhalifi olmak, bu millete hıyanet midir? Yoksa hizmet midir? Bunun takdirini ehl-i insafa bırakıyorum. mamafih, biz bu kabil telâkkilerimizin propagandacısı da olmadık.

En son sözüm şudur:

Efendiler, yirmi senelik bir mazlumiyet hayatında, yüzü mütecaviz kitapları içinde ve en mahrem mektup ve risalelerinde, asabiyetle hiddet zamanında yazılmış yalnız beş-on cümledeki kusurlarla; hüsn-ü niyet ve samimiyeti salâhiyettar ehl-i vukufça teslim edilmiş hayırhah bir insanın bil’iltizam mahkûm edilmek istenilmesi gösteriyor ki; hakikatı haykıran Risale-i Nur hiçbir vecihle mahkûm edilmez ki böyle bahaneleri arıyorlar. Kim var ki yirmi senelik hayatının bütün mahrumiyet ve mazlumiyet anlarında, değil böyle beş-on kelime, belki yüzlerce yanlış olmasın.

Bu mahkeme yalnız bu hazır zamanı değil, belki iki istikbalin dehşetli tenkidlerini nazara alıp, öylece muhakeme etsin.

Son sözüm 2 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dir.

Mevkuf

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Allah bize kâfidir. Ve O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Suresi: 173)

Başvekaletken dilekçe cevabı[değiştir]

7.4.1944

Denizli Cezaevinde mevkuf Said Nursî

T.C. Başvekalet Yazı İşleri Sicil Müdürlüğü

Yüksek Cumhurreisliğine sunup Başvekalete tevdi buyurulan, haksız bir sebebden dolayı uzun müddetten beri mevkuf bulundurulmanızdan şikayeti hâvi bulunan 16 Mart 1944 tarihli dilekçeniz incelenerek, neticesi size bildirilmek üzere 7 Nisan 1944 3/912 numaralı yazı ile Adliye Vekili’ne gönderilmiştir.

Başvekalet Müsteşarı

Ankara makamatına ve reis-i cumhura istida suretinde gönderdiğim müdafaanâmem[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Ankara makamatına ve reis-i cumhura istida suretinde gönderdiğim müdafaanamemi ve başvekâletin de bunu ehemmiyetle kabul ettiklerini gösteren cevabî mektubunu rabten sunuyorum, takdim ederim. Makam-i iddianın aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkârane evhamın kat’i cevabları bu müdafaatımda vardır. Sair yerlerin garazkârane ve sathî zabıtnamelerine bina edilen buranın ehl-i vukuf raporunda o kadar hilâf-ı vaki ve mantıksız çok sözler vardır ki, onlara karşı bu itiraznamem takdim edilmişti. ezcümle:

Size evvelce arzettiğim gibi, Eskişehir Mahkemesine, (163’üncü madde ile beni mahkûm etmek istedikleri zaman) demiştim: "Hükûmet-i Cumhuriyenin iki yüz mebusu içinde aynı rakam yüz altmış üç mebusun imzalarıyla Van’daki dârülfünunuma, medreseme yüz elli bin banknot tahsisat kabul etmeleri ve onun ile hükûmet-i Cumhuriye’nin bana karşı olan teveccühü, bu 163’üncü maddeyi hakkımda hükümden iskat ediyor." dediğim halde, o ehl-i vukuf ise, "Yüz altmış üç mebus Said aleyhinde takibat yapmışlar." diye tahrif etmiş. Ve bazı âyât-ı Kur’aniyeyi bir büyük en’am şeklinde eskiden beri bir âdet-i İslâmiyeye binaen yazdığımız halde, "Dinde tahrifat yapmış." diye ittihama kalkmışlar. İşte makam-ı iddia da, bu ehl-i vukufun böyle bütün bütün asılsız evhamlarına binaen bizi mesul tutuyor. Halbuki, meclisiniz kararıyla, en yüksek heyet-i ilmiye ve fenniyenin tetkik ve tahkikine havale edilen, Risale-i Nur’un bütün eczaları tetkikten sonra, bil’ittifak, hakkımızda, "Said ve Risale-i Nur şakirdlerinin yazılarında; dini, mukaddesatı âlet edip, devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya bir cemiyet kurmak ve hükûmete karşı bir sû-i maksadı bulunmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat ve emare olmadığını ve Said’in şakirdleri, muhaberelerinde hükûmete karşı kötü bir kasd beslemek ve bir cemiyet kurmak veya tarikat gütmek fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmaktadır." diye müttefikan karar vermişler.

Hem ehl-i vukuf, müttefikan, "Said Nursî’nin yüzde doksan risalesi, hem samimi, hem hasbî, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından hiçbir cihetle ayrılmamış; bunlarda, dini âlet etmek veya cemiyet teşkil etmek ile emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. Şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî’yle muhabere mektubları da bu nevidendir. Beş-on mahrem ve şekvalı ve gayr-i ilmî olan risalelerden başka bütün risaleleri her biri bir ayetin tefsiri ve bir hadis-i şerifin hakikatı namına yazılmışlardır. Din, iman, Allah, peygamber, Kur’an, ahiret akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsiller ile yazılmış ve ilmî görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere ahlâkî öğütleri ve hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak’aları ve faideli menkıbeleri ihtiva eden mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir. Hükûmete, idareye ve asayişe ilişecek hiçbir ciheti yoktur." demişler...

İşte, makam-ı iddia, bu yüksek ehl-i vukufun raporuna bakmayarak eski ve müşevveş, nakıs rapora binaen acib tarzlarda bizi ittiham etmesinden hakikaten fevkalhad müteessir bulunmaktayız. Bu yüksek mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız. Hatta (temsilde hata olmasın) bir Bektaşi’ye: "Ne için namaz kılmıyorsun?" demişler. O da, "Kur’an’da 2 لاَ تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ var." demiş. Ona demişler: "Bunun arkasını da oku. Yani 3 وَ اَنْتُمْ سُكَارَى ’yı da oku."’ denildiğinde, "Ben hafız değilim." demiş olması kabilinden, Risale-i Nur’un bir cümlesini tutup o cümleyi tadil ve neticeyi beyan eden ahirini nazara almayarak aleyhimizde hüküm verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanamemde, o iddianameye karşı mukayese edildiğinde bunun otuz-kırk misali görülecektir. Bu numunelerden latîf bir vakıayı beyan ediyorum:

Eskişehir Mahkemesinde makam-ı iddia nasılsa bir sehiv neticesi, Risale-i Nur’un iman derslerine "Halkları ifsad ediyor." gibi bir tabir kullanmış ve sonra da o tabirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur’un şakirdlerinden Abdürrezzak namında bir zat, mahkemeden bir sene sonra demiş:

"Hey bedbaht! Otuz üç âyât-ı Kur’aniyenin işaratının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali'nin (r.a.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı Âzam'ın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiçbir kimseye hiçbir zarar vermemesi ile beraber binler vatan evlâdlarını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur’un irşadlarına, ifsad diyorsun. Allah’tan korkmuyorsun, dilin kurusun!" demiş.

Şimdi, bu şakirdin haklı olan bu sözünü makam-ı iddia gördüğü halde, "Said, etrafına fesad saçmış." tabirini insafınıza ve vicdanınıza havale ediyorum.

Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, "Dinin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme, kanuna bağlanmaz. Eskide bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşlikler olmuştur." dedi. Ben de derim ki: "Din yalnız iman değil, belki amel-i salih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi, hayat-ı içtimaiyeyi zehirleyen pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan menetmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde; her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunması lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i salih noktasında, iman canibinden, herkesin başında bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı ilâhîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır."

Hem, makam-ı iddia bir risalenin güzel ve fevkalâde kerametkârane bir tevafukunun imza edilmesiyle, "Bir cemiyet efradı" diye, manasız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların, hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cemiyet namı verilebilir mi? Eskişehir’de aynı böyle bir vehim oldu. Cevab verdiğim ve Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ni gösterdiğim zaman taaccüble karşıladılar. Eğer mabeynimizde dünyevî bir cemiyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek benim ve bizim İmam-ı Gazalî ile irtibatımız var, kopmuyor; çünkü uhrevîdir, dünyaya bakmıyor; aynen öyle de, bu masum ve safi ve halis dindarlar, benim gibi bir biçareye iman derslerinin hatırı için kuvvetli bir alâka göstermişler. Ondan bu asılsız, mevhum bir cemiyet-i siyasiye vehmini vermiş. Son sözüm:

4 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Mevkuf

haps-i münferidde

Said Nursi

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Namaza yaklaşmayın (Nisa Suresi: 43)

3.) İçkili olduğunuz zaman (Nisa Suresi: 43)

4.) Allah bize kâfidir. Ve O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Suresi: 173)

Son Söz[değiştir]

Son Söze bir haşiyedir

Efendiler! Mahkûmiyetimize hükmeden mahkemeyi ve aleyhimizdeki hâkimlerini ebedî mahkûm eden bu tazyik ve tazibimizde en acınacak ve düşmanları da rikkate getirecek en garibi şudur:

Bu dokuz ay zarfında ihtiyarlığım için muhtaç olduğum hizmetçilerimden sebebsiz men’etmek ve müdafaatlarımı yazdırmamak için hapisteki arkadaşlarımla konuşturmamak ve temas ettirmemek ve gürültüden çok müteessir olduğum, hususan ibadet vaktinde ve kaç defa şekva ettiğim halde yanıbaşımda gayet haylaz gençleri bulundurup benim damarlarıma dokundurmak, hattâ bilâ-istisna şahsî arzularıma aksiyle muamele etmek ve arkadaşlarıma ehemmiyetsizliğimi söyleyip beni çürütmek ve haylazları hürmetsizliğe teşvik fikriyle “Said işi düşse gelip elimizi öper” demesiyle o mevhum cem’iyet-i siyasiyeyi bozmak için mezkûr ihanetlerine karşı hadsiz şükür olsun ki sabır ve tahammül ihsan edildi.

İkinci gün pek şiddetli sözler söylenecekti. Bu gelecek parça onun mukaddemesiydi. Fakat ikinci gün beraet verdiler, o tokatlardan kurtuldular.

Efendiler,

Bizi sebepsiz kısmen mahkûm etmek ve dokuz ay en sıkı ve sıkıntılı yerde tevkif etmek; gerçi bu haksız hâle karşı çok şiddetli şekva ve itiraz hakkımızdır. Fakat "iki sebep" bizi teskin etmiştir.

Birincisi: –Ne kadar tenkid nazarı olsa da– Risale-i Nur’a dikkat ile bakan, iman noktasında herhalde istifade eder. Kalben ona taraftar olur (meğer bütün bütün kalbi çürümüş ola.) Sizler gibi ehl-i insafın kalbleri lehimizdedir ve mecburiyetle aleyhimizde hükmeder.

İkincisi: Bu kadar zaman hakimiyetinizin altında ve size âmirimiz nazarıyla baktığımızdan, sizi yabanî değil, belki hukuk-u hürmeti veren bir uhuvvet ve karabet manasını hissettiğimizden ve geldik-geleli başka yerlere nisbeten insaflı dediğimizden, hiddet ve şiddeti size, mahkemenize karşı bıraktık. Fakat otuz-kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatine ve iman hakikatlerine her vesile ile hücum edip ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda, zâhiren sizinle birkaç söz konuşmaklığıma müsaade ediniz...

Son sözüm:

Efendiler! Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nur’u ve şakirdlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-ı Kur’aniye ve hakaik-ı imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar müslümanların hakikate ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübralarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celbetmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere duaları ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem, bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba, mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar davacıların karşısında sizden sorulsa ki, "Doktor Duzi'nin, baştan nihayete kadar serâpa İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslâm namındaki eseri ki, zındıkların kütübhanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirdleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’an cadde-i kübrasında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmak için Kur’an’ın hakiki tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o halis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet namı verip ilişmişsiniz. Onları pek acib bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?" dedikleri zaman ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz. Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka "cumhuriyet" namı vermekle, irtidad-ı mutlakı "rejim" altına almakla, sefahet-i mutlaka "medeniyet" ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye "kanun" ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.

Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirdlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve her bir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belâlardan siz mesulsünüz!..

Denizli Hapishanesinde

tecrid-i mutlak ve haps-i münferidde

mevkuf

Said Nursî

Mahkemede son sözün bir parçasıdır[değiştir]

Bir inayettir ki, ehl-i vukuf, beş sandık yüz otuz risalelerde, beş ay tedkikte, on beş itiraz ve zâhiri yanlış bulmuşlar. Ve onların beş yaprak raporlarında, on beş yanlışları ve sehivleri mahkemede isbat edilmiş.

31 Mayıs 944 çarşamba günü, mahkemede bir saat devam eden müdde-i umumînin okuduğu iddianamesine karşı, iki dakikada hazırlanan ve okunan bir mukabeledir.

Efendiler,

Yirmi sene bir mazlumiyet hayatında, yüz kitaplarında, en mahrem mektub ve risalelerinde asabiyetle bil’iltizam onu mahkûm etmek fikriyle yalnız sekiz-dokuz sehivli bahanelerden başka bulmamaları gösteriyor ki: Risale-i Nur mahkûm olamaz. Kim var ki, yirmi sene mazlumiyet hayatında, bin yanlışı olmasın. Bu mahkeme, yalnız bu hazır zamanı değil, belki istikbalin dehşetli tenkid ve itirazlarını nazara almalı; öylece muhakeme etsin.

Hüsrev'in zelzele hakkında bir fıkrasıdır[değiştir]

Elmas kalemli, altın başlı, mucizeli Kur'anın katibi Hüsrev'in mutabık bir fıkrasıdır.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Risalei’n-Nur’un kerametlerindendir ki: Üstadımız (Radıyallahü Anh), çok defa risalelerde, “Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risalei’n-Nur’a ilişmeyiniz. Eğer ilişirseniz, yakında sizi bekleyen belâlar, sel gibi başınıza yağacaktır” diye on seneden beri kerratla söylüyorlardı. Bu hususta şahit olduğumuz felâketlerden,

Birincisi: Dört sene evvel Erzincan’da ve İzmir civarında vukua gelen hareket-i arz olmuştur. O vakitler münafıklar, desiselerle Isparta mıntıkasında Sava ve Kuleönü ve civarı köylerdeki Risale-i Nur talebelerine iliştiler. Otuz-kırk kadar Risale-i Nur talebelerini “Camie gitmiyorsunuz, takke giyiyorsunuz, tarikat dersi veriyorsunuz” diye mahkemeye sevk etmişlerdi. Cenâb-ı Hak, İzmir civarını ve Âzerîleri ve civarındaki halkı dehşetler içinde bırakan zelzelelerle Risale-i Nur’un bir vesile-i def-i belâ olduğunu gösterdi. Bu zelzelelerden bir hafta sonra, mahkemeye sevk edilmiş olan o kardeşlerimizin hepsi beraat ettirilerek kurtulmuşlardı.

İkincisi: Yine vakit vakit Risale-i Nur talebelerinin arkalarında koşmakta devam eden mülhidler, hatt-ı Kur’ân ile çocuk okuttuklarını bahane ederek Isparta’da müteveffa Mehmed Zühtü (rahmetullahi aleyh) ile Sava Karyesinden Hafız Mehmed (rahmetullahi aleyh) ismindeki iki Risalei’n-Nur talebesine hücum etmişler. Nur dersini okuyan çocukları, bu iki kardeşimizin evlerinden alınan Risale-i Nur eczalarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmiş. Merhum Mehmed Zühtü, para cezasıyla mahkûm edilmek istenilmiş. Neticede, merkezi Erbaa ve Tokat’ta vukua gelen ikinci bir korkunç zelzele ile Cenâb-ı Hak, Risalei’n-Nur bir vesile-i def-i belâ olmakla şakirtlerine yardım ederek Üstadlarının verdiği haberin sıhhatini tasdik etmek için o kardeşimizi beraat ettirmiş ve alınan bütün Risale-i Nur eczalarını kendilerine iade ettirmiştir.

Üçüncüsü ise: İçinde bulunduğumuz Denizli Hapishanesindeki musibetin başımıza gelmesine sebep olan o münafıklar, Rumî bin üç yüz elli dokuz senesinde, tekrar başta sevgili Üstadımız olduğu halde, bize ve Risalei’n-Nur’a hücum ettiler. Bir kısmımızı Isparta’dan topladılar, bir kısmını Çivril’den Isparta’ya getirdiler, sevgili Üstadımızı da yalnız olarak Kastamonu’dan Isparta’ya sevk ettiler. Daha başka vilâyetlerden de arkadaşlarımız Isparta’ya getirilmişti. Ehl-i garazın iğfaline kapılan Isparta adliyesi, Risalei’n-Nur’un gayesi haricinde bulunan cephelerde, bizce mânâsı olmayan ittihamlar altında bizi sıkıyordu. Bilhassa kıymettar Üstadımızı daha çok tazyik ettikleri vakit, Üstadımıza lüzumlu lüzumsuz bir çok sualler açan Isparta Müddei umumîsinin “Bu belâlar dediğin nedir?” diye olan sualine cevaben: Evet, demiş, zındıklar eğer Risalei’n-Nur’a ve şakirtlerine ilişseler, yakında bekleyen belâların hareket-i arz suretiyle geleceğini söylemişti.

Daha sonra bizi Denizli’ye sevk ettiler. Kastamonu, İstanbul, Ankara dahil olmak üzere on vilâyetten adliyelere sevk edilen yüzü mütecaviz Risale-i Nur talebelerinin bir kısmı bırakılmış, yetmiş kişiden ibaret olan bir diğer kısmı da Denizli’de “medrese-i Yusufiye” namını alan hapiste bulunuyordu. Bizim bütün müracaatlarımıza sudan cevap veriliyor, sevgili Üstadımız daha çok tazyik ve sıkıntı içerisinde yaşattırılıyor, ufûnetli, rutubetli, zulmetli, havasız bir yerde bütün bütün konuşmaktan ve temastan men edilmek suretiyle haps-i münferidde azap çektiriliyordu.

İşte bu sıralarda Denizli zindanının bu dehşetli ıztıraplarını geçirmekte idik. Allah’tan başka hiçbir istinadgâhları bulunmayan bu biçarelerin bir kısmı Kastamonu’dan, diğer bir kısmı İnebolu’dan, diğer bir kısmı da İstanbul’dan henüz gelmemişlerdi. Şu vatanın her köşesinde hak ve hakikat için çırpınan ve saf kalbleriyle necatları için Rabb-i Rahimlerine iltica eden pek çok mâsumların semâvâtı delip geçen Arşu’r-Râhmân’a dayanan âhları boşa gitmedi. Allahü Zülcelâl Hazretleri, o mübarek Üstadımızın Isparta’da söylediği gibi, mâsumları Cennete götüren, zâlimleri Cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi gönderdi. Karşısında Risalei’n-Nur müdafaa vaziyetinde bulunmamasından çok haneler harap oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi, çokları sokak ortalarında kaldı. Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonu’dan Mehmed Feyzi ve Sadık ve Emin ve Hilmi ve İnebolu’dan Ahmed Nazif, Denizli Hapishanesine sevk edildiklerinde şu mâlûmatı verdiler:

“Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar, Lâ ilâhe illâllah zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekte idi.

O sırada hatırımıza geldi: Risalei’n-Nur’u aşkla ve bir sâikle üç-beş defa şefaatçı ederek Cenâb-ı Haktan halâs istedik. Elhamdü lillâh, derhal sâkin oldu.

Kastamonu’da ise, o gece kal’adan kopan çok büyük bir taş, aşağıya yuvarlanarak bir haneyi ezmiş; birçok hanelerde yarıklar, çıkıklıklar olmuş, birkaç ev çökmüş, hükûmet binası yarılmış, daha bunun gibi hasârat ve zâyiat olmuş. Fakat zelzele hergün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş. Tosya’da bin beş yüz ev harap olmuş, ölü ve yaralı miktarı çok fazla imiş. Kargı ve Osmancık tamamen, Lâdik ve sair mahallerde zayiat fazla miktarda imiş. İnebolu’da bir minarenin alemi eğrilmiş, ufak tefek çatlaklıklar olmuş, hasârat ve zayiat olmamış.”

Ahmed Nazif, Emin, Sadık, Mehmed Feyzi

Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risalei’n-Nur’a ve talebelerine ve müellifine hücum eden ehl-i garazın sözünü dinleyen adliye, aynı tarzda bizi sıkmakta devam ediyordu. Zındıka taraftarları, mübarek Üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i Nur’un büyük kerametlerinden olup zelzeleler eliyle gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı. Risalei’n-Nur’un İlâhî ve Kur’ânî hakikatlerine karşı cephe alan bu zümrenin başına bir dördüncü tokat daha geldi.

Garibi şu ki, biz Şubat’ın üçüncü günü mahkemeye çağrılmıştık. Iztırap ve elemleri içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle kendisinden sorulan suallere cevap vermek için altmış beş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan mübarek Üstadımızın cevapları arasında “O zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” kelimeleri, tekrar tekrar heyet-i hâkimenin yüzlerine karşı ağzından dökülüyordu. Birkaç defa mahkemeye gidip geldikten sonra, 7 Şubat 1944 tarihli İstanbul’da münteşir “Hemşehri” ismindeki bir gazete elime geçti. Gazete okumaya ve radyo dinlemeye hevesli olmamaklığımla beraber, “Yirminci asrın medenîleriyiz” diyerek bugünkü terakkiyat-ı beşeriyeyi kendilerinden bilen, Allah’ı unutan, âhirete inanmayan insanların başlarına Cenâb-ı Hakkın, motorlu vasıtalar eliyle nasıl ateşler yağdırdığını, o münkirlerin dünkü cennet hayatlarının bugünkü cehennemî hâlât içinde nasıl geçmekte olduğunu bilmek ve Risalei’n-Nur’un bereketiyle Anadolu’yu bu dehşetli ateş yağmurundan nasıl muhafaza etmekte olduğunu görmek ve şükretmek hâletinden gelen bir merakla bazı bu gibi havadisleri sorardım ve dinlerdim.

İşte bu gazetenin de harp boğuşmalarına ait resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan, büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, Anadolu’nun yirmi bir vilâyetini sarsan ve Şubat’ın birinci gününün gecesinde sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pek çok zayiata mal olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu. Derhal, Şubat’ın üçünde mahkemede sevgili Üstadımızın heyet-i hâkimeye “Zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” diye tekrar tekrar söylediği sözleri hatırladım, “Eyvah!” dedim, “Risale-i Nur ıslah eder, ifsad etmez; imar eder, harap etmez; mes’ud eder, perişan etmez” diye söylerken, “Aksiyle bizi ve Risalei’n-Nur’u ittiham etmek, Hàlıkın hoşuna gitmiyor” dedim.

İşte, merkezi Gerede, Bolu ve Düzce olan bu kanlı zelzele, Risalei’n-Nur’un dördüncü bir kerameti idi. Bu gazete şu malûmatı veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit vilâyetlerinde fazla kayıplar varmış. Gerede’de iki bin ev yıkılmış, yıkılmayan evler de oturulmayacak derecede harap olmuş, binden fazla ölü varmış, enkaz altından mütemadiyen ölü çıkartılıyormuş. Düzce’de zarar çokmuş, ölü ve yaralıların miktarı malûm değilmiş. Ankara’da yüz üç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhane’de iki ev çökmüş, bazı köylerde sarsıntıyı müteakip yangınlar olmuş. İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı yeraltından gelen bir takım gürültüler takip etmiş. Bolu’dan ve diğer yerlerin köylerinden bir hafta geçtiği halde henüz malûmat alınamıyormuş. Diğer bir yerde iki yüz ev yıkılmış, on bir ölü varmış. Bolu ile telgraf ve telefon hatları kesilmiş, zelzele mıntıkasında şiddetli bir kar fırtınası hüküm sürüyormuş. İzmit’te zelzele olurken şimşekler çakmış, şehir birkaç saniye aydınlık içinde kalmış. Birçok yerlerde halk çırıl çıplak sokaklara fırlamış. Dünyanın bütün rasathaneleri bu büyük Anadolu zelzelesini kaydetmiş. Bir İngiliz rasathanesi sarsıntının çok harap edici olduğunu bildirmiştir. Sinop’ta aynı günde çok korkunç bir fırtına olmuş, gök gürültüleri ve şimşeklerle gittikçe şiddetini arttırmıştır.

Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret verici şu malûmatları gördüm: Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer-beşer olarak toplanmışlar, düşünceli, hüzünlü gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel ve olduktan sonra da bu hayvanlardan hiçbiri görünmemiş, kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şu ki: Bu hayvanlar isyanımızdan mütevellid olarak başımıza gelecek felâketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz diyerek taaccüp ediyorlar.

İşte Üstadımız Bediüzzaman, uzun senelerden beri, “Zındıklar Risalei’n-Nur’a dokunmasınlar ve şakirtlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse, yakından bekleyen felâketler onları yüz defa pişman edecek!” diye Risalei’n-Nur ile haber verdiği yüzler hâdisat içinde, işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatlı felâket daha...

Cenâb-ı Hak bize ve Risalei’n-Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman ve başlarına hakikatı görecek akıl ihsan etsin, bizi bu zindanlardan, onları da bu felâketlerden kurtarsın. Âmin.

Mevkuf

Hüsrev

Hüsrev'in zelzele hakkında ki fıkrasını tasdik eden bir mektup[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Aziz kardeşlerim..! Bu fecirde, birden bir fıkra ihtar edildi.

Evet, ben de Hüsrev’in zelzele hakkında tafsilen yazdığı keramet-i Nuriyeyi tasdik ederim ve kanaatim de o merkezdedir. Çünkü Risale-i Nur ve şakirtlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risale-i Nur’un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu’nun sair yerlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sûre-i Ve’l-Asr işaretiyle, âhirzamanın en büyük bir hasâret-i insaniyesi olan bu İkinci Harb-i Umumîden, çare-i necat ise iman ve amel-i salih olmasından, Risale-i Nur’un Anadolu’nun her tarafında iman-ı tahkikîyi neşri zamanına Anadolu’nun fevkalâde olarak bu hasâret-i azîme-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfî olamaz. Hem Risale-i Nur’un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risale-i Nur’a hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisna maişetinde vüs’at ve bereket kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hâdiseleri dahi tesadüfî olamaz.

Madem biz, çok emarelerle inayet altındayız[değiştir]

(Müdafaatımla alâkası bulunan bir mektubtur.)

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Madem biz, çok emârelerle inayet altındayız. Ve madem gayet çok ve insafsız düşmanlara karşı Risale-i Nur mağlûp olmadı, Maarif Vekilini ve Halk Fırkasını bir derece susturdu. Ve madem bu kadar geniş bir sahada ve meselemizi pek ziyade i’zam ile hükûmeti telâşa düşürenler, herhalde iftiralarını ve yalanlarını bir derece setretmeye bahanelerle çalışacaklar. Elbette bize lâzım: Kemâl-i teslimiyetle sabır ve temkinde bulunmak ve bilhassa inkisar-ı hayale düşmemek ve bazen ümidin hilâf-ı zuhuruyla meyus olmamak ve muvakkat fırtınalarla sarsılmamak.

Evet, gerçi inkisar-ı hayal, ehl-i dünyada kuvve-i mâneviyelerini ve şevklerini kırar; fakat meşakkat ve mücahede ve sıkıntıların altında inayet ve rahmetin iltifatlarını gören Risale-i Nur şakirtlerine inkisar-ı hayal, gayretlerini ve ileri atılmasını ve ciddiyetlerini takviye etmek lâzım geliyor.

Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkate isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum, o çeşit akıldan istifa ediyorum,

2 وَكُلُّ النَّاسِ مَجْنُونٌ وَلٰكِنْ عَلٰى قَدَرِ الْهَوٰى اِخْتَلَفَ الْجُنُونُ

kaidesini sizlerde görüyorum demiştim. Şimdi dahi beni ve kardeşlerimi şiddetli bir mes’uliyetten kurtarmak fikriyle bana mahrem risale cihetiyle ara sıra bir cezbe, bir cinnet-i muvakkate isnad edenlere aynı sözleri tekrarla beraber, iki cihetle memnunum:

Birisi: Hadîs-i sahihte vardır ki, “Bir adam kemâl-i imanı kazandığına, avâm-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemâl-i imanına ve tam itikadına delâlet eder” diye ferman ediyor.

İkinci cihet: Ben, bu hapisteki kardeşlerimin selâmetleri ve necatları ve zulmetten kurtulmaları için, değil yalnız bir divanelik isnadını, belki kemâl-i fahir ve ferahla tamam aklımı ve hayatımı feda etmesini kabul ediyorum. Hattâ siz münasip görürseniz, o üç zâtlara benim tarafımdan bir teşekkürname yazılsın ve onları mânevî kazançlarımıza teşrik ettiğimiz bildirilsin.

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Herkes delidir. Fakat boş şeylerle meşgul olma nisbetinde delilik derecesi farklılık arz eder.

Savcı muavininin zulümlerine karşı..[değiştir]

Denizli C.Savcılığı vesatat-i âliyesiyle;

Denizli ağır ceza mahkemesi Yüksek Reisliğine!

Ben ve benimle beraber yetmiş vatandaşın kanunsuz istinadatla, altı aydan beri taht-ı tevkif ve muhakememizi mucib olan mevhum bir cürümden dolayı mahkeme-i âliyenizde iddia makamını işgal eden C.M.U muavini Cemil Söylemez, vazife-i kanuniyesini alenen ihlâl etmiş ve bîtaraflığını muhafaza edememiş olduğundan, muma-ileyhin meselemizde müddei sıfatıyla iddia makamını işgal etmesini şu sebeplerden dolayı reddediyorum:

1. Müdde-i umumi olan her şahıs, iki tarafın hukukunu müdafaa etmekle mükellef iken, muavin Cemil, tek cepheden aleyhimize şiddetle hareket etmekte bulunması...

2. Ben yetmiş yaşını mütecaviz bir halde ve ölüm derecesinde hasta olduğum için, yürüyemediğimden hapishane müdürünün tensibiyle araba ile mahkemeye geldim. Bunu gören muavin Cemil, gazab ederek hapishane Müdürü ve Başgardiyanını tekdir ve isticvab etmesi ve hastalığımın şiddetinden ve Basur illetinin tazyikinden, huzur-u mahkemede terbiyeli oturmadığımdan şikayetle mahkeme-i âliyenizde müteaddit defalar hakaretlerine maruz kaldığımdan.. Merhamet ve şefkatlerini tahrik ettiğimden olacaktır ki, mahkemenin muhterem reisi tarafından istirahatım için beklettirilmeyerek hapishaneye gönderilmeme müsaade etmeleri üzerine, yürüyecek halde olmadığım için, beni bekleyen arabama beni binmekten men etmesi ve ölüm halinde pek güçlükle ve ellerim kelepçeli olarak hapishanedeki münferid menzilime gönderildiğimdir.

3. Yetmiş yaşındaki zaif, ihtiyar ve hasta bir şahsın kaçmak tehlikesi ve ihtimali bulunmadığı kat'iyetine rağmen sırf garaz olarak, halka teşhir maksadıyla ellerim kelepçeli olarak mahkemeye götürülüp getirmekliğim kanunsuzluğunu hakkımda kasten tatbik ettirmektir.

4. Altı aydan beri müdafaalarımı yazdıracak bir yazıcı bulamadığımdan, müteaddit defalar yaptığım ricalarımın istihza ile karşılanması.. Ve şiddetle beni ihtilattan menederek hiç bir talebe ile görüştürmemesi ve hiç bir kimseye müdafaalarımı yazmaklığıma mani olması... Ve bir kaç gün evvel hem yeni ve hem eski harflerle Ankara makamatına yazdığım müdafaanamelerimin gönderilmesine mani' olması ve eski yazılarla olan müdafaalarımın iyi okunabilmesi için göndermek istediğimi ricalarla yalvardığım halde, reddedip bunlarda iade edilmeyerek müsadere etmesi...

5. Çarşıda yazıcılara varıncaya kadar: "Hocanın yazılarının yazılmaması..." hakkında tebliğat-ı şifah iyede bulunmak suretiyle yazıcı ve avukatlara nüfuz etmesi...

6. Kastamonu'da bana hizmet eden ve ayrı koğuşta mevkuf bulunan hizmetçimin hizmetine çok şiddetle muhtaç olduğum hastalığım sırasındaki taleb ve ricalarımın reddedilmesi.. aşikâr bir garaz-ı şahsî hissiyle muavin Cemil'in aleyhimde olarak hareket etmekte bulunduğundan, muma-ileyhin reddiyle yerine başkaca bîtaraf ve hakikatperver bir müdde-i umuminin ikame ve tayin buyurulmasını ehemmiyetle rica ederim.

15.3.1944

Denizli Cezaevinde Mevkuf

Said Nursî

Cemiyetçilik ittihamına karşı kalbe gelen bir mana[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Efendiler!

Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilmediğimden, sizin musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrane ileri sürdüğünüz cemiyetçilik ittihamına karşı pek çok kat’i cevablarımızla, Ankara ehl-i vukufunun dahi müttefikan tasdikleriyle beraber, bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve taaccübde bulunurken kalbime bu mana geldi: Madem, hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hâcat-ı zaruriyesi ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıtası ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mâni, maddî ve manevî esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinadı ve medar-ı tesellisi olan dostluğun ve kardeşane cemaatin ve topluluğun ve samimane uhrevî cemiyet ve uhuvvetin siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem ahiret saadetlerine kat’i vesile olarak iman ve Kur’an dersiyle halis bir dostluğa ve hakikat yolunda bir arkadaşlığa ve ahiretine ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur şakirdlerinin pek çok takdir ve tahsine şayan ders-i imanda toplanmalarına, cemiyet-i siyasiye namını verenler, elbette ve herhalde, gayet fena aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyane düşmanlık eder, hem İslâmiyete nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuğu ve mütemerridi tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye ve dinin mukaddesatına karşı en mürtedane ve mütemerridane ve anudane mücadele eder. Veya ecnebi dinsizleri hesabına bu milletin can damarını kesmeye veya bozmaya çalışan el-hannas bir zındıkdır ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara ve firavunlara ve anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz manevî silâhlarımızı, kardeşlerimize ve vatanımıza çevirtsin veya kırdırsın.(Haşiye)


Haşiye: Mahkumiyetimize hükmeden mahkemeyi ve aleyhimizdeki hakimleri ebedî mahkum eden ve ta'zibimize en acınacak ve düşmanları da rikkate getirecek bu dokuz ay zarfında her vesile ile şahsıma kanunsuz ihanet etmek ve zaafiyetim ve ihtiyarlığım için şiddetli muhtaç olduğum hizmetçilerimden sebepsiz men'etmek ve müdafaamı yazdırmamak için hapisteki arkadaşlarımla konuşturmamak ve temas ettirmemek ve gürültüden müteessir olduğum için hususan ibadet vaktinde kaç defa şekva ettiğim halde yanıbaşımda gayet haylaz gençler bulundurup benim damarlarıma dokundurmak hatta bilaistisna bütün şahsi arzularıma aksiyle muamele etmek, arkadaşlarıma ehemmiyetsizliğimi söyleyip beni çürütmek ve haylazları hürmetsizliğe teşvik fikriyle (Said'in işi düşse gelip elimizi ayağımızı öper) demekle o mevhum cemiyet-i siyasiyeyi bozmak için yapılan ihanetlerine karşı hadsiz şükürler olsun ki, sabır ve tahammül ihsan edildi.

Hem Isparta müdde-i umumisinin ve hapishane müdürünün tensibiyle bir adamı hizmet için verdiler. Müdde-i umuminin malumatıyla ve hapishane idaresinin marifetiyle satılan yatak ve eşyalarımın bedeli yüzelli banknotu o adama verdim. Ta bir dostuma muhafaza etmek için versin. Halbuki beni tese'üle mecbur etmek için.. ihanet edip vermediğini beş ay sonra öğrendik.

Hem buranın müdde-i umumisinin ve müdürünün tensibiyle başka yerden bir acip haylazı bana hizmetçi vermek bahanesiye hapisteki kardeşlerimle görüşmekten men ettiler. Ben anladım bunda da bir ihanet var, kabul etmedim. Beni daima gürültüleriyle ta'zib eden yanıbaşımdaki haylaz gençlere haylazlıkta bir kumandan olup o zamandan beri azap çektiğimden çok çalıştım onu benim inadıma başka yere vermediler.

Yalnız şekva içinde bir teşekkür borcumdur ki: Türk seciyesinde ulüvv-ü cenaplığı taşıyan Denizli sergardiyanı bu ihanetlere iştirak etmemiştir. Çamaşırlarımı hanesinde yıkamakla ve arasıra teskin edip teselli vermekle insaniyetini ve vazifeperverliğini göstermeseydi, elbette eski Said damariyla artık yeter deyip makam-ı iddianın aradığı ve bulamadığı mes'uliyetime bir sebeb olurdu. Zaten tahminimce bu cüz'i ve şahsî ihanetlerde böyle bir maksat var. Sizi te'min ederim ki, eğer iddia makamının bu ehemmiyetsiz ve adi ve cüz'i şeylerden daha adi daha ehemmiyetsiz ve asılsız bahaneleri bu pek ciddi meselede istimal etmeseydi, ben bu cüz'i şeyleri kâle ve kaleme almazdım.

Mevkuf

Said Nursî

Ciddi bir hasb-ı hâlimi ve ehemmiyetli şekvalarımı takdim ediyorum[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

2 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

(Resmî bir ciddi hasbihâlimi ve ehemmiyetli şekvalarımı, Denizli Mahkemesinin reislerine ve müdde-i umumisine ve sorgu hâkimlerine takdim ediyorum.)

Efendiler,

Yirmi seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi –ahiret hesabına olmadan alâkası, düşüncesi beni incittiğinden– bilemiyorum. İfadedeki kusurlarıma bakmayızın affediniz.

Ben, dokuz sene evvel dünyaca bir büyük adamın evhamına uğradım. Yüz risalelerimi tedkikten sonra, yalnız bir risalemi, bir-iki meselesiyle bir sene ceza verdiler. Ben de hem o cezayı, hem sekiz sene haps-i münferid hükmünde, bir odada karakol karşısında, yalnız vakit geçirdim. Tâ ki, ehl-i siyasetin evhamına dokunacak bir halim bulunmasın. Kastamonu hükûmeti ve adliyesi ve zabıtası beni tasdik eder. Ve o cezadan sonra çok defa menzilimi taharrilerde, karışık bir halim görünmedi ve bulunmadı. Eğer bulunsa idi, ya Kastamonu hükûmeti bilmedi veya aldırmadı. Benden ziyade onlar mesul olur.

Madem hükûmet prensibi, cumhuriyetin serbestiyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor, elbette mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete karışmayan dindarlara da, o prensip hükmüyle ilişmez ve ilişmemeli. Kastamonu’da sekiz sene nezaret ve tarassud altındaki hayatım, zabıta ve adliyenin tasdikiyle sabittir ki: Şimdi bana ilişenler, hükûmet-i cumhuriyenin prensibi ile ve kanunu ile değil, belki evham ve garaz yüzünden habbeyi kubbe yaptılar. Evet, vehim ve inat ile bir habbeyi, bir dağ gibi gösterdiklerinin çok emarelerinden iki-üçünü müsaadenizle beyan ediyorum:

Birisi: On beş sene evvel bana hizmet eden ve Eskişehir Mahkemesinde beraatinden sonra, daha hayatından dahi haberim olmayan bazı zatları ve hiç görmediğim ve bir mektupta, çabuk Kur’an okumuş ve imanî risaleleri yazıyor diye hoşuma gitmiş; ben de maşaallah, barekâllah, dediğim on iki-on üç yaşlarında tahmin ettiğim bazı çocukları ve Eskişehir Mahkemesinde bahsi geçen, fakat ehemmiyet verilmeyen bir kısım eski mektuplarım yüzünden bazı rençber ve esnafları ellerine kelepçe vurup, benim şimdiki mevhum suçumun şerikleri olarak taht-ı tevkife alınmalarıdır.

İkincisi: Kastamonu Adliyesi ve zabıtası gayet dikkatli bir aramada, bütün kitaplarımı ve mektuplarımı ve gizli eşyamı aldıkları halde, beni değil tevkif, belki kitaplarımı ve eşyamı taahhüdlerine binaen bana iade edeceklerini beklerden, birden Isparta müdde-i umumîsinin tevkif iş’arı üzerine, adliyedeki emanetlerimi almadan sevk edildim. Isparta’da gayr-ı mevkuf olarak bir sual-cevap beklerken, en müthiş bir câni gibi tecrid-i mutlak içinde, gayet âdi bir bahane ile, yani bir jandarmanın akşam namazını yol üstünde, camiin dışında kazaya kalmamak için müsaade etmesi bahanesiyle, öyle bir sıkıntı o müdde-i umumînin emriyle verildi ki, ifadeye gittiğim vakit hem benim, hem masum biçare arkadaşlarıma yolda ve şimendifer içinde kelepçe vurmalarıdır.

Üçüncüsü: Yirmibeş sene evvel bir hadîse bir mana verdim ve dedim ki: Şapka başa gelecek ve başa diyecek: Secdeye gitme. Fakat baştaki iman, o şapkayı secdeye getirecek, müslüman edecek. Yalnız onu giymekle iman gitmeyecek, belki iman ona galebe eder. Bir zaman sonra şapka çıktı. Yine ben dedim: Şekk, yakînin hükmünü bozmaz kaide-i şer’iyesi ile, şapka bir şekk verir, yalnız bir emaredir. Kalbdeki iman ise yakîne ve kuvvetli hüccetlere dayandığı için o şekkin hükmünü bozar, dalaletten kurtarır. Hem bundan dokuz sene evvel Isparta’da bir müddeiumumî benim aleyhimde bir inad ile şapka mes’elesini Eskişehir Mahkemesi’ne yazmış. Ben de o zaman dedim: Bir şeyi reddetmek ayrıdır. Cezası on sene olsa, onunla amel etmemek veya kalben beğenmemek bütün bütün ayrıdır. Cezası olsa olsa bir ihtar, bir tekdir veya bir-iki gün hapis olduğu halde, ben münzevi yaşıyorum. Hem başım çok nezlelidir, başı açık olamam, mazeretim var. Fakat bu kanuna ilişmemek için böyle resmî makama ve çarşıya gitsem elimde tutuyorum, beyan ettim. O mahkeme ise Isparta müddeiumumîsinin şiddetine rağmen beraetime müttefikan karar verildiği halde, güya ben Şapka Kanununa karşı red ile mübareze ediyorum diye habbeyi yüz kubbe yapıp, ben şiddetli hasta ve gecelik libasımla beni çok kalabalık insanların ortasında teşhir etmeleridir.

Dördüncüsü: Size ifadelerimin hatimesi olarak takdim edeceğim istidamda gayet kat’î cevabı verilen Beşinci Şua’ın (Haşiye-1) aslı, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de yazdım. Sonra bazı mes’eleleri bu zamanda dahi mutabık çıktığı için, tam mahrem dedim. Sekiz senede bir veya iki defa elime geçti. Aynı vakitte kaybettiğimiz halde, benim iznim olmadan, o risale ile isim müşabeheti bulunan ve sırf imanî olan Yedinci Şua eski harfler ile tab’edilmesi sebebiyle, o Yedinci’yi bu Beşinci Şua tevehhüm edip, yirmi senelik Risale-i Nur eczalarını ve on beş seneden beri yazılan ve ele geçen mektupları, ne mürur-u zamanı ve ne de af kanunlarını ve ne de Eskişehir Mahkemesinin tebrie ve tahliye ve tasfiyesini nazara almayarak, öyle lüzumsuz ve manasız sualler ve verdikleri yanlış manalarla Isparta müdde-i umumîsi muahezeye çalıştı.

Ezcümle: Yirmi sene evvel, bir rivayete binaen demiştim: "Dehşetli Süfyan İstanbul’da ölecek. Dikilitaş’ta şeytan bağıracak ve dünyaya işittirecek, yani radyo ile, öldü diye ilân edilecek." İşte bu cümledeki "diye" kelimesini müdde-i umumî okumadı ve itiraz etti. "Sen öldü diyorsun" dedi. Ben de dedim, "diye" kelimesi var. Sonra sustu.

Daha çok emareler var ki, bana karşı bir habbeyi evham ve garaz yürüzünden yüz kubbe yapılmış. Hatta en acibi şudur ki, hiçbir şey bulamadıklarından, Eskişehir Mahkemesinden beraat kazandığımız, "Tarikatçılık ve cemiyetçilik ve dinî hissiyatı âlet etmek, emniyet-i dahiliyeye zarar vermek" ihtimali ve imkânı gibi, eski nakaratı tazelemek ve yüz elli sahifelik müdafaatım ile gayet kat’î reddedilen o asılsız bahaneler ile bizi muaheze etmeleridir. Ben, bütün o asılsız bahanelere karşı derim: Eğer bu sekiz sene bana dikkatle bakan ve ilişmeyen Kastamonu hükûmetini ve dokuz sene evvel, bir-iki risalenin, bir-iki meselesiyle yalnız bir sene ceza verebilen, başkasına ilişmeyen Eskişehir Mahkemesini ve bir sene evvel Risale-i Nur’un bütün eczalarını üç ay tetkikten sonra aynen iade eden Isparta Adliyesini itham edebilirlerse ve şimdi benim münasebetimle tevkif olunanların münasebetleri derecesinde, benimle ve Risale-i Nur’la münasebetleri bulunan ve bu milletin ruhen en mübarek ve bir cihette ve keyfiyetçe ekseriyet teşkil eden o hadsiz ve zararsız mütedeyyin zatları mahkemeye sokabilirlerse, o evhamlı vehham muterizler, Risale-i Nur’un bu yeni meselesini, muannid ve hakkımda evhamlı Isparta müdde-i umumîsi gibi, inceden inceye tedkike çalışıp, "O yirmi sene mahsulünü birden bu senenin mahsulüdür, hiç af kanununa rast gelmemiş" diye, bizleri onunla ittiham ederek, mahkemeye verebilirler.

Yoksa, koca bir millletin hatırı olan adalet ve hak ve kanunu, bazı şahısların hatırı için kırmakla en ziyade bîtaraf ve hiç tesirat-ı hariciye altına girmeyen ve padişahları âdi adamlar sırasında önünde diz çöktüren mahiyet-i adalet, onları dairesinin haricine atacak. Ben, Denizli Mahkemesine teslim olmuşum. Onu, hakkımda bir adalet dairesi bilmek ve görmek, Halikımın rahmetinden beklerim.

Madem şimdi hayatım Denizli Mahkemesiyle alâkadardır. Elbette sıhhatim dahi ona bakar. Ben hastalığım için şefkatli bir hekim istedim, bekledim. Gelmeden, burada doktorların heyetine yazdığım istirhamnameyi, şimdi benim bir resmi merciim mahkemenin hakimlerine suretini takdim ediyorum.

Doktorlara hitaben yazmıştım ki:

Siz, hekim olmak haysiyetiyle şefkat etmek sizin meslekçe ehemmiyetli bir seciyeniz olması; ve hakikat-ı mevti ve ölüm mahiyetini her taifeden ziyade sizin bilmenizin lüzumu; ve küçük bir kâniat hükmünde olan insanın teşrihatındaki hikmet-i rabbaniye her meslekten ziyade mesleğinizde medar-ı nazar bulunması; nokta-i nazarda, müddei umumîden evvel bizimle alâkanız var. Çünkü bu meselemizde bütün vatanı alâkadar edecek olan Risale-i Nur’a bir nev’i taarruz var.

Risale-i Nur ise ism-i hakîm ve ism-i Rahîm’e mazhar olduğu için, en ehemmiyetli bir esası da şefkat olduğundan büyük bir manevî doktordur. Ve her gün nev-i beşerde otuz bin cenaze ile "ölüm haktır" diye imza edilen hakikat-ı mevtin tılsımını ve dehşetli ölümün sevimli muammasını açarak, sırr-ı Kur’an ile ölümü yüzbinler adam hakkında idam-ı ebedî mahiyetinden çıkartıp terhis tezkeresine çeviren ve ehl-i iman hakkında ölüm, terhis tezkeresi olduğunu o derece kat’î isbat etmiş ve hakiki teselli vermiş ki, yirmi seneye yakındır zındıklara, maddiyyunlara, tabiiyyunlara meydan okuduğu halde, hiçbir feylesof, hiçbir meslesini cerh edememiş olan Risale-i Nur’u müdafaaya mecbur olduğumdan ve sıhhatim birkaç vecihle muhtel olmasından, nazar-ı şefkatinizi ciddi bir surette rica ediyorum. Çünkü:

Ben, on sekiz senedir, bir içtimaî hastalık sebebi ile haps-i münferid hükmünde münzevî yalnız yaşamışım ve yirmi senedir yine içtimaî bir manevî rahatsızlık cihetiyle, hiçbir gazeteyi ne okudum ve ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve yine ehemmiyetli bir maraz-ı içtimaî cihetiyle, şimdi iki sene ve iki aydır zemin yüzündeki harblerden ve hadiselerden hiçbir haber almadım ve merak etmedim ve sormadım. Halbuki ben, Risale-i Nur itibariyle binler adam kadar alâkadarım.

Saniyen: Gerçi ben on sekiz sene haps-i münferid hükmünde yalnız bir odada yaşamışım, fakat menzilim, bu haps-i münferid gibi dar, rutubetli, ufunetli, manzarasız, güneşsiz değildi; teneffüs ederdim, bir-iki dostum ile görüşürdüm. Hem şimdi ihtiyarım, yetmiş yaşındayım. Hem zaifim, iyi bir hizmetçiye ihtiyacım var. Hem kırk-elli senelik bir kulunç illetine müptelâyım. Soğuğa dayanamıyorum. Bu geçen Ramazan’da yalnız iki ekmek yiyebildim. Onun için benim sıhhatimin muhafazası, bu ağır şerait altında, vazifenize ve hizmetinize bakar. Benim ehemmiyetsiz şahsım, şahsım itibariyle sıhhatim dahi ehemmiyetsizdir. Fakat madem zararsız bir surette, hem vatana hem millete, hem idareye, hem asayişe, hem inzibata büyük faideleri tahakkuk eden ve yüz bin adamlar, onunla imanlarını tehlikelerden kurtaran ve yüz otuz risale binler nüshalarıyla naşir-i efkârı bulunan ve dünya cereyanlarından hiçbir cereyanla alâkası bulunmayan ve siyasetten bilkülliye tecerrüd eden ve asılsız bir evham yüzünden bir seneden beri aleyhine hücum planı çevrilen imanî ve Kur’anî ve sırf uhrevî bir taife-i azimenin müdafaası ve evhamın zararından kurtulması, benim sıhhatim ile ve itidal-i demimle bağlanmış.

Elbette siz, binler masum şakirdlerin hayır dualarını kazanmak niyetiyle, sıhhatimin şeraitine ciddiyetle bakarsınız. "Tevkif altına alınmış bir müttehem adamın sıhhati ne ehemmiyeti var" diye yalnız resmi baksanız, hekimlikteki hikmet ve şefkat ve insaniyet incinecekler. Benim de şimdiki insanlardan ümidim kesilecek.

Ben şimdi eskiden beri istimal ettiğim kinin ve aspirine çok ihtiyacım var, bulamıyorum. Hem iştihasızlık ve kulunç beni sıkıyor.

Hayli ihtiyar, çoktan hasta ve çok zaif ve

cidden tam müteessir mevkuf

Said Nursî

Haşiye-1: Gizli ellerde gezdiği için bir-iki haşiye kimin tarafından ilâve edildiğini bilemediğim zâtlar yapmışlar. Bazı şahıslara tatbik etmişler. Ondan yeni yazılmış tevehhüm edilmiş.)

Hâşiye: Efendim! Bu ricamda zâtınızı bu şehirdeki umum hekimler ve hâkimlerin şahs-ı manevîsinin mümessili olarak düşünüp öylece konuşuyorum.

1.) Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

2.) Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi, 17:44)

Heyet-i zabıtaya bir maruzat[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

(Emniyet Müdürü, müdde-i umumi ile beraber, hapiste yanıma geldikleri vakit, bu mektubu verdim. O da vâliye vermiş.)

Emniyet dairesindeki hey'et-i zâbıtaya bir maruzatımdır.

Efendiler,

Benim başıma evham yüzünden gelen hâdise ile, hey'et-i zabıta emniyet-i dahiliye cihetiyle çok alâkadardır diye, size de bir hakikatı beyan edeceğim. Çünki hem Kastamonu'da , hem Ankara'da, hem Isparta'da taharri me'murları ve komiserler bizim esrarımızı anlamak için çok temas ettiler. Kastamonu Zabıtası bildi ki, biz zâbıta vazifesine endişe vermek değil, belki yardım ediyoruz. Ve Isparta Zâbıtası dahi, müteaddit temasında bizi ve Risale-i Nur 'u ve Şakirdlerini, âsâyiş ve inzibat cihetinde yardımcı ve dost görmeğe başladılar. Hatta en mahrem esrarımızı ki, Isparta müdde-i umumisi dinlemesinden telaş ettiği halde, bilâ-tereddüt Isparta Zâbıtasına verecektim. Ve benimle gelecek sivil komiserler ile gönderecektim. Fakat beni kelepçelediler. Onlar da gelmediler. Ben de, gönderemedim.

Evet, gerçi şahsım itibariyle ehemmiyetsiz ve kıymetim yok. Fakat kırk senedir memleketin çok yerleriyle alâkadar olmuşum. O yerlerde ciddi dostlarım ve hakiki kardaşlarım ve Risale-i Nur dersinde arkadaşlarım kesretle varlar. Eğer onların vaziyeti, inzibat ve âsâyiş lehinde olmasa idi, elbette şimdiye kadar bir vukuatları görünecekti. Halbuki hem Eskişehir Mahkemesinde, hem bu def'ada, vukuata binaen değil, belki imkana bina edilmiş. Yani, "yapmış" diye ilişmiyorlar, belki "yapabilir" diye, evham yüzünden ilişiyorlar.

İşte buranın zabıtasına, en mahrem esrarımı bilâ- perva içine alan müdafaatımı, isterlerse takdim edeceğim. Çünki ekser vilayetlere Risale-i Nur ve Şakirdleri girmişler. Herhalde Denizli'ye (eğer girmemişse) girecek. Böyle hasbî, fahrî bir tarzda fenalığı, ahlâksızlığı, anarşiliği, serseriliği izaleye ciddi çalışan ve te'siratını Kastamonu'da ve Isparta havalisinde gösteren yılmaz, geri çekilmez bir inzibat kuvvetini, buranın emniyet dairesi nazara alıp, âsâyiş lehinde istimal etmek varken, bu kuvvete endişeli ve müttehem nazarıyla baksa, birkaç cihette zarardır diye arz ediyorum:

Ben, buranın adliyesine karşı ehemmiyetsiz şahsım değil, belki memlekete zararsız bir surette menfaatli ve kıymetli Risale-i Nur ve Şâkirdlerini nazara alıp, müdafaa ettiğim halde, "Sen kendini müdafaa et!" diye, beni acib bir câni tarzında herşeyden ve konuşmaktan tecrid ve haps-i münferide ve sıhhatime ve ihtiyarlığıma tam dokunacak bir şekilde soktular.

Sonra, doktorları hastalığım haysiyetiyle istedim. Onlara hitaben derdimi yazdım. Birkaç gün te'hirden sonra, bir doktor geldi. Öyle bir acele ile baktı ki; "güya müttehem ve vatana muzır bir şahsiyetin sıhhati ne ehemmiyeti var" diye, manasını fehm ettim. Daha onlara hitaben yazdığım istirhamnâmeyi vermedim. Şimdi en son size de müracaat ediyorum. Bu gurbette hiç dost bulamayan ve herkes ona müttehem nazarıyla bakan bir adamın derdini de dinlemek gerektir. Bir vazife ile sivil polis gönderebilirsiniz. Tâ ki, hakikat-ı hâli anlasın, size haber versin. Ve Isparta ve Denizli adliyelerine karşı müdafaatımın suretini size getirsin. Ve zâbıta ile Risale-i Nur Şakirdlerinin ortasına anlaşmamazlık girmesin.

Haps-i münferidde mevkuf

Said Nursî

Hapis sebebi Beşinci şua değildir[değiştir]

Aziz Sıddık kardeşlerim,

Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakiki sebebi Beşinci Şua olmadığını, belki Hizb-ün Nuri ve Miftah-ül İman ve Hüccetüllah il-baliğa olduğunu bu fecirde bir ihtar-ı manevî ile hissettim. Dikkatle Hizb-ün Nuriyi kısmen okudum. Miftah'ı da düşündüm. Zındıklar küfr-ü mutlak mesleğini bu iki keskin elmas kılınçların darbelerine karşı muhafaza edemediklerinden, bir parça az siyasetle münasebeti bulunan Beşinci Şua'ı zahir bir sebep gösterdiler. Hükümeti iğfal edip aleyhimize sevkettiler.

Aynen bu ihtar ile beraber hatıra geldi ki; Bir kısım zaif kardeşlerimiz muvakkaten vazgeçseler, belki kendilerini bu belâdan kurtarabilirler diye izin vermek istedim. Birden ihtar edildi ki: Bu derece alâkası devam eden ve iki defa bu imtihana giren ve mukabilinde bu kadar zahmet çektikten sonra, faydasız zararlı kalben vazgeçmek değil, belki yalnız onları aldatmak için sırf zahiri bir içtinab gösterebilir. Yoksa hem kendine, hem bizlere, hem kudsi mesleğimize zararı dokunur, cezası olarak aks-i maksadı ile tokad yer.

Said Nursî

Mahkemeye hitaben[değiştir]

Efendiler,

Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve iman hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz me’murlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz…

(Fakat ikinci gün beraat kararı o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)

Tecrid-i mutlakta ve haps-i münferitte mevkuf

Said Nursî

Denizli Mahkemesinin ittifakla verdiği kararın suretidir[değiştir]

Şâhidlerin ifadeleri de, maznunlara atfen ve isnâd olunan suçu işledikleri hakkında adem-i malumat beyan etmişlerdir. Bilhassa Ankara Ağır Ceza Mahkemesi âzâsından Emin Büke'nin riyaseti altında ehl-i Mevkuflardan Said Nursî'nin mensublarına gelince: "Onlar, Said Nursi'nin zihnen normal olduğu bir zamanda ilmî ve ekseri vâkıfane eserlerine kapılarak; cezbe ve rûhî heyecan halinde yazdığı gayr-ı ilmî eserlerine aldanmışlar. Ve onlardan dahi 'din mes'elelerini ve Kur'an hakikatlarını öğreneceğiz' diye, sâfiliklerinden peşine düşmüşler. Ve bunlar hüsn-ü niyet sahibleri olup, sırf dinî itikad yüzünden Said'e ve okudukları risalelere bağlılık göstermekte ve bu maksadla yaptıkları muhabere mektublarının münderecatında, hükûmete karşı kötü maksad beslemedikleri ve bir cem'iyet ve tarikat kurmak fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmış olduğu görülmüş ve her ne kadar evrak arasında mevcud, sorgu hâkimliğince Denizli Ehl-i Vukuf Raporunda, (Said Nursî'nin bazı âsarından istidlâl tarikiyle ve mesnedsiz olarak) "Kendisinin ve mensublarının, hükümete karşı kötü bir maksad besledikleri" beyan olunmakta ise de...

Evrak-ı tahkikiye münderecatına ve şühûdun, maznunlara atfen isnad olunan ef'âl hakkında gayr-ı ma'lumât beyan etmeleri.. ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesince yaptırılan ehl-i vukuf raporu mahiyet ve münderecatına göre; şâyân-ı ihticac ve iltifat görülmemiş ve esasen maznunların ekseriyet-i azimesi, okumak-yazmaktan âciz bulunmuş, diğer kısmı da kendilerini ibadet ve taate vermiş oldukları.. binânenaleyh devletin emniyetin ihlal edecek mahiyet arz edecek şerâit ve evsafa haiz kimselerden olmadıkları tezahür ve tahakkuk etmiş ve mahkemenin kanaat-ı vicdaniyesi de ve bu merkezde tecelli ve tezahür etmiş olmakla, müdde-i umuminin tecziyeleri hakkındaki mütalaası, zikr ve ta'dâd olunan delâile karşı gayr-ı vârid görüldüğünden reddiyle, zan altına alındıkları ef'âlden beraetlerine... başka sebeble mevkuf değillerse tahliyelerine müttefikan karar verildi.

15 Haziran 1944

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi ittifakla beraetlerine, kararlarını hükümleriyle imza ediyorlar.

Aza Aza Reis (Ali Rıza)


Karar

Dinî hissiyatı âlet ittihaz ederek devletin emniyetini ihlâl edecek şekilde cemiyet teşkil ettikleri iddiasiyle sanık Saidi Nursî ve arkadaşlarının usulen sabit görülmeyen fiillerinden dolayı beraetlerine dair verilip Yargıtayca tasdik edilerek kesinleşmiş olan 15/6/944 tarih ve 199/136 No.lu hükme dahil sanıklardan Isparta'nın Atabey K. den Hüsnü Oğlu Tahir Mutlu tarafından verilen 20/7/945 günü kendisine ait eşya ve kitapların geri verilmesine dair dilekçe ve bu yöndeki evrak tetkik edilerek icabı görüşülüp düşünüldü:

Evrak meyanında mevcut Isparta polis baş komiseri tarafından tanzim edilen 11/10/943 günü zabıt varakasında yazılı 80 adet çinkoğraf klişe ile 25/9/943 tarihli Isparta Polisi tarafında tanzim edilen zabıt varakasında yazılı 500 adet matbu kitapların sahibi bulunan müsted'i Tahir Mutlu'ya iadesine 20/7/945 gününde oy birliği ile karar verildi.

Başkan Üye Üye

A.Rıza Balaban O.Vehbi Kayral Hakkı Tözüner

1354 2923 203

İmza İmza İmza

Aslının Aynıdır.


Temyiz Mahkemesi

Birinci ceza dairesi

Esas No : 2193

Karar No : 3005

Tebliğname : 2019

Temyiz İlâmı

Dini hissiyatı ve dinen mukaddes tanınan şeyleri alet ittihaz ederek devletin emniyetini ihlâlden suçlu eşhastan Mirza oğlu Saidin Nursi ve arkadaşlarının bilmuhakeme beraetlerine dair Denizli ağır ceza mahkemesinden verilen 15/6/944 tarihli hüküm temyizen tetkiki C.M.U Liği tarafından istida edilerek dava evrakı C. Baş müdde-i umumiliği y. makamından tebliğname ile Temyiz mahkemesi birinci ceza dairesine gönderilmekle okunup iş anlaşıldıktan sonra icabı konuşuldu ve aşağıdaki karar tesbit edildi.

Duruşmada toplanan bütün deliller mahkemece münakaşa edilerek beraet kararı verilmiş ve mucip sebepleri de gösterilmiş olmasına ve mahkemenin takdir hakkına karşı C.M.U.sinin aleyhindeki temyiz itirazları yerinde bulunmamış olduğundan reddedilen usûl ve kanuna uygun bulunan beraet hükmünün tebliğnamede yazılı mütalaa gibi tasdikına 30/12/944 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

15/2/945

Aslı gibidir.

Baş katip Reis

Suret

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi

Esas: 199

Karar: 196

Adliye emanet memurluğuna

Bağlı üç sahifeden ibaret dizi kağıdında müfredatı yazılı kitap Risale vesair eşyaların sahibi bulunan Saidin Nursi'ye iadesine mahkemece 25/6/945 tarihinde karar verilmiş olduğundan mezkûr kitap ve risalelerin Emirdağı noterliği 22/3/945 tarih ve 219 No.lu vekaletname ile Saidin Nursî'nin vekili bulunan Denizli Avukatlarından Ziya Sönmez'e verilmesi zımnında müzekkeredir.

29/6/946

Başkan

A.Rıza Balaban

1354

Müdafaatın Zeyli[değiştir]

Mühim Bir Suale Cevaptır

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Büyük memurlardan işimizle alâkadar olanlar sordular ki: "Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan'a, vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini ne için kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtaracaktın!

Ben de onlara cevabımda dedim ki:

Yirmi otuz senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adam hakkında kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece fevkinde iş görmüş. Eğer ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi' olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. En mahrem kardeşlerime yazmışım ki, Ankara'ya giden Risale-i Nur'un şiddetli tokatları için beni idam eden zâtlar, eğer Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, ben de ruhu canımla onları helâl ediyorum.

Beraetımızdan sonra beni tarassud ile taciz eden polis müdürüne ve iki mülkiye müfettişine ve başka büyük arkadaşlarına karşı o cevabı verdim.

Hem dedim: Risale-i Nur'un kabil-i inkâr olmayan bir kerametidir ki; yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektublarımda ve binler şakirdlerinde hiçbir cereyan ile ve hiçbir cem'iyet ile ve dâhilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesile, hiçbir alâka, dokuz ay tedkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin. Birtek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes'ul ve mahcub edecek yirmi madde bulunmaz mı? Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki: "Pek hârika ve mağlub olmaz bir dehâ bu işi çeviriyor" veya diyeceksiniz ki, inayetkârane bir hıfz-ı İlahîdir." Elbette böyle bir dehâ ile mübareze bir hatadır, millete ve vatana büyük bir zarardır. Ve böyle bir hıfz-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniyeye karşı gelmek, firavunane bir temerrüddür.

Eğer deseniz: "Sizi serbest bıraksak ve tarassud ve nezaret etmesek, derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin."

Ben de derim: Benim derslerim bilâ-istisna bütünü, hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcib bir madde bulunmamış. Kırk-elli bin nüsha risale ve dersler dahi milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mûcib-i mes'uliyet bir madde bulamamaları; bir cihetle, yenisi ittifakla beraetimize; ve eskisi, makamca bir büyük adam hatırı için yüzer risaleden beş-on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüzyirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız onbeş adama altışar ay ceza verilmesi kat'î bir hüccettir. Hem daha yeni bir dersim kalmadı ve bir sırrım gizli kalmadı ki, nezaretle tazyike çalışsanız. Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassudlar artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık sıkıntısından, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. "Mazlumun âhı Arş'a kadar gider" diye bir kuvvetli hakikattır.

Sonra, o zalim ve dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, giymedin ve eski, yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi." Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki rızasiyle; ve kalb kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet ve takva-yı şer'iyye haysiyetiyle, yedi yüz milyar zâtların kıyafetlerine girmek, benim gibi otuz seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama "inad ediyor, bize muhaliftir" denilmez. Haydi inad dahi olsa, Mustafa Kemal o inadı kırmadı ve iki mahkeme kıramadı ve üç vilayetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükûmetin zararına, o inadın kırılmasına çalışıyorsunuz? Haydi siyasete muhalif de olsa, madem tasdikiniz ile yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz ve kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terkediyorum, "Ne yaparsanız yapınız, minnet çekmem!" dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu. Son sözüm:

1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

2 نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ

1.) Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

2.) O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır (Enfal Sûresi, 8:40)

Önceki Müdafaa: Eskişehir Mahkemesi (1935)Tüm MüdafaalarDenizli Mahkemesi Talebe Müdafaaları: Sonraki Müdafaa