Risale:Elhüccetüzzehra'nın İkinci Makamı (İman ve Küfür Muvazeneleri)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Meyve Risalesinden Sekizinci Meseleİman ve Küfür MuvazeneleriYirmi Dokuzuncu Lem'a'dan İkinci Bab: Sonraki Risale

El-Hüccetü’z-Zehra’nın İkinci Makamı[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ

Fatiha’nın âhirinde, ehl-i hidayet ve istikamet ve ehl-i dalalet ve tuğyanın muvazenesine işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin menbaı olan âyetin bir hakikatini Sure-i Nur’dan

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ … الخره

âyeti ve arkasında اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ مَوْجٌ … الخره âyetiyle beraber pek acib bir tarzda o muvazeneyi mu’cizane ifade ederler.

Birinci Âyet-i Nur –Birinci Şuâ’da ispat edilmiş ki– on işaretle Risale-i Nur’a bakıyor, mu’cizane Kur’an’ın o tefsirinden gaybî haber veriyor. Ve Risale-i Nur’a Nur namı verilmesine en birinci sebep olmasından, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bir kısmında bir seyahat-i hayaliye temsilinde, bu acib âyetin “nur” kelimesinde “nun-u na’büdü” mu’cizesi gibi bir manevî mu’cizesinin beyanına binaen, Âyetü’l-Kübra Risalesi’nde dünya seyyahı, Hâlık’ını aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve enva-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yol ile ve kat’î bürhanlarla Hâlık’ını ilmelyakîn ve aynelyakîn bildiği gibi; o aynı seyyah asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek kâh Kur’an hikmetine kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak hakikatleri vakide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübra’da kısmen haber vermiş.

İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat ve bir temsil manasında olan seyahat-i hayaliyesiyle girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan numune için yalnız üç tabakasını, Fatiha âhirindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir misalini, gayet muhtasar beyan edeceğiz. Sair meşhudatını ve muvazenelerini, Risale-i Nur’un muvazenelerine havale ederiz.

Birinci numune şöyle[değiştir]

O, dünyaya sırf Hâlık’ını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: Biz, her şeyden Hâlık’ımızı sorduk, güzel, tam cevap aldık. Şimdi “Güneşi güneşten sormak lâzım.” darb-ı meseli gibi biz dahi Hâlık’ımızı ilim ve irade ve kudret gibi kudsî sıfatlarının tecellileriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız, diye dünyaya girdi. Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalalet gibi birden küre-i arz sefinesine bindi. Hikmet-i Kur’aniyeye tabi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kur’an okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki:

Nihayetsiz bir boşlukta, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede, top güllesinden yetmiş defa süratli bir hareketle gezer. Yüz binler nevi bîçare, âciz zîhayatları içine almış. Eğer bir dakika yolunu şaşırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa parçalanarak hadsiz fezada sukut ile bütün o bîçare zîhayatları ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek diye anladı.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّٖينَ cereyanının dehşetli manevî musibetini اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ in boğucu karanlığını hissederek “Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?” diye o kör felsefenin gözlüğünü kırdı اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cereyanına girdi. Birden hikmet-i Kur’aniye imdadına geldi, tam hakikatini gösteren bir dürbün aklına verdi “Şimdi bak!” dedi. Baktı, gördü ki:

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ismi هُوَ الَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فٖى مَنَاكِبِهَا وَ كُلُوا مِنْ رِزْقِهٖ burcunda bir güneş gibi tulû etti. Zemini gayet muntazam ve selâmetli bir gemi ve zîhayatları rızıklarıyla beraber içine doldurmuş, kâinat denizinde çok hikmetler ve menfaatler için seyahatle güneş etrafında gezdirip mevsimlerin mahsulatını erzak isteyenlere getirir. Ve “Sevr” ve “Hut” namlarında iki meleği o sefineye kaptan yapmış, gayet güzel ve muhteşem memleket-i Rabbaniyede Hâlık-ı Zülcelal’in mahlukat ve misafirlerini keyiflendirmek için gezdiriyor. Ve onun ile اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ hakikatini gösterir, Hâlık’ını bu ismin cilvesiyle tanıttırır diye anladı. Bütün ruh u canıyla ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌ dedi اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ taifesine girdi.

O seyyahın âlemlerdeki seyahatinde gördüğü numunelerden ikinci numunesi[değiştir]

O seyyah, küre-i arz gemisinden çıkıp hayvanat ve insanlar âlemine girdi. Dinden ruh almayan hikmet-i tabiiye gözlüğü ile o âleme baktı, gördü ki:

O hadsiz zîhayatların hadsiz ihtiyaçları ve onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır düşmanları ve merhametsiz hâdiseleri var iken, o ihtiyaçlara karşı sermayeleri binden, belki yüz binden ancak bir olabilir. Ve o muzır şeylere mukabil iktidarları, milyondan ancak birdir. Bu çok dehşetli ve acınacak vaziyette, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye ve akıl alâkadarlığı ile onların haline o derece acıdı ve mahzun ve meyus ve cehennem azabı gibi elemler alırken ve o perişan âleme girdiğine bin pişman olurken, birden hikmet-i Kur’aniye imdadına yetişti اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dürbününü verdi “Bak!” dedi. Baktı, gördü ki:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ tecellisiyle Rahman, Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm, Hafîz gibi çok esma-i İlahiyenin her biri, birer güneş gibi مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ۞ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ ۞ وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖٓى اٰدَمَ ۞ اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. O insan ve hayvan dünyasını rahmetle, ihsanla doldurup bir nevi muvakkat cennete çevirdiler. Ve bu şâyan-ı temaşa, güzel ibretli misafirhanenin mihmandar-ı kerîmini tam bildirdiklerini bildi. Bin kere ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌ dedi.

Seyahatindeki yüzer müşahedatından üçüncü numunesi[değiştir]

Hâlık’ını, isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ve cilveleriyle tanımak isteyen o dünya seyyahı, akıl ve hayaline dedi ki: “Haydi! Ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız. Hâlık’ımızı semavattakilerden soracağız.” Ruh hayale ve akıl fikre bindiler, semaya çıktılar. Kozmoğrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla, mağdub dâllîn cereyanlarıyla baktılar. Gördü ki:

Küre-i arzdan bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar, şuursuz, camid, serseri gibi birbiri içinde süratle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa o boş ve hudutsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küre ile çarpmak suretinde kıyamet gibi bir herc ü merce sebep olur.

O seyyah, hangi tarafa baktı ise dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azaplı manaları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz.” derken, birden اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ tecellisi ile Hâlıku’s-semavati ve’l-arz ve Musahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer ve Rabbü’l-âlemîn gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ ve اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا ve ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. Bütün semavatı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük camiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler.

O seyyah اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cereyanına girdi. Dâllînden اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ den kurtuldu. Birden cennet gibi muntazam, güzel, muhteşem bir memleket gördü. Her tarafta Hâlık-ı Zülcelal’i bildiriyorlar bir vaziyeti müşahedesiyle, akıl ve hayalin kıymetleri ve vazifeleri bin derece terakki etti.

İşte o seyyahın kâinattaki seyahatinin yüzer numunesinden bu mezkûr üç numuneye kıyasen sair müşahedatını ve isimlerin cilveleriyle Vâcibü’l-vücud’un marifetini Risale-i Nur’a havale edip bu pek kısa işarete iktifaen, bu pek uzun kıssayı kısa keserek hâlıkımızı bildiren kudsî sıfatlardan ve sıfât-ı seb’asından yalnız ilim ve irade ve kudret gibi üç mühim sıfatların eserleriyle, tecellileriyle ve tahakkuklarının hüccetleriyle kâinat hâlıkını tanımaya o dünya seyyahı gibi gayet kısa işaretlerle çalışacağız. Tafsilatını Risale-i Nur’a havale ederiz.

Önceki Risale: Meyve Risalesinden Sekizinci Meseleİman ve Küfür MuvazeneleriYirmi Dokuzuncu Lem'a'dan İkinci Bab: Sonraki Risale