Risale:Bakara 9-10: Münafıkların Aldatması (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Bakara 8: Münafıklar Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 11-12: Münafıkların Fesad Çıkarması: Sonraki Risale

يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَايَخْدَعُونَ اِلاّۤ اَنْفُسَهُمْ وَمَايَشْعُرُونَ[değiştir]

فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ[değiştir]

Önceki ayetlerle münasebet[değiştir]

Ey aziz bilmiş ol ki; bu ayetin önceki ayetle olan münasebet, nazm veya diziliş vechi ise; cümleleri, münafıkların hal ve vaziyetlerinin ayrı ayrı vasıf ve sıfatlarına (birlikte) işaret etmeleridir.

İşte cümlelerinin mealleri itibariyle ifade ettikleri hususlar:

1-Nifâkın üstüne tevbihi yığmaya..

2-Sonra onu pek şeni' göstermeye..

3-Sonra, nifâkı taşıyanları takbih eyleyip i'lan etmeye..

4-Sonra, onlara tehdid yağdırmaya..

5-Sonra, onları terhib edip korkutmaya..

6-Sonra, hallerinden taaccüp duymağa ..

7-Sonra, -üst tarafta zikri geçmiş- sözlerinden sızan maksadlarını açığa çıkarmaya..

8-Sonra, sözlerinin asıl sebep ve illetini beyan etmeye..

9-Sonra nifâktan neş'et eden ilk dört cinayetlerini (ki bunlar aldatma, ifsad, mü'minleri aşağılama, mü'minlerle alay ve istihzadır) dile getirmeye..

10-Sonra hıyanet ve hilelerini, temsil içinde istiâreli bir üslub ile temsil ettirmeye işaret etmesidir.

Evet münafıkların, Allah'ın ahkâmıyla, Peygamber (A.S.M.) ile ve mü'minlerle olan muamelerinin şeklini tasvir etmek üzere; onların bazı, dünyevî menfaat ve garaz için, içlerinde küfrü sakladıkları halde, zahiren yalancı bir iman izhar ederler. Lâkin Allah'ın, Peygamberin ve mü'minlerin onlarla olan muamelelerinde ise, istidracî bir tarzda, yani yavaş-yavaş onların üstünde mü'minlerin ahkâmını icra eylemektedir. Halbuki onlar ise, o halleriyle indellahda; ayrı ayrı iki şahsı kandırıp aldatmak, ya da avcının in deliğinden çıkıp kaçan farenin daha sonra "Nafıka" denilen iki katlı deliğine girdikten sonra, yine tekrar firar edip kaçacağını hissetmesi suret ve hareketinde olan ahbes kefereler gibidirler.

Cümleler arasındaki münasebet[değiştir]

Amma يُخَادِعُونَ lafzından tâ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ye kadar ki cümlelerin önceki ayet ile olan diziliş ve nazm ciheti için şuna bak ki: Bu yedi adet cümlelerde yekdiğerlerini gerektiren ve birbirlerine terettüb eyleyen müteselsil olan neticeleri tazammun etmiş olmalarıdır.

İşte, birbirlerini mütezammın olan o yedi cümleler ise şunlardır:

1-Münafıkların muhali taleb etmeleriyle ahmaklıklarını göstermek..

2-Menfaat niyetiyle, nefislerine vermiş oldukları zararları ile sefihliklerini bildirmek..

3-Zarar ile menfaatin arasını temyiz edip ayıramamaları ile cehaletlerini ilan eylemek..

4-Tiynetlerinin habisliğini ve asıl ve hilkat itibariyle sıhhat, istikamet madeni olması lazım gelen akıllarının hastalık ve marazını ve hayat menba'ı olan kalblerinin ölmüşlüğünü i'lan etmek suretiyle rezilliklerini izhar eylemek..

5-Şifayı ararken, hastalıklarını arttırdıklarını gösteren ifadeleriyle; zelillik ve acizliklerini beyan etmek..

6-Sonra, dünyada iken, içinde bulundukları mahza elemin, azabın, ahirette daha çok ve daha büyük bir elem-i sırfı doğuracağını bildirip, onları tehdit eylemek..

7-Ve onları alamet ve nişanların en kabihi olan yalancılıkla damgalayarak beynennas teşhir eylemek..

Amma şimdi, bu yedi cümlenin ittisak içinde oluşu ve intizamkârane çizgide olmalarıyla beraber, aralarındaki hükmün yekdiğerlerine akıp dökülüşü ise şöyledir:

Nasıl ki sen, bir adamı yapmakta olduğu kötü bir fiil ve hareketten zecredip vazgeçirmek için, nasihat etmek istediğinde; ona herhalde önce dersin ki: Ey filan! Eğer sende akıl varsa, yaptığın şu işin neticeye varması muhaldir.. Sonra ona: Eğer nefsini seviyorsan, bu iş sana zarar getirecektir.. Sonra dersin: Sen de eğer hissetme, duyma varsa; neden zararla menfaatin arasını ayıramıyorsun?. Sonra da ona: Eğer sen, ihtiyarı olmayan bir cisim isen; hiç olmazsa, kendi seciyenin bozuk olduğunu bilmelisin. Zira, görünen o ki, senin seciyende öyle bir hastalık vardır ki; hakikati tahrif eylemekte, tatlıyı sana acı göstermektedir. Sonra da ona dersin ki, eğer sen şifayı arıyor ve istiyor isen; senin şu seciyendeki bozukluk, hastalığını iyileştirmek değil, bilakis arttırmaktadır.

Böylece senin mesel ve misalin; uykusuzluk hastalığına müptela olmuş birisine benzer ki; Hırs ile uyumak ister, fakat uykusu gelmez, uyuyamaz. Uyuyamayınca da kalak’a, sinirliliğe düşer; nu'ası da (yani, uykunun ilk tabakası olan amızganmaklığı da) kaybeder. Ya da bunun meseli; kalbi merak hastalığına müptela olmuş adama benzer ki, her hangi bir şeyi merak edip düşünür. Düşündükçe de, o şey onun yanında büyüdükçe büyür. O da ona karşı gam çekmeye başlar, tâ o musibetli hal, kendisi için ikileşinceye kadar gider.

İşte sonra, sen bu adama dersin: Eğer sen lezzet almayı istiyor ve arıyorsan; senin bozuk olan bu seciyende şiddetli bir elem vardır ki, daha beteri bir elemi netice veriyor; o elem daha çok şiddetlidir ki; sair içi kof, dışı tantanalı lezzetler gibi de değildir.

Sonra ona: Eğer bütün bu öğütlerle uyanamadın ve seslerini işitemedinse; o durumda senin hortumun üzerine çirkin bir vesmi, bir ateşli damgayı vurmaktan başka ve senin insanlar arasında kalb ve ruhundaki fesadının insanlara sirayet etmemesi için umuma ilan edilmenden gayrı yapılacak bir şey kalmaz.

İşte aynen bu misal gibi; Cenab-ı Hak teâla dahi münafıkları zecr ile ahmak ilan etmek için يُخَادِعُونَ اللهَ demiş. Ve onların tam ahmaklıklarını da göstermek, bildirmek için, يُخَادِعُونَ النَّبِىَّ dememiştir. Yani ki, (mefhum-u muhalifle) diyor ki: Onlar nasıl ve ne suretle Allah'ın emirlerini tebliğ etmekle vazifeli olan peygamberi hile ile kandırabilebilirler. Zira Peygamber (A.S.M.) Allah'tan gelen emirleri tebliğ eyleyen bir me'murdur. O takdirde, Peygambere karşı yaptıkları hileleri yine Allah'a raci olur. Oysa, Allahü teâlaya hile yapmak muhaldir. Muhali talep etmek ise, ahmaklıktır. Böylesi ahmaklık da, elbetteki medar-ı taaccübdür.

Sonra, ayet وَمَايَخْدَعُونَ اِلاّۤ اَنْفُسَهُمْ ile devam eder, tâ ki onların sefihliklerini, akılsızlıklarını ortaya koyup göstersin. Yani şöyle: "Ey münafıklar! Yaptığınız işte menfaat değil, zarar vardır. Hem de bu zarar, dönüp dolaşır yine nefislerinize dönmektedir. Demek ki, ey münafıklar! siz, kimseyi değil, sadece kendinizi aldatıyorsunuz!"

Sonra da, cehaletlerini bildirmek, anlatmak üzere: وَمَايَشْعُرُونَ cümlesi takip etmiştir. Yani şöyle: "Ey câhiller, siz hayvandan daha şuursuz ve dall olan câmid taşlar gibi mi oldunuz ki; zarar ile menfaatin arasındaki farkı hissedemiyorsunuz!"

Sonra da, Ruh cevherlerinin bozulmuş olması sebebiyle, rezilliklerini teşhir etmek üzere, evvelki cümlenin arkasına فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ cümlesini eklemiştir. Yani ki şöyle: "Ey münafıklar, eğer sizin bir ihtiyarınız, seçme iradeniz yok ise de; hiç olmazsa, müptelası bulunduğunuz hastalığı, hastalık olarak bilmeniz ve seciyelerinizin bozukluğunu anlamanız îcab eder. Hem dahi nifâk ve hasedin, ruhta bir hastalık olup hakikati tahrif ve tağyir etmek onun işi olduğunu idrâk etmeniz gerekmektedir. Evet, sizler, ruhlarınızdaki o bozukluk ile; acıyı tatlı, tatlıyı da acı sanmaya ve karayı ak, akı da kara zannetmeye kadar varmışsınız. Eğer sizde azıcık bir şuur kalmışsa, o bozuk ve fâsid hale göre hareket etmeyiniz.

Sonra da, münafıkların zillet ve perişaniyetlerini göstermek için فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا yi ilave etmiştir. Yani bununla şöyle der: "Siz eğer o bozuk seciyenizle şifayı arıyor ve içinizdeki öfke ve gayzınıza bir teşeffî, bir içini boşaltıp rahatlama istiyorsanız, biliniz ki; bu nifâk öyle bir marazdır ki, sizdeki maraz ve hastalığa bir çok hastalıkları ilave etmektedir. Sizin haliniz öyle birisine benziyor ki; intikam almak için kırılmış elini kullanır, haliyle o ele kırıklık üstüne kırıklıklar eklemiş olur.

Sonra da, münafıkları tehdid etmek üzere: وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ der. Yani: "Siz eğer lezzeti, tadı arıyorsanız; şu nifâkınız var ya, içinde öyle acil, peşin şiddetli bir elem vardır ki; bu acil, peşin elem, sonra gelecek olan âcil آجل elemin içinde daha şiddetli bir elemi netice verecektir. Evet, ayetin şu cümlesi sanki diyor: "Münafıklık; içinde süflî ve menhus bazı acil lezzetler bulunabilen sair maasî ve günahların cinsinden değildir."

Ve sonra ayet bu mevzu'u tamamlamak ve münafıkları en kabih ve bed damga ile damgalamak üzere: بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ kavliyle son verir.

Yani der ki: "Sizler eğer halen uyanmayacak ve içinde bulunduğunuz şu duruma son vermiyecek iseniz, sizin için artık insanlar arasında yalancılıkla teşhir edilmenizden gayrı bir şeyiniz kalmamış olur. Yalancılıkla teşhir edilmenizden sonra da, artık kimsenin size itimadı kalmayacaktır. Böylece sizin, o hastalığınızın başkalara sirayeti de kesilmiş olacaktır.

Cümle 1: Allahı ve müminleri aldatmaya çalışırlar[değiştir]

Şimdi ayetin eczaları arasındaki nazm;

İşte birinci cümle olan يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا da nazm vechi şöyledir ki: Münafıkların yaptığı kötü iş ve pis amellerinden söz ederken, mudari' siğasını kullanarak يُخَادِعُونَ deyip onları hilecilikle tavsif etmesi, hususan müşareket babından ele alması, (yani karşılıklı iştiraktan) (yani: يُخَادِعُونَ ile ifade edilen "Allahı ve ona iman etmiş mü'minleri iki taraftan aldatıyorlar" ma'nasıyla ele alması) bilhassa Peygamberin adını zikretme yerine, Allah lafzını ikame eylemesi.. Hem اَلْمُؤْمِنِينَ kelimesi yerine وَالَّذِينَ آمَنُوا cümlesini vaz' eylemesi ile; münafıkların hileler ile ulaşmak istedikleri garaz ve maksadlarının muhaliyetini tansis ve tasrih etmek içindir. Hem öyle bir tarzda bu imkânsızlık ve muhaliyeti göz önüne koyuyor ki; nefisler, kalbler ondan titreyerek nefret ediyorlar. Zira hile ve hud'a içinde, nefret ve ikrahı tahrik edip îkaz eden bir istiare-i temsiliye vardır. Ayrıca mudari'lik siğasında da daimî şekilde kalbi ürkütecek bir tasvir bulunmaktadır.

Keza, يُخَادِعُونَ deki müşarekette, hilelerinin neticesizliğini bildiren bir müşakelet, yani karşılıklı birbirine benzemeklik vardır ki وَ جَزَاۤءُ سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا ayetinde olduğu gibi: "Seyyienin, kötülüğün karşılığı, onun kadar kötülüktür" olan, hilelerinin neticesizliğini netice veren hükmünün nazîri gibi bir şeydir.

Evet, müşareket babında; failin fiili, mefûlün fiiline sebep olduğuna binaen, burada ise, mefulun fiili, failin fiiline, yani; işi yapanın yaptığı hile olan fiillerinin akim ve tesirsiz kaldığına sebeptir. Belki de ayetin bu ifadesiyle, hud'a ve hilenin vahî ve boş bir suret olduğunu göstermeye medardır. Evet, nasıl ki sen, birisini mesela cehaletinden dolayı istihzaya aldın, o istihza ise bir ilmi kendinde sakladığı; ve seninle de bir istihzayı gizlemesi vardır ki, maksadın in'ikası gibidir. (Yani: Maksad istihza ise, bundan sana da akseyler.)

Hem ayetin cümlesinde lafza-ı celal olan الله kelimesini tasrih etmesinde, münafıkların garaz ve maksadlarının muhaliyetini tansis ile kat'î olarak bildirme vardır. Zira ki Peygamberi (A.S.M.) aldatmaya çalışmak, Allah'ı aldatmağa incirar eder ki; aklın kuruyup, zaif kalarak hileyi yapamaz hale geldiğini gösterir.

Ve اَلَّذِينَ آمَنُوا deki اَلَّذِى sılasını ortada medar yapmasında, şöyle bir işaret vardır ki; münafıklar kendilerini mü'minlere iman sıfatıyla sevdirmeye ve mü'minlerin iman damarlarını heyecana getirip ve kendilerini onunla sevdirip içlerine girmeye çalıştıklarına işarettir.. Ve bunda şöyle bir îma dahi vardır ki; akılları imanın nuruyla münevver olan mü'minlerin cemaatına karşı hilelerinin saklanmadığını, dolayısıyla bunda da yine hilelerinin akim kalmış olduğunu netice vermektedir.

Cümle 2: Onlar ancak kendilerini aldatıyorlar[değiştir]

Ayetin ikinci cümlesi olan وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاّ اَنْفُسَهُمْ ün nazm ve diziliş vechi şöyledir: "Onlar o hile ile ancak kendilerini aldatır" cümlesindeki hasrda, yani münhasırlıkta; münafıkların yaptığı iş ve muamelelerinde, aksülamel ile karşılaşan akıllarının tam sefihlik ve budalalıklarına bir işaret vardır. Nasıl ki bir adamın bir duvara doğru fırlattığı taş, geri sıçrayıp gelip onun kafasını kırması gibi; münafıkların da, mü'minleri zarar ve ziyana uğratmak için sıçrattıkları fitne ve hile okları, geri dönüp kendilerine isabet ettiği için, bizzat kendilerine hile edip aldatıyorlar gibidir.

Hem يَضُرُّونَ yerine يَخْدَعُونَ kelimesini almasında; onların son derece sefihlik ve ahmaklıklarına işaret içindir. Evet akıllılar içerisinde kasden ve bilerek kendi nefsine zarar verenler bazen bulunabildiği halde, amma amden ve bilerek kendini hile ile aldatan bulunmaz. Şayet böylesi bir kimse bulunsa, ancak insan suretinde bir eşek hayvan olabilir.

Ve اَنْفُسَهُمْ ünvanında ise, şöyle hafi bir remiz vardır ki; onların münafıklık ve hileleri, nefsanî bir hazz, birer arzu ve nefsî olan hasis birer garaz için olduğundan; kendileri için istediklerinin nakîzini ve tam aksini netice vermiştir.

[s39] Eğer desen: وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاّ اَنْفُسَهُمْ deki bu mühasırlıkta, onların hud'a ve hilelerinin İslama ve müslümanlara zarar vermediğini ima ediyor. Halbuki, İslâm ve müslümanlar; alem-i İslâm milletleri arasında bir zehir gibi yayılan nifâkın nevilerinden ve çeşitli şu'belerinden gördüğü zarar kadar hiçbir şeyden görmemiştir?.

Cevaben sana denilir ki: İslâm'ın ve müslümanların gördükleri müteaddî zarar ve bulaşıcı zehir ise, onların kendi ihtiyar ve istekleriyle yaptıkları hile ve serpiştirdikleri hud'a tuzaklarının neticesi değildir. Belki sarî ve bulaşıcı hastalıkların nazîri, benzeri olan münafıkların bozulmuş tabiatlarından ve tefessüh etmiş fıtratlarından ve kokuşmuş vicdanlarından gelmiş ve gelmektedir. Evet, münafıklar Allah'ı, Peygamberi ve mü'minlerin cemaatlarını aldatmaya yelteniyorlar. Oysa, Allah her şeyi âlîmdir, en çok bilendir. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam da, İlahî vahye mazhar bir mübelliğdir. Mü'minlerin cemaatı da, çevirilen gizli hile ve hud'aların uzun zaman kendini mü'minlerden saklamaya ve gizlilik içerisinde devamlı kalmaya gücü yoktur. Binaenaleyh, hakikatta mü'minler kandırılıp aldatılmış olmuyorlar. Netice olarak sabit olmuş olan budur ki: Münafıklar ancak ve yalnız kendilerini aldatıyorlar.

Cümle 3: Fakat bunun şuurunda değildirler[değiştir]

Üçüncü cümle olan اَىْ لاَ يُحِسُّونَ, وَمَايَشْعُرُونَ (Yani, onlar şuûren hissetmiyorlar) daki nazm ve diziliş irtibatı ise, şudur ki; bu cümle-i ayetin öz fezlekesinde, münafıklara müteveccih bir çeşit techilin tahkiri bulunmaktadır. Zira bu cümle şöyle iş'ar etmektedir ki: Eğer onlar akıl sahibi iseler, şu yaptıkları iş, aklın kârı olamaz. Şayet onlar nefsanî his ve hevesleriyle hareket eden ve insan olmayan hayvanat iseler; yine de, açıkça his edilmiş ve edilmekte olan şunun gibi bir zararı hissedip bilmek hayvanların dahi şanıdır, yapacağı iştir. O halde sabit olmuş oluyor ki; onlar ihtiyarsız, hissiz cemadât kesilmişlerdir.

Cümle 4: Kalplerinde maraz vardır[değiştir]

Dördüncü cümle olan فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ de nazm ve irtibat vechi şöyledir ki, yani ayetin sevk-i kelamı şunu ifade ediyor ki: Münafıklar mademki aklî muhakeme ve hissî şuurun muktezasına göre hareket etmiyorlar, o halde ruhlarındaki hastalık açığa vurmuş oluyor. Bu vaziyette onların hiç olmazsa bunun bir hastalık olduğunu bilmeleri icab ediyor ki, kazalardan kaçınıp, o marazın tağyir eylediği inhiraf-ı mizacdan hasıl olan hükümlere göre ([1]) amel etmesinler. Zira marazın, hastalığın netice verdiği inhiraf-ı mizacın şeni odur ki; hakikati tağyir etmek, müzeyyeni çirkin göstermek ve acıyı tatlı irae etmektir.

Amma فِى lafzında ise, şöyle bir remz vardır ki; onların hased ve kinleri kalblerinin melekûtu içinde, yani (üst tarafta bahsi geçmiş) latife-i Rabbaniyenin içinde olan bir hastalıktır.

Ve قُلُوبِهِمْ deki "kalb" ünvanında ise; cism-i kalb hastalandığında, nasıl ki bedenin bütün ef’al ve harekatı karışıyor.. Öyle de, kalbin ma'nası, batını da, hud'a ve nifâkla hastalandığı zaman, ruhun umum fiil ve hareketleri istikamet ve düzgünlük menhecinden inhiraf ederler. Zira kalb, hayatın kaynağı ([2] ) ve makinesidir.

Hem فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ de, فِى قُلُوبِهِمْ i مَرَضٌ den evvel takdim etmesi, iki cihetle münhasırlığa îmadır. Bu îmadan da ta'riz yolu ile şöyle bir işaret hissedilebilir ki: İman bir nurdur. O nur'un şe'ni de, insanın bütün fiillerine ve eserlerine sıhhat ve istikamet vermektir.

Hem şu hasrin bu îmasında şöyle bir remiz daha vardır ki; eğer fesad, bozukluk kalbin iç yüzünde ve temelinde ise, artık furûâtın tamirine çare kalmamış olur.

Amma مَرَضٌ lafzı ise, onların özürlerinin artık bitip tükenmiş olduğuna ve ağızlarına taşla vurmak lazım geldiğine bakar bir remizdir. Yani مَرَضٌ kelimesi manen der ki: İnsanın fıtratı, her zaman hakikatin kabulüne müheyyadır, kabule hazırdır. Bütün bozukluklar, yıkıntılar ise, ancak daha sonra ona arız olan, yani su-i ihtiyarı neticesinde meydana gelen bir hastalıktır.

Keza مَرَضٌ deki tenkir'in tenvini, yani mübhemiyet ve belirsizliği ifade eden karakteri işaret eder ki; o hastalık öyle derin ve belirsiz bir yerdedir ki, görünmez ta, tedavî edilebilsin.

Cümle 5: Allah onların marazını ziyadeleştirmiştir[değiştir]

Beşinci cümle olan فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا cümlesinin sabıkıyla olan irtibat ve diziliş nazmı da şöyledir: Vaktaki münafıklar; sakınmak, uzak durmak için kalblerindeki hastalığın bir maraz olduğunu idrak edip bilmediler, belki bilakis onu beğenerek istediler. Cenab-ı Hak Teala da o hastalığı onlar hakkında arttırdı. Zira ([3]) مَنْ طَلَبَ وَجَدَ kaidesiyle ona müstehak oldular.

Ayrıca, hastalığın varlığı, onun ziyadeleşmesine sebeb değil iken, فَزَادَهُمُ اللهُ nın başında sebebiyetin takibinde kullanılan فَ yi getirmesinde de şöyle bir remiz vardır ki; münafıklar vaktaki içlerindeki hastalığı teşhis edemediler.. Dolayısıyla şifanın vesilelerini araştırmadılar. Belki adeta hastalığın artmasını taleb edercesine arttıran sebeplere el attılar. Adeta galip gelen hasmiyle döğüşen adamın kırılmış elini kullanarak daha da kırılmasını arttırdığı gibi; bunlarda hal ve fiilleriyle hastalıklarının ziyadeleşmesini talep ettiler. Cenab-ı Hak da onların hastalıklarını şöyle arttırmıştır ki:

1- Mü'minlerin zafer ve galibiyetleri sebebiyle emellerini müz'iç bir ye'se kalb ederek..

2- Yine mü'minlerin galibiyeti sebebiyle de husumetlerini, kin ve düşmanlıklarını kalblerinin içinde yandırıcı bir kine kalb ederek..

3- Ve şu yeis ve kîn hastalıklarından "dâül-havf" korku duyma hastalığı, zaaf illeti ve zillet marazı tevellüd ederek kalblerini istila eyledi.

Ayrıca, Cenab-ı Hak Teala ayette فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا yerine فَزَادَ اللهُ مَرَضَهُمُ demeyip, belki mef'ûlu -şu gelen işaret için- sıradan ayırdı. Çünki فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا nin zahir ma'nası, "Allah onları maraz olarak arttırdı" şeklindedir. İşte bu, şuna işaret ediyor ki: "Batınî ve kalbî olan bu maraz, hastalık, zahire ve dışa da sirayet ederek, insanın bütün fiillerini te'sir altında bırakır." Öyle ki, şu habis hastalık, adeta tamam-ı vücudlarını istila edip her tarafını sardığı için; sanki beden ve vücudları hastalığın kendisi olmuş da, o marazın cerahat ve akıntılarının ziyadeliği de, zatlarının öz ziyadeliği olmuştur.

Evet, mesela: اِشْتَعَلَ الْبَيْتُ نَار Yani: "Ev ateş olarak parlamaya başladı" denildiğinde; ateş evin tamamına sirayet edip sardı demektir, ki adeta evin tamamı dalga dalga ateş olmuştur. Eğer اِشْتَعَلَ نَارُ الْبَيْتِ Yani: "Evin ateşi parladı" dense idi; o zaman, "evin her hangi bir yanından iltihap eden bir ateş parladı" olarak anlaşılır, kabul edilirdi.

Cümle 6: Ve onlara elem verici bir azap vardır[değiştir]

Altıncı cümle olan وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ de münasebet ve diziliş vechi de budur ki:وَلَهُمْ deki لَ iyi şeylerin, ni'metlerin, faideli vaziyetlerin i'tasında kullanılmaktadır. عَلَيْهِمْ ise, menfi işlerde kullanılır. İşte bu "lam" da şöyle bir işaret vardır ki; ma'nasıyla der: "Eğer şu nifâkta onlar için herhangi bir menfaat mevzu-u bahis ise, her halde ve olsa olsa; dünyevî ta'zib edici bir elem, ya da uhrevî elem verici bir azap olacaktır. Bu vaziyette, onlara herhangi bir menfaatin verilmesi muhalden olmasından, onlar için menfaat muhaldir demektir.

Hem burada azabın vasfını ifade ederken, اَلِيمٌ diye tavsif etmesinde ise, -Halbuki elim olan ve azabı çeken ve hisseden azabın kendisi değil, şahıstır- Şöyle remzeyler ki; azab onların vücudlarını tamamen sardığı gibi, zatlarını da, özlerini de ihata ederek batınlarına da nüfuz eyler. Öyle ki artık onlar o azab ile yatar, kalkarlar.. Ve böylece, öz zatları da adeta hep azap kesilmiş olur. Nasıl kömüre, ateş verildiğinde onun tâ içine kadar nüfuz etmesi ile; tamamen kıpkırmızı kor ateş kesildiği gibi...

İşte, bu hakikate binaen: Hayal, azabın şu suretine baktığı zaman; ve onun etrafından kopan bir enîn, bir teellüm ve bir feryadı duyduğu vakit; azab altında teceddüd eyleyen bir hayattan doğan şeyin, yalnız bir feryad ü figan olduğunu, dolayısıyla o enîn, azabın kendisi olmuş olduğunu tahayyül eder.. Ve işte burada düşünebilen için, acaba bundan daha şiddetli bir tehdid olabilir mi?..

Cümle 7: Yalancı oldukları için[değiştir]

Yedinci cümle olan بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ nin üstteki cümlelerle olan irtibat ve nazm cihetine gelince, şöyledir ki: Münafıkların işledikleri bütün o mezkûr cinayetleri içinden; yalnız "yalan"ı alıp, azabı ona ta'lik eylemesinde, bağlamasında; kizbin şenaatine, çirkinliğine ve kabahatine dikkati çekmek içindir. Evet, bu işaret ise; kizb, yalancılık zehirinin, te'sirinin çok şiddetli olduğuna en doğru bir şahiddir. Zira yalancılık küfrün esası, temelidir. Belki de küfrün kendisi yalancılıktır ve onun başıdır. Hem yalancılık, münafıklık alametlerinin en başta gelenidir. Hem yine kizb, Kudret-i îlahiyeye iftiradan başka bir şey değildir, Hikmet-i İlahiyeye de zıddır, mugayirdir.

Evet, o kizb ve yalancılıktır ki, İslâm milletlerinin yüksek ahlaklarını tahrib etmiş.. Hem yine o kizbdir ki; büyük, azim teşebbüsleri, pis ve kokuşmuş İaşeler ve ruhsuz karaltılar haline getirmiş., ve onunla (yani yalancılık vasıtasıyla) âlem-i İslâm içine zehirler yayılmıştır. Hem o yalancılıkla; nev-i beşerin ahvali karışmış, karıştırılmıştır. Yine o yalan ve yalancılıktır ki; insanlık alemini yüce kemalat zirvesine koşup gitmekten alıkoymuş ve yüksek terakkiyatından durdurmuş, tevkif ettirmiştir. Hem yine onunla; Müseylime-i Kezzab gibiler, alçaklığın esfel-i safilîninin derekesine düşmelerine sebep olmuştur. Hem yine o kizbdir ki; büyük, ağır bir yük tarzında insanın sırtına binmiş, onu maksud ve matlubuna erişip ulaşmaktan alıkoymuştur. Hem yine o yalancılıktır ki; riyanın babası, tasannu' ve temelluk'un annesi olmuş ve bunları türetmiştir. İşte bütün bu sebeplerdendir ki; kizb ve yalancılık, Arş-ı Azim-i İlahînin fevkinden gelen tel'in ve tehdide ve ölüm na'yına, haberine hedef olmuş ve buna karşı hususiyet kesbedip almıştır.

Öyle ise, Ey insanlar!. Hususan ey müslümanlar! Bu ayet-i kerime sizi dikkate çağırıyor, dikkat ediniz!..

Sual-40: Doğruluk ve yalan hakkında[değiştir]

[s40] Eğer desen: Maslahat için olan bir yalan âf edilir?!

Cevaben size denilir ki: O maslahat, eğer hakikaten ve cidden zarurîlik ve kat'îliği varsa!.. Halbuki çoğu kereler o maslahat, batıl bir özür olmaktadır. Zira, maslahat denilen şeyin vaziyeti itibariyle su-i isti'male müsaiddir.

Evet, usul-ü şeriatta tekarrur etmiştir ki: "Gayr-i mazbut bir emir, iş, (Yani sağlam ve muayyen hudûdların içine alınmamış olan bir mesele) hüküm için illet ve medar olamaz." Yani vaziyeti itibariyle kat'î, sağlam hududları olmamasından, sû-i istimale müsaidliği sebebiyle, tam bir zabt çerçevesi içine alınamamış olmasından; o maslahat batıl olan bir özrün vasfına bürünmesi mümkündür. Mesela nasıl ki seferdeki meşakkat ve zahmetin derece, mikdar ve vasfı tam bir zabt, bir ölçü altına alınamaması sebebiyle, namazın kasrına illet olmamış ve illet sayılmamıştır. Belki ancak Kasr-ı namazın illeti yalnız seferdir, (sefer olmadığı zaman, ne kadar meşakkat olsa da, namazın kasrına sebep ve illet olamaz.)

Şayet yalanın, maslahat için olduğu zaman caiz olabileceğini teslim ve kabul de etsek; lâkin bir şeyde bulunabilen bir menfaata, ondaki zararın galip gelmesi halinde, onun neshine fetva verdiği gibi; o zaman, maslahat olan şey, onun terkinde, yapılmamasında olur.

Mühim bir Mebhas -Müellif-

Acaba hal-i alem icrââtında cereyan etmekte olan bütün herc-ü merclerin; maslahat denilen o batıl özrün zıddına ve aleyhine olan şahitliklerini niçin göremiyorsun?!..

Not: Burada şu hususun da bilinmesi lazımdır ki; örtülü bir ta'riz tarzında ve kinayeli bir surette söylenen sözler kizbden sayılmamaktadır.

Ve netice olarak, bu vaziyette yol iki kalmış olur:

1-Sükût... Çünki لاَ يَلْزَمُ مِنْ لُزُومِ صِدْقِ كُلِّ قَوْلٍ قَوْلِ كُلِّ صِدْقٍ Yani: Söylenen her bir sözün illa da doğru olmasının lüzumu lazım olmadığı gibi; her bir doğruyu da söylemek doğru değildir.

2-Ya da sıdk.. Yani: Söylediği zaman, doğruyu söyleyip, yalan dememektir. (Yani, şayet sükûtun yeri kalmıyorsa ve bir kelam etmek lazım geliyorsa, doğru olandan gayrı bir şey söylememektir.)

Evet, sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin esası ve temeli olup, o da imanın hassasıdır.. Belki imanın kendisi öz sıdktır ve onun başıdır. Hem sıdk, ulvî kemâlatın ve yüce ahlakların bağlayıcısıdır. Hem yine sıdk, ahlak-ı âliyenin hayatıdır. Keza sıdk, eşyayı hakikatla rabt eden, bağlayan bir ırk ve büyük bir damardır, kökdür. Hem sıdk, lisanda hakkın tecellî etmesidir. Hem insanın terakkî mihverinin zembereğidir., ve keza, İslâm Aleminin nizamıdır. Hem nev'i beşeri terakki yolunda ka'be-i kemalata şimşekvarî bir süratle koşturandır. Hem yine o sıdktır ki, insanların en gevşek, perişan ve fakirini, padişahlardan daha fazla aziz kılar. Hem Peygamberin ashabını umum insanlara tefevvuk ettiren yine o sıdkdır. Başka bir ifade ile o sıdkla, Peygamberin sahabeleri bütün insanların fevkine yükselmişlerdir. Hem yine o sıdk iledir ki, seyyidimiz Hazret-i Muhammed-ül Hâşimî Aleyhissalatü Vesselam, beşeriyet mertebelerinin en a'la-yı illiyinine çıkmıştır.

Önceki Risale: Bakara 8: Münafıklar Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 11-12: Münafıkların Fesad Çıkarması: Sonraki Risale

  1. Bu cümlenin bu kısmı Molla Abdülmecid Efendinin tercümesidir. Ben, Arapça وَ لاَ يَحْكُمُوا عَلَيْهَا ibaresini siyak-ı ma'na itibariyle çözemedim. Seyda Molla Abdülmecidin tercümesine ister istemez uydum.-Mütercim-
  2. Ruhun kalb içinde, ya da en evel kalb ile taalluku olduğuna ve ruhun taayyünleri kalb olduğuna kail olup hüküm eden büyük ulemadan Fahreddin-i Razî'dir ki , "Et-tefsir-ül Kebir" eseri cild 21, s: 43, 44 ve 52 de bir vecih ile dile getirmiştir. Aynı şekilde "Ruh-ûl Beyan" İsmail Hakkı Bursevî cild: 5, s: 197 de aynı ma'nayı
  3. Bu hadisin bir çok mehazleri için bak: Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları 2. baskı sh: 754, sıra no: 725 -Mütercim-