Hacc 73

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Hac 73 sayfasından yönlendirildi)

Önceki Ayet: Hacc 72Hacc SuresiHacc 74: Sonraki Ayet

Meali: 73- Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!

{Görüldüğü gibi bu âyet, cahiliye devrinin putperest Araplarına, taptıkları putların, bir sinekten dahi âciz olduğunu ifade buyurmaktadır. Gerçekten, sinek, çok zayıf bir varlık olmakla beraber, yine de bir canlıdır ve bir iş yapma gücü vardır. İşte âyet, bir sineğe karşı dahi kendisini savunamayan cansız putlara dua ve ibadet edip onlardan yardım bekleyen cahiliye devri Araplarının bu davranışlarındaki saçmalığı çok güzel bir misal ile ortaya koymakta, sinek ve putların aciz olduğu gibi, bu âciz putları Allah'a ortak koşup onlara dua eden, onlardan bir şeyler bekleyenlerin de âciz oldukları neticesine varmaktadır.}

Kur'an'daki Yeri: 17. Cüz, 340. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Birincisi: Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remiz ile hafî bir îma ile hafif bir işaretle zayıf bir ihtar ile iktifa ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret ancak düşer. Çünkü onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler o vakit pek az hak alabilirler.

Mesela, tayyare-i beşer (Hâşiye[1]) Kur’an’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan seyyarat, arz, kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”

Eğer beşerin tahte’l-bahirleri, âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler o dairenin tahte’l-bahirleri yani, bahr-i muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.”

Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lambaları, hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler o dairenin elektrik lambaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı sanat cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse o vakit, bir tek sinek onlara “Susunuz!” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-i ihtiyarıyla kesbedilen bütün ince sanatlar ve bütün nazik cihazlar toplansa benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve nâzenin cihazlar kadar acib olamaz.

اِنَّ الَّذٖينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ …اِلٰى اٰخِرِ

âyeti sizi susturur.”

Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip o daireden haklarını isterlerse o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki:

Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.

Halbuki siz ekseriyet itibarıyla şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünya-perestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-i ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem sanatkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa o hassas zatlara şu remiz ve işarat-ı Kur’aniye sa’ye teşvik ve sanatlarını takdir etmek için elhak kâfi ve vâfidir.”

(20. Söz)


Ulûm-u felsefiyenin vekaleti namına nefsim dedi ki: Bu kâinattaki esbabın, tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Her şey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?

O vakit nur-u Kur’an ile sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti. Kalbim o mütefelsif nefsime dedi:

En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlık’ının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluklar, bazen sanat ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek tavuktan sanatça ileri geçmezse de geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahut bütünü birden bir tek zata verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi bu şık vâcibdir, zarurîdir.

Çünkü bir tek zata, yani bir Kadîr-i Ezelî’ye verilse; madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi, her şeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde her şeyin miktarı taayyün ediyor. Ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, nihayetsiz sanatlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîm’in bir kibrit çakar gibi “Emr-i kün feyekûn” ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’a’nın âhirinde ispat edildiği gibi hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen hârikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Mesela, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse o koca kitap, birden her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de o Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhitinde, her şeyin suret-i mahsusası bir miktar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak “Emr-i kün feyekûn” ile o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi gayet kolay ve suhuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî’ye ve Alîm-i külli şey’e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i sanatını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir.

Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise her halde onlar icad etse elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envaından numuneler, içinde vardır. Âdeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor.

Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için hadsiz hadd ü hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde, bir tek şekil ve miktarda sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen اِنَّ الَّذٖينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu âyet-i azîmenin sırrıyla (Hâşiye[2]) bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise bilbedahe esbab, bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek, sahib-i hakikileri başkadır.

Evet, öyle bir sahib-i hakikileri var ki مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sırrıyla bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı, bir tek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. “Emr-i kün feyekûn”e mâlik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden ve ilminde her şeyin planı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her şeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyarat mutî bir ordusu olduğu gibi zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.

Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrut’u gebertir. Karınca, Firavun’un sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiğimiz gibi nasıl ki bir nefer, askerlik vesikasıyla padişaha intisap noktasında yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de her şey, o kudret-i ezeliyeye intisabıyla, yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizat-ı sanata mazhar olabilir.

Elhasıl: Her şeyin nihayet derecede hem sanatlı hem suhuletli vücudu gösteriyor ki muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir. Yoksa yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp, imtina dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

(26. Lem'a)


Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte ve hodgâm insanlar, cüz'î tacizleri için sinekleri itlaf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhere insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüşdü'ye dedim: "Bu küçücük kuşlara ilişme, başka yere ser." O da, kemal-i ciddiyetle: "Bu ip bize lâzımdır, sinekler başka yerde kendilerine yer bulsunlar." Her ne ise... Bu latife münasebetiyle seher vaktinde sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki: böyle nüshaları çoğalan nev'lerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet bir kitab kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki; Fâtır-ı Hakîm o küçücük kaderî mektubları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.

Evet Kur'an-ı Hakîm'in

ﻳَﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺿُﺮِﺏَ ﻣَﺜَﻞٌ ﻓَﺎﺳْﺘَﻤِﻌُﻮﺍ ﻟَﻪُ ﺍِﻥَّ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺗَﺪْﻋُﻮﻥَ ﻣِﻦْ ﺩُﻭﻥِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻟَﻦْ ﻳَﺨْﻠُﻘُﻮﺍ ﺫُﺑَﺎﺑًﺎ ﻭَﻟَﻮِ ﺍﺟْﺘَﻤَﻌُﻮﺍ ﻟَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻳَﺴْﻠُﺒْﻬُﻢُ ﺍﻟﺬُّﺑَﺎﺏُ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻨْﻘِﺬُﻭﻩُ ﻣِﻨْﻪُ ﺿَﻌُﻒَ ﺍﻟﻄَّﺎﻟِﺐُ ﻭَﺍﻟْﻤَﻄْﻠُﻮﺏُ

Yani "Cenab-ı Hak'tan başka bütün esbab ve uluhiyetleri ehl-i dalalet tarafından dava edilen âliheler içtima' etse bir sineği halkedemezler." Yani "Sineğin hilkati öyle bir mu'cize-i Rabbaniyedir ve bir âyet-i tekviniyedir ki; bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar. O âyet-i Rabbaniyeye muaraza edemezler, taklidini de yapamazlar." mealindeki âyete ehemmiyetli bir mevzu' teşkil eden ve Nemrud'u mağlub eden ve Hazret-i Musa (A.S.) onların tacizlerine karşı müştekiyane "Yâ Rab! Bu muacciz mahlukları ne için bu kadar çoğaltmışsın?" deyince, ilhamen cevab gelmiş ki:

"Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: "Yâ Rab! Bu kocakafalı beşer seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halketseydin, binler lisan ile sana zikredecek bizim gibi mahluklar olurlardı." diye Hazret-i Musa'nın (A.S.) şekvasına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin, hem gayet nezafetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü kanatlarını temizleyen bu taifenin, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kasırdır, daha o vazifeyi ihata edememiş.

Evet Cenab-ı Hak, nasılki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvanat-ı bahriye cenazelerini toplamak (Haşiye[3]) ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için sıhhiye memurları nev'inden gayet muntazam âkil-ül lahm bir kısım hayvanatı halketmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini îfa etmeseydiler, deniz yüzü âyine gibi parlamayacaktı. Belki hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti.

Hem her günde milyarlarla yabani hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rûy-i zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm ve hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misillü, kerametkârane gizli ve uzak, beş-altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbanî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkil-ül lahm kuşları ve vahşi hayvanları halketmiş.

Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver, vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

Evet âkil-ül lahm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler.

ﺣَﺘَّﻰ ﻳَﻘْﺘَﺺُّ ﺍﻟْﺠَﻤَّﺎﺀُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻘَﺮْﻧَﺎﺀِ

-ev kemâ kal- Yani: "Boynuzsuz olan hayvanın kısası, kıyamette boynuzludan alınır." diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki; gerçi cesedleri fena bulur, fakat ervahları bâki kalan hayvanat mabeyninde dahi onlara münasib bir tarzda dâr-ı bekada mücazat ve mükâfatları vardır. Ona binaen canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır denilebilir. Ve hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve danelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezafet memurları olarak, hem niam-ı İlahiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakaretten ve abesiyetten sıyanet etmekle ve küçücük hayvanatın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.

Aynen onlardan daha mühim sinekleri dahi insanın gözüne görünmeyen hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkileleri, bilakis muzır mikropları mass, yani emmek ve yemek ile o mikropları imha, o madde-i semmiyeyi istihaleye uğratırlar. Çok sâri hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. Çünki kıymetdar, menfaattar şeyler teksir edilir. (Haşiye[4])

Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faidesine bak, sinek düşmanlığını bırak! Çünki gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi; gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve latif vaziyeti ve abdest alması, yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz ve hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eden ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en latifi olan balı sana yedirdikleri gibi; Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'da vahy-i Rabbanîye mazhariyetle serfiraz olduğundan onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostane koşan ve her belasını çeken hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def' için mücadele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecavüzünden korumak için, onlara mukabele edilir.

Acaba hararet zamanında vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık bazı mevadd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat belki memur olan sivrisinek ve pireler, fıtrî haccamlar olmasınlar mı? Muhtemel...

ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﻣَﻦْ ﺗَﺤَﻴَّﺮَ ﻓِﻰ ﺻُﻨْﻌِﻪِ ﺍﻟْﻌُﻘُﻮﻝُ

Nefsimle mücadele ettiğim bir zamanda nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlahiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihara, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: "Bu mülk senin değil, emanettir."

O vakit nefis gurur ve iftiharı bıraktı, fakat tenbelliğe başladı:

"Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi' olsun bana ne?" dedi.

Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu. Emanetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu.

Nefsime dedim: "Bak!" Baktı, tam ders aldı. O sinek ise, mağrur ve tenbel nefsime hoca ve muallim oldu.

Sinek pisliği, tıb cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semmlerin menşei olmakla; sinekler küçücük istihale ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri, hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir, belki şe'nindendir.

Evet arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki; (Haşiye[5]) muhtelif müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurub damlatırlar. O semmli müteaffin maddeleri, ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi olduklarını isbat ederler. Bu küçücük ferdlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. "Küçüklüğümüze bakma, taifemizin azametine bak. Sübhanallah!" diye lisan-ı hal ile söylerler.

(Latif Nükteler)


İşte takdis ederiz o zatı ki; nihayet cûd-u mutlakını, nihayet muktesidane hikmet ile cem'eder. Ve gayr-ı mahdud feyz-i mutlakını, bir nizam-ı tammın ve hassas bir terazinin ve âdil bir adalet-i hassasenin zurufunda derceder. Evet, bu üç hakikat, kâinatta o derece hükümfermadırlar ki; koca fil gibi büyük mahlukları, zerre gibi ısırıcı küçük bir sineğin kocaman vücudunun bir zerresini ısırmasına karşı müdafaaya mecbur eder. Ve hem kemal-i tekebbüründen başını semavatın ketfine vuran insanoğlu, bir sivrisineğin süngücüğüyle ona dokunması vaktinde kalaka düşüp, onunla mukatelede zaif düşerek

ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ

sırrı zâhir olur.

(Hubab, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki!

اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

ve اَللّٰهُ اَكْبَرُ ve saire gibi Cenab-ı Hakk'ın bazı esma ve sıfat ve ef'al-i İlahiyesinde istimal edilen birtakım tafdilli isimleri, tevhid-i mahza münafi değillerdir. Çünkü murad budur ki; bilhakikat ve bizzat olan bir mevsufu, vehmî olan mevsuflara; veya esbaba perestiş eden nazar-ı zâhirîce görülen bir mevsufa; veya imkânat-ı akliye cihetiyle olan mevsuflar üzerine bir tafdildir.

Ve keza o gibi tafdilli isimler, Vâhid-i Kahhar'ın izzetine de münafi değildirler. Zira onlardan murad, Cenab-ı Hakk'ın nefs-ül emirdeki sıfatını veya fiilini, mahlukatın sıfat ve ef'aliyle bir müvazene değildir. Çünkü masnuatta olan ne kadar kemal varsa, ancak Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın feyz-i kemalinden ifaza edilmiş bir gölgedir. Öyle ise masnuattaki kemalâtın tamamı, mecmuu cihetiyle de olsa, Cenab-ı Hakk'ın kemaline nisbet edilmeye hakkı yoktur ki kemal-i İlahî onlara göre tafdil edilsin. Belki murad budur ki; o müvazene Cenab-ı Hakk'ın has bir eseri ile, has bir mef'ul arasında; ve keza mef'ulün -istidadına göre- kendisinde tasarruf eden te'sir-i hakikîden müteessir olduğu miktar ile, o has şeyde görünen zâhirî vesaitin eseri ve onun onlardan teessürü arasında bir müvazenedir.

Evet nasıl ki, kendi çavuşundan başka kimseyi büyük tanımayıp tazim etmeyen ve şükür ve hürmetini yalnız ona hasrettiren bir nefere denilir: "Yahu padişah, senin çavuşundan daha a'zam ve daha erhamdır." İşte bu müfadaladan murad, çavuş ile padişahı nefs-ül emirde müvazene etmek değildir. Çünkü eğer öyle olursa, müfadala manasız olur, ciddi olmaz. Belki o müfadaladan murad, o neferin padişahla olan hakikî ve çavuşla olan -fakat yine sultanın izniyle- tebaî ve izafi derece-i merbutiyetini muvazenedir.

Amma

اَرْئَفُ مِنْ كُلِّ رَؤُفٍ وَ اَكْرَمُ مِنْ كُلِّ كَرِيمٍ وَ اَعَزُّ مِنْ كُلِّ عَزِيزٍ

ve emsali gibi cümlelerden murad ise budur ki: Bütün ehl-i kerem ve sehanın bütün re'fet ve şefkatleri bir tek şahıs üzerine toplansa dahi, hadd ve nihayeti olmayan bahr-i rahmet-i İlahiyeden o şahsa isabet eden zerrecik bir hissesine de müsavî gelemez demektir.

Binaenaleyh, bunda dört vecihle tafdil ve müvazene vardır. Zira müfaddal olan Cenab-ı Rahim-i Mutlak'ın re'feti ve rahmeti hem hakikîdir, hem vâhiddir, hem birlik içindedir, hem birlik iledir. Fakat üzerine tafdil edilen şeyler ise, hem itibarîdir, hem cemaattir, hem de bütün bunların ellerindeki re'fet ve rahmet ve saire ne ki varsa, Ehad-i Samed'in feyz-i rahmetinden akıp gelen nihayetsiz olan feyizden bir şahs-ı vâhide isabet eden bir tek hisseye de mukabil gelemez. Nasıl ki Kur'an, bu hakikata dair işareten ferman etmiş:

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ الخ

Yani Allah'tan başka çağırdığınız bütün ilahlarınız toplansalar da yine bir tek sineği halk ve icad edemezler.

(Şu'le, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. Şu ciddi meseleyi yazarken ihtiyarsız olarak kalemim üslubunu, şu latîf latîfeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki üslubun latîfeliği, meselenin ciddiyetine halel vermesin.
  2. Yani Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar bir sineği halk edemezler.
  3. Evet bir balık binler yumurta, binler yavru, bazan bir milyon yumurtadan ibaret olan havyardan çıkan tevellüdat-ı semekiyeye nisbeten vefiyatları bulunacak. Tâ ki müvazene-i bahriye muhafaza edilebilsin. Rahîmiyet-i İlahiyenin latif cilvelerindendir ki; vâlide balıkların yavrularıyla nisbetsiz bir tefavüt-ü cismîde bulunduklarından, yavrulara vâlideleri kumandanlık edemiyorlar. Sokuldukları yere giremedikleri için, Hakîm ve Rahîm yavrular içinde onlara küçük bir kumandan çıkarıp, vâlidelik vazifesini o küçük kumandancıklara gördürür.
  4. Bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika bir san'at-ı Rabbaniye olduğuna latifane bir işaret olarak, meşhur Yunus Emre'nin bu fıkrası ne güzel bildirir:
    "Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim
    Kırkı da çekemedi, kaldı şöyle yazılı."
  5. Evet sineğin küçücük bir taifesi baharın âhirinde, badem ve zerdali ağaçlarının dallarında siyah bir kütle halinde halkolunup, dala yapışık olup kalırlar. Mütemadiyen pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi, sair sinekler etrafına toplanır, emerler. Diğer bir başka taifesi de nebatatın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdam olunuyorlar. Sinek taifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceği şâyan-ı temaşa olduğu gibi; sinek taifelerinden yaldızlı, altun gibi parlak kısmı da şâyan-ı dikkattir. Mızraklı sinek eşkiyaları hükmünde olan yabani arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlık-ı Rahman onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı taifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler; Nemrud'u öldürdükleri gibi, nev'-i insanı da hırpalayacaktılar.
    ﻭَﺍِﻥْ ﻳَﺴْﻠُﺒْﻬُﻢُ ﺍﻟﺬُّﺑَﺎﺏُ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻨْﻘِﺬُﻭﻩُ
    âyetinin mana-yı işarîsini tefsir ederdi.
    İşte bunlar gibi yüz namdar hasiyetli taifeleri bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki, mezkûr azîm âyet onu mevzu' yapmış.
    ﻳَﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺿُﺮِﺏَ ﻣَﺜَﻞٌ
    ilh... demiş.