Bediüzzaman'ın Vasiyetleri

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Bediüzzaman Said Nursi değişik zamanlarda vasiyetlerde bulunmuş ve vasiyetnameler yazmıştır. Bu vasiyetleri Risale-i Nur hizmeti, tarzı ve mesleğinin muhafazası ve bu hususta beyan ettiği mutlak vekilleri, kabrinin yerinin gizli olması ve ziyaretine gelinmeyip uzaktan Fatiha okunması, metrukatı ve kitapları, talebelerine verilecek tayinatlar ve tayinat düsturunun muhafazası, Risale-i Nur'un sermayesi, Mu'cizeli Kur'an'ın basılması ve bu husus için ayrılan para, talebelerinin zulmedenlere intikam emeli beslememeleri ve haklarını helal etmeleri gibi konular hakkındadır. Ayrıca, Bediüzzaman Ayasofya'nın eskisi gibi camii haline döndürülmesini, Risale-i Nur'ların Diyanet eliyle basılmasını, Kur'an'ın tevafuk mucizesini gösterir tarzda basılmasını ve doğuda Medresetüzzehra'nın açılmasını şiddetle arzu etmiş ve bu hususları çok mektuplarında beyan etmiştir. Müsbet hareket etmek, siyasete girmemek, ihlas ve uhuvveti muhafaza etmeyi de sürekli tavsiye edip ders vermiştir.

Üstad Hazretleri’nin vasiyetnamelerinde ismi geçen talebeleri şunlardır: 1- Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 2- Mehmed Tahiri Mutlu, 3- Abdülmecid Ünlükul, 4- Mehmed Zübeyr Gündüzalp, 5- Mustafa Sungur, 6- Ceylan Çalışkan, 7- Mehmed Kayalar, 8- Hüsnü Bayramoğlu, 9- Bayram Yüksel, 10- Süleyman Rüşdü Çakın, 11- Abdullah Yeğin, 12- Ahmed Aytimur, 13- Hasan Atıf Egemen, 14- Said Özdemir, 15- Mustafa Gül, 16- Seyyid Salih Özcan, 17- Ahmed Nazif Çelebi, 18- Mustafa (Mustafa Acet olabilir, zira vasiyetname şahitleri arasında ismi zikredilmiştir) ve 19- Mustafa (Mustafa Gül olabilir, zira diğer bir vasiyetinde açıkça ismi zikredilmiştir).

Ayrıca, Bediüzzaman hazretleri talebelerini genel olarak varisi olarak zikretmenin yanı sıra, genç yaşta vefat eden yeğeni Abdurrahman'ı "Benden sonra hayrül halef olarak bir varis-i hakiki vazifesini tam yerine getirecek" ve "hakiki varisim" ifadeleriyle ve Nur'ların birinci talebesi olan İbrahim Hulusi Yahyagil'i de "Benim varisim olan sen" ifadeleriyle varisi olarak zikretmiştir.

1946 Yılındaki Vasiyetnamesi[değiştir]

Bediüzzaman'ın 1946 yılında yazdığı vasiyetnamesi ve kendi elyazısıyla yaptığı eklemeler

Bediüzzaman'ın 1946 senesinde yazdığı vasiyetnamesi Emirdağ Lahikasında yer alır. 1950'li yılların ortalarında Küçük Ali Ağabeyin yazdığı Emirdağ Lahikasını Üstad Hazretleri tashih ederken “O heyetten on iki” kelimesine dipnot işareti koymuş ve ağabeylerin isimlerini sayfanın altına bizzat kendi eliyle yazarak eklemiştir. Ayrıca elyazma nüshada neşredilecek ve edilmeyecek yerleri de işaretleyip, yeni yazıyla matbaada basılması için bu nüshayı göndermiş ve yeni yazıyla birinci Emirdağ Lahikası da ona göre basılmıştır.[1]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Üstadımızın Vasiyetnamesi

Hem benim şahsımın hem Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de tam muhafaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

Said Nursî

Vasiyetnamenin Hâşiyesidir

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men’edildiği cihetle anladı ki bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki a’zamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda, şan şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından a’zamî ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki a’zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-2)


Vasiyetnamemdir

Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

Ecel gizli olmasından vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur Fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki (*[2]) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-1, Haşiye)


Vasiyetnamenin Bir Zeyli

Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otuzuncu sahifesindeki Said’in hususiyetlerinden altı numunesinden yedinci numunesi ki mukabelesiz hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada istinaden, şiddet-i fakrıyla beraber altmış yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayinatını da kendisi verdiği acib vaziyetin şimdiki bir misali ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki yasak olmayan daktilo makinesi ile intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile şimdi manevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilayetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki altmış yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur’un tab serbestiyeti olsa o düstur daha fazla inkişaf eder.

Medar-ı hayrettir ki o eski zamanda Evkaf’tan beş talebenin tayinatını Van’da Eski Said kabul etmiş. O az para ile bazen talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inayet-i İlahiye ile ihsan edildi ki o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski harfle izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vilayet vüs’atindeki manevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebelerinin tayinatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.

Halbuki o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa’ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nur’un teksirine sarf ettiği halde, yine Nur’un nüshaları acib bir tarzda hem kendine hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat’iyen kanaatim geldiğinden vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum.

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar etmek münasip olur.

Şimdi manevî evlatlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur’un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.

Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-2)


بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilan ediyorum:

Ben şahsım itibarıyla vazife-i Nuriyeyi yapmaya tâkatim kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddid tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıkla şimdiki hayatta kalmak, tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak olduğum ölüm elime geçmese de zahirî hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi yazıyorum.

Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’e hadsiz şükür olsun ki bundan altmış yetmiş sene evvel hilaf-ı âdet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların muavenetine yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle beraber Eski Said çocukluk, gençlik zamanında talebelerine tayinlerini kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş tayin kabul edip mütebâki talebelerine bazen yirmi otuz talebesine tayin verdiğinden ilmi, vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman muvaffak oldukları gibi Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun ki Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakiki talebelerinin tayinlerini neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. A’zamî ihlası kırmamak için Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (bîçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin kemal-i sadakati bu manevî Nur bayramına vesile oldu.

Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum.

Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır, hayatta tayinini alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilayette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayinini vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı maniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

Said Nursî

Hâşiye: Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî (ra) Risale-i Nur’a ve müellifine işaret ettiği keramet-i gaybiyesinde bir fıkrada تَعٖيشُ سَعٖيدًا diye maişet hususunda saadetle yaşayacağını ve en mesud olacağını haber vermiş. Halbuki biz Üstadımızın fakr u istiğnasını şimdiye kadar zahiren buna muhalif görüyorduk. Gavs-ı A’zam’ın bu ihbar-ı gaybiyesi Üstadımızın hayatında şimdi bilfiil görülmüş ki küçüklüğünde daha on yaşında iken amcasının çorbasını içmezdi, minnet altına girmezdi. Ve ders verdiği eski talebelerinin maişetini de kendisi deruhte ederdi. Aynen şimdi de elli altmış talebesinin tayinlerini vermesi, o gaybî ihbarın tam tahakkuk ve tezahür ettiğini göstermiştir.

Tahirî, Sungur, Ceylan

(Emirdağ Lahikası-2)


بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ecel muayyen olmadığı için benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi teyiden bu vasiyetname de şiddetli, dâhilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki:

Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi hem mu’cizatlı Kur’an’ımızı tabettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’an’ın tevafukla ve fotoğrafla tabına ait. (*[3]) Yanımızdaki sermaye ise Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun ki yetmiş küsur sene evvel o zamanın âdetine muhalif olarak kendim fakirliğimle beraber onların tayinlerini verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbanî olarak o zamandan elli altmış sene sonra Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn o örfî âdete muhalif kaidemi manevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve nafakasını temin edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlahî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayinleridir ve tayinlerine sarf edilecek ve kaç senedir benim yaptığım gibi benim manevî evlatlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum.

İnşâallah tam Risale-i Nur intişara başlasa o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve manevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hale manevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nur’a kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i Nur itibarıyla bana hiç ihtiyaç kalmadığı için âlem-i berzaha gitmek benim için medar-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki zahmetten rahmete gidiyorum.

Çok hasta

Said Nursî

Evet biz, Üstadımızın bu vasiyetine şahidiz.

Emirdağlı Çalışkan, Mustafa Acet, Safranbolulu Hüsnü, Ermenekli Zübeyr, Çoğollu Bayram

(Emirdağ Lahikası-2)


Üstadımız izzet-i ilmiyeyi muhafaza için eski zamandan beri en büyük reislere tezellül etmedi. Hem halkların hediyesini kabul etmiyordu. Şimdi ise Üstadımız hem zayıf olduğu halde, ehl-i ilme bir mahzuru olmayan hediyeyi ise hastalıkla alamıyor. Hattâ biz hizmetkârlarından dahi en küçük bir şeyi mukabelesiz yiyemiyor. Yese hasta oluyor. Bu haleti, hiçbir şeye âlet olmayan Risale-i Nur’daki a’zamî ihlasın muhafazası için bir hastalık suretini aldı. Ve hastalıkla bu kaidesini bozmaktan men’ediliyor itikadındayız.

Hattâ Risale-i Nur’un her tarafta neşir ve intişarının büyük bir bayramı münasebetiyle, ehl-i ilme lâzım olan musafaha ve sohbet etmekten ve bu mübarek bayramda da en has talebeleri ve kardeşleriyle musafaha ve sohbetten ve ona bakmaktan da şiddetle sıkılıp a’zamî ihlasın muhafazası için bir hastalık haleti alarak men’edildiği ona ihtar edildi.

Hattâ bizler gördük ki bu mübarek bayramda şiddetli hastalığı için talebelerine dedi: “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”

Biz de Üstadımızdan sorduk:

Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız dedi ki: Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi enaniyet ve benliğin verdiği gafletle; heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta hem garpta hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.

Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek, dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri

(Emirdağ Lahikası-2)


Konuşan Yalnız Hakikattir

Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki: Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa bir zulme maruz kalır, başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu, adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felaketten felakete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.

Onlar bu ittihamı kasden mi yaptılar yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasd olsun, ister vehim olsun; ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat’iyetle yakînen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlahiyeye muhalif düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki benim suçum: Hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve manevî terakkiyatıma, kemalâtıma âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki:

Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ediyordu. Bu derûnî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men’ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.

Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tabi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.

Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın diyor, iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma; tâ ki imana muhtaç olanlar anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!

İşte Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalplerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir.

Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha beliğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.

Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlahînin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler.

Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehranın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

(Emirdağ Lahikası-2)


Hem size bundan evvel yazdığım mektuptaki şiddetli hiddetim ve dimağımdaki perişaniyet, şimdi tahakkuk etti ki o kahraman kardeşimizin vefatı gününden başlamış. Hattâ o tesir, ihtiyarımı selbetmişti. Öleceğim diye hizmetçiye vasiyetimi söyledim. Demek ikinci bir ruhum hükmünde, Hasan Feyzi benim bedelime ölmüş ve ölüyor. Hattâ onun vefat mektubu, bütün bütün âdetime muhalif bir buçuk saat elimde iken açamıyordum. Her ne ise…

(Emirdağ Lahikası-1)


Hem benim ruhuma geldi ki: Senin binler belki yüz binler Saidcikler, senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı İlahî ile Risale-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil. فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ Gavs-ı Geylanî’nin (ks) kerametkârane cümlesi, en dehşetli zaman gibi bunda da ayn-ı hakikat olduğu görüldü. Hem a’zamî ihlasın zedelenmemek için şimdi düşmanlar da dostlara inkılab ettiği bir zamanda sohbet etmek, konuşmak; bu dünyada da uhrevî hizmetlerin bir güzel ve fâni meyvelerine vesile olabilir. O vakit a’zamî ihlas ki hiçbir şeye âlet olmayacak. Hem vazife-i İlahiyeye karışmamak için kader-i İlahî hakkımdaki bu şiddetli halete aleyhimde değil, lehimde olarak fetva verdi, müsaade etti. Ben yanımdaki vasiyetnamemdeki evlat kabul ettiğim küçük evlatları tevkil ediyorum. Onlarla konuşanı, benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Üstadımızın bu hastalığı gösteriyor ki gizli dinsizler konuşturmamak için bir ilaç bulmuşlar, yedirmişler. Elhasıl Üstadımızın musafahadan, sohbetten ve konuşmaktan men’edildiğini biz de görüyoruz.

Üstadımızın hizmetinde bulunan Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Hüsnü, Bayram

(Emirdağ Lahikası-2)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. http://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/23669/bediuzzamanin-vasiyetinin-orijinaline-ulastik/
  2. Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih.
  3. On bin liradır.