Süleyman Rüşdü Çakın

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Süleyman Rüşdü Çakın Isparta'da Risale-i Nur ile imana-Kur'an'a hizmet etmiş, Üstad hazretlerinin vasiyetnamesinde ismi varisleri arasında geçen ve 1934'te Eskişehir, 1943'te Denizli ve 1958 Ankara hapislerinde bulunmuş bir nur talebesidir. 1. Cihan harbine ve İstiklal savaşına katılmıştır. Ticaretle iştigal etmiştir.[1][2]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Rüşdü, Yıldırım Süleyman Rüşdü, Rüşdü Efendi

Doğum Yeri ve Tarihi: Isparta, 1899[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: Isparta, 1974[2]

Kabrinin Yeri: Isparta Yenice mezarlığı[3]

Harita Konumu: [1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyet’tir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, süratle mescide eriştiğin; herkesten evvel envar-ı Kur’aniyeye sahip çıkıp kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleridir. Ufak kürsü ise Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise Sözler’deki kuvvet ve sürat-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise Abdurrahman’dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zat ise Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zattır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.

(Mektubat, 28. Mektup, 1. Mesele, 7. Nükte)


Aziz, sıddık kardeşlerim Hoca Sabri, Hâfız Ali, Mesud, Mustafalar, Hüsrev, Re’fet, Bekir Bey, Rüşdü, Lütfüler, Hâfız Ahmed, Şeyh Mustafa vesaire…

Sizlere meraklı ve medar-ı sual olmuş dört küçük meseleyi malûmat kabîlinden muhtasar bir surette beyan etmekliğe kalbimde bir hatıra hissettim.

(Lem'alar, 16. Lem'a)


Hem çok âlimlerin (Hâşiye[4]) ve ediblerin (Hâşiye[5]) zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların fıtrî, kanaatkârane vaziyetleri ile zenginleşmeleri kat’î bir surette ispat eder ki: Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakîlleşir. اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لَا يَفْنٰى hadîsinin sırrıyla kanaat, bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise bir maden-i hasaret ve sefalettir.

(Lem'alar, 19. Lem'a, 7. Nükte, Haşiye)


Yazıda usanan ve ibadet ayları olan şuhur-u selâsede sair evradı, beş cihetle ibadet sayılan (Hâşiye[6]) Risale-i Nur yazısına tercih eden kardeşlerime iki hadîs-i şerifin bir nüktesini söyleyeceğim.

(Lem'alar, 21. Lem'a, Bir kısım kardeşlerime hususi bir mektuptur, Haşiye)


Bu manevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkinde bir süratle (Hâşiye[7]) telif edildiği gibi hem umuma muhalif olarak tashihata ve dikkate vakit bulmayarak telifi gibi gayet süratle ancak bir defa nazardan geçirildi. Demek, müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş kalmıştır. Kalbe fıtrî bir surette gelen hatıratı, sanatla ve dikkatle bozmamak için yeniden tetkikata lüzum görmedik. Okuyan zatlar, hususan hastalar bazı nâhoş ibarelerden veyahut ağır kelimelerden ve ifadelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da dua etsinler.

(Lem'alar, 25. Lem'a, Haşiye)


evafukat-ı latîfedendir ki Re’fet Bey’in birinci tesvidden gayet süratle yazdığı nüsha ile beraber, Hüsrev’in yazdığı diğer bir nüshada, ihtiyarsız hiç düşünmeden satır başlarında gelen elifleri saydık; aynen bu وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ cümlesine tevafuk ediyor. (Hâşiye[5]) Hem bu risalenin müellifinin Said ismine, bir tek fark ile yine tevafuk ediyor. (Hâşiye[6]) Yalnız risalenin unvanına ait yazıdaki bir elif hesaba dâhil edilmemiştir.

Cây-ı hayrettir ki Süleyman Rüşdü’nün yazdığı nüsha, hiç elif hatıra gelmeden ve düşünmeden, yüz on dört elif, yüz on dört şifa-yı kudsiyeyi tazammun eden yüz on dört suver-i Kur’aniyenin adedine tevafukla beraber وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ şeddeli lâm bir sayılmak cihetiyle yüz on dört harfine tam tamına tevafuk ediyor.

(Lem'alar, 25. Lem'a, 25. Deva)


(Lem'alar, 1.-16. ve 24. Lem'aların fihristi)


Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde “Var ol, mesud ol, bahtiyar ol Üstadım!” nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk defa Bekir Ağa ile bir defa Rüşdü Efendi kardeşimle, bir defa da Re’fet Bey kardeşimle okudum.

(Barla Lahikası)


Rüşdü’nün fıkrasıdır

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Pek kıymettar ve pek muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubatınızdan, i’caz-ı Kur’anîden İhlas-ı Şerif, Muavvizeteyn, Fatiha-i Şerif surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösterir Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Remz’ini din kardeşlerimle birlikte okuduk. Çok şükür, bin şükür elhamdülillah. Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin kelâmı olan Kur’an-ı Azîm-i Hakîm’in sırlarına hayret ve bütün kalbimle ve lisanımla ‌اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ‌ dedim.

Üstadım, yeni tevafukatlı Kur’an-ı Azîmüşşan’ın baş tarafına, bu Remzin ilâvesi hak ve hakikati ilan maksadına muvafık olsa da okudukça doymak ve usanmak bilinmeyen ve her okudukça dünya lezzetinden bin kat fazla lezzet veren ve kararmış kalpleri nurlandıran ve bize bizim lisanımızla hallerimizi teşrih ve tarîk-ı hakkı gösteren risale-i pür-nurlarınızda da beraber ayrıca bulunması ve Kur’an-ı Hakîm’in başına mümkün olursa hem Arapçasının ve hem de Türkçesinin konulması muvafık olacağı zannındayım, Efendim Hazretleri.

Rüşdü

(Barla Lahikası)


Sevgili Üstadım! Her bir risale aramızda pek büyük bir sevinçle karşılandığı ve hayretle okunduğu ve lâyık olduğu şekilde hürmet gördüğü için her nasılsa vaki olan hatam hakkındaki mektubunuzu aldığım vakit, kıymettar Üstadım bu hali bize ihtar etmeseydiniz, biz hiçbir vakit böyle şeyle meşgul olmayacaktık ve “Yanlış var.” diyenlere karşı da hak dava edeceğimizde hiç tereddüt etmeyecektik. Sure-i Kevser’in ve Sekizinci Remzin tevafukat-ı hurufiyeleri üzerinde birer birer tetkikatta bulunmuş ve hiçbirinde noksan bulamamıştık. Esasen bu tetkikatımız, noksan aramak gayesiyle değil belki tevsi-i malûmat ve bir de manevî gıdamızı almak için vuku buluyordu. Bu akşam fakirhanede Re’fet, Lütfü, Rüşdü Efendi kardeşlerimle oturmuş bu hususta tekrar konuşmuştuk. Hepimiz diyorduk: Üstadımız bize söylemekte, hiçbir şeyden çekinmediğini biliyoruz. İşte bu hal bize kâfidir. Şimdiye kadar da böyle bir şey vuku bulmuş değildir. Bu hususta en büyük şahit; bu risaleler, ilmi kendilerine isnad eden zatların ellerinde gezdiği halde, onları da tasdike mecbur etmiştir.

(Barla Lahikası)


Kardeşim Hüsrev, Lütfü, Rüşdü!

Size üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde fayda verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Sizler –haddimin fevkinde– bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz.

Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla insaf odur ki: Bir seyyie, bir hata görünse de sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir.

Hakaike dair mesailde külliyatları ve bazen de tafsilatları sünuhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telakkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.

Fakat münasebat-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünuhat-ı ilhamiyedir. Tafsilat ve teferruatta bazen perişan zihnim karışır, noksan kalır, hata eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından tabiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.

Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız Allah razı olsun diyeceğim. Hakk’ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmarenin enaniyeti hesabına, Hakk’ın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.

Bilirsiniz ki şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zayıf, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir bîçareye yüklenmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaika biz, zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazen onlara vekaleten tafsilata, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

(Barla Lahikası)


Re’fet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden, buldukları latîf bir tevafuktur

Risale-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-u acibe:

Risale-i Nur’un mazhar olduğu inayatın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilayeti sekiz seneden beri Risale-i Nur’un müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde –Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle– muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nur’dan Isparta’da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza ettiler.

...

Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillahi’l-hamd. Bu kerem-i İlahî neticesi olarak Üstadımız diyor ki “Isparta bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım bir şey varsa o da –her yerde olduğu gibi– Barla’da bulunan ciddi dost ve talebelerimdir.”

Talebesi Mustafa, Talebesi Lütfü, Hizmetkârı Rüşdü, Hizmetkârı Hüsrev, Daimî Hizmetkârı Bekir Bey, Daimî Hizmetkârı Re’fet

(Barla Lahikası)


Garib ve latîf bir tevafuktur ki Isparta’da cumartesi gecesinde başıma gelen gayet sıkıntılı bir hâdiseyi sekiz sene kemal-i sadakatle, hiç gücendirmeden bana hizmet eden Sıddık Süleyman aynı zamanda, benim gibi aynı sıkıntı çektiğinden ve sebebini de bilmediğinden Isparta’ya pazardan evvel geldi. Sıkıntısının manevî sebebini de anladı. Süleyman’ın ne kadar selim bir kalbi bulunduğu malûmdur. Hem aynı gecede, has talebelerin içinde letafet-i kalbiyle mümtaz Küçük Lütfü, bu fıkrada mezkûr rüyayı ve sıkıntıyı görüp aynı sıkıntıma iştirak ve az bir tabir ile aynı vaziyetimi müşahede ediyor.

Elhasıl: Süleyman’ın selim kalbi, Lütfü’nün latîf ruhu imdadıma koşmak istemişler. Demek ki Risale-i Nur’un şakirdlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesetleri müteaddiddir, ruhları müttehid hükmündedir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Süleyman Rüşdü namındaki kardeşimiz, bu hâdise gecesinden evvel –sabahleyin– bana ve Bekir Bey’e dedi ki: “Ben bu gece bir rüya gördüm. Bu rüyada siz Üstadımı valinin makamında vali olarak gördüm. Etrafınızda hükûmet adamları bulunuyordu. Elinizde bulunan küçük bir kâğıda not yapmışsınız, nutuk söyleyecekmişsiniz. Sonra bir daha gördüm ki: Üstadım siz, Bekir Bey ve Hüsrev bir faytona binmişsiniz, hükûmetten eve geliyordunuz.” dedi. O sabahın akşamı, hükûmet dairesinde aynı hal vuku bulmuş, faytonda aynı adamlar bulunup selâmetle eve dönülmüştür. İsticvab makamında söylenen sözler tam yerinde olduğu için nutuk suretinde ona görünmüş. Hem Hâfız Ali –aynı gecede– bana olan hücumu ve sû-i kasdı kendine karşı görmüş. Sabahleyin başındaki kasketinin siperliğini dikmiş tâ hücumdan kurtulsun.

Elhasıl: Risale-i Nur’un şakirdlerinin şahs-ı manevîsi kerametkârane bir hassasiyet gösteriyor ki Hâfız Ali ulvi sadakatiyle, birinci Süleyman selim kalbiyle, ikinci Süleyman Rüşdü müstakim aklıyla, Küçük Lütfü latîf nuruyla üstadlarının imdadına manen koşmuşlar, sıkıntısına iştirak ile tahfifine çalışmışlar.

Said

(Barla Lahikası, Haşiye)


(Rüşdü Efendi’nin fıkrasıdır.)

Ey aziz Üstadım!

Bu kadar azîm ihsanınız, beni sevgili Üstadımızın nezdinde talebelerin en sonuncusu olmak şerefini kazandırdığını tahattur ettirdikçe, Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerine gece ve gündüz dua ediyorum. Ve bazı vakitlerde başım secdede olduğu halde, mütemadiyen ağlıyorum. Günahımın azameti, cürmümün hadsizliği, beni titretirken sevgili Üstadımın duası, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, beni teselli ediyor.

Her gönderdiğiniz risaleyi kemal-i iştiyakla okuyorum. Kıymetli kardeşlerimle belki her gün bir yerdeyim. İstifadem pek çok. Siz Üstadımın manevî feyizlerini her vakit risalelerden alıyorum.

Evet aziz Üstadım, hissiyatımı yazabilsem her hafta mektuplarımla mukabele edecektim ve size mektup yazmak da benim için en büyük meserrettir. Affınıza istinad ederek zahiren sükûtla ve manen dergâh-ı Hudâ’ya el açtığım vakitlerde, size âciz Rüşdü talebeniz, aczini takdim ettikçe sevgili Üstadımdan bi’l-mukabele gördüğüm lütuflar karşısında, gözyaşlarımla cevaplar i’ta eyliyorum, efendim.

Talebeniz Rüşdü

(Barla Lahikası)


Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin evladına hizmetkâr etmiş ki dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara malûmdur.

Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmet ile göstermişim.

(Barla Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler!

Kardeşlerim, bu ramazan-ı şerifte size âlem-i nurdan bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hâdise, zulmet âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hâdise için etraftaki dostlar lisan-ı kāl ve hal ile meraklı, endişeli bir tarzda benden istizah istiyorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için o hâdiseyi iki kısım olarak bir parça beyan edeceğim.

(Barla Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede çalışkan arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Hâfız Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Size cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i semaviye münasebetiyle bir mesele beyan edeceğim. Şöyle ki:

(Barla Lahikası)


(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin ifade ettiği hâlâtın bir numunesini izah eden hâdisat-ı semaviye ile Kur’an’ın semasında parlayan lafza-i Celal yıldızlarının acib ve tatlı tevafuklarını ders veren o kıymettar mektubunuzu, Hâfız Ali kardeşimiz de dâhil olduğu halde Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü, Keçeci Mustafa Efendi ve ağabeyim Ali Efendi ile beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisat-ı semaviyeyi hayret ve taaccüble ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak Mele-i A’lâ’nın bayramlarına biz de iştirak etmiştik.

(Barla Lahikası)


Evet iki sene evvel, bütün ramazanda üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi; bir sene evvel üç francala, bir ramazan yine kâfi gelmişti. Bu ramazan-ı şerifte otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir francala yediğini (yalnız bir iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna) başka bir şey yemediğini bizzat müşahede ettik (Hâşiye[8]).

Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaşı Rüşdü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları Üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendi’nin hatırını kırmamak hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendi’ye dedi ki: Hüsrev’deki paramdan balığın fiyatını al, sancı devam ediyor, dediği halde balıkların fiyatını almadığı için iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: “Aman parayı al, beni bu sancının verdiği ızdıraptan kurtar.” Rüşdü Efendi balığın fiyatını aldığı dakikada, sancı birden bire kesildi. Biz Üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acib hali aynen gördük. İşte Üstadımız hakkında, ne ile yaşıyor diyenler, hatalarını tashih etsinler.

Bekir, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü

(Barla Lahikası)


Aziz, ciddi, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede samimi ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki sizleri hudutsuz bir sahra-yı hakikatte bana enis arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acib sahradaki hareket ve sülûk, bazen pek ince ehemmiyetsiz görünen bir şeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zahir nazarda malayani zannedilen bazı meselelerde, fazla takip ediyorum ve ziyade nazar-ı dikkatinizi celbediyorum. Ezcümle; Onuncu Söz’deki elif tevafukatı, mühim bir mesele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:

(Barla Lahikası)


Orada Şeyh Mustafa, Lütfü, Rüşdü gibi kardeşlerime çok selâm ediyorum.

(Barla Lahikası)


Senin rüyan ise çok mübarektir. Tabiri pek zahirdir. Isparta bir camidir. Hüsrev, Re’fet, Lütfü, Rüşdü gibi zatların samimi mütesanid heyetin şahs-ı manevîsi sana Said suretinde gösterilmiş. Risaleler ile verdiğiniz ders ise vaaz u nasihat suretinde gösterilmiş. Sen namazı kılmadığınızdan geç kalıp acele ederek derse yetişmek tabiri; Sözler’in neşri haricinde bazı vezaif-i diniye hem bir parça tembellik, sizi birincilik hakkın olan birinci derste ikinci derecede kaldığınıza işaret edip seni ikaz ediyor.

(Barla Lahikası)


Hacı İbrahim Efendi’ye bilhassa selâm ediyorum. Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, Sezai Efendilere selâm ediyoruz. Âhiret hemşireme de dua ediyorum. Senin bu defaki mektubun bir parçası Mektubat içine dercedildi.

(Barla Lahikası)


Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Hâfız Ahmed, Sezai, Keçeci Şeyh Mustafa, Tenekeci Mehmed Efendi gibi has kardeşlerinize selâm ve dua ediyorum.

(Barla Lahikası)


Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Lütfü, Hâfız Ahmed, Sezai, üç Hoca, üç Mehmed, hanenizdeki üç masum ve kayınpederin olarak oradaki kardeşlerimize selâm ve dua ediyorum.

(Barla Lahikası)


Her ne ise… Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hattâ fihristenin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların bilhassa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hâfız Ahmed, Sezai, Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek masumlara dua ediyorum.

(Barla Lahikası)


Başta (Gavs-ı A’zam’ın tabiriyle Bekir Bey) bizim tabirimizle Bekir Ağa, Ahmed Hüsrev, Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezai Bey olarak umum kardeşlerinize selâm, dua ediyorum. Ve mübarek ve bahtiyar Bedreddin’in başından öperim. O, Kur’an’ı okudukça bana dua etsin. Öyle masumun duası inşâallah hakkımızda makbuldür. Onun validesi olan âhiret hemşireme ayrıca dua ediyorum. Bedreddin gibi bir evlat sahibesi olduğundan tebrike şâyandır. Bedreddin’in okuduğu her bir harf-i Kur’an’ın, on sevaptan tut tâ bine kadar uhrevî meyveleri vardır. Hem validesinin defter-i a’maline hem hoca ve üstadının defter-i a’maline dahi o sevaplar kaydolunur.

(Barla Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Rüşdü’nün gönderdiği otuz liradan yirmi yedisini posta ile size gönderdim. Siz ona gönderirsiniz. Ona da öyle yazdım. Benim ihtiyacım olmadığından ve kaideme muhalif olduğundan kabul edemedim. Yalnız onun hayırlı niyeti için ehemmiyetli hayırlara sarf edilmek suretiyle, onun hesabına otuzdan üç banknot aldım. Sizlere ve sizinle alâkadar olanlara pek çok selâm ve dua ediyorum.

Kardeşiniz Said Nursî

(Barla Lahikası)


Latîf ve manidar bir tevafuktur ki Hüsrev senin için Yirmi Dokuzuncu Söz’ü yazıyordu. Yazdığı vakitte Hüsrev vasıtasıyla çok mübarek ramazan hediyesi aynı anda gelmesiyle beraber, aynı gecede ben senin hanen tarafına ve hanene geldiğimi rüyada gördüğüm gibi; iki gece evvel, elhak ikinci bir Hüsrev ve ikinci bir Süleyman olan Süleyman Rüşdü, aynen sizi görmüş. Bundan anladık ki bizler bir menzil içindeki adamlar hükmündeyiz. Maddeten uzaklık tesiri yok ve birbirimize karşı münasebet-i âdiye dahi kaydedilir.

(Barla Lahikası)


İstanbul’da Mehmed Feyzi, Eski Said’in risalelerini ararken aynı günde kahraman Rüşdü, bir dükkânda mevcudunu toplamış, almış idi. Küçük Hüsrev müteessir olarak başka yerde aramış, İşaratü’l-İ’caz’ı bulmuş. Tahminen demiş ki: Bana sebkat eden, herhalde benden ilerideki Ispartalı kardeşlerimdir.

(Barla Lahikası)


Bu defa, elmas kalemli Mübarekler tarafından bir sual var. Şimdilik cevap elimde değil. Eğer elime verilse size gelir. Her gün hatırımda bulunan Rüşdü, Re’fet, Süleyman, B M ve H K ve Abdullah ve sair isimlerini beyan etmediğim kıymettar kardeşlerim ile hususi konuşmadığımdan gücenmesinler çünkü hizmetinizin azameti ve ehemmiyeti ve muarızların kuvveti ve şeytaneti nisbetinde ihtiyata ve dikkate mecburuz.

(Kastamonu Lahikası)


Rüşdü ve Re’fet’in sıhhatleri ve kemal-i sadakat ve sebatları, hazîn endişelerimi izale etti. Isparta talebeleri hatırları için ben Isparta’yı kendi karyem Nurs ile beraber duamda dâhil ediyorum. Hattâ emvatına, Nurs emvatı gibi dua ediyorum. Hakiki vatanım ve memleketim nazarıyla o vilayete bakıyorum.

(Kastamonu Lahikası)


Hüsrev kardeş! Kasem ederim benim elimden gelseydi, yalnız bu defa altın yaldızla yazdığın Mu’cizat-ı Ahmediye’ye mukabil her bir sahifesine, yalnız maddî bir ücret olarak birer altın hediye edecektim. Hakikaten ebedî bir gül fabrikasına kâtip tayin edildiğinize kanaatim kat’iyet kesbetti. Rabb-i Rahîm’e hadsiz hamd ü sena olsun. Tasavvurumda Hüsrev, Rüşdü bir tek isim gibi olmuş. İkinizi, Risale-i Nur’a ait her şeyde beraber biliyorum ve buluyorum.

(Kastamonu Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Gavs-ı A’zam’ın فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ teminkârane fıkrası, şimdiye kadar Risale-i Nur’un şakirdleri hakkında tamamen mutabık çıktı. İnşâallah Hüsrev, Rüşdü, Re’fet gibi kardeşlerimizin, bilhassa Hüsrev gibi çok metin bir rüknün müfarakatı sureten elîm ve zararlı göründüğü halde, gayet hayırlı bir suret almasını rahmet-i İlahiyeden ümitvarız. Hattâ hapsimiz musibeti, gerçi zahiri bir azap idi fakat hakikat noktasında hizmetimiz hakkında büyük bir inayet ve rahmete çevrildi. Lillahi’l-hamd sizlerin gayretinizle o havalide çok Hüsrevler var, meydana çıkmaya başlamışlar. Belki çok zamandan beri mütemadiyen çalışmaktan Hüsrev’e bir istirahat verildi ve kıymettar kalemi yerinde mübarek lisanı ve hâlisane ahvali yine kudsî hizmetini idame etmesini inayet-i İlahiyeden ümitvarız. Nasıl ki Feyzi ve Salahaddin’in askerliği de öyle mübarek oldu.

Kardeşlerim! Bu hâdise münasebetiyle Risale-i Nur’un tam mutabık çıkan bir ihbar-ı gaybîsini beyan ediyorum:

Hüsrev ve Hulusi ve Rüşdü ve Re’fet gibi Risale-i Nur’un çok şakirdleri, meslek-i askeriye ve bu ikinci Harb-i Umumiye’ye münasebettar bir surette girmelerini ve ikinci bir Harb-i Umumî olacağını ve iştirakimizi yani talebelerin iştirakini altı yedi sene evvel haber vermiş. Çünkü Yirmi Sekizinci Lem’a olan İkinci Keramet-i Aleviye’nin İkinci Emare’de فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ bahsinde فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ beraber olsa bin dokuz yüz kırk küsur oluyor. Allahu a’lem, o tarihte bir harb-i umumîye iştirakimizi yani eski müttefikle değil belki taraftarane onun hasmıyla iştirake işaret ediyor diye haber vermiş. İşte şimdi aynı tarihtir ki Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesi iştirak ediyor.

(Kastamonu Lahikası)


Kâtip Osman’ın hakikatli rüyası elhak büyük bir hakikate işaret veriyor, çok mübarek ve müjdelidir. Rüşdü’nün rüyasında, Peygamberimizin (asm) emriyle Hazret-i Sıddık (ra) minberde Yirmi Dokuzuncu Söz’ü hutbesinde göstermesi gibi; o gökten inen huriye de lâhikayı hutbe olarak okuması, Risale-i Nur’un makbuliyetine güzel bir işarettir.

(Kastamonu Lahikası)


Mübareklerin kahramanlarından büyük Abdurrahman’ın, Küçük Ali’nin, Hâfız Mustafa’nın faaliyet ve gayretleri ve Hâfız Mustafa’nın bu defaki mektubundaki bazı noktaları, beni sürur yaşıyla ağlattırdı. Yalnız bu kadar var ki bir zarf içinde gönderilen yirmi beş banknot bulundu, kimin tarafından olduğunu bilemedik. Bilirsiniz ki bütün ömrümde kimseden hediyeleri kabul edemiyorum. Hattâ Rüşdü’nün bu defaki hediyesini reddedip hatırını kırdım, geri çevirdim. Cenab-ı Hak, beni muhtaç bırakmıyor. İnsanlara da muhtaç etmiyor. Beni merak etmeyiniz.

Fakat Mübarekler Heyeti’nde öyle bir şahs-ı manevî hissediyorum ki kaidemi ona karşı muhafaza edemiyorum. O şahs-ı manevîyi kızdırmamak ve rencide etmemek için yalnız o paradan borç olarak beş lirayı bu bayram umûr-u hayriyesine sarf etmek için kabul ettim. Yirmisini Sabri vasıtasıyla ve namıyla geri gönderip iade ediyorum, gücenmeyiniz.

(Kastamonu Lahikası)


Hüsrev, Re’fet, Rüşdü’nün vaziyetlerini de merak ediyorum. Ve bilhassa Hüsrev ne haldedir? Ve Nur Fabrikasının sahibi Hâfız Ali rahat mıdır?

(Kastamonu Lahikası)


Halil İbrahim’in mektubu, belki her mektubu hem onun hem İnce Mehmed’in namına kabul ediyorum. İkisine, Hüsrev’le Rüşdü gibi bir ruh iki ceset nazarıyla bakıyorum. Cenab-ı Hak onları muvaffak etsin ve emsalini oralarda çoğaltsın.

(Kastamonu Lahikası)


Üçüncüsü: Risale-i Nur’un eski ve ehemmiyetli ve çalışkan bir şakirdi olan Kâtip Osman’ın sadık ve hikmetli rüyası ve mutabık tabiri onları müferrah ettiği gibi bizleri de mesrur eyledi. Ve o mektubuyla, merak ettiğim şeyleri ve Hüsrev ve Rüşdü, Hâfız Ali, Zühdü Bedevî, Nuri ve Nur Fabrikası sahibi, Tahirler, mübarekler heyeti, medrese-i nuriye ve ümmi ihtiyarlar ve masum çocuklar, umumlarının selâmlarını yazıyor. Biz de onlara birer birer selâm ediyoruz. Muvaffakıyetlerine ve selâmetlerine dua ediyoruz.

(Kastamonu Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu dakikada Hüsrev, Rüşdü, Re’fet, Isparta’nın Hâfız Ali’si askerlikten ne vakit geleceklerini merak ediyorum. Hususan Hüsrev’in kalemi, ne vakit Risale-i Nur’un fatihane intişarına kavuşacak diye bilmek istiyorum. Onlara da selâmımı tebliğ ediniz.

(Kastamonu Lahikası)


Kâtip Osman’ın mektubunda, kahraman Rüşdü’nün bahadır biraderi Burhan’ın, risalelerin kurtulmasına çok hizmet ettiğini yazıyor. Zaten o cesur kardeşimizin eskiden de bu çeşit hizmetleri vardı. Hem ona hem Risale-i Nur’un kurtulmasına çalışanlara ve medhali bulunanlara, hattâ mahkeme reisine ve insaflı azalarına hem dua hem teşekkür ediyoruz. Münasip görülse mahkeme reisine hususi teşekkürümüzü beyan edersiniz.

(Kastamonu Lahikası)


Sâniyen: Hâfız Ali’nin mektubunda, kahraman Süleyman Rüşdü’nün gelmesini tebşir ediyor. Biz de ona “Binler safalarla geldin!” deyip ve üç cihetle onu ve masumlarını tebrik ediyoruz. Ve Hasan Âtıf’ın, Demirci Mehmed namını verdiği Bedevî kardeşimize yazdığı uzun mektubu buradaki kardeşlerimize ihlas noktasında ehemmiyetli tesiri var. İhlas Risalesi’nin sırrını ve düsturlarını yerleştirmeye çalışması, bizi çok mesrur eyledi. Cenab-ı Hak onun gibi hâlis kardeşleri çoğaltsın. Ve Âtıf’ın o mektubunda Medrese-i Nuriye’deki kahramanlardan kıymettar bir iki yüksek ihtiyarın Risale-i Nur’a parlak irtibatları bizi sürur yaşıyla ağlattırdı.

(Kastamonu Lahikası)


Rüşdü Efendi benim tarafımdan Şükrü Efendi’ye, Çocuk Taziyenamesi olan On Yedinci Mektup’u, benim yerimde okusun.

(Kastamonu Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hem Kâtip Osman’ın hem mübareklerden İbrahim’in hem Nur fabrika sahibinin hem Hulusi-i Sâni’nin mektupları bir iki günde geldiler. Merak ile mahzun kalbimizi müferrah eylediler.

Kâtip Osman’ın mektubunda, hususi selâmlarını gönderdiği zatların, hususan kahraman Rüşdü, Zühdü Bedevî ve Nuri kardeşlerimize hâssaten ve umuma selâm ve selâmetlerine dua. Ve Hüsrev’in yakında gelmesinin tebşiri, onun hakkındaki merakımızı izale etti. Mâşâallah Kâtip Osman da Hüsrev gibi mûcib-i merak noktaları yazıyor.

Onun mektubunu getiren Halıcı İbrahim demiş ki: “Sıddık Süleyman Rüşdü buraya gelmek ihtimali var.” O kahraman kardeşim yakînen bilsin ki ben, ondan ziyade ona müştakım. Fakat o her gün, has dairesinin birinci safında manen yanımızda bulunuyor, manevî kazançlarımıza da hissedar oluyor. Bizim mesleğimizde sohbet-i suriye ehemmiyeti azdır. Hem bu dehşetli ameliyat-ı dâhiliye hengâmında ve yol masrafı çok ziyade olduğundan, gelmek münasip olmuyor. Ve vehham ehl-i dünya, burada ziyade bize dikkat ediyorlar. Hattâ bu bayramda kapımı ziyaretçilere kapadık.

Hâfız Ali’nin mektubunda Rüşdü’nün bir teşebbüsü var ki gençlere ait dört beş parça ders ki Hâfız Mustafa’ya vermiştim ki tabetsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, sizin kesretli kalemleriniz matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Eğer kolayca, ucuzca mümkün olsa eski veya yeni hurufla yaparsınız.

(Kastamonu Lahikası)


Kardeşlerim! Bu defa Hilmi Bey ile gelen Re’fet ve Rüşdü’nün mektupları bizi çok sevindirdi. Zaten Hüsrev, Re’fet, Rüşdü Risale-i Nur’a intisapta eskiden beri beraber bulunmalarından ben, birisini tahattur etsem üçü birden hatıra geliyor. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ki bu dehşetli fırtınalar onları ve sizleri sarsmadı. Mâşâallah Re’fet şimdi de eski sadakatini ve tam alâkasını tamamıyla muhafaza ettiğini anladık. Bir iki senedir ondan hiçbir mektup ve hizmet-i Kur’aniyedeki vaziyetinden bir haber alamamıştım, merak ediyordum. Bu defa mektubunda “Ne vakit bir araya gelsek Sözler’den birini açıp okuyoruz, tatlı tatlı istifade edip üstadımızla görüşüyoruz.” demesi, bizi sürur ile şükre sevk etti. Sadakatte namdar Rüşdü’nün mektubunda merak ettiğim noktaları beyan etmesi ve hizmet-i Nuriye tevakkuf etmemesi ve sizlere sıkıntı olmaması, bizi çok mesrur eyledi.

(Kastamonu Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu defa Hâfız Ali’nin mektubunda büyük bir beşaret hissettik ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ımızı tabedilecek esbab var, maniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu meselede onundur. Ve madem iki Ali ile Tahirî, Hâfız Mustafa, hârika tesanüdleriyle ve şimdiye kadar bütün Risale-i Nur talebelerini sevindiren ve ehl-i imanı memnun ve minnettar eden meydandaki hizmetleriyle ve kahraman Rüşdü’nün lâyetezelzel sadakatiyle, Hüsrev’le beraber bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’aniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.

Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.

Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de Emin de biliyorlar ki mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkit, bize burada zarar veriyor gibi size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektup yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum. “Acaba yeni bir taarruz mu var?” diye muzdarip idim.

Hem o zarardandır ki mübarek Hüsrev’in gelmesiyle yeni bir şevk ve süratle bize Hizb-i Nurî’nin arkasına ilhak edilen münâcat parçası on beş gün tehire uğradı. On beş gün evvel bize geleceğini tahmin ediyordum.

İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risale-i Nur’un kahraman şakirdleri her müşkülata galebe ettikleri gibi inşâallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlaslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler.

Siz, tedbir-i maddiyeyi benden daha iyi bilirsiniz. Fakat madem Hüsrev’le Rüşdü, Risale-i Nur’da çok ehemmiyetli rükünlerdir. Hem etraflarında Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli şakirdleri var. Ve madem Hâfız Ali, Tahirî, Hâfız Mustafa, Küçük Ali Risale-i Nur hizmetinde tam muvaffakıyetleriyle tam makbul oldukları tahakkuk etmiş. Bu iki cereyan baştaki iki göz gibi olmalı. Tam bir tesanüd lâzım ki bu ağır defineye omuzları dayanabilsin.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

(Kastamonu Lahikası)


Hüsrev’in uzun ve tesirli ve kıymettar mektubu ve hâşiyesinde kahraman Rüşdü’nün küçücük mektubu ve pek çok alâkadar olduğum ehemmiyetli kardeşlerimizin kalemleriyle bize yardımları ve Risale-i Nur’la iştigali her şeye tercih etmeleri ve Hüsrev’in de mütemadiyen geleliden beri çalışması ispat ediyor ki Isparta tamamıyla Risale-i Nur’a sahip olmuş ve bir Said yerinde, bin Said’i bulmuş. Cenab-ı Hakk’a nihayetsiz şükür, sena ve hamdolsun. Mu’cizeli Kur’an’ımızın matbaa ve teclid masrafı otuz bin liraya çıkması cihetiyle, bu azîm mesele şimdilik tehir etmesine mecburiyet var.

Re’fet Bey’in bizi hayrete düşüren hayretli ve garib mektubunun baştaki kısmı, Lâhika’ya medar-ı ibret olarak yazıyoruz. Ve bilhassa “Ene ve Zerre” namındaki Otuzuncu Söz’ü her mü’minin ezber etmesi zarurîdir demesi ve o eserin kıraatından sonra Barla’da Abdurrahîm namını kazanan ve “yâ Rahîm yâ Rahîm” zikrini bize işittiren mübarek kedinin bir kardeşi olarak diğer mübarek bir kedi, ezan-ı Muhammedîyi (asm) müştakane, insan gibi dinlemesi, bize de sizin kadar hayret ve sürur verdi. Ve ezan-ı Muhammedîyi (asm) tam zuhuruna işaret müjdesi telakki ettik.

Ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühdü gibi hizmet-i Kur’aniyede eski ve ehemmiyetli ve kıymettar Tenekeci Mehmed’in de rüyası ehemmiyetlidir. Allah hayretsin. Isparta için çok hayırdır, onun içinde ehemmiyetli bir müjde var.

Re’fet kardeşimizin mektubu dört cihetle beni memnun etmiş. Zaten eskiden beri Hüsrev, Re’fet, Rüşdü; hayalimde, tasavvurumda birleşmişler. Cenab-ı Hakk’a şükür ki onlardan ümit ettiğim kemal-i sadakat ve sebat devam ediyor.

Hem Hüsrev’in ve Hâfız Ali’nin mektuplarında isimleri bulunan sebatkâr kardeşlerime ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühdü ve Isparta Hâfız Ali’si ve Sava kahramanlarına birer birer selâm ve dua ediyoruz.

Şimdi bu mektubu yazarken, Risale-i Nur santralı Sabri’nin mektubunu Emin getirdi. Açtık, yağmursuzluk bahsine dair Risale-i Münâcat’ın kesretle yazılması bereketiyle yağmurun gelmesi ve rahmet-i İlahiyenin fakir fukaraya imdat eylemesini yazdığını gördük. Benim için ehemmiyetli bir meseleyi halletti.

Burada da yağmura şedit ihtiyaç vardı. Yağmur gelecek hiçbir alâmet hissetmiyorduk. Bu kaht zamanında yağmursuzluk, fakir fukaraya çok ağır gelmişti. Ben üç defa namazdan sonra, masum fukaraları ve aç kalan hayvanları ve Risale-i Nur’u şefaatçi yapıp dua ettik. Birden aynı gece, me’mulümüzün fevkinde, duanın tam kabulünü gördük.

Ben hayretle bu cüz’î duamız, bu küllî meseleye ne derece dahli olduğunu bilemedim. Dedim: “Her halde çok mühim dualara, duamız da binden bir hissesi olmuş.” Şimdi tahakkuk etti ki Isparta nuranileri; nurlu, manevî duaları bizi de o rahmetten hissedar eyledi. Hattâ o duama arkamdan âmin diyenlerden Feyzi’ye, bu manayı, bu hayretimi de ona şimdi söyledim. Evvelce söyleseydim onun hüsn-ü zannını ta’dil edemeyecektim. Çünkü o, Üstadına en büyük hisse veriyor.

Sabri’nin mektubunda, Sıddık Süleyman ve Barla’daki kardeşlerimizin selâmları ve eski alâkalarını tam muhafaza eylemeleri, Barla’daki hayatımı tahassürle hatırlattırdı. Ben de onlara çok selâm ederim.

Mübarek Hüsrev mektubunda, has kardeşlerimizden Re’fet, Rüşdü, Kâtip Osman, Osman Nuri, Âtıf ve Feyzi’nin bir yadigâr-ı tahattur olarak birer nüsha yazılarını bizlere hediye edilmelerini yazıyor. Cenab-ı Hak onlara, yazdıkları her bir harfe mukabil bin hasene versin, âmin!

(Kastamonu Lahikası)


Hâfız Ali’nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena fi’l-ihvan düsturunu muhafaza etmesi ve Hüsrev’in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti; Hâfız Mustafa’nın hizmet-i Nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakati ve fedakârane teslimiyeti ve hem Abdurrahman hem Lütfü hem Hâfız Ali manasını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dünyada her şeye tercihen hayatının en büyük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli mukavemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi. Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tahirî ve kahraman Rüşdü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ahlâkta bulunduklarını hiç şüphe etmiyoruz.

(Kastamonu Lahikası)


Ve bilhassa Isparta’da kahraman Rüşdü’nün kahraman kardeşi Burhan bizi çok minnettar ettiğini ve az bir işle bize ve Risale-i Nur’a pek çok iş gördüğünü söyleyiniz.

(Emirdağ Lahikası-1)


Kastamonu fedakârları namına Kastamonu’nun Hüsrev’i ve Rüşdü’sü olan Feyzi ve Emin’in tebrikli mektubu ve Feyzi’nin malûm hâdisede hiçbir endişe verecek bir hal vuku bulmadığını, bilakis bir teşvik kamçısı hükmüne geçtiğini yazması, bizim endişemizi izale etti.

(Emirdağ Lahikası-1)


Râbian: Rüşdü’nün çok defadır hususi selâm eden kahraman biraderi Burhan –eskiden beri– ümmiliğiyle beraber, Nurlara lüzumlu zamanlarda ehemmiyetli hizmetleri için onu da haslar sırasında her gün ismiyle kazançlarımızda hissedar ediyoruz.

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Hüsrev’le bir ruh iki ceset ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüşdü’nün acib bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin mukaddimesidir. İnşâallah yine Nurlar, Nurcuların lâyık elleriyle kalemleri gibi tab ve neşredilecek; yabani ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat her şeyden evvel sıhhatli ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile mümkün ise evvel eski harfle yazılsa sonra yeni harfle daha münasiptir. Sizlerin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kastamonu Hüsrev’i ve Süleyman Rüşdü’sü olan Mehmed Feyzi ve Emin’in, Üstadlarının Kastamonu’daki hayatının bir tarihçesini, hüsn-ü zanla haddimden çok fazla senalarını tebdil etmeyerek kabulümün sebebi şudur ki:

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Tekrar mübarek ramazanınızı tebrik ederiz. İki kahraman kardeşin ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüşdü’nün mübarek kerîmesinin makine ile Zülfikar-ı Mu’cizat’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir etmeye fedakârane deruhte etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye kadar pek fevkalâde Nurlara ettikleri kıymettar ve meyvedar sâbık hizmetlerine karşı, Risale-i Nur hesabına binler mâşâallah ve bârekellah ve veffekakümullah deriz. (Hâşiye[6])

(Emirdağ Lahikası-1)


Vasiyetnamemdir

Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

Ecel gizli olmasından vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur Fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki (*[9]) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık, bahtiyar kardeşim Süleyman Rüşdü!

Seni ve kardeşin kahraman Burhan’ı ve senin iki mübarek, masum evladını ve senin hane halkını, Risale-i Nur namına ve umum şakirdler hesabına, ruh u canımızla sizi tebrik ediyoruz. Böyle kudsî ve daimî sevap kazandıracak uhrevî bir hizmete muvaffakıyetinizi, Isparta ve bu memleket istikbalde alkışlayacaktır. Size çok hayırlı duaları kazandıracak. İnşâallah, Zülfikar gibi daha çok emsaline muvaffak olursunuz. Bu acib şerait içinde bu fevkalâde muvaffakıyet hem Zülfikar’ın hem sadakatinizin bir kerametidir.

Çok mübarek olan senin rüyan ki emr-i İlahî ile Kur’an’ı Hazret-i Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâma vermek, Hazret-i Cebrail’in vazifesinin bir cilvesidir. İşarettir ki bu hizmetiniz hem rıza-yı İlahiyeye hem rıza-yı Peygamberîye (asm) muvafıktır. Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi, Mu’cizat-ı Ahmediye vasıtasıyla ümmet-i Muhammediyeye (asm) tebliğ etmek manasıyla senin rüyan tabir edilir.

Nasıl bir küçücük cam parçasında güneşin bir timsali, ziyasıyla o elindeki camı tutanla münasebettar olur; bir nevi muhabere eder. Öyle de hususi bir tecelli ile rüyalarda –selef-i salihînde bu çeşit rüyalar görülmüş– makbuliyet ve rıza alâmetidir. Hazret-i Peygamber’in (asm) yanında gördüğün adam da Nur ve Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsidir.

(Emirdağ Lahikası-1)


Kastamonu’nun Hüsrev’i ve Rüşdü’sü olan Mehmed Feyzi ve Emin’in gönderdikleri benim Kastamonu’da kalan bir kısım risaleler emanetlerini aldım. Size gönderdiğim Asâ-yı Musa’nın lügatnamesini hasta olduğu halde çok güzel ve âlimane yazan, lügatnamenin başında güzel bir fıkra derceden ve bana da ayrı mektup yazan Risale-i Nur’un sır kâtibi Mehmed Feyzi’nin oraca çok müşkülat ve manialara rağmen, hârika sadakatini ve Nurlara faik alâkasını, sarsılmadan imana hizmetini birkaç cihette yapması gösteriyor ki o, küçük bir Hüsrev olduğu gibi tam bir Hasan Feyzi’dir.

(Emirdağ Lahikası-1)


Nur’un küçük kahramanlarından Muallim Mustafa Sungur hem Eflani hem Safranbolu hem Kastamonu hem İnebolu hem Daday hem Araç kardeşlerimizin namına bayram tebriği için yanımıza geldi. Biz de onu bir küçük Said olarak hem size hem o kardeşlerimize maddî ve manevî bayramlarını tebrik için gönderdik. Ve Emirdağı’nın Süleyman Rüşdü’sü olan Çalışkan Mehmed’i Siracünnur’u almak ve harice giden kitapları anlamak niyetiyle İstanbul’a gönderdik.

(Emirdağ Lahikası-1)


Hâmisen: Kahraman ve sadakatte hiç sarsılmadan ve kardeşiyle, masum evlatlarıyla ve az zamanda pek çok kıymettar hizmet eden Süleyman Rüşdü’nün dünyada, âhirette Cenab-ı Hak onu manevî ve maddî ticaretinde daima onu ihsanına mazhar eylesin, âmin!

(Emirdağ Lahikası-1)


Sâniyen: Van’daki eski talebelerimle ziyade alâkadar ve merak ettiğim ve bugünlerde Kastamonu’nun Süleyman Rüşdü’sü olan Çaycı Emin, Van’da bulunup o eski mübarek talebelerimin ellerine Nurların yetişmesine çalışması ve o mübarek eski kardeşlerimin hayatta olduklarını bilmediğim ve merak ettiğim ki beraber onların hayatta ve Nurlara müştak olduklarını mektupla haber vermesi, beni çok ziyade memnun eyledi. Ve çok ferahlı bir hüzün ve hazîn bir eski hatıra-i sürur verdi. Ben buradan oraya muhabere edemediğim için benim bedelime Safranbolu kahramanları muhabere etse iyi olur.

(Emirdağ Lahikası-2)


Sâlisen: Konyalı Hacı Sabri kardeşimiz yanıma geldi. Ben, Sadık, Hayri, Mustafa hazır iken çok ehemmiyetli sohbetimiz, Hacı Sabri’ye mühim bir ders oldu. Bilhassa Medresetü’z-Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm’a hizmet-i imaniyeleri ve tahripçi dinsizlerin desiselerine set çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki farz-ı muhal binler seyyie olsa affettirir. Öyle ise başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşâallah Hacı Sabri de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak, meşrep ihtilafı daha tesir etmeyecek.

(Emirdağ Lahikası-2)


Bazı Gazetelerde Çıkan Yalanlar Hakkındaki Bir Tekzibi Bera-yı Malûmat Gönderiyoruz

Bazı muhalif gazeteler, Risale-i Nur talebelerine tekrar “Tarîkat kurmuşlar.” ittihamını yaptıklarını gördük. Bunun hakikatle hiçbir alâkası yoktur. Bu husus Risale-i Nur davasını gören on’a yakın Ağır Ceza Mahkemesinin kat’iyet kesbetmiş kararlarıyla sabittir. Hem tarîkata dair en küçük bir emareye, vaktiyle müsadere edilip sonra bilâ-kayd u şart sahiplerine iade edilen Risale-i Nur kitapları ve mektupları arasında tesadüf edilmemiştir. Bilakis Üstadımız Said Nursî’nin mektuplarında ve müdafaalarında kat’î bir lisanla beyan ettiği: “Zaman tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız cennete giden pek çok fakat imansız cennete giden yoktur.” ifadesi mevcuddur.

...

Bu hâdisenin bir sebebi şu olmak kavîdir ki: Risale-i Nur, aile hayatına büyük bir fayda verip hanımların iffet ve namus ve ismetle ve saadetle hayat geçirmelerini temin ettiğinden, kadınlar Risale-i Nur’a çoklukla rağbet göstermektedirler. Buna bir hüsn-ü misal olarak hanımların neşrolunan birkaç makalesini din düşmanları görmüşler ve Bolşeviklik hesabına birtakım uydurma bahanelerle hücuma geçmişlerdir. Fakat aslâ muvaffak olamayacaklardır. Onların maksatlarının tam aksine olarak Risale-i Nur’un neşriyatı, erkek ve kadınlar arasında hârika bir tarzda inkişaf etmektedir ve edecektir.

Hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan

Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Sungur, Rüşdü

(Emirdağ Lahikası-2)


Sadakatte Meşhur Olan Barlalı Süleyman’ın Vazife-i Sadakatini Tamamıyla Yapan Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün Bir Fıkrasıdır

Aziz Üstadım!

Kardeşlerimin Yirmi Yedinci Mektup’a giren fıkralarını, kendi fikrime ve hissiyatıma muvafık bulduğumdan, onlar bu nokta-i nazardan kendi fıkralarımdır diye başka fıkra yazmaya lüzum görmedim. Fakat bu âhirlerde Risale-i Nur’un kerametine temas eden bazı hâdiseler benimle de münasebettar olarak vücuda geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi ki onlar münasebetiyle benim de bir hususi fıkram kardeşlerimin hususi fıkraları içine girsin diye o hâdiselerden bazı latîf tevafukatı ve bazı rüya-yı sadıkayı ve birkaç hâdiseyi yazıyorum.

Bu rüyalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rüya-yı sadıkadır. Çünkü hadîsçe sabittir ki Peygamber aleyhissalâtü vesselâm görülen rüyada şeytan o rüyaya karışamıyor. Bu rüya-yı sadıkadan her biri –gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz– fakat her birinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle:

Birincisi: Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, camide Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık’a (ra) emrediyor: “Çık hutbe oku!” Ebubekiri’s-Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatlerin izahatı Yirmi Dokuzuncu Söz’dedir.”

İkincisi: Risale-i Nur’un şakirdlerinden Osman Nuri diyor ki: Rüyamda, şemail-i şerife muvafık, gayet nurani bir surette Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur nâşirlerinin Üstadı olan zat içeriye girdi. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, Üstadımıza şefkatkârane bir iltifat göstererek dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.

Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerine köşkünü tahsis eden Şükrü Efendi’dir. Rüyada ona diyorlar ki: “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm gelmiş.” O da koşarak gidip Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.

Dördüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerinden Nazmi’dir. Rüyasında ona diyorlar ki: “Risale-i Nur şakirdleri imansız ölmezler, kabre iman ile girerler.”

Bu rüyalar Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile münasebettar olmak cihetiyle, o rüyalar zamanında “Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi” münasebetiyle latîf ve küçük bir iki tevafukun letaifini zikredeceğim. Şöyle ki:

Risale-i Nur eczalarından birkaç vecihle kerameti görülen, mu’cizat-ı Ahmediyeye dair On Dokuzuncu Mektup’un tashihi zamanında, yedi mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) mazhar yedi çocuğun bahsine geldiği vakitte, Meliha isminde yedi yaşındaki kızım, umulmadık bir vakitte hanemden çıkıp Üstadımın oturduğu köşke geldi, o yedi çocuk bahsini masumane çocukçasına dinlemeye başladı. Çay içmesini çok sevdiği halde kendine verildi, çocukların bahsi bitinceye kadar içmedi.

O saatten on dakika evvel hem On Dokuzuncu Mektup hem Mi’rac Risalesi ayrı ayrı tashih ediliyordu. On Dokuzuncu Mektup’un yüz elli sahifesi içinde bir tek sahifede kuru direğin ağlamasından bahis var. Mi’rac Risalesi’nde altı yüz satırdan bir tek satır ondan bahseder. Muhtelif tarzlarda, muhtelif vakitte, muhtelif adamlar, muhtelif kitaplarda birden bir tek sözü söylediklerini ben işittim. O da kuru direğin ağlaması idi. Her biri iki kişiden ibaret iki kısım tashihçiler, aynı kelime üstündedirler, o kelimeyi söylüyorlardı. Ben hayret ile dedim: “İki taraf da bir kelimeyi söylüyorsunuz.” Sonra baktık. Mi’racın tashihi aynı kelimeye geldiği gibi On Dokuzuncu Mektup’un tashihi de aynı kelime üzerindedir. Biz hazır olanlar şüphemiz kalmadı ki yedi yaşında Meliha’nın yedi çocuk bahsine tevafuku ve bu iki kısım musahhihlerin aynı kelimede ittifakları, o Mu’cizat-ı Ahmediye bahsinin bir kerametinin bir şuâıdır.

Yine Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın mektubuyla münasebettar üçüncü bir tevafuk: Milas’tan gelen ve oraya gönderilen kitapların listesini bir sebebe binaen saklamak lâzım gelmişti. Üstadım, bu listeyi saklamak için bana verdiğini biliyormuş. Bir gün o listeye lüzum olacağını düşünerek, benden isteyecekti. Fakat istememişti. O gece kalkar, o listeyi seccadesinin yanında görür, hayret eder. Bu saklandığı yerden çıkıp nasıl burada bulunsun? Sabahleyin benden soruyor. “Ben getirmedim, haberim yok.” dedim. Zaten gece yanına çıkmamıştım. Bunda bir mana var. Biz düşündük, aynı gün Milas’tan listeye göre kitap istemeye bir hak kazanmak için Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın Mısır Azizi Mukavkis’e yazdığı mektup, eski Mısırlılara ait kitaplar içinde bulunarak İstanbul’a gönderilmiş. Bu mektubun fotoğrafla alınan aynının bir sureti, o gecenin gündüzünde bize geldi, o geceki liste hâdisesine tevafuk etti. Bunda şüphemiz kalmadı ki saklı olan o listenin kendi kendine orada bulunması, bu mektub-u Nebeviyenin gelmesine bir istikbal ve bir işaret idi.

İşte o günlerde Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm rüyada Risale-i Nur’la münasebettar görülmesi ve mektup da aynı vakitte gelmesi, o günlerde telif edilen hastalara ait yirmi beş deva-yı maneviyeyi beyan eden Yirmi Beşinci Lem’a ve iktisada ait On Dokuzuncu Lem’a ve onların akabinde ihtiyarlara ait yirmi altı ricayı beyan eden Yirmi Altıncı Lem’a’nın telif zamanlarına tevafuk etmesi şüphe bırakmıyor ki bu üç risale, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın makbuliyetine mazhar olmuş.

Yine Risale-i Nur’la münasebeti tahakkuk eden hâdiselerden birisi de şudur ki: Risale-i Nur’un Isparta’ya medar-ı bereket olduğunu çok emarelerle gördük ve görüyoruz. Ezcümle:

Şükrü Efendi hem kendi köşkünü hem merhum kardeşi Nuri Efendi’nin köşkünü Risale-i Nur’un ders ve telifine verdiği bir zamanda, onun şehirdeki evine muttasıl büyük bir haliçe binası ateş aldı. Bütün o büyük bina yandığı halde, Şükrü Efendi’nin evine sirayet etmedi, hattâ yanan haliçe binasının müştemilatından olup haliçe binası ile Şükrü Efendi’nin hanesine bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. Bu vaziyeti gören herkes hayret içinde kaldı. Fakat Risale-i Nur ile alâkaları olanların şüpheleri kalmadı ki Şükrü Efendi Risale-i Nur’un telifine bu iki köşkü verdiği için onun bereketiyle hârika bir surette hem kendi hanesi hem merhum kardeşinin hanesi, o müthiş yangından kurtuldu.

Hem Risale-i Nur yazın nasıl ki büyük bir yağmur ve rahmete sebep olduğu delillerle beyan edilip Gavs-ı Geylanî’nin (ks) kerametine dair risalede kaydedilen hâdise, Risale-i Nur’un bir kerameti olduğu gibi; bu seneki kışta Risale-i Nur’un merkez-i faaliyeti, Barla’dan Isparta’nın bağlarına nakledilmiş idi. Bağlarda soğuk ve fırtına, şehirden çok şiddetli oluyordu. Bu şiddetli kışta Risale-i Nur’un dersi tatil olmamak ve nâşiri de dayanabilmek için bir eser-i rahmet olarak bu senenin kışı gayet mutedil geçti.

Evet, herkes biliyor ki şimdiye kadar böyle mutedil ve bazı günleri yaza benzer tarzda bir kış, bu yakın zamanlarda görülmemişti. İşte bugün, yeni mart on iki, eski şubat yirmi yedidir. Sitte-i Sevr denilen fırtınalı altı meşhur günün üçüncü günü olan bugün, Nevruz günü gibi açıktır, güzeldir. Nasıl ki Risale-i Nur’un bereketi yüzünden rahmet-i İlahiye yaz ortasında bir bahar getirdiğini kanaat verecek emareler ile görmüştük; öyle de bu kış ortasında Risale-i Nur’un bereketi yüzünden bir güz mevsimi olmasına bir vesile olduğuna kanaat ettik.

Hem Risale-i Nur eczasından İktisat Risalesi’nin telifine çok yakın bir zamanda, Üstadımın maişetindeki iktisadı ifrat derecesine girmişti. Ben ve Hüsrev ve daha diğer arkadaşlarımız bütün biliyoruz ki: Üstadımızın hasta olmadığı halde bütün ramazanda yediği gıdayı hesap ettik, bir tek francala ekmeği, yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki yirmi dört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Fazlaya iştihası olmadığı için yemiyordu. Bu hal, ramazandan sonra ona yazdırılacak olan İktisat Risalesi’nin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametine bir işaret idi.

Ve bir de Risale-i Nur’un takviye-i din hakkında hizmetine işaret eden bir diğer hâdise şudur ki: Isparta’nın mühim bir âliminin, takriben otuz kırk sene evvel yazdığı istikbale dair kasidesinin fıkraları, Risale-i Nur’a tam tevafuk ediyor ve Risale-i Nur’u gösteriyor. Şöyle ki:

Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalp ve Isparta’nın bir medar-ı fahri olan zatın kerametkârane buraca meşhur bir şiirini gördüm, getirip arkadaşlarıma gösterdim. Dedim: Bu zat bu dalaletli zamanımızdan bahsettiği gibi bir fıkrası da Harb-i Umumî’den bahsediyor gibi görünüyor. Çünkü bu şiirinde diyor:

“Âferin çarha ki çattırdı kuduzu kuduza.”

Yani bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat ettirdi. Ve iki satır sonra yine diyor:

“Sûk-i asr içre bütün dâd ü sited, küfr ü dalal

Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.”

Yani o asrın çarşısında alışveriş dinsizlik elinde olacak, dinsizlik hükmedecek, din gayet ucuza düşecek ve İslâm’ın şeairi gizlenecek. Sonra diyor:

“Şükriyâ bilmezem esrar-ı gaybdan amma

Ya ileri ya geri, takrib ederim üç otuza.”

Kendi tefsir ediyor, yani otuz üçe. Şiddetli kafiyesini müraat için otuz üç yerine “üç otuz” demiştir. Hem Harb-i Umumî’ye işaret ettiği fıkrasıyla “Dinsizlik düsturları, kanunları, o asır çarşısında hükmettiği…” fıkrasının ortasında şöyle diyor:

“Eriş ey avn-i şeriat (Hâşiye[10]) eriş ey muhyiddin!

Elem-i rîş-i (Hâşiye[11]) cefa sineden erişti öze.”

Şimdi benim kanaatim geliyor ki bu zat, otuz üç senesinden sonra Risale-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!” diyor. Yani vefatından takriben otuz üç sene sonra şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenab-ı Hak duasını kabul etmiş ki vefatından otuz kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.

Talebeniz ve hizmetkârınız

Süleyman Rüşdü

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1)


Risale-i Nur’un Müsadere Hâdisesi Münasebetiyle Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün, Evvelki Fıkrasına Zeyl Olarak Yazdığı Bir Fıkrasıdır

Risale-i Nur şakirdlerinin merkezi olan Şükrü Efendi’nin köşkünün komşusu seksen yaşında muhterem Alîl Osman Çavuş namında bir zat, Risale-i Nur nâşirlerine hücum zamanından bir gün sonra rüyasında görüyor ki: Güneş ile kamer, beraber olarak köşkün içine girip parlıyorlar.

Diğer bir rüyada Keçeci Mustafa Efendi’nin hafidi Bekir yine hâdise-i elîmeden bir iki gün sonra görüyor ki: Güneş kıble tarafından çıkıyor. Şuâatı içinde güneş yüzünde Risale-i Nur nâşirinin sureti temessül edip aynen güneşin kursunda görünüyor.

Hem mütedeyyin bir kadın, yine hâdiseden sonra görüyor ki: Semavattan mübarek kâğıtlar yağıyor. Soruyorlar: “Bu nedir?” Rüyada demişler: “Risale-i Nur’un sahifeleridir.” Yani tabirce Risale-i Nur, Kur’an’ın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur’an’ın semavî ve ilhamî bir tefsiridir. Hem yağmur gibi insanlara kesretli bir rahmettir.

Hâdisenin vukuundan evvel, Risale-i Nur şakirdlerinin her biri bir cesedin azaları gibi bir cihette o cesede gelen müessir bir arızayı bütün azanın hissetmesi nevinden; bu hâdiseyi Risale-i Nur’un dört şakirdi, vukuundan bir iki gün evvel şöyle gördüler: Üçü, yani Mehmed Zühdü, Halil Ruhi, Mehmed Niyazi, Risale-i Nur nâşirlerinin üstadını vefat etmiş görüyorlar ki vefat ise tabirce Risale-i Nur’un tatilini haber veriyor. Dördüncüsü, Fâzıl Bey görüyor ki –Hâdiseden bir gün evvel– rafta kitapları karıştırır, bazı kitapları düşürür. Üstad bana hiddet ediyor, ben de diyorum: “Re’fet düşürdü.” Birden haneye polisler doluyorlar, her şeyi alıyorlar.

Hem bundan yedi buçuk ay evvel Risale-i Nur nâşirlerine gelen elîm polishaneye çağırma meselesinde Risale-i Nur’un şakirdlerinin dört tanesi (aynı hâdiseyi bir ikisi, yani Rüşdü ile Lütfü aynen görüyorlar, ikisi de az bir tabirle) aynı hâdiseyi görmeleri ve bu defaki hâdiseyi, yine dört tane şakirdler aynen görmesi gösteriyor ki Risale-i Nur şakirdleri, bir cesedin azaları gibidirler ki Risale-i Nur’a gelen hâdiseyi, bir cesedin azaları gibi hissediyorlar.

Hem Risale-i Nur şakirdlerinden Bekir’e o musibet gününden bir gün evvel biri demiş: “Üstadın seni çağırıyor!” Bir hiss-i kable’l-vuku ile ikinci gün Üstadının başına gelen ve rahmet-i İlahiye ile hafif geçen müthiş musibeti, düşmanların planları derecesinde büyük, ağır hissetmiş tarzında, ağlayarak gayet korkaklık ve halecan ile koşup geldi. O halecan ve ağlamasına hiç sebeb-i zahirî yokken yine heyecanını, ağlamasını teskin edemiyordu. Demek Risale-i Nur’a gelen musibet, şakirdlerini kerametkârane ikaz ediyordu.

Hem musibetin aynı gününde Üstadımız gezmekten dönerken –Hüsrev ve Mehmed’in ihbarıyla– birdenbire sebepsiz ehl-i dünyaya karşı hiddete başlamış. Yirmi beş sene evvel Divan-ı Harb-i Örfîde kendi idam kararını beklerken sebepsiz, kalpsiz, rütbeli iki adam, mahpus olduğu koğuşa tahkir için geldikleri zaman gayet acib bir surette söylediği o hale mahsus meşhur bir şetmi üç defa zalim ve garazkâr ehl-i dünyaya karşı sarf ediyor. “Benden ne istiyorsunuz?” diye bağırarak tekrar ediyor. Sonra susuyor. Aynı dakikada zabıta, köşkü basmak için yedi sekiz polis köşkün etrafına girdikleri zamana tevafuk ediyor.

Medar-ı ibret bir hâdise: Risale-i Nur nâşirlerinin tazyiki yüzünden âmirlerinin yanında yüz bulmak niyetiyle Risale-i Nur nâşirlerine ilişenlerin aks-i maksadıyla tokat yediklerinin yüz hâdiseden bir hâdisesi şudur ki:

Sebepsiz, sırf bazı garazkârların keyfi için Risale-i Nur nâşirlerine bir kulp takıp mahkemelerde süründürmek ve belki mahvetmek için sureten kendini dost gösterip gayet hainane bir riyakârlıkla dairemize sokulup birtakım yalanlarla âmirlerini iğfal edip Risale-i Nur nâşirlerine müthiş darbe gelmesine vesile olan bir adam, teveccüh ve makam kazanmak değil, bilakis öyle bir tokat yedi ki dünyada kaldıkça vicdanı varsa vicdan azabı çektirecek. Hem o kolay vazifesinden müşkül bir vazifeye tahvil ettiler ve hem de ona yalancı nazarıyla baktılar. Ve hem nefret-i âmmeyi kazandı. Ve hem taharri hâdisesinden iki gün sonra bir ihtiyar adamı hanesinden çıkarıp yolda getirirken o ihtiyar zat, füc’eten, vefat edip hem mes’uliyet-i maddiyeye ve maneviyeye maruz kalmıştır.

Evet, Risale-i Nur’a hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takınmalı ve rezalete bürünmeli ve manevî cehenneme dünyada girmeyi göze almalı.

Hem o musibet hâdisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şakirdlerinden olmayan ve hiç bizimle zihnen meşgul olmayan biri rüyada görüyor ki: Isparta’nın altındaki ovada çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, bu ormanın çok ağaçlarını deviriyor. Birdenbire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur nâşiri, elbisesiyle heybetli bir surette yer yarılıp çıkıyor. (Hâşiye[12]) O da korkusundan uyanıyor. İki gün sonra Risale-i Nur’u tatil ve manen toprağa defnetmek niyetiyle küre-i arzı titretecek derecede bir hata ile Risale-i Nur’un eczalarını evrak-ı muzırra nevinden taharri edip, toplayıp merkez-i hükûmete tâ dâhiliye vekaletine gönderir. Hiçbir daire, kanunca mûcib-i muaheze ve mes’uliyet bir şey Risale-i Nur’da bulamadığından o manevî zelzele içinde öldürdük, defnettik zannettikleri Risale-i Nur dirilip, yer yarılıp meydana çıktığı gibi; yine o rüya işaret ediyor ki bir zelzele-i azîme ve bir sel içinde Risale-i Nur bu vatan ve millete bir halâskâr, bir müncî suretinde musibetzedelerin imdadına yetişecek.

Risale-i Nur şakirdlerinden

(Yıldırım) Süleyman Rüşdü

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1)


Hizmet-i Kur’aniyede bize sebkat eden sadık ve hâlis, metin ve vefakâr kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zatlar, Risaletü’n-Nur’un hâdimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine bir emare olan ihsan olunan bereket hakkında müteaddid fıkralar yazmışlar. Biz de bu kardeşlerimizin fıkraları gibi bu yakın zamanda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hâdisatı kaydedeceğiz. Hem numune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1)


Hem Risaletü’n-Nur’da hem hizmet-i Kur’aniyede bizleri sebkat eden Hüsrev, Rüşdü, Hâfız Ali, Hulusi, Sabri gibi hâlis Kur’an şakirdlerini ve kıymettar kardeşlerimi şefaatçi ederek o kusurumun affını bütün ruhumla Kur’an’dan ve Üstadımdan rica ediyorum. Ben itiraf ediyorum ki tembelliğimin cezası olarak fevka’l-me’mul bir şefkat tokadı yedim.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1)


Aziz Üstadım!

Yüksek ve ciddi irşadlarınızla adım atmayı en büyük bir maksat bilen talebeleriniz, son zamanlarda şâyan-ı şükran bir vaziyete girdiler. Hulusi-i Sânî beş on arkadaşıyla; Hâfız Ali, civarındaki yirmi yirmi beş arkadaşıyla; mübarekler, otuz otuz beş refikleriyle ve bilhassa Hacı Hâfız köyünde Ahmedler ve Mehmedlerin çok hâlis gayretleriyle umumiyet itibarıyla hem hiç mübalağasız bin kalemle, belki daha fazla; en geride kalan Isparta’da ise kahraman Rüşdü’nün ve risaleleri kendine tamamen yazan Mehmed Zühdü’nün ve Küçük Ali’nin ve Osman Nuri gibi faal talebelerin gayret ve himmetleriyle otuz ile kırk arasında, hattâ bir cihette mümtaziyet kazanan Mehmed Zühdü’nün Küçük Hâfız Ali gibi hem Risaletü’n-Nur’u yazarak hem kendi evinde yüz elli kadar çocuğu serbest olarak üç aydan beri okutmasıyla ve civarında diğer köylerde bulunan on beş yirmişer arkadaşlarıyla talebeleriniz, Kur’anî hizmetlerinde gayretli bir surette çalışmaktadırlar. Mübareklerin yazdıkları gibi dört köyde dört ay zarfında elifba okumayan kırk elli adam, Risaletü’n-Nur’u mükemmel yazmaya muvaffak olmaları, hârika bir keramet-i Risaletü’n-Nur olduğuna kanaatimiz geldi.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Hüsrev

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1)


Şaban-ı şerifin on beşinci cumartesi Leyle-i Berat gecesi rüyamda; büyük, berrak, küçük bir deniz olan bir göl sahilinde İngiliz veyahut Almanla, biz yani Türk hükûmeti harp ediyormuş. Harp esnasında semadan bir karaltı zuhur etmeye başladı. “Acaba bu semadan inen nedir?” diye hepimizin nazar-ı dikkatini celbetti. Yakınlaştıkça bir insan ve sonra üzeri ihramlı, yüzü bir parça esmer, başı beyaz ve büyük tülbent ile sarılı bir kadın şeklini alarak, gölün ortasında hemen ineceği zaman derhal oraya bir mermerden minber yapılarak minberin üzerine indi. Sonra, zat-ı âlînizden gelen umum mektupları okumaya başladı. Her iki tarafta sükûnet hasıl oldu. Okuduğu mektupları herkes can kulağıyla dinledi. Sonra nihayetinde “Evet, Hazret-i Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ahkâm-ı şer’iyesince amel ederseniz, yakayı kurtarırsınız. Eğer Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ahkâm-ı şer’iyesine riayet etmezseniz, hepiniz mahv u perişan olacaksınız.” diye söyledi. Sonra evime geldim. Bizim Re’fet Bey’le Rüşdü Efendi bizim eve geldiler, bendenize dediler: “Bu sırrı sen mi ifşa ettin? Bu mektuplar minber üzerinde okundu?” Bendeniz de cevaben: “Hayır kardeşlerim, bu sırrı siz anlamadınız mı? Bu gelen zat, semadan geliyor, bu mektupları oradan getiriyor. Ben kim oluyorum ki o havadisi oraya çıkarayım?” diye onlara söyledim. Sonra bunlara bir hediye ikram edeyim diye baktım, evimizin deliğinde dört top helva gördüm. Birisini birine, diğerini öbürüne ve iki tanesini de kendim yedim. Ağzım tatlı olarak uyandım.

İnşâallah Leyle-i Berat hürmetine ve duanız berekâtıyla hakkımızda mübarektir, lütfen tabirini beklemekteyiz.

Talebeniz

Kâtip Osman

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1)


Üstadımız kendisi söylüyor ki:

Ben sekiz dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarîkatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdad ederken ben, akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî!” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risalet’ten (asm) sonra Şeyh-i Geylanî’ye hediye ediliyordu. Ben üç dört cihetle Nakşî iken Kādirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarîkatla iştigale, ilmin meşguliyeti mani oluyordu.

...

fıkrasıyla ba’de’l-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himaye-gerdesi olan şahıs; binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.

Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re’fet, Ali, Ahmed Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühdü, Bekir Bey, Lütfü, Mustafa, Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza (r. aleyhim)

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


Şeyh-i Geylanî’nin Fıkrasıyla Kerametkârane Verdiği Haber-i Gaybînin Tetimmesidir[değiştir] اَنَا لِمُرٖيدٖى fıkrasında مُرٖيدٖى “Molla Said” kelimesine tam tevafuk ediyor. Yalnız bir elif fark var. Elif ise kaide-i sarfiyece “elfün” okunur. Elfün ise bindir. Demek bin iki yüz doksan dörtte (1294) dünyaya gelecek bir müridi, bu مُرٖيدٖى lafzında muraddır. Çünkü لِمُرٖيدٖى de lâm sayılsa iki yüz doksan dört (294) eder ki bir tek fark ile Said’in tarih-i veladetine tevafuk eder. Esas Arabî sayılsa fark yoktur. Lâmsız مُرٖيدٖى ise iki yüz altmış dört (264) eder. “Molla Said” dahi iki yüz altmış beş (265) eder. “Molla”daki elif, bine işaret olduğu için mütebâkisi iki yüz altmış dört (264) kalır.

Elhasıl: Şu zamanda dellâl-ı Kur’an ve hâdim-i Furkan olan o adamın iki ismi ve iki lakabı var. “El-Kürdî” lakabı ile “Molla Said” ismi اَنَا لِمُرٖيدٖى fıkrasında zahir görünüyor. “Nursî” lakabıyla “Bedîüzzaman Said” ismiكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ fıkrasında aşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur’aniyede en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulusi Bey’e لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعٖيشُ سَعٖيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتٖى fıkrasında işaret olduğu gibi diğer bir kısım talebelerine işaretler var.

Risale-i Nur talebeleri namına

Rüşdü, Hüsrev

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur nurdan bir ibrişimdir ki kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir.

...

Risalei’n-Nur Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan ve ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.

Umum Nur şakirdleri namına

Halil İbrahim

Medresetü’z-Zehranın erkanları namına biz de iştirak ediyoruz.

Osman, Rüşdü, Re’fet, Hüsrev, Said, Hilmi, Muhammed, Halil İbrahim, Mehmed Nuri

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-2)


Sadakatta namdar, safvet-i kalbde mümtaz, Süleyman Rüşdü ile bir muhavere-i latife

Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte ve hodgâm insanlar, cüz'î tacizleri için sinekleri itlaf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhere insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüşdü'ye dedim: "Bu küçücük kuşlara ilişme, başka yere ser." O da, kemal-i ciddiyetle: "Bu ip bize lâzımdır, sinekler başka yerde kendilerine yer bulsunlar." Her ne ise... Bu latife münasebetiyle seher vaktinde sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki: böyle nüshaları çoğalan nev'lerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet bir kitab kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki; Fâtır-ı Hakîm o küçücük kaderî mektubları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.

(Latif Nükteler)


Her ne ise... Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hattâ fihristenin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların, bilhâssa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hâfız Ahmed, Sezai, Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek masumlara dua ediyorum.

(Latif Nükteler)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedaya (yani fakire) padişah gibi lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en a’lâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir. Cây-ı hayrettir ki bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları “hısset” ile ittiham ediyorlar. Hâşâ… İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahirî merdane keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve şaban-ı şerif ve ramazanda o baldan iktisat ile otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek “Alınız!” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat her ne ise birbirine ikram etmek ve her biri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan bir cihette ulvi bir haslet ile iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: “Sizi, otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz, otuz günü üçe indirdiniz. Âfiyet olsun.” dedim. Fakat, ben kendi o bir okka balımı iktisat ile sarf ettim. Bütün şaban ve ramazanda hem ben yedim hem lillahi’l-hamd o kardeşlerimin her birisine iftar vaktinde birer kaşık (Hâşiye[13]) verip mühim sevaba medar oldu.

Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telakki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telakki edebilirler. Fakat hakikat noktasında, o zahirî hısset altında ulvi bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmese idi, bir dilencilik ve gayrın eline tama’kârane ve muntazırane bakmak gibi hıssetten çok aşağı bir haleti netice verir idi.

(Lem'a'lar, 19. Lem'a, 5. Nükte)


Ezcümle: Bu masum mevkuflar içinde vâridat kâtibi Rüşdü, gençler içinde istikamet ve namusla mümtaz ve vazifesinde işgüzar, hiçbir sû-i ahlakı görünmeyen bir zattır. Ben Isparta'ya getirildiğim vakit onun komşuluğunda bulundum. Bu zat mümtaz mertliğiyle bana komşuluk cihetiyle misafirperverane akşam vazifesinden döndüğü vakit gelip benim gibi garip bir adamın sobasını yakmak, suyunu getirmek, yemeğini pişirmek gibi hususi işlerimi lillah için yapmış.

Bu zatın vazifesi vakit bırakmıyordu ki bana başka bir hizmette bulunsun. Belki akşamdan akşama bu hizmetimi yapıyordu. Bu zatı mertlik ve misafirperverlik noktasında âlî bir seciyeli gördüm. Bazı vehham kimseler ona diyorlardı ki; "Sen memursun, ona çok yanaşma." O diyormuş; "Bu zatta dünyaya karışacak bir emare ve arzusu yok ve benim vazifeme mani değil." Hatta bu tevkif zamanında bile o merdane hissiyle benim gibi zaif ve hizmete muhtaç bir biçareye herkes gözünü benden kaparken, o bana yardıma koşuyordu. Ve der idi ki; "Bu hocada ben medar-ı itham birşey göremiyorum ki ve yoktur ki, ben onun ithamından temasla hissedar olayım."

İşte bu zat yalnız okumak için bir-iki küçük imanî risalelerimi almış ve kaza ve kadere ait risalenin yarısını yazmış. Tamamlamaya vazifesi müsaade etmediği için nüshamı bana iade etmiş. Acaba dünyada böyle âlî seciyeyi taşıyan müstakim bir genci böyle bir münasebetle itham edecek bir kanun var mı? Eğer ecnebi bir düşman devletin bir adamı bir şehre gelse, misafirperverlik veya ücret mukabilinde komşusundaki bir adam hizmet etse, o hizmetle itham altına alınır mı? Halbuki bu zat bu vatanın benim gibi bir evladı ve yirmi seneden beri bu millet, hassaten Harb-i Umumî'de ve İstiklal Harbinde mühim hizmetlerde bulunmuş ihtiyar ve garip bir komşuya böyle hizmet eden bir zâta hiç itiraz gelebilir mi? Farz-ı muhal olarak benim gizli yanlış fikirlerim bulunsa da, akşamdan akşama sobamı yakmaya gelmesiyle iştirâk tevehhüm edilebilir mi?

(Lem'alar, 27. Lem'a)

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Meliha: Süleyman Çakın'ın kızı
  • Burhan Çakın: Süleyman Çakın'ın ağabeyi
  • Mehmed Çalışkan: Üstad'a Emirdağ'da sahip çıkan Çalışkan ailesinde 6 kardeşten üçüncüsü olup Üstad ona "Emirdağı’nın Süleyman Rüşdü’sü" olarak hitap etmiştir.

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 Isparta Kahramanları, Yazar: Himmet KOÇOĞLU
  2. 2,0 2,1 http://www.sorularlarisale.com/makale/10609/suleyman_rustu_cakin.html
  3. Isparta Kahramanları, Himmet Koçoğlu
  4. İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevan-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürücumhur’dan (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da ümera ulema kapısında görünmüyor. Halbuki ilim, emaretin fevkindedir?”
    Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise marifetlerinden mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürücumhur, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nazikane cevap vermiştir.
    Hüsrev
  5. Bunu teyid eden bir hâdise: Fransa’da ediblere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor.
    Süleyman Rüşdü
  6. Bu kıymetli mektupta Üstadımızın işaret ettiği beş nevi ibadetin kendilerinden izahını talep ettik. Aldığımız izah aşağıya yazılmıştır.
    1 – En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmektir.
    2 – Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir.
    3 – Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir.
    4 – Kalemle ilmi tahsil etmektir.
    5 – Bazen bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî olan ibadeti yapmaktır.
    Rüşdü, Hüsrev, Re’fet
  7. Bu risale, dört buçuk saat zarfında telif edilmiştir.
    Evet Rüşdü, Evet Re’fet, Evet Hüsrev, Evet Said
  8. Üstadımız has hizmetçilerinden başka, hiç kimseyi ihtiyarıyla kabul etmez. Hattâ daimî hizmetinde bulunan iki üçümüzün beraber bulunduğunu istemez. Şimdiye kadar hizmet edenlerden maadasını, beş on günde bir defa bile kabul etmez, geri gönderir. Eski zamanını düşünüp, şimdi dahi siyasetle ve ahval-i âlemle münasebettar olduğunu tevehhüm edenlerin, asılsız vehimlerini kat’î reddedecek şu halidir ki on üç sene evvel, günde belki dokuz gazete okurken, dokuz senedir biz şehadet ediyoruz ki bir tek gazeteyi bile ne okudu ve ne de okutturdu, ne istedi ve ne de arzu ettirdi.
    Münavebe ile yanında bulunan Süleyman Rüşdü, Münavebe ile yanında bulunan Hüsrev, Münavebe ile yanında bulunan Re’fet, Sekiz senelik bir arkadaşı Bekir, Barla’da daimî hizmetkârı Mustafa Çavuş, Sekiz senelik hizmetinde bulunan bir arkadaşı Barlalı Süleyman
  9. Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih.
  10. Şeriat cifirle dokuz yüz seksen (980) eder. Risaletü’n-Nur dahi اَلنُّور daki ل aslî lâm olsa cifirle dokuz yüz yetmiş sekiz (978) edip iki farkla tevafuk eder.
  11. Rîş: Ceriha, yara demektir.
  12. Demek bu geçen seneki zelzele yani İzmir zelzelesi, Risale-i Nur’un dirilmesine ve meydana çıkmasına bir emaredir ve o rüyayı tabir ediyor. Evet o zelzeleden evvel Risale-i Nur defnolunmuş gibi gayet gizli perde altında intişar ediyordu. Zelzele başladıktan sonra eski elbise-i fâhiresiyle meydan-ı zuhura çıktı.
  13. Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir.