Yirmi Dokuzuncu Söz: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Gezinti kısmına atla Arama kısmına atla
Turker (mesaj | katkılar)
Turker (mesaj | katkılar)
48. satır: 48. satır:
* Mukaddime
* Mukaddime
* 1. Maksad: Meleklerin varlığının ispatı
* 1. Maksad: Meleklerin varlığının ispatı
**1. Esas: Vücudun kemali, hayat iledir. Kainatta hayat olmazsa ona vücud (var olma) denilemez.
*1. Esas: Vücudun kemali, hayat iledir. Kainatta hayat olmazsa ona vücud (var olma) denilemez.
**2. Esas: Meleklerin varlığında bütün akıl ve nakil ehli bilerek-bilmeyerek söz birliği etmişlerdir.
*2. Esas: Meleklerin varlığında bütün akıl ve nakil ehli bilerek-bilmeyerek söz birliği etmişlerdir.
**3. Esas: Meleklerin varlığı meselesinde tek bir meleğin varlığı tüm meleklerin varlığını gösterir. Asılsız bir şey bütün insanlık tarihinde devam etmez.
*3. Esas: Meleklerin varlığı meselesinde tek bir meleğin varlığı tüm meleklerin varlığını gösterir. Asılsız bir şey bütün insanlık tarihinde devam etmez.
**4. Esas: Her şeyin tesbihatlarını şuurlu şekilde temsil eden ruhani varlıklar vardır.
*4. Esas: Her şeyin tesbihatlarını şuurlu şekilde temsil eden ruhani varlıklar vardır.
* 2. Maksad: Ruhun varlığı ve baki olduğu, kıyamet, dünyanın ölümü, ahiret hayatı hakkındadır
* 2. Maksad: Ruhun varlığı ve baki olduğu, kıyamet, dünyanın ölümü, ahiret hayatı hakkındadır
**1. Esas: Ruh kesinlikle bakidir
**1. Esas: Ruh kesinlikle bakidir

12.01, 26 Ekim 2025 tarihindeki hâli

Önceki Risale: Yirmi Sekizinci SözSözlerOtuzuncu Söz: Sonraki Risale

Bu risaleyi okumak için Yirmi Dokuzuncu Söz okuma sayfasına, matbaa harfleri Kur'an hattı ile okumak için Yirmi Dokuzuncu Söz (Kur'an Hattı) sayfasına ve Elifler tevafuğunu gösteren Kur'an Hattı el yazısı nüshadan okumak için Yirmi Dokuzuncu Söz (Kur'an Hattı (Tevafuklu)) sayfasına gidin

Yirmi Dokuzuncu Söz Bediüzzaman'ın 1 Mart 1927 tarihinden itibaren zorunlu ikamete tabi tutulduğu Barla'da telif ettiği eserlerdendir ve Sözler kitabının 29. risalesidir. Bu risalede İsra suresinin 85. ayetinin "De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." mealindeki cümlesi, Bakara suresinin 285. ayetinden ve başka ayetlerden iktibas edilen "Mü'minler Allah'a ve meleklere iman ederler" mealindeki cümle, Nahl suresinin 77. ayetindeki "Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir." mealindeki cümle ve Lokman suresinin 28. ayetinin "(İnsanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." mealindeki cümlesi ile bu mealdeki yüzlerce ayet tefsir edilerek öldükten sonra dirilmenin (haşir) varlığı, ruhun baki olduğu (yok olmayacağı) ve meleklerin ve ruhanilerin varlığı ve bizimle münasebetleri olduğu ispat edilir. Ayrıca Allah'ın kudretine nisbeten en büyük şeyin yaratılmasının en küçük bir şey gibi kolay olduğu ve dolayısıyla ahireti getirmenin Allah'ın kudretine ağır gelmeyeceği izah edilir.

Bediüzzaman Kur'an'ın sırrıyla Risale-i Nur'un kainatın üç tılsımını açtığını beyan eder. Bu tılsımlardan birincisi olan varlıkların nereden nereye gittiklerinin ve ne olacaklarının sırrı bu 29. Söz Risalesinde, ikincisi olan zerrelerin tahavvülatının (değişim ve dönüşümlerinin) gizemi 30. Söz Risalesinde ve üçüncü tılsım olan kainattaki kesintisiz faaliyetin sırrı 24. Mektup Risalesinde açılmıştır.

29. Söz risalesinin göz ile görünen bir kerameti vardır. Üç ayrı talebesinin yazdığı 35-40 sayfadan oluşan Kur'an hattı el yazması nüshalarda sayfaların her birisinde sayfanın satırbaşlarına denk gelen elif harflerinin toplam sayısında bir tevafuk mevcuttur.

Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti

  • Öldükten sonra dirilmenin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri olan 10. ve 29. Sözler münkirleri susturmuştur.
  • 29. Söz'ün 2. Makamı Arapça olan 29. Lem'adır.
  • Yeni Said döneminde yazılan 29. Söz'ü eski Said döneminde haşre dair yazılan Nokta risalesiyle karşılaştıran Bediüzzaman eski Said'in fikr-i akliyle ve iman nazarıyla bulduğu hakikatları Yeni Said'in keşf-i kalbiyle ve zevk-i vicdaniyle Kur'an'dan bulduğunu ve eski Said'in kuvve-i ilim ve nazar-ı aklıyla göremediği ince noktaların 29. Söz'de mevcut olduğunu ve birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklının ve kalbinin bu derece ittifak etmesinin acaib olduğunu söyler.
  • 29. Söz'ün tevafuklu nüshalarından birisini yazan talebesi Hafız Ali bu risalenin ruhun bekası ve haşir hakkında hakikatlara giden yolu aydınlatıp yakından daha yakın olduğunu gösterdiğini söyler. Bediüzzaman Hafız Ali'nin yazdığı tevafuklu nüshanın sonuna "Dehşetli kıyamet gününde hüzün ve elem çekenlerden olmalarını ve mahşerde Resul-ü Zişan'ın sancağı altında toplanmaları" duasını yazmıştır.
  • Bir talebesi bu risalede ifade edemeyeceği ilahi hakikatların nurlarına ve yüksek latifelerin zevkine daldığını söyler.
  • Bediüzzaman 1935'te Eskişehir Hapsine gönderilmek üzere tutuklandığında Isparta Başsavcılığına hitaben yazdığı yazıda el konan risalelerinin kıymetini ifade ederken örnek olarak 29. Sözü de verir ve onun hakkında “Bin lira kıymetindedir.” demeyecek hiçbir âlim ve edib olmayacağını söyler.
  • Bediüzzaman 29. Söz'ü yazıp kendisine gönderen talebelerine bu risalelerin kıymetine bir işaret olarak elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına olarak 29 yakut vereceğini söyler.
  • Bir talebesi rüyasında Peygamberimizin (asm) emriyle Hz. Ebubekir'in (ra) minberde 29. Söz'ü hutbesinde gösterdiğini, gökten inen huriye de lâhikayı hutbe olarak okuduğunu görür. Bediüzzaman bunun Risale-i Nur’un makbuliyetine güzel bir işaret olduğunu söyler.
  • Yine bir talebesi rüyasında Hz. Peygamber'in (asm) camide Hz. Ebubekir'e (ra) “Çık hutbe oku!” diye emrettiğini, Hz. Ebubekir'in de koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkıp hutbe okuduğunu ve cemaate "Bu söylediğim hakikatlerin izahatı 29. Söz'dedir" dediğini görür.
  • Bediüzzaman 29. Söz'ün kendisi için çok önemli olup manevî serveti ve hayatının neticesi olduğunu beyan eder.
  • 29. Söz'de ruhanî ve meleklerin varlığını ispat eden deliller şeytanların varlığını da ispat eder.
  • İman rükünleri içinde Allah'a ve Ahirete iman âlem-i İslâmiyet’in iki kutbu ve iki güneşidir. İkincisi 10., 28. ve 29. Sözler gibi risalelerde ders verilmiştir.
  • Muhyiddin-i Arabî ruhun yalnız mahiyeti noktasında düşünerek "Ruhun mahlukiyeti inkişafından ibarettir." demiştir. 29. Söz'de ruhun mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrî olduğu fakat vücud-u haricî giydirilmiş bir namus-u zîhayat ve vücud-u haricî sahibi bir kanun olduğunu izah edilir.

İsimleri, Telifi, Neşri/Basımı, İçeriği, Tevafukları ve Gaybi İşaretlerle İlgili Bilgiler

Diğer İsimleri

Telif Dili

Türkçe

Telifiyle İlgili Bilgiler

29. Söz'ün de içinde olduğu Sözler 1927-1929 yılları arasında Barla'da telif edilmiştir.[1]

Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler

Kur'an harfleriyle kitap basımının yasaklanması üzerine ilk başta elle yazılan bu risale daha sonra teksir makinesiyle çoğaltılmış, 1956-1959 yıllarında matbaalarda büyük kitaplar basıldığında Latin harfleriyle basılan Sözler kitabının içinde yer almıştır.

İçeriği

  • Mukaddime
  • 1. Maksad: Meleklerin varlığının ispatı
*1. Esas: Vücudun kemali, hayat iledir. Kainatta hayat olmazsa ona vücud (var olma) denilemez.
*2. Esas: Meleklerin varlığında bütün akıl ve nakil ehli bilerek-bilmeyerek söz birliği etmişlerdir.
*3. Esas: Meleklerin varlığı meselesinde tek bir meleğin varlığı tüm meleklerin varlığını gösterir. Asılsız bir şey bütün insanlık tarihinde devam etmez.
*4. Esas: Her şeyin tesbihatlarını şuurlu şekilde temsil eden ruhani varlıklar vardır.
  • 2. Maksad: Ruhun varlığı ve baki olduğu, kıyamet, dünyanın ölümü, ahiret hayatı hakkındadır
    • 1. Esas: Ruh kesinlikle bakidir
      • 1. Menba: Enfüsi delil
      • 2. Menba: Afaki delil
      • 3. Menba: Her şeyin ölmeyen bir sabit hakikatı vardır.
      • 4. Menba: Ruh, kanun cinsindendir. Kanun devam eder.
    • 2. Esas: Ebedi saadetin gerekçesi vardır.
      • 1. Medar: Nizam ve intizam
      • 2. Medar: Hikmet
      • 3. Medar: İsraf ve abesiyet olmaması
      • 4. Medar: Pek çok türde bir nevi haşir olması
      • 5. Medar: Sınır konmamış kabiliyetler
      • 6. Medar: Allah'ın rahmeti
      • 7. Medar: Allah'ın lütuf, merhamet, ihsan ve keremi
      • 8. Medar: Vicdan
      • 9. Medar: Hz. Muhammed (asm)
      • 10. Medar: Kur'an
    • 3. Esas: Sonsuz saadeti verecek Allah'ın kudreti buna yeter
        • 1. Mesele: Kudret Allah'ın zatının zaruri gereğidir, içine zıddı giremez, mertebesi yoktur (sonsuzdur).
        • 2. Mesele: Kudret, eşyanın melekutiyetine bakar. Melekutiyette kudretin tasarrufuna engel yoktur.
        • 3. Mesele: Kudret kanunidir, büyüğe ve küçüğe bir bakar.
          • Şeffafiyet
          • Mukabele
          • Müvazene
          • İntizam
          • Tecerrüd
          • İtaat
    • 4. Esas: Şu dünyanın ölmesi mümkündür ve gerçekleşecektir. Ahiret suretinde tamir ve dirilmesi de mümkündür ve gerçekleşecektir.

Uzunluğu

Toplam 30,5 büyük sayfa

  • Mukaddime: 1,5 büyük sayfa
  • 1. Maksad: 9 büyük sayfa
  • 2. Maksad: 20 büyük sayfa

Ekleri

Bu Risaledeki Tevafuklar

  • Bediüzzaman'ın kerametli olarak adlandırdığı bu 29. Söz risalesinin göz ile görünen bir kerameti vardır. 3 ayrı talebesinin Kur'an hattıyla yazdığı her biri yaklaşık 35-40 sayfa olan nüshalarda her sayfada satır başlarına denk gelen elif harflerinin toplam sayısında bir intizam görülür. Örneğin bir talebesinin yazdığı 35 sayfadan oluşan Kur'an hattı el yazması nüshanın 16 sayfasının her birisinde sayfanın satırbaşlarına denk gelen elif harflerinin toplam sayısı 16 olmuştur. Başka bir talebesinin 29. Söz telif edildikten 5 sene sonra bir gecede aceleyle yazdığı nüshada yine bu tevafuk görülmüştür. Bu durum yapmacık bir zorlamayla değil fıtri olarak tevafuğun bulunduğuna kesin bir delildir.
  • Hatta satır başlarında tevâfuktan hâriçte kalan eliflerin yerlerine gelen harfler de karşılıklı tevafuk etmiştir. Mesela 14 elif tevâfuku olan 27. ve 29. sayfalarda hâriç kalan 5. ve 7. satırlar ile 1. ve 2. satırların başlarında vav ve be harfleri gelmiştir. Tevâfuk etmeyen vav ve lam harfleriyle baştaki ye, te, şın ve dal harfleri ile beraber, satırların toplamı ebced makamıyla Risâle-i Nûr’un telifinin bitiş tarihi olan 1364'ü (miladi 1949) gösterir.
  • Misal olarak, toplam 35 sayfadan oluşan Hüsrev hattı 29. Söz risalesinde:
    • 16 elif tevafuğu: Toplam 16 sayfada (3.-4., 5.-6., 9.-10., 17.-18, 19.-20., 23.-24. ve 29.-30. karşılıklı sayfalarında 25.-27. arka arkaya sayfalarında)
    • 15 elif tevafuğu: Toplam 4 sayfada (7.-8. ve 15.-16. karşılıklı sayfalarında)
    • 14 elif tevafuğu: Toplam 6 sayfada (13.-14. ve 33.-34. karşılıklı sayfalarında ve 26.-28. arka arkaya sayfalarda)
    • 13 elif tevafuğu: Toplam 2 sayfada (31.-32. karşıklık sayfalarında)
    • 12 elif tevafuğu: Toplam 6 sayfada (1.-2., 11.-12. ve 21.-22. karşılık sayfalarında)
    • 3 elif tevafuğu: Toplam 1 sayfada (35. ve son sayfada)
      Yani 35 sayfadan 30 sayfası karşıklık sayfalarda ve 4 sayfası arka arkaya sayfalarda tevafuk etmiş ve sadece satır başında 3 elif içeren son sayfa tevafuk harici kalmıştır.
  • Tüm risalede tefavuk eden eliflerin toplam sayısı 501 ederek Saîdü’n-Nûrsî kelimelerinin ebced makamı olan 501'e tam tevafuk eder.
  • Baştaki sayfada elifden hâriç kalan ye, te, şın ve dal harfleri ile 16'şar satırlı 36 sayfanın satırları toplandığında 1294 (miladi 1877) ederek Risâle-i Nûr Müellifi’nin hayatının başlangıcı olan tarihi gösterir.
  • Baştaki sayfanın başında risâle isminin ye harfi hesaba alınmazsa umum risâlede tevâfuksuz kalıp sırları bilinmeyen 22. sayfadaki nun harfine 23. sayfadaki lam harfi eklendiğinde Gavs-ı A'zam'ın Risale-i Nur'a işaretlerinin beyan edildiği 8. Lem'a risalesinde 5 satırda ‘Said’ kelimesinin harflerinin tekrarının gösterdiği 1364 (miladi 1949) tarihine uygun şekilde Risâle-i Nûr’un telifinin bitiş tarihi olan 1364 eder.
  • Baştaki sayfa baştaki âyetin harflerinin toplam sayısı 29 ederek 29. Söz'ün adına tevafuk eder.

Tevafuklu nüshaların resimleri ve ilgili tablo aşağıdaki İlgili Resimler/Fotoğraflar kısmında görülebilir

Bu Risaleye Gaybi İşaretler

  • Hz. Ali (ra) Celcelutiye kasidesinde sureleri sayarken 29. mertebesinde وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ (Meali: Tekvir Sûresinin hürmetine!) der. Tekvir suresi kıyametin kopmasından haber verdiğinden kıyametten bahseden 29. Söz'e işaret eder.
  • Yine 29. mertebede خَمَارُوخٍ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ (Meali: Ey bütün sırları bilen Allah'ım!) ifadesi geçer. 25. mertebede geçen ve sırları bilmek manasında olan تَشَمَّخَتْ kelimesinin tekrar edilmesi 29. Söz'e işaret eder.

Risale-i Nur'da Derc Edildiği ve Benzer İçerikli Yerler

  • Sözler adlı büyük kitapta tamamı mevcuttur.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği

Bu Risalenin Telifi, Neşri ve Adı Hakkındaki Bahisler

Evet, bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ ferman-ı İlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’ü in’am etti, münkirleri susturdu.

(9. Şua)


İşte iman-ı âhiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki nasıl ki aza-yı insanîden midenin hakikati ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kat’î delâlet eder. Öyle de insanın hakikati ve kemalâtı ve fıtrî ihtiyacatı ve ebedî arzuları ve iman-ı âhiretin mezkûr netice ve faydalarını isteyen hakikatleri ve istidatları daha kat’î olarak âhirete ve cennete ve cismanî bâki lezzetlere delâlet ve tahakkuklarına şehadet ettiği gibi bu kâinatın hakikat-i kemalâtı ve manidar tekvinî âyâtı ve insaniyetin mezkûr hakikatler ile alâkadar bütün hakikatleri, dâr-ı âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve haşrin gelmesine ve cennet ve cehennemin açılmasına delâlet ve şehadet ettiklerini, Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Onuncu ve Yirmi Sekizinci (İki Makamı), Yirmi Dokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Şuâ ve Münâcat Risaleleri hüccetlerle, parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat etmişler. Onlara havale ederek bu uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler cennete akar. Öyle de şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur. Kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktelerine havale ederek kısa kesiyoruz.

(11. Şua)


Kardeşlerim! Çoktan size söylemek lâzım gelirken unutmuştum; kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz, o Söz’ün yalnız birinci makamıdır. O Söz’ün ikinci makamı ise ehemmiyetine binaen ki bir vecihte ona da “Âyetü’l-Kübra” namını İmam-ı Ali (radıyallahu anh) vermiş olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’dir ki ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ‌ gibi sair tesbihatın mertebelerindeki nurları beyan ediyor ve Hizb-i Nuriye’nin de bir me’hazidir.

(Emirdağ 1 Lahikası)


[... yaldızla tabedilmiş "NOKTA" risalesini bu defa dikkatle mütalaa ettim. Cenab-ı Hakka şükrettim ki, eski Said'in fikr-i akliyle, iman nazarıyla bulduğu hakaiki; Yeni Said keşf-i kalbiyle, zevk-i vicdaniyle Kur'an'dan âhzettiği "Yirmi Dokuzuncu Söz"e mutabık, onu tağyir ve tebdile lüzum bırakmamış. Yalnız Eski Said'in kuvve-i ilim ve nazar-ı aklıyla göremediği ince noktalar var ki, "Yirmi Dokuzuncu Söz" de vardır... ilh.] (Hz. Üstadın 1931'lerde (Barla'da iken) merhum Hulusi Bey'e yazdığı hususî bir mektubu)

(İşarat-ül İ'caz (Badıllı))

Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler

Yirmi Dokuzuncu Söz nasıl ki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir.

(30. Söz)


Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkül-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.

(28 . Mektup)


Üçüncü Meselesi: Tılsım-ı kâinatın üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar bir işarettir ki: O muammalardan birisi Yirmi Dokuzuncu Söz’de, ikincisi Otuzuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmi Dördüncü Mektup’ta Kur’an-ı Hakîm’in sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır.

(Fihrist (Mektubat))


Resaili’n-Nur bu asra gelen işarat-ı Kur’aniyeye hususi bir medar-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa Kur’an’ın kırk vecihle mu’cizesini ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Söz’ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.

(1. Şua)


Bu defa istinsahına muvaffak olduğum nurlu Yirmi Dokuzuncu Söz’de, melaike denizlerinde sefain-i kibriyaya yapışarak seyran ederken ve beşerin hata-savab işlediği ef’ali, kat’î olarak umumî yoklama defter-i kebirinde okunacağını, nef’ ve zarar hiçbir şeyin mektum bırakılmayacağını şiddetle ihtar eden, beka-i ruh âlemini temaşa ederken; matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksa olan ba’s ve mahkeme-i kübranın ahkâmını kable’l-vuku makam-ı istima’da dinlerken ve bilhassa “Medarlar” merdivenlerinden âlî makamlara manevî suud ederken, hele Onuncu Medar ve Üçüncü, Dördüncü Meselelerde deniz dalgıçları gibi derya-yı maneviyatta dalıp yüzerken, o kadar envar-ı hakaik-i kibriyaya ve ezvak-ı letaif-i ulyâya müstağrak oldum ki arz ve ifadeden âcizim.

Sabri

(Barla Lahikası)


Bu gelecek iki fıkra, ikinci Sabri olan Hâfız Ali Efendi’nindir

Bu defa istinsahına muvaffak olduğum Yirmi Dokuzuncu Söz’ü istinsahım esnasında İkinci Esas’ın Medarlar namıyla “biner mumluk elektrik lambaları” hizasına geldiğimde, şöyle bir fikir kalbime geldi. Kalemi bırakarak düşündüm ve düşündüğümü aynen yazıyorum:

Üstadım, beka-yı ruh ve haşir hakkında, Cenab-ı Hak tarafından bize o hakaike giden yolu göstermiş. Gösterilen hakikatin yolunda hevesat-ı nefsaniyeye hoş gelmeyen şeyler vardı ki bize uzun ve karanlık.

İşte şimdi serâser nur olan Sözler ve o nur fabrikasının elektrik lambaları ve kuvve-i cazibeleri; o yolu pek parlak gösterdiği gibi pek yakından cezbedip hemen yakın ve yakından daha yakın olduğunu göstermekle beraber, havf yerine emniyet, zakkum yerine asel bahşediyorlar. Ve fevka’l-gaye hikmetlerini beyanda aczimi itirafla, lisanımın döndüğü kadar derim:

Yâ Rabbi bihakkı ismike’l-azîm ve bihakkı Kur’ani’l-Hakîm ve bihakkı Habibike’l-Ekrem, derya-yı Nur’un başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sabit ve razı olacağı amelini teshil ve müyesser kıl, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Ali

(Barla Lahikası)


2- Beka-yı ruh ve melaike ve haşrin hakkaniyetine dair Yirmi Dokuzuncu Söz namı altındaki risalenin içinde tezahür eden, kendimce en ekall bin liraya değer bir sırr-ı azîmi gösteren risaleyi,

Şu kitap zayiatımdan lâekall şahsî iki bin lira zararım var. Çünkü bunların hiçbirisinin başka bir nüshasını bende bırakmadılar. Vaktiyle tabetmek için yalnız İşaratü’l-İ’caz tefsirine iki yüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira. Ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Sözlerde o sırr-ı azîme hiçbir âlim ve hiçbir edib yoktur ki “Bin lira kıymetindedir.” demesin.

(Barla Lahikası)


Bu defa hediyelerinize mukabil elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre her bir risaleye on lira ve Yirmi Beşinci Söz’e yirmi beş altın belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e yirmi dokuz yakut verirdim. Öyle ise verilmiş gibi kabul ediniz. Evet, tevafukta muvaffakıyetli olan kalem-i Alevî, Keramet-i Aleviye’ye göze görünür güzel bir delil göstermiş. Yüz bin mâşâallah.

(Kastamonu Lahikası)


Rüşdü’nün rüyasında, Peygamberimizin (asm) emriyle Hazret-i Sıddık (ra) minberde Yirmi Dokuzuncu Söz’ü hutbesinde göstermesi gibi; o gökten inen huriye de lâhikayı hutbe olarak okuması, Risale-i Nur’un makbuliyetine güzel bir işarettir.

(Kastamonu Lahikası)


Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, camide Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık’a (ra) emrediyor: “Çık hutbe oku!” Ebubekiri’s-Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatlerin izahatı Yirmi Dokuzuncu Söz’dedir.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi)


Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval tahribatları ve bu boşluk nihayetsiz fezada her şey ile alâkadar olan insan için teselliyi ve istimdad noktalarını Kur’an veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır ve en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş. Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu ve On Altıncı Sözler gibi ekser parçalarında, hakaik-i imaniyenin yüzer tılsımlarını keşif ve izah edip aklı inkârdan, tereddütlerden kurtarmış.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi)


Heyet-i hâkimeden bir hakkımı isterim. Benden müsadere edilen kitaplarımın bence bin liradan ziyade kıymetleri var. Ve onların mühim bir kısmı, on iki sene evvel Ankara kütüphanesinde iftihar ve teşekkürler ile kabul edilmiş. Hususan sırf uhrevî ve imanî olan On Dokuzuncu Mektup ile Yirmi Dokuzuncu Söz’ün benim için çok ehemmiyetleri var, benim manevî servetim ve netice-i hayatımdırlar ve i’caz-ı Kur’anînin on kısmından bir kısmının cilvesini göze gösterdikleri için fevkalâde bence kıymetleri var. Hem onları, kendime mahsus olarak yazdırıp yaldızlatmışım.

(Tarihçe-i Hayat)


Evet, şu tılsım-ı kâinatın muğlakını keşfeden ve mevcudatın nereden nereye ve ne olacaklarının tılsımını açan Risale-i Nur’un eczalarından Yirmi Dokuzuncu Söz ve tahavvülat-ı zerratın muammasını keşfeden Otuzuncu Söz ve kâinatta mütemadiyen fena ve zeval içindeki faaliyet ve hallakıyet-i umumiye tılsım-ı acibini hall ve keşfeden Yirmi Dördüncü Mektup ve tevhidin en derin ve en mühim muammasını keşif ve hall ve izah eden ve haşr-i beşerî bir sinek ihyası kadar kolay olduğunu ispat eden Yirminci Mektup ve tabiat-perestlerin fikr-i küfrîlerini esasıyla bozan ve tahrip eden Tabiat Risalesi namındaki Yirmi Üçüncü Lem’a gibi Risale-i Nur’un çok cüzleri var. Bunların yalnız birisindeki muammayı keşfeden bir âlim, bir edib, bir profesör hangi hükûmette olsa takdirle mükâfat ve ikramiye verileceğini, bu risaleleri dikkatle mütalaa eden tasdik eyler.

(Tarihçe-i Hayat)

Bu Risaleye Atıflar

Elbette kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Hâlık’ın, elbette ruha ve hayata münasip şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır. Melaike ve ruhaniyatın vücudlarına dair “Nokta” namında bir risalemde ve Yirmi Dokuzuncu Söz’de iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.

(15. Söz)


Hem melaike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz; mevcudat içinde en kıymettar ve nurani olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelifü’l-ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir. Pek kat’î bir surette İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirimde ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyetinde, semavatın hem vücudu hem taaddüdü ispat edildiğinden ve melaike hakkında Yirmi Dokuzuncu Söz’de iki kere iki dört eder kat’iyetinde, melaikelerin vücudunu ispat ettiğimizden onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.

(31. Söz)


Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten beka-i ruha dair “Yirmi Dokuzuncu Söz” bu tabaka-i hayatı delail-i kat’iye ile ispat etmiştir.

(1. Mektup)


Amma cennet ve cehennemin vücudları ise Onuncu ve Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözler’de gayet kat’î bir surette ispat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulat kadar ve havuzun ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücudları kadar kat’î ve yakîndir.

(1. Mektup)


Cin ve melaikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi vücudları kat’î ve bizimle münasebettar olduğu, Yirmi Dokuzuncu Söz’de iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat etmişiz. Onların ispatını, o Söz’e havale ederiz.

(19. Mektup)


Kudret-i İlahiyeye nisbeten en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır. Bir nev’in umum efradıyla icadı, bir fert kadar külfetsiz ve rahattır. Cenneti halk etmek, bir bahar kadar kolaydır. Bir baharı icad etmek, bir çiçek kadar rahattır.

Şu sırrı izah ve ispat eden haşre dair Onuncu Söz’ün âhirinde hem melaike ve beka-i ruh ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz’de haşir meselesinde, İkinci Esas’ın beyanında zikredilen “nuraniyet sırrı”, “şeffafiyet sırrı”, “mukabele sırrı”, “muvazene sırrı”, “intizam sırrı”, “itaat sırrı” altı temsil ile ispat edilerek gösterilmiştir ki kudret-i İlahiyeye nisbeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad bir fert kadar külfetsiz ve rahatça icad edilir. Madem o iki Söz’de bu altı sır ispat edilmiş, onlara havale ederek burada kısa keseriz.

(20. Mektup)


Şu hakikatlerin içinde, saadet-i ebediye ile cennete döneceğinizi ifade eden hakikat ise Onuncu Söz’ün on iki bürhan-ı kat’î-yi yakîniyle ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün pek çok delail-i kātıayı tazammun eden altı esasıyla o derece kat’î ispat edilmiştir ki başka beyana hâcet bırakmıyor. Gurûb eden güneşin ertesi sabah yeniden tulû edeceği kat’iyetinde, o iki Söz ispat etmişler ki:

Şu dünyanın manevî güneşi olan hayat dahi harab-ı dünya ile gurûbundan sonra haşrin sabahında bâki bir surette tulû edecektir. Ve cin ve insin bir kısmı saadet-i ebediyeye ve bir kısmı da şakavet-i ebediyeye mazhar olacaktır. Madem Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler bu hakikati kemaliyle ispat etmişler, sözü onlara havale edip yalnız deriz ki:

(20. Mektup)


Yirmi Dokuzuncu Söz’ün Dördüncü Esas’ında beyan edildiği gibi ve ehadîs-i şerifenin delâlet ettiği üzere: “Bazı melaikeler var ki kırk bin başı var. Her başında, kırk bin dili var. (Demek, seksenbin gözü dahi var.) Her bir dilde, kırk bin tesbihat var.” Evet, madem melaikeler âlem-i şehadetin envaına göre müekkeldirler; âlem-i ervahta o envaın tesbihatlarını temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzım gelir.

(28. Mektup)


Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözlerde, gayet kat’î bir surette o haşrin meydanı ile beraber vücudu kat’î olarak ispat edilmiştir.

(28. Mektup)


Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyet’in esasları o kadar derindir ki felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlarıyla ispat ederek göstermiştir.

(29. Mektup)


Yirmi Dokuzuncu Söz’de yüzer delil-i kat’î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu ispat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu ispat ederler. Bu ciheti o Söz’e havale ediyoruz.

(13. Lem'a)


Evet, bu hakikati Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette ispat etmiştir ki bütün bütün kalpsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalalet kalbini boğmamış ise görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz enva-ı lütuf ve ihsanıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni’-i Kerîm ve Rahîm; masnuatı içinde en mükemmel ve en câmi’ en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve bilbedahe sureten göründüğü gibi böyle merhametsiz, âkıbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi başka bir hayatta sümbül vermek için Hâlık-ı Rahîm o sevgili masnuunu bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar. (Hâşiye: Bu hakikat; iki kere iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde ispat edilmiştir.)

(26. Lem'a)


Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektup’un âhirinde tafsilen gayet kat’î bürhanlar ile ispat etmişiz ki Zat-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şey gibi kolaydır.

(30. Lem'a)


Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir surette anlamak istersen haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok.

(2. Şua)


Hâlık-ı Rahîm’ime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamdolsun ki Risaletü’n-Nur bu acib tılsımı ve bu garib muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektup’un âhirlerinde وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz’ün “Fâil muktedirdir.” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’nin “Allahu ekber” mertebelerinden kudret-i İlahiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.

Hem nasıl ki Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi; intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.

(7. Şua)


Bu kudsî kelimenin ifade ettiği haşir ve âhiret ve hayat-ı bâkiye hakikatinin bu gelen bahar gibi kat’î ve şüphesiz tahakkukunu ve geleceğini tam iman ettirmek ve ispat etmek cihetini Onuncu Söz ve zeyllerine ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e ve Meyve’nin Yedinci Meselesi’ne ve Münâcat Şuâı’na ve Nur’un imanî risalelerine havale ederiz. Elhak onlar, bu rükn-ü imanîyi öyle bir tarzda hadsiz hüccetlerle ispat etmişler ki dünyanın mevcudiyeti derecesinde âhiretin tahakkukunu, en muannid münkirleri de tasdike mecbur eden bir surette ispat etmişler.

(15. Şua)


Kudrete dair Arabî fıkrası

وَ بِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَ الشَّفَّافِيَّةِ وَ الْمُقَابَلَةِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ الْاِنْتِظَامِ وَ الْاِمْتِثَالِ dir. Bunun izah ve tafsilatını, Onuncu Söz’ün âhirine ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e ve Yirminci Mektup’a havale edip kısaca bir işaret ederiz.

(15. Şua)


Nokta’nın ikinci kısmı, haşir ve melaike ve beka-yı ruha ait olduğundan ve bu hakikatleri kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve Onuncu Söz gayet parlak bir surette izah ettiğinden onlara havale edilerek buraya dercedilmedi. Üçüncü kısım ise on dört dersten ibaret Nur’un İlk Kapısı namıyla ayrıca neşredildi.

(Nokta (Mesnevi-i Nuriye))


Acibdir ki Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri, senin kardeşin şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerde noksan kalmıştır ki Yirmi Dokuzuncu Söz’de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli nükte ve o remizli nüktenin sırrı beyanında çok hakikatler Nokta’da yoktur, Yirmi Dokuzuncu Söz’de vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklı, kalbi, bu derece ittifakı acibdir.

(Barla Lahikası)


Evet, erkân-ı imaniye içinde “İman-ı Billah” ve “İman-ı Bi’l-yevmi’l-âhir” âlem-i İslâmiyet’in iki kutbu ve iki güneşidir.

Birincisini, Risale-i Nur tamamıyla bürhanlarını izah etmiş.

İkinci kutub ise, kısmen müstakil olarak Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Yirmi Sekizinci Söz, hususan cismanî lezzetlerin ispatında ve Mukaddime-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismanîyi ispat etmiş, muannidleri de susturmuş. Ve iman-ı billah gibi bu dünyadaki mevcudat zahir bir surette onu göstermediğinden kısm-ı ekserisi ise sair erkân-ı imaniye içinde haşri kuvvetli bir surette ispat eder.

(Kastamonu Lahikası)


Risale-i Nur’un silsile-i keramatından Mu’cizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve İşaratü’l-İ’caz’ın himayetkârane ve mu’cizane yeni bir kerametleri şudur ki:

Bu ramazan-ı şerifin başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delâletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden, zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengâmında, kardeşimiz Âtıf’ın habbe gibi hâdisesini, hariç valiler kubbe yaparak buranın hem adliye hem zabıta hem vilayete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevk edildiği aynı zamanda, iki saat evvel Mu’cizat-ı Ahmediye İstanbul’dan koşup imdada gelmiş. Masada iken Yirmi Dokuzuncu Söz ve kerametli İşaratü’l-İ’caz, Tosya kasabasından imdada gelmiş gibi aynı vakitte yaldızlı ciltleriyle masa üzerinde dururken, onların müsadere endişesi ve elliden ziyade sair risalelerin de namazsız ellerin zaptına geçmek ihtimali ve şiddetli hastalığın konuşturmamak vaziyetiyle beraber; Risale-i Nur’un o üç kerametli risaleleri, öyle hârika bir himayet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryak oldu ki bu hale muttali olan bizler şimdi de hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi gayet kuvvetli hem şiddetli tokatlar vurarak o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi.

Hem adliyenin büyük memurları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde; elliden ziyade kitaplardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerametlerini kısmen dinleyerek onların manevî himayeti altında risaleler muhafaza edildi. Yalnız Müdafaat ve On Altıncı Mektup ve Ramazaniye Risalesi’ni mütalaa etmek için biz verdik.

Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri etmek, zabıtanın siyasî komiseri bir taharri komiseriyle geldiği vakitten iki üç saat evvel, üç kerametli risalelerin kumandasında bütün risaleler kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri neticesinde, Ankara’dan gelen bir ramazan tebriğiyle, bir Ramazaniye Risalesi’ni elde ettiler. Mütalaadan sonra iade etmek vaadiyle aldılar.

(Kastamonu Lahikası)


Nazif’in mektubuyla beraber bir mütekaid efendinin vesveseye dair bir suali var. Eğer o adamın ciddi olarak Nurlara alâkası varsa böyle suallere hiç ihtiyacı olmaz. Hikmetü’l-İstiaze Lem’ası’nı ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün melaike ve ruhanîlerin vücudlarına dair kısmını okusun. Onun manasız ve yüz yerde cevabı bulunan vesvesesi ise zındık maddiyyunların şimdilik dehşetli vaziyetinden fırsat bulup bir aşılamalarıdır ki o adam, ondan müteessir olmuş, o suali sormuş. Ona selâm ederim. Risale-i Nur onun her müşkülünü halledebilir. Hâlisane, teslimkârane ona çalışsın, onu dinlesin.

(Emirdağ 1 Lahikası)


Muhyiddin-i Arabî demiş: "Ruhun mahlukiyeti inkişafından ibarettir."

O sual ile benim gibi zaîf bir bîçareyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müdhiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrara karşı mübarezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusus-u Kur'ana istinaden bahse girişeceğiz. Ben sinek dahi olsam, o kartaldan daha yüksek uçabilirim. Belki Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdidir fakat, her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir.

Yirmi Dokuzuncu Söz'de ruh bahsinde medar-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir. Evet ruh, mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u haricî giydirilmiş bir namus-u zîhayattır ve vücud-u haricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin yalnız mahiyeti noktasında düşünmüştür.

(Latif Nükteler)

Bu Risaledeki Tevafuklar

Hâşiye: Yirmi Dokuzuncu Söz’ün göz ile görünen bir kerameti var. Ezcümle, on altı sahifesinde ihtiyarsız, tasannusuz her sahifenin satırlarının başlarında on altı elif gelmesidir. Bu tevafuku görmek isteyenler, el yazma nüshasına müracaat etsinler.

(Fihrist (Sözler))


İkinci bir küllî meyvesine Yirmi Dördüncü ve elifler kerametini gösteren Yirmi Dokuzuncu Sözler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini ispat etmişler.

(11. Şua)


Latîf ve manidar bir tevafuktur ki Hüsrev senin için Yirmi Dokuzuncu Söz’ü yazıyordu. Yazdığı vakitte Hüsrev vasıtasıyla çok mübarek ramazan hediyesi aynı anda gelmesiyle beraber, aynı gecede ben senin hanen tarafına ve hanene geldiğimi rüyada gördüğüm gibi; iki gece evvel, elhak ikinci bir Hüsrev ve ikinci bir Süleyman olan Süleyman Rüşdü, aynen sizi görmüş. Bundan anladık ki bizler bir menzil içindeki adamlar hükmündeyiz. Maddeten uzaklık tesiri yok ve birbirimize karşı münasebet-i âdiye dahi kaydedilir.

Sâniyen: Şu Yirmi Dokuzuncu Söz, tarifnamelerde yazıldığı gibi bir müstensih hatt-ı hakikisine ihtiyarsız takarrubla, sırrı tezahüre başlamış ve diğer müstensih hatt-ı hakikisini bulmuş. Hakikaten ne fikirde bulunursa bulunsun, gören herkesi tasdike mecbur ediyor. Hattâ burada mühim ve müşkül-pesend ulemalar dahi güneş gibi inanıp tasdik ediyoruz, diyerek imza ediyorlar.

Şüphemiz kalmadı ki i’caz-ı Kur’an’ın yüz cüzünden bir cüzü, şu tefsirine in’ikas etmiş. Yalnız şu fark var ki i’caz kasdîdir, kasden de kimse muaraza edemez. Şu kitabın tevafuku ise fıtrî, ihtiyarsız olmak cihetiyle hârika olur. Keramet sayılır. Kasdî ve sun’î bir surette muaraza edilmez. Her ne ise… Şu nüshayı kardeşiniz Abdülmecid bir defa görsün, inşâallah ona da bir vakit bir tane yazılacak. Şayet orada birisi aynen istinsah etmek niyet etse çok dikkat etmek gerektir. Çünkü bu risalenin hurufatı da sırlı, kendine güvenmeyen yazmasın.

(Barla Lahikası)


Evet, bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risaletü’n-Nur’un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyeye münasip olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zahiresi bulunan Mu’cizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü’l-Kübra gibi çok risaleleri dahi her biri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kat’î bir kanaat vermiş. Hattâ sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine müteaddid vakıalar şüphe bırakmıyor.

(Kastamonu Lahikası)


Bu defa hediyelerinize mukabil elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre her bir risaleye on lira ve Yirmi Beşinci Söz’e yirmi beş altın belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e yirmi dokuz yakut verirdim. Öyle ise verilmiş gibi kabul ediniz. Evet, tevafukta muvaffakıyetli olan kalem-i Alevî, Keramet-i Aleviye’ye göze görünür güzel bir delil göstermiş. Yüz bin mâşâallah.

(Kastamonu Lahikası)


Sizin muvaffakıyetinizi ve sebatınızı ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün elifler kerametini muhafazasıyla mumlu kâğıtlara yazılmasını ve çalışmanıza fütur gelmemesini ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

(Emirdağ 1 Lahikası)


Yirmi Dokuzuncu Söz’ün keramet-i elifiyesi hakikaten hârika olduğu gibi makine ile bu tarzda bu kadar güzel çıkması, yazanın da bir hârikasıdır.

(Emirdağ 2 Lahikası)


Hüsrev hattı 29. Söz'deki açıklama, talebelerinin tasdiknamesi ve haşiyeler

Bu risâlenin şirin ve latîf bir diğer tevâfuku da şudur ki, bu sözün bir kerâmet-i zâhiresi olan eliflerin tevâfukāt-ı acîbesi içinde, “Saîdü’n-Nûrsî”nin makam-ı ebcedîsi tam tamına tevâfuk ediyor. Çünki, sahîfe başlarında gelen eliflerin mecmû‘-u adedi “beş yüz bir” olduğu gibi, “Saîdü’n-Nûrsî” aynen “beş yüz bir”dir. Elbette böyle ma‘nîdâr bir tevâfuk, kat‘iyen tesâdüf işi olamaz.

Saîdü’n-Nûrsî Bedîüzzaman

Risâle-i Nûr eczâlarının ekserîsi letâif-i tevâfukiyeden birer nev‘ine mazhardırlar. Bazıları hârika derecesindedir ki, buradaki dahi o hârikadandır. Onuncu Söz’ün büyük kardeşi olan bu Yirmi Dokuzuncu Söz, Onuncu Söz’den daha ileri, parlak bir tevâfukāt-ı elifiyeyi gösteriyor. Bu Söz’ü üç müstensih yazdılar. Her birisinde ayrı bir hârika göründü. Bu nüsha daha latîftir. Dikkat ettik, tekellüf de yoktur. Demek bu Söz’ün hakîkî hattı, bu nüshadaki tarzdır. Bu nüshadaki tevâfukāt-ı elifiye sun‘î olmadığına kat‘î delil şudur ki, bir müstensih (Hâşiye: Bu acîb istinsâh, te’lîften beş sene sonradır.) gayet sür‘atli, bir tek gecede, üç sahîfe noksân olarak bu nüshayı yazmış. Hayret verici elifler bu vaz‘iyeti göstermişler. Sun‘î olsa idi, çok geceler lâzımdı. Bu nüsha, o nüshadan bir derece tanzîm ile aynen alınmıştır. Evvelki müstensihin kat‘iyen te’mînâtıyla, hem bir tek gecede yazmasının şehâdetiyle, bilerek elifler getirilmemiş, belki geldikten sonra bilinmiş. Demek gelmesi şuûr ile değil, bulunması şuûr iledir. Tevâfukāt-ı latîfesindendir ki, on altı def‘a on altı elif gelmesiyle, satırların on altısına tevâfukla gayet şirin düşmüştür. Hem bütün sahîfeler birbirine tevâfuk ediyor. Kısmen de sahîfe rakamına bakıyor. Üç elifli sahîfe bir def‘a, on iki elifli sahîfeler beş def‘a, on üç elifli iki def‘a, on dört elifli altı def‘a, on beş elifli dört def‘a, on altı elifli on altı def‘a gelmiştir. Satır başlarında tevâfuktan hâriçte kalan eliflerin yerlerine gelen hurûfâtın karşı karşıya tevâfukları, latîf ve ma‘nîdâr düşüp, kat‘iyen kasıd eseri olmadığını gösteriyor. Bu latîf tevâfukundan daha ince letâfeti şudur ki, yirmi yedinci ve yirmi dokuzuncu sahîfelerdeki on dört elif tevâfuku içinde, hâriç kalan beşinci ve yedinci satır ile, birinci ve ikinci satırların başlarında (واو) ve (با) gelmesidir. Hem tevâfuksuz kalan (ن) ve (ل) harfleri, baştaki (ي، ت، ش،د) harfleri ile beraber, satırlar yekünü ile, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfinin tarihi olacak olan, bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini gösteriyor.

Hâşiye: Bu sahîfe eliflerin sahîfe tevâfukātından başka, bu risâledeki bütün sırlardan beş altı ay evvel yazıldığından, hem mukābil sahîfe bütün sahîfelere muhâlif olarak tevâfuksuz on iki rakamını gösterdiğinden, bu sahîfedeki “on iki elif” risâle eliflerinin sırlarına medâr olabilir.

Hâşiye: Tevâfukta hâric kalan (ي، ت، ش، د) satırların mecmûuyla, Risâle-i Nûr müellifinin hayatının başlangıcı olan 1294 (m. 1877) tarihini göstermekle beraber, isimdeki (ي) hâriç nüktesiz, tevâfuksuz kalan (ل ن) zammı ile beraber, işâret-i Gavsiyedeki iki işâret-i gaybiyeye muvâfık olarak, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfi olacak olan 1364 (m. 1949) tarihini göstermekle, o iki işareti te’yîd etmekle, onlar ile teeyyüd ediyor. Risâle-i Nûr Kur’ân’ın hâs bir tefsîri olmak cihetiyle, nüzûl-ü Kur’ânın yirmi üç senesine muvâfık olarak, Yirmi Dokuzuncu Söz’ün başındaki sahîfesinin tevâfuktan hâriçte kalan harfleri satırlar ile iki işâret-i Gavsiyeye muvâfık olarak müntehâ-yı te’lîfi olacak olan bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini; ve âhirki sahîfesi elifler ile mebde’-i te’lîfi olan bin üç yüz kırk bir (m. 1926) tarihini gösterdiğinden, müddet-i te’lîf yirmi üç sene olup, Risâle-i Nûr’un menbaı ve ma‘deni olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın müddet-i nüzûlüne tevâfuku, i‘câz-ı Kur’ânînin bir şu‘lesi tefsîrine in‘ikâs ettiğini gösteriyor.

Re’fet, Rüşdü, Husrev

(ف، ف، م، ب) Harfleri, buraya kadar mecmû‘-u eliflerin iki yüz iki adedini göstermek için tevâfuka girmemişler.

(ي ر) Harfleri; bu sahîfeye kadar iki yüz on satırın adedini göstermek için tevâfuka girmemişler.

Hâşiye: On dördüncü satırın sâir satırlara muhâlif olarak sık gelmesi ve o şekli sıkça muhâfaza etmesi, belki tebdîli kābil olmaması, ma‘nâsına münâsib bir vaz‘iyet alması olduğunu hissettik. Çünkü ma‘nâsı, kıyâmet kopmasında, cirimler cisimler birbirine girip, girift bir sûrette tekâsüf ediyor. Vücûd-u nakşı vücûd-u hâricîye münâsebeti iktizâ ediyor ki, harfleri cisimler gibi girift ve tekâsüf etsin. Bu sırlı kitabın ince sırlarından uzak değildir ki, bu münâsebet gözetilsin.

(ت ت ، ب ب) eliflerin mecmû‘-u adedi ile 1305 (m. 1888) edip müellifin Kur’ân’ı hatmederek ilme başladığı tarihi gösteriyor. Ve başta ta‘rîfnâmedeki eliflerin tenzîli ile de müellifin târîh-i velâdetine tam tamına tevâfuk ediyor.

3: elif

6: satır

36: sahîfe rakamı

501: Bu risâlenin elif mecmûu

800: 34. sahîfede tevâfuktan hâriç iki (ت) makam-ı ebcedîsi

4: 35. sahîfede tevâfuktan hâriç iki (ب) makam-ı ebcedîsi

1305: Yekünü, bu tarih, müellifin Kur’ân-ı Azîmüş- şân’ı hatmedip, ilme başladığı tarihtir.

501: Elifler Mecmûu

501: Saîdü’n-Nûrsî

(ذ ،ف، س) Harflerinin elif yerine gelmelerinin sırrı, eliflerin mecmûuyla Risâle-i Nûr’un mebde’-i te’lîfi olan bin üç yüz kırk bir (m. 1926) tarihini göstermektir.

Hâşiye: İsmullâh’ın muhtasarı ve birinci harfi ve o isme işaret eden ismi ile yüz on bir olup, üç elif (ا ا ا) yine İsmullâh’ı gösteren elifin adedi, bu risâledeki beyânnâmedeki on iki elif hâriç olmak üzere, sûretü’l-Bakara ve Âl-i İmrân’daki âyetlerin adedine tam tevâfuk eden İsmullâh’ın adedine, iki üç fark ile tevâfuk etmesi, gayet latîf ve ma‘nîdârdır.

Tasdîknâme

Bekā-yı rûh, melâike ve haşir gibi üç mes’ele-i mühimmeyi, hârika bir sûrette isbat eden Yirmi Dokuzuncu Söz risâlesinin hakkāniyetine bir sikke-i tasdîk sûretinde kerâmet derecesine çıkan hârika tevâfukāt-ı elifiyesi, te’lîften takrîben beş sene sonra hatt-ı hakîkîsine yakın bir müstensihin başta yazıldığı gibi, sür‘atle, bir tek gecede yazmasından, bütün sahîfelerde eliflerin adedi birbiri ile tevâfuk ettiği gibi; on altı def‘a on altı elifler geldiğini kemâl-i hayretle gördük. Yine takrîben beş ay o sırdan sonra, aynı nüshada eliflerden hâriç kalan hurûfâtın karşılıklı sahîfelerde acîb tevâfukātını gördük. Tahmînen on beş gün sonra gördük ki, mecmû‘-u eliflerin adedi beş yüz birde tevâfuk ettiğini hayretle gördük. Tahmînen dört beş gün sonra, eliflerden başka hurûfâtın tevâfuksuz kalan iki yerde, bu kadar tevâfuk ve intizâm içinde bunların hâriçte kalması sebebsiz değil, hatıra geliyordu. Namazın tesbîhâtında hatıra geldi ki, bunların başka bir vazîfe-i tevâfukiyesi var. Dikkat ettik, gördük ki, on altıncı sahîfede (ي) on yedinci sahîfede (ر) gelip, tevâfuk etmediğini; on altıncı sahîfeye kadar satırların mecmû‘-u adedi, risâlenin ünvanı ile beraber iki yüz on olup, bu (ي) ve (ر) aynen tam tamına iki yüz onda tevâfuk ediyor. Demek, kaç satır geçtiğini göstermek için tevâfuk etmemiş. On altıncı sahîfe sayılmadı. Çünkü bu işaret, kendi sahîfesinin mâkablindeki sahîfeler adedini gösterdiğinden hâriç kalmıştır. On dördüncü sahîfe-de karşı karşıya iki on dört gelip, âyette iki (ف) satır başında gelmiş. Karşıki sahîfede bir (م) bir (ب) geliyor. Tevâfuk etmediğinin sırrı, bu hurûfun o sahîfenin nihâyetine kadar eliflerin mecmû‘-u adedi iki yüz iki olup, (م، ب) (ف، ف) harflerinin makam-ı ebcedîsinin adedi, yine iki yüz iki ederek, aynı adede tevâfuk etmesini hayretle gördük. Yalnız yaldızlı tek bir nüshanın müstensihi, sehven, ihtiyârsız bu kerâmet-i tevâfukiyeye on dört yerde kalem karıştırdığından, bu sırrı karıştırmıştır. Bu sırlı sahîfeden evvelkilerde dört elif noksân bırakmış. O dört elifin yerine, gelecek sahîfelerde dört elif ziyâde olmuş. On Dördüncü sahîfedeki harfler eliflerin adedini, on altıncı ve on yedinci sahîfelerdeki hurûfât ise, geçmiş satırların adedlerine tevâfuk etmesi olan, bu iki sırr-ı mühimmi gösteren bu sahîfeler, birbirine muttasıl, hem o harfler iki yüz ikide ittifâk ettiği gibi, sekiz fark ise, sekizinci satırdan evvelki satırlar olduğuna bir îmâdır. Elifden başka gelen harflerin en âhirki sahîfelerde iki (ت) iki (ب) eliflerin mecmû‘-u adedi ile bin üç yüz beş (m. 1888) edip, müellifin Kur’ân’ı hatmederek, ilme başladığı tarihe tevâfuk etmekle beraber, sonradan ilâve edilen baştaki ta‘rîfnâmenin on iki elifinin tenzîli ile, müellifin târîh-i velâdetine tam tamına tevâfuku kat‘iyen tesâdüfî olamaz, belki bir işâret-i tevfîk olarak bir tevâfuk-u gaybîdir. En âhirki sahîfede, eliften başka sâir kesretçe elifli sahîfelerin aksine olarak satır başında gelen (ذ، ف، س) eliflerin mecmû‘-u adediyle bin üç yüz kırk bir (m. 1926) ederek, otuz üç mertebeli Risâle-i Nûr’un mebde’-i te’lîfi olan bin üç yüz kırk bir tarihini, aynen bu “Yirmi Dokuzuncu Söz” nâmındaki Risâletü’n-Nûr’un yirmi dokuzuncu mertebesi, âhirki sahîfesiyle bu sırrı gösterdiğini kemâl-i hayretle gördük.

(Hâşiye-1) (Hâşiye-2) (Hâşiye-3) (Hâşiye-4) (Hâşiye-5)

Hâşiye: Kerâmetli Yirmi Dokuzuncu Söz’ün bir sikke-i tasdîk sûretinde Risâle-i Nûr Şâkirdleri’nin tasdîknâmesi yazıldığı vakit, tevâfuka kat‘iyen isti‘dâdı olmayan, hiç tevâfuku hatırına getirmeyen ve baştan savma derecesinde dikkatsiz yazdığı bir tek sahîfede hârika bir sûrette seksen bir tevâfuk olup, o sahîfenin ikinci satırı olan o tasdîknâmenin ma‘nâsını ifade eden “sikke-i tasdîk” cümlesindeki “sikke-i” kelimesinin aynı adedine tevâfuk edip, Risâle-i Nûr Şâkirdleri’nin sikke-i tasdîklerine cifrî bir sikke-i tasdîk basmış denilebilir.

Arkadaşlar, tevâfuku tasdîk ettiler. Tevâfuk da dönüp onları tasdîk etti. Sikke-i tasdîklerine bir sikke-i tasdîk oldu.

Evet, bütün kuvvetimizle tasdîk ediyoruz.

Hakkı, Rüşdü, Şam’lı Tevfîk, Süleyman, Husrev, Sabri, Hâfız Ali, Hulûsi, Âsım, Saîdü’n-Nûrsî. Zühdü, Kuleönü’nden Mustafa, Kuleönü’nden Mustafa, Lütfü, Lütfü, Zekâî, Barla’lı Eşref, Mes‘ud, Mustafa Çavuş, Hacı Hâfız Mehmed, Müftüzâde Tevfîk, Keçeci Mustafa, Paşaoğlu Mustafa, Ramazan, Hâfız Hacı Necâtî, Hüseyin, Mehmed Niyâzî, Ali Rızâ, Zeynelâbidîn, İrfânzâde Hacı Emîn, Hâfız Ahmed, Re’fet, Sezâi, Ali, Bekir Bey (rahmetullâhi aleyhim).

Hâşiye-1: Tevâfukta şübhe edenlerin ve “Muktedir kalemlerdir ki, tevâfukları getiriyorlar!” diye düşünenlerin yanlışlarını, bu sahîfe -yani 215. sahîfe- gösteriyor. Çünkü ihtiyârsız, şuûrsuz, tevâfuka isti‘dâdsız bir kalemle hatt-ı hakîkîsine rast gelmekle vücûdu tahakkuk eden, bu sahîfeden evvelki sahîfedeki seksen bir tevâfuk, en muktedir, tevâfuklu kalemler dikkat ile yalnız yirmi dokuz, otuz bir tevâfuku getirebilmişler. Demek, hakîkî mevcûd tevâfukun yalnız bir sülüsünden az bir mikdarını izhâr edebilmişler. Demek, muktedir kalemler tevâfuku getirmiyorlar. Îcâd etmiyorlar. Yalnız mevcûdu bir derece izhâr ediyorlar veya şeklini değiştiriyorlar.

Hâşiye-2: Yaldızlı nüshanın müstensihi olan bu fakir Husrev, kat‘iyen i‘tirâf ediyorum ve vicdanımla te’mînât veriyorum ki, benim kalemim ihtiyârımla bu sırların gelmesine müdâhale etmemiştir. Bilmediğimin ve düşünmediğimin delili şudur ki, gayet i‘tinâ ile ikinci def‘a istinsâh ettiğim vakit, on üç yerde kalem karıştırdım. Maalesef bu zeyilde beyân edilen en mühim üç sırr-ı azîmi bozduğumu, on gün sonra, Üstâdımın îkāzıyla öğrendim. Allah’a çok şükrediyorum. İhtiyâr ve şuûrum karışmadan Üstâdımın dersindeki esrârı ta‘kîb ediyorum. Ne vakit şuûrum müdâhale etmiş ise, karıştırmıştır.

Husrev

Hâşiye-3: Evet, ben de hem Husrev’i tasdîk ediyorum. Hem de Husrev’le beraber basit bir maddeyi sırlara ilâve ettik. Yanlış ettik. O zâhir yanlışımızı sekiz saat sonra, bir ihtâr-ı gaybîile bildik. Ve anladık ki, sırlar fikrimizin ve ihtiyârımızın fevkındedir, karışamıyoruz.

Saîdü’n-Nûrsî

Hâşiye-4: Evet, ben de, kardeşim Husrev gibi bütün kuvvetimle i‘tirâf ediyor ve te’mînât veriyorum ki, Risâle-i Nûr’daki esrâra, hususan Yirmi Dokuzuncu Söz’ün sırrına kasden müdâhale etmemişim. Te’lîften beş sene sonra, bir tek gecede üç sahîfe noksân olarak istinsâh ettim. Hayret verici elifler geliyor. Ben de hayretle ve sür‘atle yazdım. Bu sırr-ı azîme bizim gibilerin müdâhalemiz olamadığına delil, o sırları ve hesâb-ı ebcedî bilmediğimizdir. Hatta ben de, kardeşim Husrev ve Şam’lı gibi, bu esrârı Üstâdımız söyledikten sonra anlıyoruz. Hem sür‘atli tek bir gecede kimin haddi var ki, buna müdâhale etsin? Bu kerâmetli nüshanın başındaki ta‘rîfnâmesinde gösterilen kerâmetin mebde’-i zuhûrundaki birinci müstensihi

Mes‘ud

Hâşiye-5: Âhirki sahîfe ile evvelki sahîfenin üç cihetle tevâfukları var. Birincisi, her birisi ma‘nîdâr ve vazîfedâr üçer harf hâriç kalıyor. İkincisi, her ikisinin hurûfâtı takārüb ettiği gibi, ebcedî makamı dahi takārüb ediyor. Her birisi yedi yüzden fazla adedi göstermekle, sırlı olduğunu işaret ediyor. Meselâ, biri (د) birinde de (ذ) birisinde (س) birisinde de (ش) biri yedi yüz küsûr, diğeri sekiz yüz küsûrdür. Üçüncüsü, âhirki sahîfenin üç harfi, eliflerin mecmûuyla, Risâle-i Nûr’un mebde’-i te’lîfini, yani başlangıcının tarihini gösterir.

Başdaki sahîfenin elifden hâriç kalan (ي، ت، ش، د) harfleri, on altışar satırlı otuz altı sahîfenin satırlarının mecmûuyla, Risâle-i Nûr Müellifi’nin hayatının başlangıcı olan bin iki yüz doksan dört (m. 1877) tarihini göstermekle beraber; baştaki sahîfenin başında risâle isminin (ي) harfi hesaba alınmazsa, umum risâlede tevâfuksuz ve nüktesiz kalan veya sırları bilinmeyen yirmi ikinci sahîfedeki (ن) harfi ile yirmi üçüncü sahîfede (ل) harfi zammı ile işâret-i Gavsiyede فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ ve işâret-i Gavsiyenin beş satırında ‘Said’ kelimesinin hurûfâtının tekrârâtının gösterdikleri bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihine muvâfık olarak, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfi olacak olan bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihine tevâfuk ediyor. Demek, âhirki sahîfe eliflerle beraber Risâle-i Nûr’un silsilesinin başlangıcının tarihini gösterdiği gibi, baştaki sahîfe dahi satırların mecmûu ile o silsile-i resâilin müntehâsını gösterir. Elhâsıl, bu risâlenin evveli Risâle-i Nûr’un âhirine bakar. Âhiri ise evveline işaret eder.

Hem baştaki sahîfenin letâif-i tevâfukiyesindendir ki, baştaki âyetin hurûfâtı, yirmi dokuz olarak Yirmi Dokuzuncu Söz’ün makamına tevâfuk ediyor.

(Kaynak: [2]

Bu Risale Hakkındaki Gaybi İşaretler

Risale-i Nur’a tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla esma-i hüsnadan istimdad ve suver-i Kur’aniye ile bir münâcat yapıyor. Tam otuz üç surelerle öyle garib ve manidar bir tarzda zikrediyor ki bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh Âyetü’l-Kübra namını verdiği Yedinci Şuâ’yı bitirdiğim aynı vakitte –itikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak– geceleyin Celcelutiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi:

İmam-ı Ali radıyallahu anh, Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymettar risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek çok zararları bulunduğundan, hikmete münafî olduğu cihetle hikmet-i İlahiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti. Mesela, sureleri ta’dad ederken yirmi beşinciye geldiği vakit diyor ki:

بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَ سَٓائِلٍ ٭ وَ بِسُورَةِ التَّهْمٖيزِ وَ الشَّمْسُ كُوِّرَتْ

وَ بِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى ٭ وَ بِاِقْتَرَبَتْ لِىَ الْاُمُورُ تَقَرَّبَتْ

وَ بِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَ اٰيَةً ٭ عَدَدَ مَا قَرَاَ الْقَارٖى وَمَا قَدْ تَنَزَّلَتْ

فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلَاىَ بِفَضْلِكَ الَّذٖى ٭ عَلٰى كُلِّ مَٓا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ

İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde göz ile görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri ispat eden hârika hüccetleriyle iştihar eden Yirmi Dokuzuncu Söz’e Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, zikr ü ta’dad ettiği surelerin yirmi dokuzuncu mertebesinde وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile ona işaret eder. Çünkü kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ suresine tam mutabık bir surette o Yirmi Dokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayat-ı âhiretin ve ihya-yı emvatın kat’î hüccetlerini beyan ederken, bu surenin dehşetli tasvirini zikretmesi hem manada hem yirmi dokuzuncu mertebede tetabukları o işareti ispat eder.

(8. Şua)


بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا (Haşiye: Haşre dair meşhur Yirmi Dokuzuncu Söz’e, sonra Mi’rac ve zeyli şakk-ı kamere bakar.)

بِذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ

بِشَلْمَخَتٍ اِقْبَلْ دُعَائٖى

diye dua ile hatmeder.

Sonra yirmi dokuzuncu mertebede, heybetli bir tarzda خَمَارُوخٍ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ der. Yirmi beşte geçen ve sırları bilmek manasında olan تَشَمَّخَتْ kelimesini tekrar ile sâbıkan beyan ettiğimiz hârikalı Yirmi Dokuzuncu Söz’e kuvvetli bir karine ile işaret eder.

(8. Şua)

Bu Risale Hakkında Fihristte Geçen Kısım

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى

وَ الْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ مَلٰٓئِكَتِهٖ

وَ مَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melaikeye dair üç mühim hakikatini tefsir eder. Beka-i ruhu o kadar güzel ispat eder ki cesedin vücudu gibi ruhun bekasını gösterir. Ve melaikenin vücudlarını, Amerika insanlarının vücudları gibi ispat eder. Ve haşir ve kıyametin vücud ve tahakkuklarını o kadar mantıkî ve aklî bir surette ispat eder ki hiçbir feylesof, hiçbir münkir itiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem olur. Hususan âhirindeki “Remizli Nüktenin Sırrı” namıyla haşr-i ekberin esbab-ı mûcibesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda beyan eder ki tılsım-ı kâinatın üç muammasından bir muammasını gayet parlak bir surette halleder. (Hâşiye: Yirmi Dokuzuncu Söz’ün göz ile görünen bir kerameti var. Ezcümle, on altı sahifesinde ihtiyarsız, tasannusuz her sahifenin satırlarının başlarında on altı elif gelmesidir. Bu tevafuku görmek isteyenler, el yazma nüshasına müracaat etsinler.)

(Fihrist (Sözler))


Yirmi Dokuzuncu Söz nasıl ki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir.

(30. Söz)


ON SEKİZİNCİ MEKTUP

Üçüncü Meselesi: Tılsım-ı kâinatın üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar bir işarettir ki: O muammalardan birisi Yirmi Dokuzuncu Söz’de, ikincisi Otuzuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmi Dördüncü Mektup’ta Kur’an-ı Hakîm’in sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır.

(Fihrist (Mektubat))

Diğer Bahisler

Bu kere ikmaline muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki Yirmi Dördüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Mektup’un Beşinci Lem’a’sı Mirkatü’s-Sünne Risaleleri bera-yı tashih ve manzur-u üstadanelerine buyurulmak üzere takdim edildi. Risale-i şerifelerin cümlesi, birer hakikat nuru fışkıran birer gülistan-ı cinandır.

(Barla Lahikası)


(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Bugün hayreti mûcib, nazarı cazip, dikkati câlib, manası latîf, tertibi zarif, tevafuku nazif, envarı zahir, i’cazı bâhir, zübde-i bürhan, erkân-ı iman, bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an olan ve mübarek Hüsrev’in çok mükemmel bir tarzda istinsah ettiği Yirmi Dokuzuncu Söz ile melfufu cidden çok mühim meseleleri câmi’ ve bedî’ cevapları hâvi On Altıncı Lem’a’yı ve benim gibi tembellere mükemmel bir ders-i ikaz olan mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım Nurlara kavuşmaktan mütevellid nimete mazhariyetten dolayı, Cenab-ı Hallak-ı Rahîm’e teşekkürden âcizim.

(Barla Lahikası)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler

Bu Risaledeki Temsiller/Misaller

İki adam; biri bedevî, vahşi; biri medeni, aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medeni muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki o hane; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acib bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususi şerait-i hayatiyeleri vardır ki onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebatat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşi bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: “O saraylar sekenelerden hâlîdir, boştur, zîruh içinde yoktur.” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar. İkinci adam der ki: “Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki zîruh ile amelelerle doldurulmuş ve biri var ki bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu sanatlı sarayların onlara münasip âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz.

Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.


Nasıl ki bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir surette bina ve tamir edilecektir.” Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder:

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktezî var mıdır?” Eğer “Evet var.” diye ispat etti:

İkincisi şöyle bir sual gelir ki: “Bunu tahrip edip, tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer “Evet yapabilir.” diye ispat etti:

Üçüncüsü şöyle bir sual gelir ki: “Tahribi mümkün müdür?”

“Hem sonra tahrip edilecek midir?” Eğer “Evet” diye imkân-ı tahribi hem vukuunu ispat etse iki sual daha ona vârid olur ki:

“Acaba şu acib saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa:

Acaba tamir edilecek midir?”

Eğer “Evet” diye bunları da ispat etse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki şek ve şüphe ve vesvese girebilsin.


Haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen; Allah’ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deveran-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner işlerler.


Nasıl ki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır.


Mesela, şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin her bir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, her bir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.


Mesela, zîhayat fertlerden (yani insanlardan) terekküp eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki fertlerin ellerinde de birer âyine farz edilse; nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i akis, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir.


Mesela, hakiki ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.


Mesela, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.


Mesela, teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyatına en küçüğünden en büyüğüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zahiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredenin nazarını tağyir etmez. Mesela, iğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.


Mesela, bir kumandan “Arş!” emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.


Latîf su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması…

Bu Risalede Geçen Ayetler

Bkz. 29. Söz'de Geçen Ayetler Listesi

Bu Risalede Geçen Hadisler

  1. Risalede Nasıl Geçtiği: Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler.
    Kaynağı: Sahih-i Müslim 3/1502; Ez-Zühd - İbn-ül Mübarek 1/150
    Kaynaklarda geçen şekli: Şehidlerin ruhlan yeşil kuşların cevfinde olacaklar. (Müslim)
    Kaynağı: Müslim, İmare, 121
    Kaynaklarda geçen şekli: O yeşil kuşların Arşa bağlı kandilleri vardır. Cennette istedikleri yerde dolaşır, sonra da söz konusu kandillerine / özel yuvalarına dönerler
  2. Risalede Nasıl Geçtiği: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare –yıldızlar seyyaratından tut tâ yağmur kataratına kadar– bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler.
    Kaynağı: İhya-u Ulüm-id Din 4/121, Müsned-ül Firdevs 2/190
    Kaynaklarda geçen şekli: Cenab-ı Allah melaikeleri Nur'dan halk buyurdu. Onlardan bazı melaikeler vardır ki, sinekten dahi küçüktürler.
  3. Risalede Nasıl Geçtiği: Bazı melaikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var, her bir ağızda kırk bin dil ile kırk bin tesbihat yapar. (Bkz. 15. Söz - Hadisler kısmı
  4. Risalede Nasıl Geçtiği: Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadîste “Acbü’z-zeneb” tabir edilen ecza-i esasiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir.
    Kaynağı: Türkçe Terceme Buharı hadis no: 1732; Sahih-i Müslim 4/2271 ve 2274
    Kaynaklarda geçen şekli: İnsandan hiçbir yeri kalmaz, hep çürür, ancak tek bir kemik vardır, o çürümez, o da acb-üz zenebdir; yani kuyruk sokumunda bir küçük kemik parçasıdır. (Müslim)
  5. Risalede Nasıl Geçtiği: Güya her birisinin alnında ve cephesinde “Filan hüceyrenin rızkı olacak.” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.
    Kaynağı: Müsned-i Ahmed 1/414, 2/292, 3/117, 118 ve 297, 6/77, 246 ve 259; Müsned-ül Firdevs 2/26; El-Feth-ül Kebir 2/217, 3/39
    Kaynaklarda geçen şekli: Herbir kulun mukadderat programı olan manevi defteri, onun boynunda asılıdır. Eğer Ademoğlu kendi rızkından, ölümden kaçar gibi kaçarsa da, yine onun rızkı, ölüm onu bulduğu gibi, bulacaktır. Kulun rızkı onu arar, onun eceli onu aradığı gibi.
    Yeryüzünde hiçbir nebat, ağaçlarda hiçbir meyve yoktur ki, üstünde: "Bismillahirrahmanirrahim, şu filan oğlu filanın rızkıdır" yazılı bulunmuş olmasın.

Cenab-ı Allah'ın Bu Risalede Geçen İsim, Sıfat ve Şuunatı

  1. Âdil
  2. Cenab-ı Hakk
  3. Cevvad-ı Mutlak
  4. Ehad
  5. Fâil-i Muhtar
  6. Fâtır
  7. Fâtır-ı Hakîm
  8. Fâtır-ı Zülcelal
  9. Hafîz
  10. Hak
  11. Hakîm
  12. Hakîm-i Ezelî
  13. Hakîm-i Zülcemal
  14. Hâlık
  15. Hâlık-ı Zülcelal
  16. Kadîr
  17. Kadîr-i Ezelî
  18. Kadîr-i Zülcelal
  19. Mâlikü’l-mülk
  20. Müessir-i Hakiki
  21. Rab
  22. Rahîm
  23. Rahman
  24. Rezzak-ı Hakiki
  25. Rezzak-ı Hakîm
  26. Sahib-i Dünya ve Âhiret
  27. Sâik-i Hakîm
  28. Sâni’-i Zülcelal
  29. Vâhid
  30. Zat-ı Akdes-i İlahiye
  31. Zat-ı Hafîz-i Bîzeval
  32. Zat-ı Hakîm-i Zülcelal
  33. Zat-ı Zülcelal

Peygamberimizin Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları

  1. Muhammed
  2. Muhammed-i Arabî
  3. Muhbir-i Sadık
  4. Sahib-i Mi’rac
  5. Zat-ı Ahmediye

Kur'an'ın Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları

  1. Âlem-i hakikatin Şemsü’ş-şümus’u
  2. Kur’an
  3. Kur’an-ı Kerîm
  4. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan

Bu Risalede Geçen Salavatlar

  1. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى سَيِّدِنَا اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا اِبْرَاهٖيمَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ
    Meali: Allahım! Tıpkı Efendimiz İbrahim'e ve Efendimiz İbrahim'in nesline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in nesline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü övgüye sonsuz derecede lâyık olan ve şanı herşeyden sonsuz derecede yüce olan Hamîd-i Mecîdsin.

Bu Risalede Geçen Dualar

Bu Risalede Geçen Zikirler

Bu Risalede Geçen Emir ve Tavsiyeler

  1. Asıl şu dünyanın sahibi, şu kâinatın Hâlık’ı, şu mevcudatın Mâlik’i ne söylüyor; onu dinlemeliyiz.

Bu Risalede Geçen Darb-ı Meseller/Deyimler

Bu Risalede Geçen Düstur, Kaide ve Tespitler

  1. Hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir.
  2. Ziya ecsamın görülmesine sebeptir ve renklerin –bir kavle göre– sebeb-i vücududur.
  3. Hayat dahi mevcudatın keşşafıdır
  4. Hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir
  5. Ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılaf-ı latîfi ve bir beden-i misalîsi vardır.
  6. Şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş.
  7. Zatî bir hâssa, bir tek fertte görünse bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir. Çünkü zatîdir. Zatî olsa, her fertte bulunur.
  8. Ruh ise tahrip ve inhilale maruz değil. Çünkü basittir, vahdeti var.
  9. Beş altı senede bi’l-ittifak bütün zerratını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş.
  10. İnsanın bir tek şahsı, başkasının bir nev’i hükmündedir.
  11. Kudret-i ezeliye, Zat-ı Akdes-i İlahiye’nin lâzıme-i zaruriye-i zatiyesidir.
  12. Her şeyin vücud meratibi, o şeyin zıtlarının tedahülü iledir.
  13. Kâinatta, bi’t-tecrübe her şeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk’ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler.
  14. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususi kemali, istidatlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.
  15. Bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise o şeyde alâküllihal neşv ü nema vardır. Neşv ü nema ve büyümek varsa ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır.
  16. Hakikat ne kadar zayıf ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyr ü sefer eder.
  17. Ziyade ve noksan noktasında hakikatle suret, makûsen mütenasiptirler.
  18. Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktezîsi var ise fâilin kudretinde noksaniyet yok ise ona mümkün değil belki vaki suretiyle bakılabilir.
  19. Âlem-i beka, şu âlem-i fenadan yapılacaktır.

Bu Risalede Geçen Halk Dili İfadeler

  1. O medeni muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki o hane; amele, sefil, miskin adamlarla doludur.

Bu Risalede Geçen Edebi ve Dikkat Çekici İfadeler

  1. Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir, denilebilir.
  2. Elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır… Madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder… Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalat-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlar…
  3. Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır.
  4. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mal eder.
  5. Hayat, Zat-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latîf bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i sanatıdır.
  6. Hayat, o kadar nezih ve temizdir ki iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır.
  7. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur.
  8. Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.
  9. Âkilü’s-semek
  10. Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.
  11. Bi’t-tecrübe, madde asıl değil ki vüud ona münhasır kalsın ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur.
    Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki her şey ona ircâ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatin esası da ruhtur.
    Bilbedahe madde hâkim değil ki ona müracaat edilsin, kemalât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur.
    Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki işler ve kemalât ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.
  12. Madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor.
  13. Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
  14. Hayat, bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.
  15. Melaike, ibad-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melaike, ecsam-ı latîfe-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.
  16. Nasıl ki beşer bir ümmettir, “kelâm” sıfatından gelen şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike dahi muazzam bir ümmettir ki onların amele kısmı “irade” sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler.
  17. İnsan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni’-i Zülcelal’in makasıdını bilerek tevfik-i hareket etmek ve her şeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair hademelere nezaret etmek ile istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor.
  18. Her bir âyet-i Tenzil, birer menzildir.
  19. Ruh, kat’iyen bâkidir.
  20. Ebedî, sermedî, misilsiz bir cemal, elbette âyinedar müştakının ebediyetini ve bekasını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemal-i sanat, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder.
  21. Ceset ruh ile kaimdir. Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir.
  22. Ruh; zîhayat, zîşuur, nurani, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.
  23. Her bir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvuratıyla bir şahıs iken bir nevi hükmüne geçmiştir.
  24. O kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi o nevilerin birer ruhu olurdu.
  25. İnayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye
  26. Rahmet, (çünkü rahmettir) hicran-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz.
  27. Kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed! Ebed!” sesini işitecektir.
  28. Sonra nizamat-ı muayyene ve harekât-ı muttaride ile ve desatir-i mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip; o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabat-ı acibeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktarına yayılarak bütün muhtaç olan azaların muhtelif, ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre Rezzak-ı Hakiki’nin inayetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler.
  29. Güya her birisinin alnında ve cephesinde “Filan hüceyrenin rızkı olacak.” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.
  30. Ona cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise âğuş-u nazdaranesini açmış, gözlüyor.
  31. Bilmüşahede bir Kadîr-i Zülcelal şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan; daima şu semavat ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemal-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemal-i hikmetini, cemal-i sanatını izhar eden bir zat, “Nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek?” denilir mi?
  32. Kudret-i İlahiye zatiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez.
    Hem melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Öyle ise mevani tedahül edemez.
    Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise cüz, külle müsavi gelir ve cüz’î, küllî hükmüne geçer.
  33. O cihet, vasıtasız kendi Hâlık’ına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, ma’luliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Maniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.
  34. Nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz.
  35. Âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latîf olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latîfleşir.
  36. Cennet-cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır
  37. Hakîm-i Ezelî inayet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizasıyla, şu dünyayı tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esma-i hüsnasına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemaya sebeptir. O neşv ü nema ise istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise Sâni’-i Zülcelal’in esma-i hüsnasının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniye suretine çevirmesine sebeptir.
  38. Vaktâ ki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u sanatını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Her şey, manasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havârık-ı sanatını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı.
  39. Fakat biz neyiz ki buna dair söz söyleyeceğiz. Asıl şu dünyanın sahibi, şu kâinatın Hâlık’ı, şu mevcudatın Mâlik’i ne söylüyor; onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken başkalarının ne haddi var ki fuzuliyane karışsın.
  40. Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemal noksan, ziya zulmet, hidayet dalalet, nur nâr, iman küfür, taat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor.

Bu Risalede Bahsi Geçen Şahıslar, Eserleri ve Eserlerinden Alıntılar

  1. İsrafil: Bir bedende birbiriyle imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiye, Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın Sûr’u ile Hâlık-ı Zülcelal’in emrine “Lebbeyk!” demeleri ve toplanmaları; aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür.
  2. İşrakiyyun: Eski hükemanın işrakiyyun kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “Ukûl-ü Aşere ve Erbabü’l-Enva” diye isim vermişler.
  3. Maddiyyun: Hattâ akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi melaikenin manasını inkâr edemeyerek…
  4. Maşşaiyyun: Hattâ maddiyatta çok ileri giden hükemanın meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkâr etmeyerek “Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır.” derler. Melaikeyi öyle tabir ediyorlar.
  5. Mehmed Tevfik Göksu:
  6. Mikail: Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuat-ı İlahiyeye Cenab-ı Hakk’ın havliyle, kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle bir nâzır-ı umumî hükmündedir.
  7. Tabiiyyun: Hattâ akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi melaikenin manasını inkâr edemeyerek…

Bu Risalede Bahsi Geçen Yerler

  1. Amerika: Nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez.

Bu Risalede Bahsi Geçen Hadiseler

İlgili Resimler/Fotoğraflar

Bediüzzaman'ın talebelerinden Hafız Ali'nin yazdığı ve sayfalarında satır başlarında elif harflerinin tevafuklu olduğu 29. Söz'ün 16 elif tevafuğu içeren ilk iki sayfası ve risalenin sonunda Bediüzzaman'ın talebesine ve arkadaşlarına "Dehşetli kıyamet gününde hüzün ve elem çekenlerden olmalarını ve mahşerde Resul-ü Zişan'ın sancağı altında toplanmaları için" ettiği dua.[3]

Bediüzzaman'ın talebelerinden Hüsrev Altınbaşak'ın yazdığı ve sayfalarında satır başlarında elif harflerinin tevafuklu olduğu 29. Söz'ün 16 elif tevafuğu içeren ilk sayfası[4]

Kur'an Hattı El Yazması 29. Söz Sayfalarında Satır Başlarındaki Eliflerin Toplam Sayısı (Hüsrev hattı nüsha için: [5]
Diğer nüsha için: [6])

İlgili Maddeler/Kategoriler

Önceki Risale: Yirmi Sekizinci SözSözlerOtuzuncu Söz: Sonraki Risale

Kaynakça