İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

İmam-ı Mübin (Kur'an'da 1 ayette (Yasin 12) geçer) ve Kitab-ı Mübin (Kur'an'da 7 ayette geçer) Allah'ın ilminin unvanlarıdır. İmam; önde bulunan (kimse), lider, önder anlamına gelir[1]. Mübin ise açık ve anlaşılabilir olan, gerçekleri açıklayan demektir.[2] Tefsir alimleri bu iki ifadenin mana ve hakikatına dair farklı görüşler ifade etmiştir. Bediüzzaman bu iki mefhumun kısa ifadelerle beyan edilemeyeceğini söyler ve Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinde izah eder. Ona göre İmam-ı Mübin Allah'ın ilim ve emrinin bir nevine bir unvandır. Şehadet aleminden ziyade gayb âlemine, yani şimdiki zamandan ziyade geçmiş ve geleceğe, yani her şeyin görünür varlığından ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir, düsturlarının bir araya gelmiş şeklidir. Zerreler bu düsturlara göre hizmetlerine sevk edilir. Kitab-ı Mübin ise gayb aleminden ziyade şehadet alemine, geçmiş ve gelecekten ziyade şimdiki zamana bakar. Allah'ın ilmi ve emrinden ziyade kudret ve iradesinin bir unvanı, defteri ve kitabıdır. İmam-ı Mübin, kader defteri ise Kitab-ı Mübin, kudret defteridir. Ehl-i gaflet ve dalalet Kitab-ı Mübin'in eşyadaki cilvesini hissetmiş ama maalesef tabiata vermişlerdir.

Risale-i Nur'da kaderin bedihi ve nazari iki tecellisinden bahsedilir ve Kitab-ı Mübin'in bedihi kaderden ve İmam-ı Mübin'in nazari kaderden haber verdiği beyan edilir. Kâinat içindeki nizam ve mizanın İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin'in hakikatlarının parçası olduğu belirtilir.

Bediüzzaman Kur'an için Kitab-ı Mübin'in bir nüshası ifadesini kullanır. Bazen Kitab-ı Mübin'i Kur'an yerine kullanır ve ayetin hükmüyle yaş ve kuru, her şeyin içinde bulunduğunu beyan eder. İmam-ı Mübin'i ise bazen Levh-i Mahfuz anlamında kullanır. Bazen de bu ikisini Levh-i Mahfuz’un defterleri olarak nitelendirir. Yine İmam-ı Mübin'i Cenab-ı Allah'ın Evvel ve Ahir isimlerinin, Kitab-ı Mübin'i ise Zahir ve Batın isimlerinin tecellisi ile ilişkilendirir.

Bediüzzaman kainattaki her şeyin kudret kitabı olan kâinat, ilim kitabı olan İmam-ı Mübin ve sıfat-ı Kelâm'ın kitabı olan Kur'an-ı Mübin'in (Kitab-ı Mübin) kanun ve düsturlarıyla Allahü Teala'nın hesabıyla ve namıyla çalıştığını söyler.

Risale-i Nur'da Kur'an için Kur'an-ı Mübin ve Furkan-ı Mübin ifadeleri de kullanılır.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin Bahisleri Beraber Geçen Yerler[değiştir]

Kur’an-ı Hakîm’de İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir “İkisi birdir.” bir kısmı “Ayrı ayrıdır.” demişler. Hakikatlerine dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa: “İlm-i İlahînin unvanlarıdır.” demişler. Fakat Kur’an’ın feyzi ile şöyle kanaatim gelmiş ki:

İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlahînin bir nevine bir unvandır ki âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder. Yani her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Söz’de hem Onuncu Söz’ün hâşiyesinde ispat edilmiştir.

Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir unvanıdır. Yani eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.

Elhasıl, madem İmam-ı Mübin, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlası ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevk edilir.

Amma Kitab-ı Mübin ise âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir unvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin, kader defteri ise Kitab-ı Mübin, kudret defteridir. Yani her şeyin vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuunatında kemal-i sanat ve intizamları gösteriyor ki bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek, o kudret ve iradenin, küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki her bir şeyin hususi vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir.

İşte şu defterin vücudu İmam-ı Mübin gibi kader ve cüz-i ihtiyarî mesailinde ispat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki kudret-i Fâtıranın o levh-i mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basîrane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler; hâşâ tabiat namıyla tesmiye etmişler, körletmişler.

İşte İmam-ı Mübinin imlası ile yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada her biri birer âyet olan silsile-i mevcudatı Levh-i Mahv-İspat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan mevcudat, âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.

Amma Levh-i Mahv-İspat ise sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki hakikat-i zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi Levh-i Mahv-İspattaki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.

(10. Mektup)


Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani “Her şey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iye o kadar çoktur ki hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imanîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddime ile göstereceğiz.

Mukaddime: Her şey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor.

Evet, şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki her şey yazılıdır.

Amma vücudundan evvel her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahittir. Zira her bir tohum ve çekirdekler, “kâf-nun” tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur.

Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki o miktarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor.

Mesela, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takip eder gibi yolunu değiştirir. Demek, kaderden gelen miktar-ı manevînin ve o miktarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler.

Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi bir intizam-ı kadere tabidir. Evet, bir çekirdekte hem bedihî olarak irade ve evamir-i tekviniyenin unvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber veren ve işaret eden hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahînin bir unvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var:

Bedihî kader ise o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki sonra göz ile görünecek.

Nazarî ise o çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit be-vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.

Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emaredir. Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı maziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip dimağının cebine koymuş. Tâ muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki Hafîz-i Alîm fânilerin manalarını onlarda yazıyor.

Elhasıl: Madem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebatat hayatı, bu derece kaderin nizamına tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı manevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller; bilbedahe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evamir-i tekviniyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.

Netice-i meram: Madem bilmüşahede görüyoruz ki her bir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedahe o şeyin miktar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın manevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar.

Madem maddî ve manevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hudutlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyen anlıyoruz. Elbette her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahval ve etvarı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünkü sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mizan ile cereyan ediyor. Suretler değiştiriyor, şekiller alıyor.

Madem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyade kaderin kanununa tabidir.

(26. Söz)


Tahavvülat-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir. Çünkü bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillah” der. Çünkü nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi…

Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der. Çünkü bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i sanat, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni’-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Mesela, nar ve mısıra dikkat et.

Evet, tahavvülat-ı zerrat âlem-i gaybdan olan, her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahînin bir unvanı olan “İmam-ı Mübin”in düsturları ve imlası tahtında ve zaman-ı hazır ve âlem-i şehadetten, teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir unvanı olan “Kitab-ı Mübin”den istinsah ile ve seyyal zamanın hakikati ve sahife-i misaliyesi olan “Levh-i Mahv-İspat”ta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.

(30. Söz)


وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ

fıkrası ifade ediyor ki: Mevcudat hususan zîhayat olanlar, vücud-u surîden gittikten sonra bâki çok şeyleri bırakırlar, öyle giderler. İkinci Remiz’de beyan edildiği gibi Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un kudsiyet ve istiğna-i kemaline muvafık bir tarzda ve ona lâyık bir surette; hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir şefkat, gayetsiz bir iftihar –tabiri caiz ise– mukaddes hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç –tabirde hata olmasın– hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ı münezzeh şuunat-ı rububiyetinde bulunur ki onların âsârı bilmüşahede görünüyor.

İşte o şuunat, iktiza ettikleri hayret-nüma faaliyet içinde, mevcudat tebdil ve tağyir ile zeval ve fena içinde süratle sevk ediliyor, mütemadiyen âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderiliyor. Ve o şuunatın cilveleri altında mahlukat; daimî bir seyr ü seyelan, bir hareket ve cevelan içinde çalkanmakta ve ehl-i gafletin kulaklarına vaveylâ-i firak ve zevali ve ehl-i hidayetin sem’ine velvele-i zikir ve tesbihi dağıtmaktadırlar. Bu sırra binaen her bir mevcud Vâcibü’l-vücud’un bâki şuunatının tezahürüne bâki birer medar olacak manaları, keyfiyetleri, haletleri vücudda bırakıp öyle gidiyorlar.

Hem o mevcud, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvali, ilm-i ezelînin unvanları olan İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücud dahi bırakıp öyle giderler. Demek her fâni; bir vücudu terk eder, binler bâki vücudları kazanır, kazandırır.

(24. Mektup)


Altıncı mertebe: Cenab-ı Halık-ı Âzam Hazretlerinin ism-i Celili olan

اللّٰهُ اَكْبَرُ

lafza-i Celal'inin mukteziyatından,

اَلْعَادِلُ الْحَكَمُ الْقَادِرُ الْعَلِيمُ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ السُّلْطَانُ الْاَزَلِىُّ

Esma-i şerifesinin mevsufu ve bütün eşya kabza-i tasarrufunda olduğunu bunlardaki nizam ve mizanın İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin ünvanıyla iki bab olduğunu ve ism-i Evvel ve Ahir'in tecellisi mebde ve müntehaya bakarak asıl ve nesil, mazi ve müstakbel, emir ve ilim, iman-ı mübine; ve ism-i Zahir ve Batın'ın tecellisi ise, eşya üzerinde Fatırıyyetin ve Hallakiyetin zımnında, kitab-ı mübine işaret ettiklerini ve bu mertebede gösterilecek fevaid-i kesirenin bir kısmı da Otuz İkinci Söz'de izah edilmiş olup burada da icmalen zikrolunduğu mukayyeddir.

(10. Şua)


(Haşiye: Bu Mertebe-i Sâdise, sair mertebeler gibi yazılsaydı pek çok uzun olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin kısa ifade ile beyan edilemez. Otuzuncu Söz’de bir nebze zikredildiğinden burada kitabeten kısa kesip, derste izahat verdik.)

جَلَّ جَلَالُهُ وَ عَظُمَ شَانُهُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْعَادِلُ الْحَكٖيمُ الْقَادِرُ الْعَلٖيمُ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ السُّلْطَانُ الْاَزَلِىُّ الَّذٖى هٰذِهِ الْعَوَالِمُ كُلُّهَا فٖى تَصَرُّفِ قَبْضَتَىْ نِظَامِهٖ وَ مٖيزَانِهٖ وَ تَنْظٖيمِهٖ وَ تَوْزٖينِهٖ وَ عَدْلِهٖ وَ حِكْمَتِهٖ وَ عِلْمِهٖ وَ قُدْرَتِهٖ وَ مَظْهَرُ سِرِّ وَاحِدِيَّتِهٖ وَ اَحَدِيَّتِهٖ بِالْحَدْسِ الشُّهُودِىِّ بَلْ بِالْمُشَاهَدَةِ اِذْ لَا خَارِجَ فِى الْكَوْنِ مِنْ دَائِرَةِ النِّظَامِ وَ الْمٖيزَانِ وَ التَّنْظٖيمِ وَ التَّوْزٖينِ وَ هُمَا بَابَانِ مِنَ الْاِمَامِ الْمُبٖينِ وَ الْكِتَابِ الْمُبٖينِ وَ هُمَا عُنْوَانَانِ لِعِلْمِ الْعَلٖيمِ الْحَكٖيمِ وَ اَمْرِهٖ وَ قُدْرَةِ الْعَزٖيزِ الرَّحٖيمِ وَ اِرَادَتِهٖ فَذٰلِكَ النِّظَامُ مَعَ ذٰلِكَ الْمٖيزَانِ فٖى ذٰلِكَ الْكِتَابِ مَعَ ذٰلِكَ الْاِمَامِ بُرْهَانَانِ نَيِّرَانِ لِمَنْ لَهُ فٖى رَاْسِهٖ اِذْعَانٌ وَ فٖى وَجْهِهِ الْعَيْنَانِ اَنْ لَا شَىْءَ مِنَ الْاَشْيَاءِ فِى الْكَوْنِ وَ الزَّمَانِ يَخْرُجُ مِنْ قَبْضَةِ تَصَرُّفِ رَحْمٰنٍ وَ تَنْظٖيمِ حَنَّانٍ وَ تَزْيٖينِ مَنَّانٍ وَ تَوْزٖينِ دَيَّانٍ ٠

اَلْحَاصِلُ: اِنَّ تَجَلِّى الْاِسْمِ الْاَوَّلِ وَ الْاٰخِرِ فِى الْخَلَّاقِيَّةِ النَّاظِرَيْنِ اِلَى الْمَبْدَاِ وَ الْمُنْتَهٰى وَ الْاَصْلِ وَ النَّسْلِ وَ الْمَاضٖى وَ الْمُسْتَقْبَلِ وَ الْاَمْرِ وَ الْعِلْمِ الْمُشٖيرَانِ اِلَى الْاِمَامِ الْمُبٖينِ وَ تَجَلِّى الْاِسْمِ الظَّاهِرِ وَ الْبَاطِنِ عَلَى الْاَشْيَاءِ فٖى ضِمْنِ الْخَلَّاقِيَّةِ يُشٖيرَانِ اِلَى الْكِتَابِ الْمُبٖينِ فَالْكَائِنَاتُ كَشَجَرَةٍ عَظٖيمَةٍ وَ كُلُّ عَالَمٍ مِنْهَا اَيْضًا كَالشَّجَرَةِ فَنُمَثِّلُ شَجَرَةً جُزْئِيَّةً لِخِلْقَةِ الْكَائِنَاتِ وَ اَنْوَاعِهَا وَ عَوَالِمِهَا وَ هٰذِهِ الشَّجَرَةُ الْجُزْئِيَّةُ لَهَا اَصْلٌ وَ مَبْدَاٌ وَ هُوَ النُّوَاةُ الَّتٖى تَنْبُتُ عَلَيْهَا وَ كَذَا لَهَا نَسْلٌ يُدٖيمُ وَظٖيفَتَهَا بَعْدَ مَوْتِهَا وَ هُوَ النُّوَاةُ فٖى ثَمَرَاتِهَا فَالْمَبْدَاُ وَ الْمُنْتَهٰى مَظْهَرَانِ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الْاَوَّلِ وَ الْاٰخِرِ فَكَاَنَّ الْمَبْدَاَ وَ النُّوَاةَ الْاَصْلِيَّةَ بِكَمَالِ الْاِنْتِظَامِ وَ الْحِكْمَةِ فِهْرِسْتَةٌ وَ تَعْرِفَةٌ مُرَكَّبَةٌ مِنْ مَجْمُوعِ دَسَاتٖيرِ تَشَكُّلِ الشَّجَرَةِ وَ النُّوَاتَاتُ فٖى ثَمَرَاتِهَا الَّتٖى فٖى نِهَايَاتِهَا مَظْهَرٌ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الْاٰخِرِ فَتِلْكَ النُّوَاتَاتُ فِى الثَّمَرَاتِ بِكَمَالِ الْحِكْمَةِ كَاَنَّهَا صُنَيْدِقَاتٌ صَغٖيرَةٌ اُودِعَتْ فٖيهَا فِهْرِسْتَةٌ وَ تَعْرِفَةٌ لِتَشَكُّلِ مَا يُشَابِهُ تِلْكَ الشَّجَرَةَ وَ كَاَنَّهَا كُتِبَ فٖيهَا بِقَلَمِ الْقَدَرِ دَسَاتٖيرُ تَشَكُّلِ شَجَرَاتٍ اٰتِيَةٍ وَ ظَاهِرُ الشَّجَرَةِ مَظْهَرٌ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الظَّاهِرِ فَظَاهِرُهَا بِكَمَالِ الْاِنْتِظَامِ وَ التَّزْيٖينِ وَ الْحِكْمَةِ كَاَنَّهَا حُلَّةٌ مُنْتَظَمَةٌ مُزَيَّنَةٌ مُرَصَّعَةٌ قَدْ قُدَّتْ عَلٰى مِقْدَارِ قَامَتِهَا بِكَمَالِ الْحِكْمَةِ وَ الْعِنَايَةِ وَ بَاطِنُ تِلْكَ الشَّجَرَةِ مَظْهَرٌ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الْبَاطِنِ فَبِكَمَالِ الْاِنْتِظَامِ وَ التَّدْبٖيرِ الْمُحَيِّرِ لِلْعُقُولِ وَ تَوْزٖيعِ مَوَادِّ الْحَيَاةِ اِلَى الْاَعْضَاءِ الْمُخْتَلِفَةِ بِكَماَلِ الْاِنْتِظَامِ كَاَنَّ بَاطِنَ تِلْكَ الشَّجَرَةِ مَاكٖينَةٌ خَارِقَةٌ فٖى غَايَةِ الْاِنْتِظَامِ وَ الْاِتِّزَانِ ٠

فَكَمَا اَنَّ اَوَّلَهَا تَعْرِفَةٌ عَجٖيبَةٌ وَ اٰخِرَهَا فِهْرِسْتَةٌ خَارِقَةٌ يُشٖيرَانِ اِلَى الْاِمَامِ الْمُبٖينِ .. كَذٰلِكَ اِنَّ ظَاهِرَهَا كَحُلَّةٍ عَجٖيبَةِ الصَّنْعَةِ وَ بَاطِنَهَا كَمَاكٖينَةٍ فٖى غَايَةِ الْاِنْتِظَامِ تُشٖيرَانِ اِلَى الْكِتَابِ الْمُبٖينِ.. فَكَمَا اَنَّ الْقُوَاتِ الْحَافِظَاتِ فِى الْاِنْسَانِ تُشٖيرُ اِلَى اللَّوْحِ الْمَحْفُوظِ وَ تَدُلُّ عَلَيْهِ كَذٰلِكَ اَنَّ النُّوَاتَاتِ الْاَصْلِيَّةَ وَ الثَّمَرَاتِ تُشٖيرَانِ فٖى كُلِّ شَجَرَةٍ اِلَى الْاِمَامِ الْمُبٖينِ وَالظَّاهِرُ وَ الْبَاطِنُ يَرْمُزَانِ اِلَى الْكِتَابِ الْمُبٖينِ فَقِسْ عَلٰى هٰذِهِ الشَّجَرَةِ الْجُزْئِيَّةِ شَجَرَةَ الْاَرْضِ بِمَاضٖيهَا وَ مُسْتَقْبَلِهَا وَ شَجَرَةَ الْكَائِنَاتِ بِاَوَائِلِهَا وَ اٰتٖيهَا وَ شَجَرَةَ الْاِنْسَانِ بِاَجْدَادِهَا وَ اَنْسَالِهَا وَ هٰكَذَا جَلَّ جَلَالُ خَالِقِهَا وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يَا كَبٖيرُ اَنْتَ الَّذٖى لَا تَهْدِى الْعُقُولُ لِوَصْفِ عَظَمَتِهٖ وَلَا تَصِلُ الْاَفْكَارُ اِلٰى كُنْهِ جَبَرُوتِهٖ ٠

(29. Lem'a)


Hem nasıl ki bu kâinatı, zîruha hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden ve en küçük bir zîhayatı unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün enva-ı mahlukatı emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini haber vererek, mu’cizat ve hüccetleriyle ispat ederler. Öyle de kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren ve Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin’de bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihatasına ve her bir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ her bir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve her bir zîhayatta azaları, belki eczaları ve hüceyratları adedince maslahatları takip eden hattâ insanın lisanını çok vazifeler ile tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince, zevkî olan mizancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin her bir şeye şümulüne hem bu dünyada numuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde numuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına bi’l-icma, bi’l-ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

(3. Şua)


Altıncı Mertebe

جَلَّ جَلاَلُهُ وَ عَظُمَ شَانُهُ اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا

Yani: Celal ve azameti ve haşmet-i saltanatı zâhir ve bâhir olan ve şe'n-i kudretinden neş'et eden âsâr ve ef'ali gayet azîm bulunan Hz. Allah (C.C.) kudret ve ilmiyle her şeyden daha büyüktür. Zira o öyle bir Âdil-i Hakîm, Kadir-i Alim, Vâhid-i Ehad bir Sultan-ı Ezelî'dir ki; bütün bu âlemlerin küllîsi onun nizam ve mizanının, tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadırlar. Ve hey'et-i mecmua-yı âlem, hepsi birden onun sırr-ı vâhidiyetinin mazharı olduğu şuhudî bir hads ve belki müşahede ile sabittir. Çünkü kâinat içinde nizam ve mizan, tanzim ve tevzin dairelerinden hariç hiçbir şey yoktur. Evet bu nizam ve şu mizan, "İmam-ı Mübin" ve "Kitab-ı Mübin" hakikatlarından iki babdırlar. Ve bir Alim-i Hakîm'in ilim ve emrine ve bir Aziz-i Rahim'in kudret ve iradetine iki ünvandırlar. İşte o nizam, bu mizanla beraber, o Kitab-ı Mübin bu İmam-ı Mübin içinde olarak; başında iz'anı ve yüzünde iki gözü bulunan için; kevn ü zaman içindeki eşyadan hiçbir şeyin[3] bir Rahman'ın kabza-i tasarrufundan ve bir Hannan'ın daire-i tanziminden ve bir Mennan'ın inayet ve tezyininden ve bir Deyyan'ın ölçü ve proğramından hariç olmadığını ve taşrasına çıkamadığını isbat eden iki bürhan-ı neyyirdirler.

Elhasıl: Hallakiyette, yani mevcudatı yaratmakta ism-i Evvel ve Âhir'in tecellileri, mebde' ve müntehaya ve asıl ve nesle ve mazî ve müstakbele ve emir ve ilme nazırdırlar. Bu iki ismin bu mezkûr tecellileri de İmam-ı Mübin'e işaret ederler. Amma İsm-i Zâhir ve Bâtın'ın Hallakiyet zımnında eşyadaki tecellileri ise, Kitab-ı Mübin'e işaret ederler. İşte, kâinatın heyet-i mecmuası büyük bir ağaca benzediği gibi, onun içindeki her bir âlem dahi birer ağaç gibidir. Öyle ise biz dahi cüz'î bir şecereyi, kâinatın ve içindeki enva' ve âlemlerinin hilkatlarına misal getireceğiz. İşte şu cüz'î şecerenin asl u esası ve bir mebdei vardır ki, o da üzerinde tenebbüt edip neşv ü nema bulduğu onun çekirdeğidir. Hem o ağacın ölümünden sonra vazifesini devam ettiren bir nesli de vardır ki, o da yine meyvesinin içindeki çekirdek ve nüvesidir.

Demek, bu ağacın mebde' ve müntehaları İsm-i Evvel ve Âhir'in tecellilerine mazhardır. Âdeta onun mebde' ve çekirdek-i aslîsi olan tohumu, hikmet ve intizamı ile, ağacının bütün desatir-i teşekkülünün mecmuundan terkib edilmiş bir fihriste ve bir tarihçenamesi gibidir. Ve bu ağacın dallarının nihayetlerindeki meyvelerinin içlerinde bulunan tohum ve çekirdekleri ise, İsm-i Âhir'in tecellisine mazhardırlar. Demek oluyor ki; kemal-i hikmet ile meyvelerin cevfinde bulunan tohumlar, güya küçücük birer sandukçadırlar ki, ondan inşa edilen ağacının şeması ve tarifenamesi o sandukçalarda tevdi' edilmiştir. Hem güya kalem-i kader ile gelecek ağaçların desatir-i teşekkülleri ve proğramları, o çekirdek ve tohumların içinde yazılmıştır.

Ve bu ağacın zâhiri ise, tecelli-i İsm-i Zâhir'e mazhardır ki, onun zâhiri o kadar intizam ve tezyin ve hikmet içindedir ki, âdeta onun dış yüzü kemal-i hikmet ve inayetle o ağacın boy ve kametinin miktarına göre biçilmiş, işlenmiş süslü ve muntazam bir hulledir, bir kaftandır.

Ve o ağacın bâtını ise, İsm-i Bâtın'ın tecellisine mazhardır ki, akılları hayrette bırakan ondaki intizam ve tedbir ile; ve onun muhtelif azalarına kemal-i intizamla mevadd-ı hayatiyeleri tevzi' edilmesinden, adeta o ağacın içi ve bâtını gayet derecede ölçü ve intizam içinde çalışan hârika bir makinadır.

İşte nasıl ki o ağacın evveli acib bir tarifename ve âhiri hârika bir fihriste olmakla, İmam-ı Mübin'e işaret ediyor. Öyle de onun zâhiri, gayet acib san'atlı bir hulle, bir elbise ve onun bâtını nihayet intizam içinde çalışan bir makine gibi olmakla da, Kitab-ı Mübin'e işaret ederler.

Evet insanlardaki kuvve-i hâfızalar nasıl ki, levh-i mahfuza işaret eder ve ona delildir. Öyle de, bütün ağaçlardaki çekirdek-i asliyeleri ve her bir ağaçtaki meyveleri dahi İmam-ı Mübin'e işaret ettikleri gibi; zâhir ve bâtın vaziyetleri de Kitab-ı Mübin'e remzederler.

İşte bu cüz'î ağaca, arz şeceresini mazi ve müstakbeli ile ve kâinat şeceresini evail ve âtîleriyle.. ve insan şeceresini ecdad ve ensaliyle kıyas et! Ve hakeza, şecere-i kâinat Hâlıkının celal ve azameti gayet celil ve zâhir olduğu gibi, ondan başka hiçbir vechile uluhiyetine şerik olacak bir ilah yoktur, âmennâ.

Ey kebir Allah! Sen öyle bir büyüksün ki, bütün ukûl toplanıp bir tek akıl olsalar dahi, senin vasf-ı azametini hakkıyla anlayıp tavsif edemedikleri gibi, bütün fikirler de cem' olsalar, senin künh-ü ceberûtuna erişemezler.

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş kat'iyyen bil ki! Kudret kitabı olan kâinat, ilim kitabı olan[4] Kitab-ı Mübin'in mistarı üzerine yazılmıştır. Bunun delili ise, şu göz önündeki her şeyi ihata etmiş olan nizam ve mizandır ki, her iki kitabdan; yani, kudret ve ilim kitablarından aynısıyla alınmış iki bab ve o her iki kitabın rabıta-i ittisali.. ve aralarında iki berzah.. ve Cenab-ı Rahman'ın iki kabzasına iki ünvan olmalarıdır. Şu halde yaş-kuru ne varsa mutlaka o Kitab-ı Mübin'in içindeki şu iki babdan bir bab olarak dâhildirler. Madem ki bilmüşahede kevn ve vücuddan hiçbir şey, şu iki babdan hariç değil, öyle ise her şey o kitabın dâhilinde ve içindedir.

Amma sıfat-ı Kelâm'ın kitabı olan Kur'an-ı Mübin ise, gaybî ve şuhudî, yani kudret ve ilim kitablarının bir tercümanıdır ve nizam ve mizan bablarının bir fihristesi ve o her iki kabzanın bir fezlekesidir.

Evet ilim, kudret ve kelâm sıfatlarından gelen şu üç kitabların kanun ve düsturlarının cebbarane hüküm ve hâkimiyetlerindendir ki; her zîhayat belki her şey birer muvazzaf asker ve birer abd-i me'mur olarak yalnız melik ve malik olan Allahü Teala'nın hesabıyla ve namıyla çalışır. Yoksa kendi nefisleri hesabına ve malikiyetleri namına değil. Hem kendi zatları ve lezzetleri için de değildir. Belki o şeyin lezzeti, yalnız vazifesinin zatındadır. Demek kendime malikim diye zu'meden kimse, helak olmuş ve temellük davasına saplanan da hetk ve rezil olmuştur.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Eğer اَللّٰهُ اَكْبَرُ in bir manasını fehmetmek istiyorsan, kâinata nazar et! Çünkü kâinat ve mevcudat baştan başa onun envarının gölgeleri, ef'alinin eserleri, kalemlerinin çizgileri, esmasının nakışları ve evsafının aynalarıdırlar. Bunu görüp bildikten sonra اَللّٰهُ اَكْبَرُ söyle ve âlemleri temaşa et, bak ki; bütün âlemlerin hepsi bittamam onun kabza-i ilmine alınmış, kabza-i kudretinde kemerbeste durmuş, kabza-i adlinde zelilane boyun eğmiş ve kabza-i hikmetinde harekete âmâde bekleyip, onun tartı ve vezni ile dizilip nizamatının silkinde mevzun bir vaziyet almışlardır. Evet nizam ile tanzim, mizan ile tevzin; Cenab-ı Rahman'ın iki kabzasıdır. Ve İmam-ı Mübin ile Kitab-ı Mübin'in iki babıdır. Demek Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin ile beraber, bir Kadir-i Alim ve bir Âdil-i Hakîm'in ilim ve kudretini beyan eden iki ünvandırlar. Öyle ise, hiçbir şey, bu nizamın nazmından ve şu mizanın vezninden hariç olmadığını başında iz'anı, yüzünde aynanı (iki gözü) bulunan kimse, her halde ona şahid olacaktır. Şu halde şuhudî bir hads ile, belki hissî bir şuhud ile sabit olur ki, kevn ü zaman içinde hiçbir şey yoktur ki; Rahman-ı Lâyezal'in kabza-i tasarrufundan hariç kalsın. İşte bu hakikatı gördükten sonra bağır ve de:

اَللّٰهُ اَكْبَرُ هُوَ الْعَدْلُ الْحَاكِمُ هُوَ الْحَكَمُ الْفَرْدُ هُوَ الْعَادِلُ الْحَكِيمُ

Çünkü O'dur ki, şu kâinatın temelini meşietinin mistarıyla, hikmetinin tanzimiyle te'sis edip; usûl-ü hikmetini büyük mevcudatın rabıtası yapmıştır. Ondan sonra da, mevcudatı düstur-u kaza, kanun-u kader ile fasletmiş, kudretin kavanini ise, masnuatın kametine göre suretlerin biçilmesi için terzi yapmıştır. Daha sonra kâinatı, sünnetinin namuslarıyla, âdetlerinin kanunlarıyla dizerek nazmedip sünnetin namuslarını, âdetin kanunlarını mahlukata nazzam tayin etmiştir ve eder. Çünkü O,

يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ

وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ

dir. Yerde, ve gökte rahmetinin taltifatıyla, inayetinin tekrimatıyla cilveler göstererek; kâinatı nevamis-i rahmet, desatir-i inayetle idare edip, masnuata güzellikler, mevcudata zinetler vererek kâinatı baştan başa süsleyen odur. Sonra cilve-i esma, tecelli-i sıfatla, celevat-ı sıfat içinde tezahürat-ı esma ile yer ve gökteki mevcudatı tenvir edip ziyalandırmıştır. Bunları fehmet ve de:

اَللّٰهُ اَكْبَرُ هُوَ الْفَاطِرُ الْعَلِيمُ هُوَ الصَّانِعُ الْحَكِيمُ اِذْ ذَاكَ الْعَالَمُ الْكَبِيرُ وَ هٰذَا الْعَالَمُ الصَّغِيرُ مَصْنُوعَا قُدْرَتِهِ مَكْتُوبَا قَدَرِهِ اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا اِيجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ عَابِدًا اِنْشَاؤُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مِلْكًا بِنَاءُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا صَنْعَتُهُ لِذَاكَ تَظَاهَرَةْ كِتَابًا صِبْغَتُهُ لِهٰذَا تَزَاهَرَةْ خِطَابًا قُدْرَتُهُ فِي ذَاكَ تُظْهِرُ عِزَّتُهُ رَحْمَتُهُ فِي هٰذَا تَنْظِمُ نِعْمَتَهُ حِشْمَتُهُ فِي ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ نِعْمَتُهُ فِي هٰذَا تُعْلِنُ هُوَ الْاَحَدُ سِكَّتُهُ فِي ذَاكَ فِي الْكُلِّ وَالْاَجْزَاءِ خَاتَمُهُ فِي هٰذَا فِي الْجِسْمِ وَ الْاَعْضَاءِ

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Çekirdek, ağaç olmadan evvel ve nutfe, beşer ve insan haline gelmeden önce ve yumurta, kuş olmadan evvel; habbe, sünbül vermeden önce, elbette ve herhalde tam ve nafiz bir ilmin tedbir ve terbiyesinde olması lâzımdır. Tâ ki hadsiz eğri büğrü, akîm yollar arasından neticeli, semereli olarak sırat-ı müstakimde sevk edilebilsinler. İşte madem ki, bilmüşahede masnuât ve mahlukat öyle neticeli istikametli bir yolda sevkedilip saha-i zuhura çıktıklarını görüyoruz. Öyle ise, bu iş ancak bir Allam-ül Guyub'un ilmidir ki, ana rahimlerinde olan cenini istediği şekilde tasvir eder; ve mazi, müstakbel ve hal-i hazır âlem-i şehadetin gaybî umûruna ıttılaı olan bir Alim-ül Gayb'dır. Ve binnetice tohum, nutfe, yumurta ve habbe gibi şeylerin her birisi, âdeta kudret kitablarından olan Kitab-ı Mübin'den istinsah edilmiş muhtasar birer tezkeredir. Veyahut ilm-i ezelînin kütüb ve mektubatından olan İmam-ı Mübin'den istihrac edilmiş birer fihriste veyahut kader-i ezelînin kitablarından müteşekkil ümm-ül kütüb olan levh-i mahfuzdan (hususan onun mizan ve nizam bablarından) istinbat edilmiş birer düsturdur. Yahut da, her şeye kudreti yeten ve her şeyi ilmi ile ihata eden bir rububiyetten nazil olmuş evamirin mütemessil ve mütemerkiz ve mümtezic birer fezlekesidirler. (C.C.)

(Şule, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Yalnızca İmam-ı Mübin Bahsi Geçen Yerler[değiştir]

Hülâsa: Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden zat, senin ef’al ve a’malini mühmel, başıboş, hesapsız, kitapsız bırakmayarak “İmam-ı Mübin”de yazar. Ona göre muhaseben olacaktır.

(Zerre, Mesnevi-i N.)


(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Allahu Zülcelal Hazretleri dünyevî ve uhrevî bütün matlub ve maksudunuzu ihsan, bilhassa ümmet-i merhume-i Muhammediye (asm) hakkındaki dualarınızı dergâh-ı uluhiyetinde kabul buyursun. Hakikaten Kur’an’a, imana hizmetten başka bir şey düşünmeyen aziz ve muhterem Üstadımızı bu ümmete bağışlasın ve rıza-i İlahîsine nâil buyursun, âmin bihürmeti’l-Kur’ani’l-Mübin ve bihürmet-i İmami’l-Mübin!

(Barla L.)

Yalnızca Kitab-ı Mübin Bahsi Geçen Yerler[değiştir]

Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki o, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âlî daha gâlî daha latîf daha şerif daha nâfi’ daha câmi’… Çünkü nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.

(12. Söz)


Aynen öyle de Kur’an’ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envar-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalât telakki edilen Kitab-ı Mübin’in mahiyeti –hâşâ sümme hâşâ– bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin.

(26. Mektup)


Mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an

Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ

On dört sene evvel (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirimde Arabiyyü’l-ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakk’ın tevfikine itimaden ve Kur’an’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’an’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerîme beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri bazen nüveleri bazen icmalleri bazen düsturları bazen alâmetleri, ya sarahaten ya işareten ya remzen ya ibhamen ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’an’a münasip bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.

(20. Söz)


صَنْعَتُهُ فٖى ذَاكَ … الخ ibaresidir. Meali şudur ki: Sâni’-i Zülcelal’in âlem-i ekberdeki sanatı o derece manidardır ki o sanat, bir kitap suretinde tezahür edip kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden akl-ı beşer, hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten meded alıyor ki büyük Kitab-ı Mübin’in bir nüshası olan Kur’an-ı Hakîm şeklinde ilan edildi.

Hem nasıl ki kâinattaki sanatı, kemal-i intizamından kitap şekline girdi; insandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani o sanat, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i Rabbaniye vermiş ki o maddî, cismanî, camid kafada; manevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutk u beyana, o derece ulvi cihazat ve istidat verdi ki Sultan-ı Ezelî’ye muhatap olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani fıtrat-ı insaniyedeki sıbgat-ı Rabbaniye, hitab-ı İlahî çiçeğini açtı.

Hiç mümkün müdür ki kitap derecesine gelen bütün mevcudattaki sanata ve hitap makamına gelen insandaki o sıbgata, Vâhid-i Ehad’den başkası karışabilsin? Hâşâ!

(20. Mektup)


Buna binaen her bir şey, bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:

Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîr’in vücuduna şehadet eder.

İkincisi: Her bir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîr’e şehadet eder.

Çünkü zerre gibi bir camid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübin’in mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Camid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zat-ı Zülcelal’in elindeki Kitab-ı Mübin’in mühim ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede, o kitabın ince hurufatını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen o vakit, o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin.

Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin’in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Her şey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin’in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.

Mesela hortumlu sivrisinek, dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu sanatı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak sanatını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım bu sanatı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin.

Evet, Cevvad-ı Mutlak (Celle Celaluhu) her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evamir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelal’e; nasıl Kitab-ı Mübin’in düsturlarından arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da vazife-perver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sırrını izhar eder.

(17. Lem'a)


İsm-i Hafîz’in tecelli-i etemmine işaret eden

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

âyetidir. Kur’an-ı Hakîm’in bu hakikatine delil istersen, Kitab-ı Mübin’in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîz’in cilve-i a’zamını ve bu âyet-i kerîmenin bir hakikat-i kübrasının naziresini çok cihetlerle görebilirsin.

(17. Lem'a)


Güya nasıl ki asr-ı saadette Kur’an’daki iman hakikatlerine alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübin’in davalarına bürhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek manasında tekrar ile

تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ

تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ

تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ

fermanlarıyla Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ilanat yapıyor. Öyle de bu dehşetli asırda dahi bir mana-yı işarîsiyle o âyât-ı Furkaniyenin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlerinin hüccetleri ve hak kelâmullah olduğuna delilleri olan Resaili’n-Nur’a mana-yı işarîsiyle alâmet ve bürhan ve emare ve delil manasıyla âyâtın âyetleri diye tekrar ile تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ferman ederek nazar-ı dikkati Kur’an hesabına bu asra ve bu asırdaki Resaili’n-Nur’a çeviriyor itikad ediyorum.

(1. Şua)


Hem Yunus hem Yusuf hem Ra’d hem Hicr hem Şuara hem Kasas hem Lokman Surelerinin başlarında bulunan تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ilan-ı kudsîsidir. Yirmi Birinci âyetin hâtimesinde bunun münasebet-i maneviyesi bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise bu âyette üç ت bin iki yüz eder ve iki ك iki ل yüz eder, yekûnü bin üç yüz. Bir ى bir ب dört veya beş ا mecmuu bin üç yüz on altı veya on yedi (1316-1317) ederek Resaili’n-Nur müellifi bir inkılab-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı Kur’an’ın hakaikine çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i maneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:

O tevafuk remzeder ki: Bu asırda Resaili’n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin’deki âyetlerin âyetleridir. Yani hakaikinin alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve تِلْكَ kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zahir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir diye remzen Resaili’n-Nur’u bir işarî manasının küllî dairesine hususi ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dâhil ediyor.

(1. Şua)


تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ cümlesinin sarîh bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin’in nüzulü olduğu gibi mana-yı işarîsiyle de her asırda o Kitab-ı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyiz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin bürhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek şu asırda bir şakirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususi iltifat ile alıyor.

(1. Şua)


اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübin vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillah Kur’an’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meal ve hususan nur lafzı, Resaili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi makam-ı cifrîsi şeddeli “nun” iki “nun” olmak üzere bin üç yüz otuz sekiz veya dokuz (1338-1339) ederek Harb-i Umumî zulümatında telif edilen Resaili’n-Nur’un fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki Nur kelimesi Risale-i Nur’daki Nur lafzına îma ile bakıyor.

(1. Şua)


Elhasıl: Bu bir tek âyette mezkûr beş cümlenin münasebet-i maneviyeyi gözeterek beş adet îmaları bir kuvvetli işaret belki bir delâlet hükmüne geçebilir kanaati, bana bunu yazdırdı. Hata etmişsem Kitab-ı Mübin’i şefaatçi edip Erhamü’r-Râhimîn’den kusurumun affını niyaz ederim.

(1. Şua)


Ve keza bu âlemde tasarruf eden Sâni’in öyle bir kitab-ı mübini vardır ki ne küçük ve ne büyük, o kitapta yazılıp hıfzedilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak! Evet, görüyoruz ki herhangi muvazzaf bulunan bir şey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuddan çıkarsa Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini “Levh-i Mahfuz”larda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî âyinelerde ibka eder.

Mesela bir şecere, meyvesiyle hamile olduğu gibi tohumu da meyve ile hamiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcud olduğu gibi tohumunda da semere mevcuddur. Ve keza vücuddan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hâfızasında mevcud kalır.

İşte bu misallerden, hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimam ile mülkünde cereyan eden her şeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardır ki edna bir hâdiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır. İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette âlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar.

Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada cari olduğu gibi mahlukatın en eşrefi olan insana da şâmildir. Çünkü insan Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine ait şuunat ve ahvaline şahittir. Ve mahlukatın cemaatleri içinde Allah’ın birliğine dellâldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahit ve hilafet-i kübra ile tekrim ve teşrif edilmiştir. İnsan bu keramete, bu şerefe nâil olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstahak olduğu yere gidecektir.

Evet kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet, nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet, geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mu’cizat-ı kudret, Sâni’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kādir olduğuna kat’î şahit ve bürhanlardır.

(Lasiyyemalar, Mesnevi-i N.)


Ey arkadaş! Her şeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyet-i kerîmesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerîm zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek her şeyi ifade ediyor.

(İşaratül İ'caz)


Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.

...

Hulusi

(Barla Lahikası)


Üç kitaptan Yirminci Söz’ü ilk defa okudum. Habl-i metin-i İlahî ve kanun-u mübin-i Rabbanî olan Kur’an-ı Azîmüşşan’da, şu son asırda vücuda gelen ve Frenklerin medar-ı iftiharları bulunan tahte’l-bahir, tayyare vesaire gibi eşyaya, bin üç yüz küsur sene mukaddem işaretle ifade edildiğini öğrenerek Kitab-ı Mübin’in mazi ve müstakbelden vermekte olduğu ihbarat-ı gaybiye ve sadıka ve beyanat-ı hârika, dost ve düşmanı meftun ve hayretlerde bıraktığı cihetle, bir kat daha i’caz-ı Kur’an’ı ispat ve teyid etmiştir. Yirmi Üç ve Otuzuncu Sözler’in baş taraflarından üçer, beşer sahife okuyabildim. Mahzen ve medfen-i mücevherata rast gelmiş bir fakir gibi hangi cevheri alacağımı harîsane düşünüyorum.

Sabri

(Barla Lahikası)


Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e çok şükürler ki size, o muazzam Kitab-ı Mübin’in hazine-i hakaikinin miftahını, rahmetiyle ihsan buyurmuş.

...

Hâfız Ali

(Barla Lahikası)


Bu defa hoş ve latîf tevafukatıyla nurani yolculara dest-i manevîsini uzatarak ziyadar parmağıyla “Bizler başıboş, gelişigüzel serpilmiş şeyler değiliz. Belki muvazene-i tamme ve tevafuk-u hakikiye ve bir kıyas-ı kat’iye ile inkişaf ve temevvüc eden Kitab-ı Semaviye-i Kur’aniyenin misalsiz birer yıldızlarıyız.” diyerek bâlâsı zîrine, sağı soluna eyâdi-i maneviyesiyle musafaha ve mukabele edercesine, tevafukatı müşahede edilen Kitab-ı Mübin’in lemaat ve tereşşuhatının tevafukatı, Onuncu Söz’de dahi müşahede edildi.

...

Muhammed Sabri

(Barla Lahikası)


Hülâsa: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ahkâm-ı bînazirinden olan şu Risale-i İstiaze-yi Furkaniyeyi mütalaamda, derya-yı hakaikte sermest-i hayran kalarak kemal-i aşkla dedim: Yâ Rab, şu Kitab-ı Mübin’in infaz-ı ahkâmını teshil ve teysir ve dellâl-ı Kur’an’ı da âmâl ve makasıdında muvaffak ve cemi’ ihvanımla beraber bu kemter kulunu da hulûl-i ecelime değin, Kitab-ı Mübin’e hâdim buyur, duasıyla arîza-i âciziyeye hâtime veririm.

Sabri

(Barla Lahikası)


(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Bu kere bir kıta lütufname-i fâzılane-i mergubeleriyle tereşşuhat-ı Kitab-ı Mübin’in bir zübdesi bulunan, Fihriste-i Mübin’in Dördüncü Kısmını, Süleyman Efendi kardeşimiz yediyle aldım, okudum. Müellifine, kâtibine, nâşirine, hâdimlerine binler dualar ettim. Hakikaten vakt-i kıraatım olan iki saat zarfında, Risalatü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’un kâffesini icmalen okumuş kadar mütelezziz ve müstefid oldum.

(Barla Lahikası)


Küçük Hüsrev Feyzi’nin Bir İstihracıdır

...

Ve madem Risale-i Nur, Kur’an-ı Mübin nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübindir.

(Kastamonu Lahikası)


Evet “Kelimetullah” olan Kitab-ı Mübin’in bazı âyâtı, bazısına müfessirdir. Yani bazı âyâtı, ehavatının mâfi’z-zamirlerini izhar eder. Öyle ise bazıları diğer bir ba’za karine olabilir ki mana-yı zahirî murad değildir.

(Muhakemat)


Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit, o Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir anladı. Tezyinat-ı zahirîsine ehemmiyet vermedi. Hurufunun nakışlarıyla iştigal etmedi. Belki öyle bir şey ile meşgul oldu ki ötekinin meselelerinden milyon mertebe daha âlî ve daha gâlî, daha latîf, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi’. Çünkü o Müslüman âlim, o Kur’an’ın perde-i nukuşu altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar u esrarından bahsederek bir güzel tefsir yazdı.

(Nur'un İlk Kapısı)


Eğer cema'ât-ı İslâmiyenin hacât-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur'âna müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur; ve bu suretle nüfûs üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

(Sünuhat)


Evet Kelimetullah olan Kitab-ı Mübînin bâzı âyâtı, bazısına müfessirdir; karine olabilir ki, mânâ-yı zahirî murad değildir.

(Şuaat-ü Marifet-ün Nebiyy (Asar-ı Bediiyye)


Madem Kur'an Allâmü'l-guyub'un kelâmıdır ve madem وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ işaretiyle Kitab-ı Mübin'in bir nüshası olan Kur'an'da hâdisat-ı âleme işaret vardır.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Çünkü madem Allâmü'l-Guyub'un kelâmıdır,

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ

işaret olunan Kitab-ı Mübin'in bir nüshası olan Kur'an'da hâdisat-ı âleme işaretler vardır ve kısmen göstermişiz.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Bu âlemin mutasarrıfının, âlemde cereyan eden küçük-büyük hiçbir şey bırakmadan "Kitab-ı Mübin" defterlerinde yazıp kayd ve hıfzeden bir hafîziyet-i tammesi vardır. Evet "Kitab-ı Mübin"in bablarından birisi, âlemde görünen "nizam" ve "mizan" hakikatlarıdır. Çünkü görüyoruz ki; her şey vazifesi bitip, ömrü sona ermesiyle ve âlem-i şehadetteki vücuddan gitmesi ile, onun Fâtırı onun birçok suretlerini elvah-ı mahfuzada tesbit ediyor ve onun ekser tarih-i hayatını onun netaici olan meyve ve tohumlarında nakşediyor ve âlem-i gayb ve şehadetin birçok ayinelerinde ibka ediyor. Hattâ eşyadan birçoğu var ki, kendi etrafında bulunan diğer eşyanın cereyan-ı muamelelerinin suretini alıp zabtetmek için âdeta vazifedardır.

Eğer istersen beşerin hâfızasına, ağacın semeresine, meyvenin nüvesine, çiçeğin tohumuna bak. Tâ ki, hıfz ve hafîziyetin azametli kanununun ihatasını fehmedesin. Hattâ bu hafîziyet kanunu, eşya-yı seyyale-i zâilede dahi görünmektedir. Buna göre, âlem-i gayb ve âhirette semere verecek olan mühim umûrlarda, bu kanun-u hafîziyetin ne derece kuvvetli olduğunu kıyaset! İşte şu muhafaza-i tammeden anlaşılıyor ki; bu mevcudatın sahibi gayet büyük bir ehemmiyetle mülkünde cereyan eden her şeyin muamelatını zabtediyor. Hem vazife-i hâkimiyetinde nihayet dikkatli olduğu ve saltanat-ı rububiyetinde tam bir intizamı takib ettiği görünmektedir. Öyle ki, en edna bir hâdiseyi ve cüz'î, ehven bir ameli ve çok az bir hizmeti de yazar ve yazdırıyor. Ve emr-i tekvinîsi ile mülkünde cereyan eden bütün her şeyin suretlerinin alınmasını ve bütün fiil ve amellerin hıfzedilmesini ve ettirilmesini emir ediyor... İşte şu hafîziyet ise, bir muhasebeye işaret ediyor, belki tasrih ediyor ve belki öyle bir muhasebeyi istilzam ediyor. Hele bilhassa ekrem ve eşref-i mahlukat olan insanın en büyük ve en ehemmiyetli amelleri hakkında olsa!..

(Lasiyyemalar, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Evet kâinatta şu göz önündeki nizam ve mizan ise, hem kitab-ı mübin ve hem de kitab-ı kâinattan, Cenab-ı Rahman'ın derlediği iki kabzaya iki ünvandırlar. Amma Kur'an, o her iki kitabın ve bu her iki kabzanın tercümanı ve fezlekesidir.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İsm-i Hafîz'in tecelli-i etemmine işaret eden[5]

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْاَرْض وَلَا فِيِ السَّمَاءِ وَلَا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرَ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍِ

âyetleridir. Kur'an-ı Hakîm'in bu hakikatına delil istersen; Kitab-ı Mübin'in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine bak, ism-i Hafîz'in cilve-i azamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının nazîresini çok cihetlerle görebilirsin.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


İkinci adam ise, onu görür görmez, bildi ki; o Kitab-ı Mübin, Kur'an-ı Hakîm'dir. Müzeyyen olan harflerinin nukuşu ile hiç iştigal etmedi. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, ötekinin meşgul olduğu şeyden milyonlar mertebe daha âlî, daha gâlî, daha latif, daha şerif, daha ezyen ve daha ahsendir. Yani, o Kur'an'ın ma'ânisindeki cevherlerin beyanına ve enva'ının esrarına dair şeylerle meşgul olup, âyetlerin hakaikından bahseden bir tefsir yazdı.

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Kader: Kitab-ı Mübin bedihi kaderden ve İmam-ı Mübin nazari kaderden haber verir.
  • Levh-i Mahv-İspat: Sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz'un mümkinat aleminde yazar bozar bir tahtası; hakikat-i zaman.
  • İlim: İmam-ı Mübin, Allah'ın ilim ve emrinin bir nevi defteridir.
  • Emir: İmam-ı Mübin, Allah'ın ilim ve emrinin bir nevi defteridir.
  • Kudret: Kitab-ı Mübin, Allah'ın kudret ve iradesinin bir nevi defteridir.
  • İrade: Kitab-ı Mübin, Allah'ın kudret ve iradesinin bir nevi defteridir.
  • Levh-i Mahfuz: Kitab-ı Mübin ve İmam-ı Mübin Levh-i Mahfuz’un defterleridir.
  • Zaman:
  • Kur'an: Bir görüşe göre Kitab-ı Mübin ya da Kitab-ı Mübin'in bir nüshası.

İlgili Kategoriler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. https://lugatim.com/s/%C4%B0MAM
  2. https://islamansiklopedisi.org.tr/mubin
  3. Bu mertebe-i sâdise, sair mertebeler gibi yazılsa idi, pek çok uzun olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin, kısa ifade ile beyan edilemez. Otuzuncu Söz'de bir nebze zikredildiğinden burada kitabeten kısa kesip, derste izahat verdik. -Müellif-
  4. Arabî asılda, "Kitab-ı Mübin" diye yazılıdır. Fakat "İmam-ı Mübin" olması ihtimali vardır. (Mütercim)
  5. Arabî asılda, "Ey ism-i Hafîz'in şahitlerini görmek isteyen zat, bil ki:" ifadesiyledir. (A.B.)