Risale:Zehre (Mesnevi Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Habbenin Zeylinin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Zehrenin Zeyli: Sonraki Risale

Kur'an-ı Hakîm'in Gülistanından Bir

=ZEHRE (Bir çiçek)

Dünyadaki her zîhayat, birer vazifedar asker gibidir ki, ancak Padişah-ı Zülcelal'in hesabıyla ve ismiyle işlerler. Demek herkim kendini malik zu'mederse o helâk olmuştur.

Evet kâinatta şu göz önündeki nizam ve mizan ise, hem kitab-ı mübin ve hem de kitab-ı kâinattan, Cenab-ı Rahman'ın derlediği iki kabzaya iki ünvandırlar. Amma Kur'an, o her iki kitabın ve bu her iki kabzanın tercümanı ve fezlekesidir.

Said-i Nursî

Bir hatırlatma ve bir i'tizardır

Merhum Abdülmecid Efendi'nin tercümesi olan Türkçe Mesnevî'de, Arabî 'Zehre Risalesi' yerine, Onyedinci Lem'a olan Notalar Risalesi olduğu gibi konulmuş. Halbuki o Notalar ise, Zehre Risalesi'nden başka, diğer risalelerden de muhtelif bazı parçalar alınmış olduğuna, Notaların başındaki Mukaddeme'de Hazret-i Üstad tarafından beyan buyurulmuştur. Hem 'Zehre'nin, Notalara geçen yirmibeş i'lemlerinden yalnız onyedisidir. Geri kalan sekiz tane i'lemler, Molla Abdülmecid tarafından tercüme edilmediği gibi, Notalarda da yoktur. Hem de Zehre'nin, Notalardaki i'lemleri Arabî Zehre Risalesinin sırasına göre değildir. Meselâ en sonundaki i'lemler, Notaların baş kısmında dercedilmişlerdir.

Hülasa: Zehre Risalesi'yle Onyedinci Lem'a olan Notalar, muhteva, şekil ve terkibce ayrı ayrı şeylerdir. Şu halde, bu fakir Zehre'yi Zehre olarak muhafaza etmek için Hazret-i Üstad tarafından tercüme edilip Notalar ismini alan Zehre'ye ait i'lemlerini arabî aslında bulunan çok cüz'î bazı ziyadeliklerden başka, teberrüken olduğu gibi alarak, tercüme edilmemişlerini de tercüme ederek, Zehre'deki i'lemlerin sırasına göre dercedip ve başlarında yazılı (Birinci Nota, İkinci Nota...) olarak değil; belki (İ'lem, İ'lem...) diye aynen yazmayı daha muvafık buldum.

Ancak, Hz. Üstad Notalar'a geçen kısmını "Zehre"deki aslına tam riayet etmiyerek, genişçe ve serbest bir tercüme tarzında yapmış olduğundan; biz de, asl-ı Arabîsini aynen muhafaza etmek değil, Üstadın tefsirli tercümesini olduğu gibi -bu risaleye mahsus olmak üzere- almayı uygun bulduk. (A.B.)

Mütercim

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الْحَاكِمِ الْحَكَمِ الْحَكِيمِ الْاَزَلِيِّ الَّذِي نَظَّمَ هٰذِهِ الْكَائِنَاتِ بِقَوَانِينِ عَادَتِهِ وَسُنَّتِهِ وَعَيَّنَهَا بِدَسَاتِيرِ قَضَاءِهِ وَقَدَرِهِ وَاَسَّسَ بُنْيَانَهَا بِاُصُولِ مَشِيئَتِهِ وَحِكْمَتِهِ وَزَيَّنَهَا بِنَوَامِيسِ عِنَايَتِهِ وَرَحْمَتِهِ وَنَوَّرَهَا بِجَلَوَاةِ اَسْمَاءِهِ وَتَجَلِّيَاةِ صِفَاتِهِ وَهُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ السَّرْمَدِيُّ الَّذِي مَا هٰذِهِ الْكَاءِنَاةُ بِمَاهِيَّاتِهَا وَهُوِيَّاتِهَا وَتَمَايُزَاتِهَا وَتَزَيُّنَاتِهَا وَمَوَازِينِهَا وَمَحَاسِنِهَا اِلَّا خُطُوطُ قَلَمِ قَضَاءِهِ وَقَدَرِهِ وَنُقُوشُ پَرْكَارِ عِلْمِهِ وَحِكْمَتِهِ وَتَزْيِينَاةُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهِ وَعِنَايَتِهِ وَاَزَاهِيرُ رِيَاضِ لُطْفِهِ وَكَرَمِهِ وَثَمَرَاةُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَ نِعْمَتِهِ وَلَمَعَاةُ تَجَلِّيَاةِ جَمَالِهِ وَ كَمَالِهِ جَلَّ جَلَالُهُ حَمْدًا يَزِيدُ عَلَي ضَرْبِ جَمِيعِ الذَّرَّاةِ فِي الذَّرَّاةِ فَيَا مَنْ بِتَلَأْلُوءِ لَمَعَاةِ بُرُوقِ شُرُوقِ اَسْمَاءِهِ ظَهَرَ عَجَاءِبَ الْمَخْلُوقَاةِ وَيَا مَنْ تَسَاوَي بِالنِّسْبَةِ اِلَي قُدْرَتِهِ الذَّرَّاةُ وَالسَّيَّارَاةُ وَيَا مَنْ كَتَبَ عَلَي مِسْطَرِ الْكِتَابِ الْمُبِينِ اَلْمَصْدَرَ لِلنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ هٰذِهِ الْكَاءِنَاةِ الْمُتَزَيِّنَاةِ اِنَّا نُقَدِّمُ اِلَيْكَ بَيْنَ يَدَيْ كُلِّ سُكُونٍ وَحَرَكَةٍ تَتَحَرَّكُ بِهَا ذَرَّاةُالْعَالَمِ وَمُرَكَّبَاتُهَ شَهَادَةً نَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ ٭ وَنَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَِ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاةِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِي الْكَلِمَاةِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِكَ فِي مَرَايَا تَمَوُّجَاةِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِيٍء مِنْ حِينِ النُّزُولِ اِلَي يَوْمِ النُّشُورِِ

1. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse, -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hakk hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile "Bismillah" der, sana verir. Sen de Allah hesabına "Bismillah" de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o "Bismillah" demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünki

وَلَا تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ

âyetinin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikî'yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz!" demektir. O halde, hem veren "Bismillah" demeli, hem alan "Bismillah" demeli. Eğer o "Bismillah" demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan; sen "Bismillah" de, onun başı üstünde ona ve sana in'am eden rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, "iktiran" tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin madum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir; şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şeraitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, bir tek şartın ademiyle oluyor.

Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurmasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla; ve esbab-perestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil!.

Evet 'iktiran' ayrıdır, 'illet' ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet, rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir.

Meselâ: Risale-i Nur'un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk'ın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Husrev, Re'fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler, üstadlarına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur'anîde verdiği nimet-i istifade ile, üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki: "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir."

Ben de derim: "Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk'ın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de rahmet-i İlahiyedir. Ben de sizin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum... Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçare nasıl hizmet edecekti. Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmette muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz. İşte bu mes'ele, gaflet ve şirk-i hafî derecelerinin anlaşılmasına tam bir ölçüdür.

Hem nasıl ki bir cemaatın malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zabtetse zulmeder. Öyle de: Cemaatın sa'yleriyle hasıl olan bir neticeyi veya cemaatın haseneleriyle terettüb eden bir şeref ve bir fazileti, o cemaatın reisine veya üstadına vermek; hem cemaata, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünki enaniyeti okşar, gurura sevkeder. Kendini kapıcı iken, padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar.

Evet, bir kal'ayı fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet şerefini, yalnız binbaşısı alamaz. Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba' telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma'kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Senden Güneşe karşı minnetdar olmaya bedel, ayineyi masdar telakki edip, Güneşi unutup, aynaya minnetdar olmak, divaneliktir. Evet ayna muhafaza edilmeli; çünki mazhardır.

İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ı Hak'tan gelen feyze ma'kes olur. Müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında bir makam verilmemek lâzımdır.

Hattâ bazan olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarıyla; o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir'at-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede, âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır. O ayinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki ayinede değil, belki ayineye olan dikkat-ı nazar vasıtasıyla ayinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış görünüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin halis bir müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir ve döner şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.

2. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey esbabperest insan![1] Acaba garib cevherlerden yapılmış acib bir kasrı görsen ki, yapılıyor. Onun binasında sarfedilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin'de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında aynı günde şark, şimal, garb, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celbolup yapıldığını görsen; hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün Küre-i Arza hükmeden bir hâkim-i mu'cizekârdır.

İşte her bir hayvan, öyle bir kasr-ı İlahîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz'dan, ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi; hacâtı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, rabıtaları ve alâkaları dünya ve âhiret edvarında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir.

İşte ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zat olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil; arz ve sema birer sahife; ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir zat olabilir. Öyle ise insanın ma'budu ve melcei ve halaskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine maliktir.

3. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا قَلْبِي Bil ey kalbim! Bazı eblehler var ki, Güneşi tanımadıkları için, bir ayinede Güneşi görse, ayineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; Güneş, ayinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir. O vakit anlar ki, ayinede görünen Güneş; ayineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o ayineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki ayinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir ayinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o ayine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil.. belki o ayinede istidada göre cilvesi bulunan Baki-i Zülcelal'in bir isminin cilvesine karşı muhabbetindir ki, belahet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir,

يَا بَاقِي اَنْتَ الْبَاقِيِ

de!. Yani: Madem Sen varsın ve bakisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..

4. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey insan! Fâtır-ı Hakîm'in senin mahiyetin koyduğu en garib bir halet şudur ki: bazen dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık ve o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıklete, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl ki, küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a'malinin ekseri ve sahaif-i ömrünün ağlebi girdiği gibi; çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

5. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünüyor. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman, sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi ma'dum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikas edip, gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, ma'dum bir dünyayı mevcud zannedersin.

Nasıl bir hat, sür'at-i hareketiyle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dardır, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.

Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir...

6. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İsm-i Hafîz'in tecelli-i etemmine işaret eden[2]

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْاَرْض وَلَا فِيِ السَّمَاءِ وَلَا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرَ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍِ

âyetleridir. Kur'an-ı Hakîm'in bu hakikatına delil istersen; Kitab-ı Mübin'in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine bak, ism-i Hafîz'in cilve-i azamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının nazîresini çok cihetlerle görebilirsin.

Ezcümle: ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek, ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve camid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrafil-vari melek-i ra'd; baharda nefh-i sur nev'inden yağmura bağırması ve yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki; o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fatır-ı Hakîm'den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki; onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal-i hikmet parladığı görünüyor. Çünki görüyorsun ki: O birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz edip ayrılıyor.

Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fatır-ı Hakîm'in nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bize uzatıyor. İşte bu, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, Gün aşıkı namındaki çiçekle, Hercaî menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi, yüzümüze gülüyorlar. Kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefsilerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hakeza, kıyas et!.. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlar ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat ve kusur yok.

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ

sırrını gösterir. Her bir tohum, ism-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsanıyla; ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.

İşte bu hadsiz hârika muhafazayı yapan Zat-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafiziyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kat'i bir işarettir.

Evet bu ehemmiyetsiz, zail, fani tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi, bir hüccet-i katıadır ki; ebedî te'siri ve azîm ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilip muhasebesi görülecek.

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ ve kella!.. Belki insan, ebede meb'ustur; ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.

(Arabî asılda: "İşte minvali üzerine senin dokuman için sana gösterdiğimiz şu misal ise, ancak bir harmandan bir avuç, ya da bir denizden bir yudum, belki de sahraların kumundan bir habbe ve tepelerinden bir nokta; veya göklerin yağmurundan bir damla da değildir." diye yazılı... (A.B.))

İşte hafîziyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şahidler had ve hesaba gelmez. Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir.

İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir Hafîz-i Rakîb ve bir Şehid-i Hasib'dir.

7. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey gafil Said bil ki! Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen; ve dünyanın harabıyla senden müfarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terkedip arka çeviren ve bâhusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyi' etmeyen, hususan bir-iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü anında seni terkeden fani şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir. Eğer aklın varsa; uhrevî infilakatında, berzahî etvarında ve dünyevî inkılabatının müsadematı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme! onların zevalinden kederlenme!..

Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin latifelerinin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fatır-ı Hakîm'in(C.C) emrine muti' olan o sultanına itaat et, kurtul!..

8. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ki! Ben, hakikatdar bir rü'yada gördüm ki, insanlara diyordum: "Ey insan! Kur'anın desatirindendir ki, Cenab-ı Hakk'ın masivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlukat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavî oldukları gibi, mahlukıyet nisbetinde de birdirler."

9. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemût ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telakki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz.

Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan ayinesini bir haneye veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe o ayinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tagayyür ayinenin başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünki senin elindeki ayinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız ayinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir.

Senin hayatın ve ömrün, bir ayinedir. Senin dünyanın direği ve ayinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..

10. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ki: Ekseriyetle Fatır-ı Hakîm'in âdetidir; ehemmiyetli ve kıymetdar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi; mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde, o kıymetdar ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor.

İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem fünûnun ittifakıyla ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlukat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymetdar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev'i hükmündedir. Elbette kat'î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde beşerin her bir ferdi; aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

11. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey câhil ve mağrur nefsim bil ki: Her bir makamın, her bir mertebenin bir gölgesi, belki üst üste müretteb çok gölgeleri bulunabilir. (Şu halde zıll ile aslı birbiriyle iltibas etmemek gerektir. Çünkü) zıll nerede, asıl nerede?

Evet acaba bir adam, bir padişahın serir-i saltanatının aksini kendi altındaki su içinde görse veyahut rüyasında kendini bir padişahın tahtına oturmuş görse, kendini padişah veya padişahla müsavi zannetmesi.. veyahut kendi su havzı içinde yıldızları müşahede etmekle, kendini yıldızlar arasında veya daha fevkinde seyran eden zatlar gibi zannetmesi hiç lâyık olur mu?

İşte aynen bu temsiller gibi, seyr-i melekûtîde ilmini ve aklını beraber götüren adam, gururdan gelen büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Zira onun ilmi; bir mertebe-i asliye sahibinin makamına terettüb eden çok gölgelerden birisi geçmesiyle, ondan bir zıll alması sebebiyle, kendini o asıl mertebenin sahibiyle mukayese etmesi tehlikesi vardır. Hem böylesi bir adam, ucbdan gelen gayet büyük bir hatanın da eşiğindedir. Çünkü kendisine verilen nimete karşı küfran ederek

اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ

diyecek, (yani nefsine isnad ettiği o hal ve o şey, kendisi için bir fitne olduğu halde, ben kendi ilim ve iktidarımla buldum ve kazandım diyecektir.)

12. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; âyât-ı Kur'aniye'nin âhirlerinde bulunan fezlekeler, yalnız bulunduğu o âyete bakmıyor. Belki bütün âyetlerin birbirine tesanüdü ve birbirini mülahaza ettirmeleri ve birbirine bakmaları sebebiyle; o kıssanın mecmuuna, belki surenin tamamına, belki mecmu-u Kur'an'a nazar etmektedir.

Öyle ise, o fezlekedeki hakikatı yalnız bulunduğu o âyetin mealinin mizanıyla tartma. Hem onun azametini yalnız o fezlekenin zikrine mehd-i mahal olmuş olan bir hükm-ü cüz'î üzerine yükleme. Yoksa hakkını bahsedip noksanlaştırırsın.

Meselâ ferman etmiş:

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هٰذَا الْقُرْآنِ

وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاةِ

وَلَقَدْ ضَرَبْنَا فِي هٰذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ

وَاِنَّ اللّٰهَ عَلِيمٌ قَدِيرٌ

وَاِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

ve hem لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ve لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ ve daha bunlara benzer âyetlerin ekser âyât-ı Tenziliye ile beraber ekser âyât-ı tekviniyeye de, hem de ekser ahval-i beşeriyeye bakar gözleri vardır.

Demek, âyâtın sonları onlarla mühürlenen hem o âyetler, onlarla te'yid edilen Kur'anın şu gibi hâtimeleri ise, muhatabın başını dağınık olan cüz'-ü müşettetten kaldırıp, küll-ü basite ve cüz'-ü mufassaldan, küll-ü mücmele baktırıyor. Hem onun nazarını maksad-ı a'lâ olan hâtimedeki fezleke-i esmaya tevcih ettiriyor.. ve daha bunlar gibi esrar-ı belâgatın yüksek düsturlarına nazarı çeviriyorlar.

13. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَ قَلْبِي[3]

Ey kalbim bil ki, şeytan bazan gayr-ı mahdud ni'metlerin nihayetsizliğini göstermekle seni mugalataya düşürmek ister ki; sana in'am olunan nimetlerin kıymetini senin nazarından düşürtsün. İşte sen o zaman kendi ihtiyaçlarına ve nefsine ve aczine ve nimetin hikmetine ve nimet içindeki kasdî in'ama nazar et. Hem onunla tecelli-i kudretin tenâhisizliğine ve ilim ve iradesinin hududsuzluğuna, hem de kendi vücudunun netice ve gayeleri, o vücudun esma-i hüsnaya malik olan sahib-i hakikîsine ait olmasına bak!..

Ve keza, bazan şeytan-ı müvesvis, senin enaniyetinden istimdad edip nefsinin firavuniyetine dayanarak; hayvanatın küçüklüklerini ve haşaratın ehemmiyetsizlik ve hasisliklerini irae etmek suretiyle gözünün önüne koyarak, "Bunların seri-üz zeval olan hilkatlerinde ne gibi bir fayda vardır?" diyerek seni başka bir mugalataya yuvarlandırmak ister. Yani ki gaye-i hayattan maksud-u aslî, yalnız bu dünya hayatı olduğunu ve hayatın kıymet ve ehemmiyeti ise, yalnız buradaki yaşamaktan ibaret olduğunu telkinden sonra; hayvanat ve haşaratın abesiyetlerini telkin eylemeye çalışır. Tâ ki onların hayatlarında müşahede edilen şu üç hakikat-ı vasia ki, "Rahmet, nimet ve itkan-ı san'at"tır. Kıymet ve ehemmiyetini gözünden ıskat ettirip, tatil ile sanii sana unuttursun.

İşte o zaman sen dahi, -eğer hayvanata ve onların zâhirdeki ehemmiyetsizliklerine nazar etmekte isen- şu görünen semavatı bütün yıldızlarıyla ve arzı, umum hayvanatıyla beraber göstererek mukabele et! Amma eğer sen, sen isen...

Yok eğer sen kendinden çok küçük olan hayvan ve haşarata bakmakta isen, o zaman sen ey hüceyre-i kübra! Kendi cesedindeki hüceyratın garaib-i hayatına ve bu dünya hayatında bulundukça vücudunda deveran eden kanının içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın vazifelerine ve kalbini tavaf edip dönen kendi letaifinin rekakat ve inceliklerine bak, şeytanı sustur.

14. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Biliniz ki, şu i'lemde Avrupa fünûnu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekat-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünûn ve medeniyeti, o seyahat-ı kalbiyede emraz-ı kalbiyeye inkılab ederek ziyade müşkilata medar olduğundan; bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı manevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir; Birisi: İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi' san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa'ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitab ediyorum. Şöyle ki: O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünûn-u nâfiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı manevîsine karşı demiştim: Bil ey ikinci Avrupa!

Bil ki, Avrupa ikidir. Birisi: Beşere menfaatlı ve Hz.İsa'nın dininden ve İslâm medeniyetinden istifade ile, şu dünya hayatında insanoğlunun istirahatına medar sanat ve saireyi, Allah'ın ihsanıyla izhar eden Avrupa'dır.

İkincisi ise: Semavî dinlere muhalefet eden ve felsefe-i tabiiye ve maddiyeye dayanan; ve medeniyetteki seyyiatı hasenatına galebe eden; ve beşeriyetin ekseriyetinin meşakkat ve şekavetine sebeb olan Avrupa'dır. İşte ben, bu ikinci kısma hitab ediyorum.

Sen sağ elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki: 'beşerin saadeti bu ikisi iledir.' Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.

Ey küfr ü küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle zâhirî bir surette aldatıcı bir zinet ve servet içinde bulunmasıyla, saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes'ud denilebilir mi? Âya görmüyor musun ki, bir adamın cüz'î bir emirden me'yus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor.. şirin vaziyetler onu tazib ediyor.. dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş'et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zail ve yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes'ud denilebilir mi? İşte sen bîçare beşeri böyle baştan çıkardın. Yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azab çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmaresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevkettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol vardır. Birisinden gidiyoruz, görüyoruz ki; her adım başında bîçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasbederek kulübeciğini harab ediyorlar. Bazan da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline sema ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler, zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan umumî bir matem, o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden; o yolda giden, iki şeyden birisine mecbur olur:Ya insaniyetten tecerrüd edip, nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helaketi onu müteessir etmesin.. veyahut kalb ve aklın muktezasını ibtal etsin.

Ey sefahet ve dalalette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehan ile, ruh-u beşere bu cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladın ki: bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı a'la-yı illiyyînden, esfel-i safilîne atar, hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilaç, muvakkaten ibtal-i his hizmetini gören câzibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilacın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misale benzer.

İkinci yol ki: Kur'an-ı Hakîm hidayetiyle beşere hediye etmiştir. Şöyledir: Görüyoruz ki o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir Sultan-ı Âdil'in müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o Sultan'ın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silahlarını, atlarını ve mirî levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silahlarının teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar. Hakikat noktasında terhis ile müferrah olup, Sultan'ın ziyaretine ve padişahın payitahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmeleri cihetinden gayet memnun oluyorlar. Bazan terhis me'murları acemi bir nefere rastgeliyorlar. Nefer onları tanımıyor. "Silahını teslim et" diyorlar. Nefer diyor: "Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim; sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz?!. Eğer onun izin ve rızasıyla gelmiş iseniz, baş ve göz üstüne geldiniz, emrini gösteriniz; yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim için değil, çünki nefsim benim değil, sultanımındır. Belki bendeki nefsim ve silahım, malikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmiyeceğim!.." der.

İşte o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvali sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namında sevinç ve şenlikle bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye var; ve vefiyat namında sürur ve musikî ile bir terhisat-ı askeriye görünüyor. İşte Kur'an-ı Hakîm beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.

Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esasatının bir kısmı şunlardır ki: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar her bir zîhayat kendi nefsine maliktir ve kendi zatı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı, yaşamak ve bekasını te'min etmektir." diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerim'in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstur-u teavünle; nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahimane, kerimane cilvelerini cidal zannedip, "hayat bir cidaldir" diye ahmakane hükmetmişsin.

Acaba o düstur-u teavünün cilvesinden olan zerrat-ı taamiyenin, kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir, nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdad ve o koşmak, Kerim bir Rabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın: "Her şey kendi nefsine maliktir." diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine malik olmadığına kat'î bir delil şudur ki: Esbabın içinde en eşref ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesinden yüz cüz'ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren yalnız meşkûk tek bir cüz'dür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz'ünden bir cüz'üne malik olmayan, nasıl kendine maliktir denilir?! Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruf ve temellükten eli bağlanmış bulunsa; sair hayvanat ve cemadat "kendi kendine maliktir" diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemadattan daha ziyade camid ve şuursuz olduğunu isbat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehandır. Yani hârika, menhus zekândır. O kör dehan ile, her şeyin Hâlıkı olan Rabbini unuttun; mevhum bir tabiata isnad ettin; âsârını esbaba verdin; o Hâlıkın malını, bâtıl mabud olan tağutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehan nazarında her zîhayat, her bir insan, tek başıyla hadsiz a'daya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hacatın tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zail lem'a gibi bir şuur, çabuk söner şu'le gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a'daya ve hacata karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki o bîçare zîhayatın sermayesi, binler matlublarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftar olduğu zaman; sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor,

وَمَا دُعَٓاءُ الْكَافِرٖينَ اِلَّا فٖى ضَلَالٍ

sırrına mazhar oluyor. Senin karanlıklı dehan, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulümatlı geceye ısındırmak için; yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürur ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar; belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehane gülmesine, -o ışıklar- müstehziyane gülüp eğleniyorlar.

Her bir zîhayat senin şakirdlerin nazarında zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadalar; ölümlerden, elemlerden gelen vaveylalardır.

Senden tam ders alan şakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü her şeyi, kendine Rab telakki eden bir firavun-u zelildir.

Hem senin şâkirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir!

Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zatında gayet âciz bir cebbar-ı hodfüruştur.

O şakirdin gaye-i himmeti, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-ı nefsiyesini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddi olarak hiçbir şeyi sevmiyor. Her şeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kur'anın halis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat a'zam-ı mahlukata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve azam bir menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

Hem halim selimdir. Fakat Fatır-ı Zülcelalinden başka, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halim-i âlîhimmettir.

Hem fakirdir. Fakat onun Malik-i Kerimi ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnidir.

Hem zaiftir. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-i kavidir ki, Kur'an hakikî bir şakirdine cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zail fani dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!

Hem felsefe-i sakimenin şakirdleriyle Kur'an-ı Hakîmin tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla müvazene edebilirsiniz. Şöyle ki: Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dava açar.

Kur'anın şâkirdi ise, semavat ve arzdaki umum salih ibadı kendine kardeş telakki ederek, gayet samimi bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes'ud oluyor. Ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder. Hem en büyük şey olan Arş ve Şems'i, müsahhar birer me'mur ve kendi gibi bir abd, bir mahluk telakki eder.

Hem iki şâkirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esma-i ilahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir. "Evradlarınızı bununla okuyunuz!" der.

İşte Kur'anın tilmizlerinden Şah-ı Geylanî, Rufaî, Şazelî (R.A.) gibi şâkirdleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adedlerini, mahlukatın aded-i enfasını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenab-ı Hakk'ı zikir ve tesbih ediyorlar. İşte Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanın mu'cizane terbiyesine bak ki; Nasıl edna bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur'an ile ne kadar teali ediyor.. Ve ne derce letaifi inbisat eder ki; koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor... Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenab-ı Hakk'ın edna bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevazuu cem'ediyor. Felsefe şakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

İşte felsefe-i sakime-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehasının yanlış gördüğü hakikatları; iki cihana bakan, gayb-aşina parlak iki gözü ile iki âleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüda-yı Kur'anî der ki:

"Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin maliki her şeye kadirdir, her şeyi bilir bir Rahim-i Kerim'dir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiat sana verecek. Sen muvazzaf ve me'mur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et!. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza ediyor.

Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Malik'in esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Yani: Ben malikimin hizmetindeyim!.. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldin ise merhaba, safa geldin! Çünki elbette bir vakit O'na döneceğiz ve O'nun huzuruna gideceğiz ve O'na müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekalifinden azad edecek. Haydi ey musibet! O terhis ve o azad etmek, senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa; benim takatim yettikçe, emin olmayana Malikimin emanetini teslim etmem!" der. İşte binden bir nümune olarak deha-yı felsefînin ve hüda-yı Kur'anînin verdikleri derslerin derecelerine bak.

Evet iki tarafın hakikat-ı hali sabıkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidayet ve dalalette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatı tamamiyle hissedemez. Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdiyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körü körüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri![4] Frenkleri taklide çalışmayınız! Âya, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkarlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz.

Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibanız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!

هَدٰينَا اللّٰهُ وَ اِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقٖيمِ

15. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telaşa düşen ve itikadını bozan bîçare insan! Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil. Çünki insan, eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikce, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki: Hayvanatın kemmiyet ve aded itibariyle hadsiz birçokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum enva-ı hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.

İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk'ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fatır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü'min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, akıbetinde müstehak oldukları cehenneme teslim eder. İşte küffarın ve ehl-i dalaletin bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünki nefiy sırrıyla ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Meselâ, Bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında Ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin isbatıyla o cemm-i gafirin nefiy ve ittifakı sukut eder. Madem küfrün ve dalaletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır; cehildir ve ademdir, küffarın kesret ile ittifakı ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu isbat olunan mesail-i imaniyede şuhuda istinad eden iki mü'minin hükmü, hadsiz ehl-i dalaletin ittifakına racih olur, galebe eder.

Bu hakikatın sırrı şudur ki: Nefyedenlerin davaları sureten bir iken, müteaddiddir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İsbat edicilerin davaları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünki: Gökteki Hilal-i Ramazanı görmeyen der ki: "Benim nazarımda Ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Başkası da, "Nazarımda yoktur." der. Daha başkası da öyle der. Her biri kendi nazarında "yoktur" der. Her birinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, davaları da ayrı ayrı olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat isbat edenler demiyor ki: "Benim nazarımda ve gözümde Hilal var." Belki "Nefs-ül emirde, göğün yüzünde Hilal vardır, görünür" der. Görenler bütün aynı davayı; "nefs-ül emirde vardır" der. Demek bütün davaları birdir.

Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, davaları da ayrı ayrı olur. Nefs-ül emre hükmedemiyorlar. Çünki nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzımdır

وَ الْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لَا يُثْبَتُ اِلَّا بِمُشْكِلَاتٍ عَظٖيمَةٍ

bir kaide-i usuldür. Evet bir şeyi[5] dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin. İşte bu sırra binaen; ehl-i küfrün bir hakikatı nefyetmesi ise, bir meseleyi halletmek, veyahut dar bir delikten geçmek, veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünki birbirine yardımcı olamaz. Fakat isbat edenler nefs-ül emirde hakikat-ı hale baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım ediyor. Büyük bir taşın kaldırılmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırılması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.

16. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevkeden bedbaht hamiyet-füruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünki mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde "Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya müsalaha etse, hakk-ı hayatı var" diye Usul-i Şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık merdud-üş şehadettir. Çünki haindir.

Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve "ekseriyetin efkârı benimle beraberdir" deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor... Hiçbir fâsık yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İlla ki, el-iyazübillah! İrtidad ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, "müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü'minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.

اَلْحَرٖيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ

durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefsi ve hevası ve ihtiyacı ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok daîleri var. Halbuki bâkî olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.

Eğer sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bakiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa o az daîleri susturup, çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

Âya zanneder misin; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş'et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusî ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki,[6] zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor. Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyeti temin ve kolayca idare etmek ise, kat'iyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediliyorsunuz. Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatin idaresinden daha müşkildir.

İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevk olunmaya ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te'sisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.

17. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tenbel insan! Bil ki; Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatını, nefs-i hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat, hattâ bir nokta-i nazarda camidat dahi, evamir-i tekviniye tabir edilen hususî vazifelerinde, kemal-i şevk ile ve bir çeşit lezzet ile evamir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut; tâ Şems ve Kamer'e kadar her şey kemal-i lezzetle vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından akıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.

Eğer desen: "Zîhayatta lezzet kabildir, cemadatta nasıl şevk ve lezzet olabilir!"

Elcevab: Cemadat kendi hesablarına değil, belki onlarda tecelli eden esma-i İlahiye hesabına bir şeref, bir makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler ve arıyorlar. O vazife-i fıtriyelerinin imtisalinde, Nur-ul Envar'ın isimlerine birer ma'kes, birer ayine hükmüne geçtiğinden tenevvür eder, terakki ederler. Meselâ: Nasıl ki bir katre su, bir zerrecik cam parçası zatında ziyasız, ehemmiyetsiz iken; safi kalbiyle Güneş'e yüzünü çevirse o vakit o ehemmiyetsiz ve ziyasız katre ve cam parçası, Güneş'in bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder. İşte bu misal gibi, zerrat-ı mevcudat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in isimlerine vazifeperverlik cihetinde ayine olmalarıyla; o katre ve zerrecik şişe gibi gayet aşağı bir dereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gayet nuranî ve yüksek bir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabil ise, yani hayat-ı ammeden hissedar iseler, gayet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar, denilebilir.

Vazifede lezzet bulunduğuna en zâhir bir delil, sen kendi aza ve duygularının hizmetlerine bak. Her biri beka-i şahsî ve beka-i nev'î için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hattâ hizmeti terketmek, o uzvun bir nevi azabıdır. Hem en zâhir bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdane vaziyetleridir. Horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır.

Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder. İte atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki; açlık acısına ve ölmek elemine tereccüh eder, ziyade gelir. Hayvanî valideler yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden taneyi alır. Yalnız, insan nev'indeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünki insanlarda, zaaf ve acz itibariyle, daima bir nevi çocukluk var. Her vakit de şefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvanatın (horoz gibi) çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki; bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünki hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri; onları o vazife ile tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derceden Mün'im-i Kerim'in hesabına ve Fatır-ı Zülcelal'in namına görüyorlar.

Hem nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki: Nebatat ve eşcar, bir şevk u lezzeti ihsas eden bir tavır ile Fatır-ı Zülcelalin emirlerini imtisal ediyorlar. Çünki dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celbedecek zinetlerle süslenmeleri ve sünbüllenmeleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki: Onların, emr-i İlahînin imtisalinde öyle bir lezzetleri var ki; nefsini mahvedip çürütüyorlar.

Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendisi bir çamur yer. Nar ağacı safi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Hattâ hububatta dahi sünbüllenmek vazifesinde zâhir bir iştiyak görünür. Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen bir zat, bir bostana ve geniş bir yere çıkmayı müştakane ister. Öyle de: Hububatta sünbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor. İşte "Sünnetullah" tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki: İşsiz, tenbel, istirahatla yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle sa'yeden ve çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünki daima işsizler ömürlerinden şikayet eder; eğlenceler ile çabuk ömürlerinin geçmesini isterler. Sa'yedenler ve çalışanlar ise; şâkirdirler, hamdederler. Ömürlerinin geçmesini istemezler.

اَلْمُسْتَرٖيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهٖ وَ السَّاعِىُ الْعَامِلُ شَاكِرٌ

küllî düsturdur. Hem o sır iledir ki: "Rahat zahmette, zahmet rahattadır." cümlesi darb-ı mesel olmuştur.

Evet cemadata dikkatle nazar edilse; bilkuvve yalnız istidat ve kabiliyet cihetinde nakıs kalıp inkişaf etmeyenlerin, gayet bir içtihad ve sa'y ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmelerinde, mezkûr sünnet-i İlahiye düsturlarıyla bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki; o vazife-i fıtriyede bir şevk ve o mes'elede bir lezzet vardır. Eğer o camidin umumî hayattan hissesi varsa, şevk kendisinin olur; yoksa o camidi temsil eden, nezaret eden şeye aittir. Hattâ bu sırra binaen denilebilir: Latif ve nazik su incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile emre imtisal eder ki, demiri şak eder, parçalar. Demek bürudet ve taht-es sıfır soğuğun lisanıyla ağzı kapalı demir kaptaki suya "genişlen!" emr-i Rabbanîsi tebliğ edilince, şiddet-i şevk ile kabını parçalar, demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hakeza!.. Her şeyi buna kıyas et ki, Güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatından tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa'y ü hareket, kanun-u kader-i İlahî üzerine cereyan ediyor. Ve dest-i kudret-i İlahiyeden sudûr eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvinî ile zuhur eder. Hattâ her bir zerre, her bir mevcud, her bir zîhayat, bir nefer askere benzer ki; orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi; her bir zerre ve her bir zîhayatın dahi öyledir. Meselâ senin gözünde bir zerre, gözün hüceyresinde ve gözde ve asab-ı vechiyede ve bedenin Şerayin tabir edilen damarlarında, birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardır. Ve hakeza her şeyi ona kıyas et. Buna binaen her bir şey, bir Kadir-i Ezelî'nin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:

Biri: Tâkatının binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadir'in vücuduna şehadet eder.

İkincisi: Her bir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alim-i Kadir'e şehadet eder. Çünki zerre gibi bir camid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübin'in mühim ve ince mes'eleleri olan nizam ve mizanı bilemez. Camid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zat-ı Zülcelal'in elindeki Kitab-ı Mübin'in mühim ince mes'elelerini okumak nerede?

Eğer sen divanelik edip, zerrede o kitabın ince hurufatını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen; o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin.

Evet Fatır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin'in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Her şey öyle hâs bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin'in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.

Meselâ hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asasıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, Erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçücük tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş? Ve nereden öğrenmiş?

Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sivrisineğin yerinde olsaydım; bu san'atı, bu kerr u fer harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet Cevvad-ı Mutlak (Celle Celaluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadiyle ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi verir. Onunla evamir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi' etmiştir.

Bak o Hakîm-i Zülcelal'e; nasıl Kitab-ı Mübin'in düsturlarından, arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya hâs bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur; emri anlar, hareket eder.

وَ اَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ

âyetinin sırrını izhar eder.

İşte eğer bu İ'lemi tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ile

وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ رَحْمَةً

nin bir sırrını,

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

nin bir hakikatını,

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

nun bir düsturunu,

فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

nın bir nüktesini anlarsın.

18. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey müslümanları dünyaya davet eden gafil! Bil ki; hata ediyorsun!.. Evet ey gafil, zannediyor musun ki, insandan bizzat istenen şey, yalnız dünyanın imareti; ve sanayiin ihtiraı; ve rızkı tahsil; ve saire gibi dünyaya ait şeylerdir. Halbuki, emr-i "kâf ve nûn" mabeyninde olan sahib-ül mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına; ve insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanına; hem de vücud ve kevn ve vaki'de olan her şey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

Yahut acaba zu'm ediyor musun ki; seni sun'-u Hâlıkanesiyle yapan ve her zaman vücudunun tazelenmesiyle daima seni ve sende değişmekte olan zerrat-ı vücudunu san'at içinde halkeden bir zat, onun nizam-ı mülkü içinde senin yaptığın tasniatına veya kendi tasarrufatı içindeki faaliyetinde senin tavassutuna muhtaç olsun?!.

Evet, beşerin eliyle yapılan bütün masnuat, bir tek ağacın, yahut tek bir arının hilkatına veyahut bir tek gözün veya bir lisanın san'atına müsavi gelmediğini görmüyor musun?

19. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey gafil! Muhalatın en uzağı budur ki; seni halkeden Hâlık senin hayat ve yaşamaklığın için lâzım olan şeylerin halkedilip hazırlanarak sana geldiğini veyahut içinde değişmekte olduğun içtimaî ahval ve dünyevî etvarlarını bilmesin, görmesin, anlamasın hâşâ ve kellâ!

Evet sen hangi itikad ve hangi fikirde olursan ol, ister muattıl ve maddiyyun dahi ol, nutfe ve yumurtada, habbe ve çekirdekte bizzarure ve bilmüşahede bir faaliyet ve hallakiyet ve san'at ve tasarrufu görmektesin. İşte acaba senin aklınca mümkün olur mu ki; çekirdeğin içinde cereyan eden ve o çekirdeğin âlem-i nev'îsiyle olan münasebatına ve onlardan istifade edenlere bakan şu basîrane, hakîmane tasarruf ile mutasarrıf olan bir zat, ağaçlar âlemine ve onların ahvaline ve sair âlemler ile olan irtibatlarına ilim ve ıttılaı olmasın!..

Hem kuru ve basit bir habbenin sandukçasının kapısını açarak, ona hayatdar, hârika bir sünbül veren bir Fâlik-ul Habbi Ven-Neva, o tohum ve habbeyi eken ve ondan mahsulât ve hasad alan ve o habbenin âlem-i hayvanat ve muhitleriyle olan cihet-i irtibatını, hem o âlemde cereyan eden işleri görmesin, müşahede etmesin? Hâşâ!

Hem acaba sence ihtimal var mı ki, bir zat; yumurtayı kuş âlemine lâyık ve muvafık bir şekilde âlât ve edevat ile mücehhez bir civciv olarak tasvir etsin de, âlem-i tuyurun ahvaline ve onların komşuları olan sair enva'ların etvarına basîr olmasın?!.

Hem senin zu'm-u bâtılınca bir cevazı olur mu ki, nutfe denilen bir suyu alaka; ve alakayı mudga; ve mudgayı izam olarak; yani, kemikler ve kemik iskeletini et ile sıvayarak halkeden, sonra onu zîhayat bir mahluk olarak inşa eden bir Hâlık, hem de ondan bir Alim-i Basir ve Hakîm'in eser-i san'atı telemmu' eder bir surette -ki onun ilim ve rü'yet ve hikmetinin gayesi fevkinde bir gayenin olması muhaldir- tasvir eden bir Musavvir; hem o nutfe denilen bir sudan çıkan o insanı çok enva' ve âlemlerde tasarruf eder bir şekilde cihazlandıran bir mücehhiz, bütün bunları halkedip, san'atkârane icad etsin, fakat o Hallak-ı Alim, insanın âlemini ve o âlemin ahval ve şuunatını ve nev'-i insanın başında cereyan eden işleri müşahede etmesin. Hem insanın geçirmiş olduğu devirleri ve insanın cisim, havas, ruh, akıl ve hayaliyle ve daha bunlar gibi cevher-i insaniyette tevdi edilen birçok âlemlerin dürbünleri ve hakaikın mirsadları ile cevelan ettiği âlemleri bilmesin, görmesin, hâşâ ve kellâ!

Evet ey gafil, zanneder misin ki; senin ihtiyacına muvafık olarak san'atkârane yapılmış bir narı bir dal asasıyla veya senin için pişirilmiş, hazırlanmış bir kavunu ince bir hayt ile çıkarıp sana uzattıran ve eline veren bir zatın müdahalesinden hür ve me'munsun!..

Evet kavunun Saniini, kavunu yiyenden gafil zannetmek, ancak senin katı gafletinin eseri olabilir. Hem yine senin körlüğünden olabilir ki, o Sani-i Alim, nar meyvesini yiyenlerin ve onun tazelik ve yeşilliğiyle tefekküh edenlerin ne yaptıklarını ve lisan-ı hal ile,

سُبْحَانَ مَنْ صَوَّرَنِي فَاَحْسَنَ صُورَتِي

söyliyen nar ve kavunun san'atında hayrete düşenleri ve

فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

deyip bunların letafetinde tefekkür edenleri ve gayet yüksek ses ile

اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

diye nida eden onun ittikanlı süslü olan intizamında hayretkârane teemmül edenleri görmez, bilmez, kör bir kuvvet tevehhüm etmişsin.

Elâ ey câhil-i gafil! Zannediyor musun ki, şu semerat ve meyveleri bizim hususî hâcâtımıza lâyık bir surette hazırlayıp gönderen zat, bizleri görmesin, bilmesin?. Veyahut ellerimizin arasında ve evlerimiz ve diyarımız içinde bizim menfaatimiz, için bizlere behimî olan en'am ve sair hayvanatı serpip saçan ve bize müsahhar eden bir zat, bizi müşahede etmesin ve nazarı altında bulundurmasın, yüzbin def'a hâşâ ve kellâ!

20. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey kendi nefsine ve esbaba ve dünyaya itimad edip (bel bağlayan gafil!) Sen bu hal ile nasıl bir halde olduğunu biliyor musun? Evet sen bu vaziyetinle gündüzü güneşiyle beraber terkedip; gecede kendi yıldızcığına ve küçücük telemmuuna itimad eden bir yıldız böceği gibi oluyorsun. Hem senin meselin şöyle bir askere benzer ki; O asker tasavvur eder ki, onun padişahı kendi ihsan ve infakını, herkese, hattâ edna bir nefer ve bir hayvana kadar da serbest edip umumîleştirmiştir. Sonra da o nefer, kendi içinden der ki: "Şu halde ben nerede? Padişahın gayr-ı mütenahî nimetlerine mazharların arasında nazar-ı hassı ve inayet-i hususiyesi nerede? Halbuki benim kalbim, bir habib ve bir şefikin hususî olarak benim hissiyatıma imdad etmesine ve bana sahiblik etmesine muhtaçtır."diye, karara vardıktan sonra; "Öyle ise en iyisi ben padişahtan ayrı ve diğer bir sahib ve bir merci bulmalıyım" der.. Ve tutar, nizam-ı askerî haricinde bir rabıta ve muamelat taharri etmeye başlar. Ve böylece tâ âsi bir serkeş oluncaya kadar gittikten sonra, bir fâsık-ı mahrum gibi tardedilip hapsedilir.

Ona denilir ki: "Ey miskin-i bîçare! Bilmez misin ki, padişahın hazinesi hem senin hacetlerine, hem de sair bütün efradların ihtiyaçlarına kâfidir. Halbuki senin elindekiler, hem Rab ittihaz ettiğin esbabın ellerindekiler ise, senin en edna bir hacetine de kâfi gelmezler. Sen ise hadsiz düşman ve nihayetsiz emeller mabeyninde kalmışsın.

Hem bilmez misin ki, padişahın kanunu maddiyattan mücerred olduğundan; bir nefere teveccühünde diğer bir nefer onu meşgul edemez bir keyfiyettedir. Hattâ belki hangi nefer olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun, o kanun ona bitamamiha müteveccih olmaktadır. Eğer faraza silk-i askerî de yalnız bir sen olsa idin, yine muamele tefavüt etmeyecekti. Demek padişah, kendi kanununun dürbünüyle âdeta daimî olarak hassaten sana bakmakta, hem kendi kanununun mütemessil ve mültezimleri gözleriyle seni her zaman görmektedir. Hususan eğer o padişah, kendi kanun-u mücerredi gibi, maddî olmazsa... Binaenaleyh, padişah, bir tarfet-ül ayn dahi senden gafil kalmıyor. Öyle ise, ihsan-ı umumîsi içinde sana karşı hususî bir nazarı vardır. Bunun delili ise, bizatihî senin hacetlerine hâs olarak tam mutabık gelen veyahut keyfiyetleriyle sana tahassus eden ihsanıdır.

Bu sırrın anahtarı ise; güneşin muhit olan ziyasının ortasında -hattâ ziyaya temas eden bütün zerrelerin de içinde- aynı güneşin parlaması misillü; nihayetsiz vüs'at-i vâhidiyet içinde parlayan Ehadiyettir ki, hadsiz çeşitli eşyanın iştibâkinden neş'et eden zâhirî müşevveşiyet içinde parlayan nizam-ı tam gibi...

Velhasıl: Senin Fâtır ve Malik'in, bütün sana karib ve habib ve refik ve şefik olanlardan daha erham, daha ekrem, daha eltaf ve daha er'efdir. Hem sana ve senin bütün esrarına âlim olduğu gibi; senin en a'zam metalibine ve en gizli hacetlerine de kadir bir zattır. Öyle ise her şeyi ona bırak ve ona tevekkül eyle!..

21. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş kat'iyyen bil ki! Kudret kitabı olan kâinat, ilim kitabı olan[7] Kitab-ı Mübin'in mistarı üzerine yazılmıştır. Bunun delili ise, şu göz önündeki her şeyi ihata etmiş olan nizam ve mizandır ki, her iki kitabdan; yani, kudret ve ilim kitablarından aynısıyla alınmış iki bab ve o her iki kitabın rabıta-i ittisali.. ve aralarında iki berzah.. ve Cenab-ı Rahman'ın iki kabzasına iki ünvan olmalarıdır. Şu halde yaş-kuru ne varsa mutlaka o Kitab-ı Mübin'in içindeki şu iki babdan bir bab olarak dâhildirler. Madem ki bilmüşahede kevn ve vücuddan hiçbir şey, şu iki babdan hariç değil, öyle ise her şey o kitabın dâhilinde ve içindedir.

Amma sıfat-ı Kelâm'ın kitabı olan Kur'an-ı Mübin ise, gaybî ve şuhudî, yani kudret ve ilim kitablarının bir tercümanıdır ve nizam ve mizan bablarının bir fihristesi ve o her iki kabzanın bir fezlekesidir.

Evet ilim, kudret ve kelâm sıfatlarından gelen şu üç kitabların kanun ve düsturlarının cebbarane hüküm ve hâkimiyetlerindendir ki; her zîhayat belki her şey birer muvazzaf asker ve birer abd-i me'mur olarak yalnız melik ve malik olan Allahü Teala'nın hesabıyla ve namıyla çalışır. Yoksa kendi nefisleri hesabına ve malikiyetleri namına değil. Hem kendi zatları ve lezzetleri için de değildir. Belki o şeyin lezzeti, yalnız vazifesinin zatındadır. Demek kendime malikim diye zu'meden kimse, helak olmuş ve temellük davasına saplanan da hetk ve rezil olmuştur.

22. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, gökler, kusursuz, futursuz bir şekilde gayet san'atkârane yapılmış olduklarını görüyorsunuz. Öyle ise semavatın sanii olan zat, bütün semavatın cevfinde ve içindeki bütün cüz'iyatı icad için bir zorluk görmekten çok aziz, çok celil, çok kebir ve çok azîm bir Zat-ı Zülcelal'dir. Hem O'nun daire-i mülkünden herhangi bir şeyin çıkıp kaçmasından dahi keza aziz ve azîmdir.

Evet envaın cüz'iyatları arasında tam bir iştibâk olduğundan, elbette tek bir nev'in Hâlıkı olan bir zat, (meselâ semek ve sinek gibi) bütün diğer nevilerin de Hâlıkı olması lâzım ve zarurîdir. Öyle ise mülk O'nundur, hamd de O'nun... Hem halk ve icad, O'nun olduğu gibi, emir ve hüküm de yalnız O'nundur.

لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

23. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ki: Nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalatın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.

Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir. Dalalet, şer ve hasaret; onun muhalifindedir. Peygamberin getirdiği[8] mehasin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki: Nebi Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle Muvahhidînin kalblerini îd ve cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor.Ve dillerini bir kelimede cem'ediyor. Öyle bir surette ki; şu insan, Mabud-u Ezelî'nin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar ve zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek, öyle geniş bir surette Mabud-u Ezelî'nin uluhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki; güya Küre-i Arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor ve etrafıyla semavatın fevkinde izzet ve azametle nazil olan اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ emrini, Küre-i Arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zaif, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-ı kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.

Evet ekser namazların arkasında, hususan Bayram namazlarında bir anda Allahü Ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi; âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içitima' etse, Küre-i Arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahü Ekber'e müsavi geldiğinden; o Muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahü Ekber demeleri, Küre-i Arzın büyük bir Allahü Ekber'i hükmüne geçiyor... Âdeta bayram namazlarında Âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafiyle Allahü Ekber deyip, kıblesi olan Kabe-i Mükerreme'nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahü Ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı Arzdaki umum mü'minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allahü Ekber kelimesinin aks-i sadasıyla hadsiz Allahü Ekber'ler vuku' bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor.

İşte bu Arzı böyle kendine sâcid ve âbid; ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelal'e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki; bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'a ümmet eylemiş.

24. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey gafil ve müşevveş Said! Cenab-ı Hakk'ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahidlerin ayinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesamatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol. Çünki ben müşahede ettim ki; marifetullahın şahidleri ve bürhanları üç çeşittir:

Bir kısmı: Su gibidir; görünür ve hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalattan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım: Hava gibidir; hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et, tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el atsan, o yürür gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise: Nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir. Çünki nur; elle tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz, belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda da giremez, kesifi kendine malik ve seyyid kabul etmez.

25. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ifadesinde çok büyük bir şefkat ve merhamet var. Çünki muhatablarının ekserisi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları da dakik şeyleri göremediğinden, onların besatet-i efkârını okşamak için semavat ve arzın yüzlerinde yazılan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor.

Meselâ: Semavat ve arzın hilkati ve semadan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebire içinde küçük harflerle yazılan ince âyât'a nazarı nadiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler.

Hem üslub-u Kur'anîde öyle bir cezalet ve selaset ve fıtrîlik var ki; güya Kur'an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya kur'an, kâinat kitabının kıraetidir ve nizamatının tilavetidir ve Nakkaş-ı Ezelî'sinin şuunatını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezalet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ

âyetleri gibi fermanları dinle!..

26. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey bu i'lemleri dinleyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilaf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru' ve niyaz ve münacatını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesini, rahmet-i İlahiyeden kabulünü rica etmektir.

Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabımın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte on üç sene[9] evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said'in gülmeleri, Yeni Said'in ağlamalarına inkılab edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz, Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meâli şudur ki:

Ey Rabb-i Rahimim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Benim su-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi' olup gitti... Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan; elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre, gayet sür'atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı faniden, firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünyayı, kat'î bir yakîn ile anladım ki; hêliktir gider ve fânîdir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasında kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkardır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! كُلُّ آةٍ قَرِيبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergah-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El aman el-aman! Ya Hannan! Ya Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergah-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-aman el-aman! Ya Rahman! Ya Hannan! Ya Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!

İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum... Ve bilmüşahede gördüm ki; senden başka melce' ve mence' yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-aman, el-aman! Ya Rahman! Ya Hannan! Ya Mennan! Ya Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlendir. İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten-lil Âlemîn olan Habib'in (A.S.M.) senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum.

Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahimim (ve ey Seyyidim ve Mevlam!) Senin Said ismindeki mahlukun ve masnu'un ve abdin; hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem müsinn, hem şaki, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergahına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş; sana tazarru' ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zaten o senin şanındır. Çünki Erhamürrahimînsin. Eğer kabul etmezsen; senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergahına gidilsin. Senden başka hak mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!.."

لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرٖيكَ لَكَ اٰخِرُ الْكَلَامِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلَامِ فِى الْاٰخِرَةِ وَ فِى الْقَبْرِ اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ تَعَالٰى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ

NOT:

Onyedinci Lem'anın geri kalan notaları, Zehre Risalesi'nden olmayıp sair Arabî risalelerden olduğundan, burada aranmamalıdır.

(Mütercim)

Önceki Risale: Habbenin Zeylinin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Zehrenin Zeyli: Sonraki Risale

  1. Arabî aslında: "Ey sebeblerden istimdad edip te, yakılmamış ateşe üfüren; ve havayla şişirilmişi kişiyi etli ve semiz sanan adam" ifadesi vardır. (A.B.)
  2. Arabî asılda, "Ey ism-i Hafîz'in şahitlerini görmek isteyen zat, bil ki:" ifadesiyledir. (A.B.)
  3. Bu mes'elenin icmali, Zeyl-ül Habab'da geçmiştir. -Müellif-
  4. Arabî asılda: "Ey Türk gençleri" hitabıyladır. (A.B.)
  5. Arabî asılda: "Meselâ gökyüzü bulutla kaplı olduğu bir vakitte; güneşi görmek için başımızı kaldırdık. Bütün memleket ahalisi güneşi göremedi. Ancak çok az bir grup görebildi. O durumda sen desen ki: "Nefyedenler mütevatirdirler. Onu görenler ise, ekall-i kalildir. Çok olanlara ittiba' etmek evladır. " İşte acaba senin bu hükmün, (hakikatta) kabule şayan görülür mü?!. Kella!"
  6. Arabî asılda: "Hem sen kör müsün, görmüyor musun ki..." diye yazılı. (A.B.)
  7. Arabî asılda, "Kitab-ı Mübin" diye yazılıdır. Fakat "İmam-ı Mübin" olması ihtimali vardır. (Mütercim)
  8. Arabî asılda böyle... (A.B.)
  9. Yani, Zerre Risalesi'nin te'lif tarihi olan 1921 senesine kadar. (Mütercim)