Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
07.42, 13 Mayıs 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 41562 numaralı sürüm (→‎ALTINCI KATRE)

Önceki Risale: ŞemmeMesnevi-i Nuriye (Badıllı)5. Ders: Sonraki Risale

Mu'cize-i Kübra olan Kur'an'ın denizinden bazı katreleri tazammun eden ON DÖRDÜNCÜ REŞHA[1][değiştir]

BİRİNCİ KATRE[değiştir]

Malûm olsun ki, delail-i Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) lâyüadd ve lâyuhsadır. Onun beyanında eazım-ı muhakkikîn (Rahimehümullah) çok kitablar tasnif etmişlerdir.

Ben de, acz ve kusurumla beraber, o güneşin şuaatından Türkçe 'Şuaat' namındaki bir risalede bazı şualarını beyan etmişim. Ve keza o kitabda mu'cize-i kübra olan Kur'an'ın bazı vücuh-u i'cazını icmalen beyan etmişim. Hem kasır fehmimle beraber, Kur'anın kırk kadar vücuh-u i'cazına 'Lemaat' nam kitabımda işaret etmişim.. ve o kırk vücuh-u i'cazdan bir tanesi olan i'caz-ı nazmîyi yüksek belâgat-ı nazmiye içinde kırk kadar sahifeler içinde İşârât-ül İ'caz nam bir tefsir-i arabîmde beyan etmişim. Eğer istersen o üç kitaba müracaat et.

İKİNCİ KATRE[değiştir]

Bil ki; elbette sen, geçmiş derslerden de anlamışsın ki, şu semavat ve ecram-ı ulviyenin ve bu küre-i arz ve mevcudat-ı süfliyenin Hâlıkı tarafından gelmiş olan ve Rabb-ül Âlemîn ve Rabbimizi bize tarif eden Kur'an-ı Hakîm'in çok makamları ve vazifeleri vardır.

Eğer desen: Kur'an nedir ve tarifi nasıldır?!.

Elcevab: Kur'an

  • şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi' dillerinin tercüman-ı ebedîsi ve şu kitab-ı âlemin bir müfessir-i hakikîsi..
  • Hem semavat ve arz sahifelerinde müstetir künuz-u esma-i İlahiye gizliliklerinin keşşafı;
  • Hem sutûr-u hâdisat içinde muzmer olan şuûnat-ı İlahiye hakaikının bir miftahı;
  • Hem âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı;
  • Hem hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniye ve iltifatat-ı ebediye-i rahmaniyenin bir hazinesi;
  • hem şu âlem-i manevi-i İslâmînin esası, temeli, hendesesi ve bir güneşi;
  • hem avalim-i uhreviyenin de bir haritası,
  • hem Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfât ve esma ve şuûnunun kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı katı'ı ve tercüman-ı satıı..
  • Hem âlem-i insaniyetin bir mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin manevî ma' ve ziyası..
  • Hem nev'-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve beşeri hikmet-i hilkatına irşad eden mürşid ve hâdîsi;
  • hem insana bir kitab-ı şeriat olduğu gibi, aynı zamanda bir kitab-ı hikmeti, hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet olduğu gibi, aynı vakitte bir kitab-ı emir ve daveti, hem bir kitab-ı zikir olduğu gibi aynı vakitte bir kitab-ı fikri..
  • Hem Kur'an, tek bir kitab iken, lakin içinde insanın bütün hacat-ı maneviyesine cevab veren çok kitabları tazammun ettiği gibi; öyle de Kur'an, çok kitab ve risalelerle doldurulmuş âdeta mukaddes bir kütübhane ve bir menzil gibidir. Hattâ evliya ve sıddîkînden, urefa ve muhakkikînden pek çok muhtelif ve mütebayin ehl-i meşarib ve mesalik için; her birisinin meşrebinin mezakına lâyık ve onu tenvir edecek; ve her bir mesleğin mezakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden bir mecmua-i resail gibi mukaddes bir irfangâh-ı muazzamdır.

ÜÇÜNCÜ KATRE[değiştir]

(Tekrarat-ı Kur'aniyedeki lem'a-yı i'caz beyanındadır ve bu lem'ada altı nokta vardır.)

Birinci Nokta[değiştir]

Kat'iyyen bil ki; Kur'an, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua ve davet olduğundan; içindeki tekrarlar ahsen ve eblağdırlar, belki de elzemdirler. Zira zikrin şe'ni tekrardır, duanın şe'nin terdaddır, emir ve davetin şe'ni tekiddir. Çünkü zikrin tekririnde tenvir, duanın terdidinde takrir, daveti tekrar etmekte ise te'kid vardır.

İkinci Nokta[değiştir]

Hem bil ki Kur'an, bütün tabakat-ı beşere, en gabî ve amiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar; hem en şakî ve fâsıktan tut, tâ en müttakî ve kâmil veliye kadar; hem dünyaya ve maddiyata en çok dalmış, sersemleşmiş ve maneviyata karşı en kaba ve mahzul olmuş olandan tut, tâ maddî cihetten dünyadan yüz çevirmiş, ciddi âbid-i müveffiklere kadar herkese bir hitab ve dertlerine bir deva olduğundan; elbette herkese her vakit, Kur'anın tamam kıraatı müyesser olmadığı için, Cenab-ı Hakîm-i Rahim, herkese deva ve şifa olan Kur'anın ekser maksadlarını ekser surelerinde, hususan uzunlarda dercetmiştir. Âdeta öyle ki, her bir sure, birer küçük Kur'an hükmüne geçmiştir. Ve böylece herkese sırat-ı müstakimi bulmak yolunu kolaylaştırmıştır. Ve herkesi Kur'ana teşvikkârane celbederek ferman eder:

وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Üçüncü Nokta[değiştir]

Bilmiş ol ki; cismanî hacetler, nasıl ki vakitlere göre ayrı ve muhtelif oluyor. Meselâ, hava gibi bazılarına her an; ve bir kısmına midenin harareti zamanında su gibi her vakit; ve bir sınıfına gıda gibi hergün; ve bir nev'ine ziya gibi her hafta; ve bir taifesine nisa gibi her ay; ve bazısına bütün ilaçlar gibi her sene ağleb olarak muhtaçtır. Ve daha buna göre kıyas et. Öyle de: insanın manevî ihtiyacatı dahi evkata göre öyle muhteliftir. Meselâ bir kısmına her an, اَللّٰهُ ve هُوَ gibi.. ve bir kısmına her vakit, بِسْمِ اللّٰهِ gibi.. ve bir kısmına her saat, لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ gibi muhtaçtır ve hakeza kıyas et!.. Demek Kur'anın ayat ve kelimatının tekrarları, ihtiyaçların tekerrürüne delâlet ederler. Hem insanın onlara şiddet-i ihtiyacına işaret etmek içindir. Hem onlara ihtiyacın damarını tenbih ve ikaz etmek içindir. Hem de o ihtiyaca teşvik edip o manevî gıdalara insanın ihtiyaç iştihasını tahrik etmek içindir.

Dördüncü Nokta[değiştir]

Bil ki; Kur'an, şu metin ve sağlam büyük dinin ve esasatının ve bu âlem-i İslâmî temellerinin müessisi, vâzı'ı ve bânisidir. Hem beşerin hayat-ı içtimaiyesini değiştiren, tahvil ve tebdil eden bir kanunlar manzumesidir.

Elbette müessise tesbit için tekrir lâzımdır. Ve te'kid için terdid gerektir. Hem takrir ve te'yid için tekrar lâzımdır. Aynı zamanda Kur'anda muhtelif tabakat-ı beşeriyenin lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle ettikleri mükerrer suallerinin cevabları vardır.

Beşinci Nokta[değiştir]

Hem bil ki; Kur'an-ı Hakîm, çok büyük ve azîm mes'elelerden bahsederek kalbleri onlara iman etmeye davet ediyor ve çok ince dakik hakikatlardan söz edip, akılları onların marifetine çağırıyor. Elbette o mes'eleleri kalblerde yerleştirmek ve efkâr-ı âmmede o hakikatları tesbit etmek için muhtelif suretlerde ve mütenevvi' üslûblarda tekrar etmek lâzımdır.

Altıncı Nokta[değiştir]

Kat'iyyen bil ki, her bir âyetin bir zahrı bir batnı, bir haddi, bir muttala'ı var; Ve her bir kıssanın çok vücuhu, ahkâmı, faydaları ve maksadları bulunur. İşte ayat-ı Kur'aniye, sureten tekrar gibi görünen hikayat ve kıssaları; meselâ bir yerde bir vecih için, başka yerde de başka bir vecih için zikreder. Hem meselâ, bir makamda bir hüküm için, başka bir makamda da başka bir hüküm için tekrar eder. Hem bir yerde bir fayda için, başka bir mahalde başka bir fayda için beyan eder. Hem bir surede başka bir maksad, diğer bir surede yine başka bir maksad için zikrediyor. Ve hakeza, Kur'an-ı Hakîm bu minval üzere gidiyor.

Demek Kur'anın içindeki tekrar gibi görünenler, ancak sureten bir tekrardırlar.

DÖRDÜNCÜ KATRE[değiştir]

(Bu Katre, Kur'anın mesail-i kevniye-i felsefiyenin -felsefenin hilafına olarak- bazılarında ihmal ve bazılarında da ibham ve bir kısmında icmal etmesindeki lem'a-yı i'caz beyanındadır.) Ve bu lem'ada altı nükte vardır.

Birinci Nükte[değiştir]

Eğer desen: Acaba ne için Kur'an, fenn-i hikmet ve felsefe-i beşeriyenin kâinattan bahsettikleri gibi bahsetmiyor?

Elcevab: Çünkü felsefe, hakikatın yolundan sapmıştır. Zira mevcudatı mana-yı ismîyle mevcudat hesabına istihdam etmiştir. Amma Kur'an-ı Hakîm ise, hak olup haktan gelip, hakikata gittiği için; mevcudatı mevcudat hesabına değil, belki mana-yı harfiyle Hâlıkları hesabına istihdam ediyor.

Eğer desen: Acaba nedendir ki Kur'an, ecram-ı ulviye ve süfliyenin ve emsali gibi mevcudatın şekillerinden ve hareketlerinden fennin beyan ettiği gibi değil; belki ancak yalnız bir ibham ve icmal ile bahsetmiş?

Elcevab: Çünkü ibhamda çok mühim nükteler ve icmalde nihayet güzellikler vardır. Şöyle ki:

1 - Çünkü Kur'an Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatına istidlal yapmak için, kâinattan istitraden bahseder. Delilin şartı ise, zâhir olmak ve neticeden daha açık olmak zarurîdir. Netice-i istidlal ise, Cenab-ı Hakk'ın zat, sıfât ve esmasının marifetidir.

Evet eğer Kur'an, faraza ehl-i fennin teşehhî ettiği gibi, dese idi ki: "Ey insanlar! Sükûnü içinde duran güneşe ve hareketi içinde dönen küre-i arza bakınız; Tâ Hâlıkın azamet-i kudretini bilesiniz." İşte o zaman delil neticeden daha gizli ve daha gâmız olurdu. Ve dolayısıyla çok devir ve asırlarda yaşamış ekser beşerin fehminden, anlamasından, mertebelerce uzak düşerdi. Halbuki nazar-ı irşad ve hidayette mutlak ekseriyetin hakkı en mühimdir. Bununla beraber Kur'an, ekseriyetin fehmini müraat etmekle beraber, eşyanın bâtınına dalan az bir zümre felsefecilerin istifadelerine de münafi olmuyor. Fakat eğer Kur'an, sadece az bir kısım feylesofların fehimlerini müraat etmiş olsaydı, ekser vakitlerde ekser insanların mahrum kalmasına sebebiyet verirdi.

2 - İrşadî belâgatın şe'ni odur ki; umumun nazarını mümaşat etmek ve âmmenin hissini müraat etmek ve cumhurun fikrini ünsiyetlendirmektir. Tâ ki nazarları, lüzumsuz olarak ürkmesin. Ve fikirleri, faydasız bir şekilde teşviş edilmesin ve hisleri, maslahatsız bir tarzda tenfir edilmesin. Demek bunlara karşı yapılan hitab, kemal-i belâgattadır. Hem dahi tam bir irşad ise odur ki; zâhir, basit ve kolay olmalı, tâ onları taciz etmesin. Veciz olmalı, tâ usandırmasın; mücmel olmalı, tâ onlara lüzumsuz gelen tafsilatla uğraşmasınlar.

3 - Kur'an-ı Kerim; kendi mûcidlerine delâlet eden mevcudatın ahvallerini mevcudat için bahsetmiyor. Zira Kur'anın indinde mevcudatın mûcidlerine bakan ahvalleri en mühimdir. Amma fenn-i hikmet ise, mevcudatın kendi ahvallerine bakan cihetlerinden bahseder ve onun yanında en mühimmi, mevcudatın kendi nefislerine bakan ahvalleridir. İşte sera ile süreyya arası kadar fark...

Hem Kur'an, bütün insanlara hitab ediyor ve ekseriyetin fehmini müraat ediyor. Tâ ki taklidî değil, tahkikî bir surette hakikatı anlasınlar. Fen ise, aslında yalnız ehl-i fen ile konuşuyor, amma zâhiren umum ile konuşur gibi görünmesi ise, avam için taklidîdir. Öyle ise, doğru olmak şartıyla; fennin tafsil ettiği şeyleri, Kur'anın onları umumun menfaatının derecelerine göre icmal, ibham veya ihmal etmesi lâzımdır.

4 - Kur'an, bütün tabakat-ı beşere mürşid olduğundan, elbette avamın nazar-ı zâhirlerinde bedihî olan şeylerde, ekseriyetin mağlata ve mükâbereye düşeceği mes'eleleri zikretmemesi, belâgat-ı irşadın iktizasındandır. Ve ekseriyetin yanında hissen bilinen şeyleri, lüzumsuz tağyir etmemesi gerektir. Ve onların vazife-i asliyelerinde onlara lâzım olmayan bahisleri ihmal ve icmal etmesi icab eder.

Meselâ Kur'an, güneşten bahsediyorsa da, fakat güneşe güneş için ve mahiyetinden bahsetmez, belki onu nurlandıran ve mahlukatına bir lâmba yapan Saniinden bahseder. Hem onun hakikî vazifesi olan intizam-ı san'ata bir zenberek ve nizam-ı hilkata bir merkez ve Nakkaş-ı Ezelî'nin mevsimlerin ihtilâfı içinde gece ve gündüz ipleriyle dokuduğu zemin ve âsuman yüzüne serpilmiş olan mensucat-ı kudretin nescinde insicam-ı san'ata bir mekik olmasından bahseder. Tâ ki, nesc-i san'attaki nizamı ve mensucat-ı kudretteki intizamı bize göstermekle; onların Fâtır-ı Hakîmlerinin ve Sani-i Alimlerinin kemalâtını tarif edip bildirsin.

Evet, güneşin hareketi ister zâhirî olsun, ister hakikî olsun, Kur'anın mezkûr maksadına te'sir etmez. Çünkü Kur'anın maksadı, güneşin meşhud cereyanının zımnında parlayan bir nizam-ı hakîmanenin nescini göstermekle göstermek ister. Nizamın nesci ise, kemal-i haşmetle görünmektedir. Ehl-i fennin zu'mettiği gibi güneşin sükûnu, hakikatta nizama bir zarar iras etmez.

İkinci Nükte[değiştir]

Kur'an

وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا

ve

وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ

der. Eğer desen: Niçin Kur'an, güneşi bir 'sirac' ile tabir ediyor? Halbuki ehl-i fennin yanında güneş, küre-i arza tabi' olmaktan pek çok büyüktür. Belki güneş, öyle bir merkezdir ki, küre-i arz, seyyarat ile beraber ona tabidirler.

Elcevab: Kur'anın, güneşi bir sirac ile tabir etmesinde; âlemi bir kasır misalinde ve ondaki sair eşyayı, o sarayın sükkân ve misafirlerine levazımat ve müzeyyenat ve mat'umat şeklinde tasvir etmektir ki, bütün bunlar Rahim ve Kerim bir el tarafından kendi misafir ve hizmetkârlarına hazırlandığını ihsas etmektir. Güneş dahi ancak bir me'mur-u müsahhar ve bir sirac-ı münevver olduğunu tefhim etmektir. Demek güneşi 'sirac' ile ta'bir etmekte, Hâlıkın rahmetini azamet-i Rububiyeti içinde ihtar; ve ihsanını vüs'at-i rahmeti içinde ifham; ve keremini haşmet-i saltanatı içinde ihsas etmektir. Hem müşriklerin ma'bud tevehhüm ettikleri en büyük bir mahluk olan güneşi, müsahhar bir mumdar olduğunu göstermekle; Hâlıkın vahdaniyetini ilan etmektir. Evet camid bir sirac-ı müsahhar nerede? İbadete lâyık olmak nerede?

Hem Kur'anın, güneşi تَجْرِي lafzıyla, yani "cereyan ediyor" tabirinde, şöyle ulvî bir mana vardır ki; gece ve gündüzün ihtilafı zımnında ve kış ve yazın deveranı içindeki muntazam tasarrufat-ı acibeyi ihtar içinde, Saniin saltanat-ı rububiyetini ve infiradı içindeki azamet-i kudretini ifham etmektir. Demek Kur'an, güneş ve kamer noktalarından, zihni gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine; bunlardan da onların içinde mektub olan hâdisat satırlarına tevcih etmektedir. İşte تَجْرِي yani "güneş döner" tabiri, bu manalara bir ünvandır. Ve binaenaleyh bu zâhir ünvan, maksad için kâfi olup, hakikatı ne olursa olsun ona taalluk etmez.

İşte bak, Kur'anın kelimatı zâhiren sehl, basit ve ma'ruf oldukları halde, nasıl latif manaların hazinelerinin birer kapısı ve birer anahtarı olmuşlardır gör.

Sonra, hikmet-i felsefiyenin tantanalı kelimelerine de bak; Nasıl zâhirî şa'şaasıyla beraber, hiçbir kemal-i ilmî ve bir zevk-i ruhî vermedikleri gibi, ne bir gaye-i insaniyet ve ne de dinî bir fayda vermiyorlar. Belki ancak sana ifade ettiği şey, müdhiş bir hayret, dehşetli bir vahşet ve bir ürküntüdür. Hem seni ziyadar tevhid semasından düşürüp, karanlıklı kesret vadilerine sukut ettiriyorlar.

Şimdi, bazı feylesofların güneş hakkında söyledikleri sözlerini dinle, ne diyorlar? Bak diyorlar ki: "Güneş, bir kitle-i mayia-yı azîme-i nâriye olup, arzımızdan bir milyon üç yüzbin defa daha büyüktür. Kendi kendine müstakillen mihverinde dönmektedir. Ondan sıçramış olan ateş kıvılcımları, arzımız ve seyyareler olmuştur. Cesametçe muhtelif şekillerde ve güneşe yakınlık ve uzaklık itibariyle çeşitli mesafelerde bulunan şu ecram-ı azîme, hâlî bir feza içinde, güneşin etrafında cazibe-i umumiye ile dönmektedirler. Eğer bu seyyarelerden birisi, tesadüfen -kuyruklu yıldızların çıkması gibi- semavî bir hâdise ile mihverinden çıksa, manzume-i şemsiyede ve dünyada öyle bir hercümerc husule gelecektir ki; semavat ve zemini dehşet içinde bırakacak."

İşte, şimdi sen kendini dinle; bak, bu mes'ele ne gibi bir fayda sana verdi? Feya sübhanallah! Dalaletin acibliğine bak da, hakikatın şeklini nasıl değiştirmiştir gör.

Evet güneş, seyyaratıyla birlikte kendi Fâtır-ı Hakîmlerinin emriyle ve Hâlık-ı Kadirlerinin kuvvetiyle ancak vazifedar bir masnu' ve müsahhar bir mahluktur. Hem o, kendi azametiyle beraber, sema denizinin yüzünde ancak parlak bir katreciktir ki, ona ism-i Nur'dan yalnız bir şua', tecelli ile aksetmiştir.

Evet eğer feylesoflar, kendi mesail-i fenniyelerinde Kur'an'dan bir kabes, bir şu'le dercederek deseler ki: Cenab-ı Hak, şu ecram-ı müdhişe-i camideleri nihayet intizam ve hikmet içinde pek büyük vazifelerde çalıştırıyor.. Onlar ise, onun emrine karşı nihayet itaattadırlar. İşte o zaman onların ilimlerinde bir mana olabilir. Yoksa o camidatı kendi kendilerine veya sebeblere isnad etseler, Kur'anın şu âyetle ferman ettiği manaya masadak olmuş olurlar.

Âyet

وَ مَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَكَاَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاءِ فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ اَوْ تَهْوِي بِهِ الرِّيحُ فِي مَكَانٍ سَحِيقٍ

Yani: Her kim Allah'a şerik itikad ederse, güya o kimse gökten yere düşer de, kuş ve kartallar da onun pis lâşesini parçalayan adama, yahut düşerken şiddetli rüzgârlar onu uzak ve çorak vadilere atan bedbahta benzer. Yani, her kim iman ve tevhid semasından sukut ederse, şirk ve dalaletin girdablarına düşecek, şeytan ve heva-i nefis de onu dalalet vadilerine uçuracaklar. Ve daha bu mes'eleye sair mesail-i felsefiyeyi kıyas et, ne kıymette olduklarını gör.

Üçüncü Nükte[değiştir]

Bilmiş ol ki, Kur'an'ın makasıd-ı esasiyesi ve anasır-ı asliyesi dörttür ki; Tevhid, risalet, haşir -ve ubudiyetle beraber- adalettir. Sair mes'eleler şu dört matlab-ı âlînin vesileleri hükmüne geçiyorlar. Ve vesilelerde fazla tafsil ile derinleştirmemek kavaiddendir. Tâ ki, malayanî ile iştigalden dolayı bahis dağılıp, esas maksad fevt ve zayi' olmasın. İşte bundandır ki Kur'an, bazı mesail-i kevniyede gâh ibham, gâh ihmal, gâh da icmal ediyor.

Hem Kur'anın muhataplarından ekseriyet-i mutlakası avamdır. Malûmdur ki; avam halk, derin, gâmiz hakaik-ı İlahiyeyi, temsil vasıtası ve icmal ile yakınlaştırma olmaksızın fehmedemezler. Hem uzun karnlardan sonra, ancak az bir kısım felasifece bilinen mes'elelerin marifetine, avamın istidadı her zaman müheyya değildir. İşte bunun içindir ki, Kur'an, temsilatı çokça zikretmiştir ki, o temsilatın bazısı müteşabihat kısmındandır. Çünki onlar hakaik-ı gâmıza-yı İlahiye temsilatıdırlar. Hem dahi çok uzun asırlar sonra ve birçok telahuk-u efkârın mukaddimelerinin terettübüyle husulü müteakib, zamanın keşfetmesiyle ancak anlaşılabilen mes'eleleri, elbette Kur'an onları icmal edecektir.

Dördüncü Nükte[değiştir]

Nasıl ki elimizdeki saatin dış yüzü sabit ve sâkin gibi ise de, fakat içindeki âlât ve çarkların ızdırab ve deprenişleriyle gayr-ı sabittir.

Öyle de; Cenab-ı Hakk'ın bir saat-i kübrası olan dünya dahi öyle mütezelziledir. Evet dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise dakikaları sayan bir ibredir. Asırlar da saatleri sayan bir ibre gibidir.

Hem dünyaya mekân dercedildiği için, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle, başka bir tarzda o saatin saniyelerini sayan bir mil gibidir. Küre-i arz dahi, yüzünün nebatî ve hayvanî mevt ve hayatlarıyla daimî surette tebeddül etmesiyle, dakikaları sayan bir mil tarzında olduğu gibi; küre-i arz karnındaki inkılabattan gelen zelzelelerle ve o zelzeleden neş'et eden dağların hurucuyla, saatleri sayan bir mil mesabesindedir.

Hem sema mekânı dahi, ecramların harekâtı ve kuyruklu yıldızların ve küsûfâtın ve şahabların zuhurlarıyla, haftalık bir saatin günlerini sayan bir mil gibidir.

İşte şu yedi erkân üzerine mebni olan dünya; esma-i ilahiyenin şuunatını ve kalem-i kader ve kudret'in kitabetini tavsif ettiği halde, hakikatta fanî, hâlik, zelzeleli ve akan su gibi gidicidir. Lâkin gaflet ile sureten tecemmüd edip, tabiat ile küdûret peyda ederek, âhiretin yüzüne karşı kalın bir perde olmuştur. Felsefe-i sakîme ve medeniyet-i sefihe dahi onun cümûdiyet ve küdûretini tedkikat-ı felsefiye ve mebahis-i tabiiye ile daha da ziyadeleştirmişlerdir.

Amma Kur'an-ı Hakîm ise, âyâtıyla dünyayı pamuk gibi hallaç ediyor.. ve beyyinatıyla şeffaflaştırıyor.. ve nur-efşan neyyiratıyla cümûdiyetini eritiyor. Ve sayahatıyla onun ebediyet-i mevhumesini yırtıyor. Ve ra'd-misal na'ralarıyla fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.

İşte dünyanın şu zelzeleli olan hakikatı, lisan-ı haliyle şu âyeti okumaktadır:

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Bunun içindir ki; eşyanın mahiyetlerinden, hâsiyetlerinden tafsilli bahseden felsefeye mukabil, Kur'an onları icmalen geçiyor. Fakat mevcudatın evamir-i tekviniyeye olan imtisallerini ve Fâtırlarının esma ve ef'al ve şuûnuna olan delâletlerini ise, felsefenin icmal ve ihmal etmesine karşılık Kur'an-ı Hakîm, onları tafsilen beyan ediyor.

Elhasıl: Kur'an, kitab-ı kâinatın meanisinden ve esma ve şuûn-u İlahiyeye olan delâletlerinden bahsetmektedir. Felsefe ise, o kitab-ı kebirin yalnız hurufatının nakışlarından ve vaziyetlerinden ve birbiriyle olan münasebetlerinden bahseder. Zira kör olası felsefe, bilmiyor ki şu mevcudat, her birisi çok manalara delâlet eden birer kelimedir.

Eğer hikmet-i felsefiye ile hikmet-i Kur'aniyenin farklarını görmek istersen,

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا

âyetinin beyanında yazılan Beşinci Ders'ten sonra gelen derse[2] müracaat et, gör.

Beşinci Nükte[değiştir]

[3]

اَلنُّكْتَةُ الْخَامِسَةُ

اَلنُّكْتَةُ الْخَامِسَةُ: اعلم ان في ختم الاٰية في الاغلب بفذلكاة متضمنة للاسماء الحسني او بعينها او متضمنة للامر بالتفكر والحوالة علي العقل او متضمنة لامرٍ كلّيٍّ من المقاصد القرآنية شراراة من ورشاشاةٌ من ماء هداية الالهيةص اذ القرآن الحكيم ببيانه الاعجازيّ يبسط الاٰثار نور حكمة العلوية وافعال الصانع للنّظر ثم يستخرج منها الاسماء او ثبوة الحشر والتوحيدص كامثال ذ وَ خَلَقَ لَكُمْ مَا فِيالْاَرْضِ جَمِيعًا "ثُمَّ اسْتَوَي اِلَي السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ" و "اَلَمْ نَجْعَلِ الْاَرْضَ مِهَادًا وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا" الي "اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا" وَكَذَا ينشر للبشر منسوجاة صنعته ثم يطويها في الاسماء او الحوالة علي العقل كامثال "قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ اَمَّنْ َيْملِكُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ الْاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّٰهُ فَقُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ" و "اِنَّ فِي اخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ" "مَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاةٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ" وكذا يفصّل افاعيله ثمّ يجملها باسماءه او بصفته، كامثال "وَكَذٰلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْوِيلِ الْاَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهَ عَلَيْكَ وَعَلَي آلِ يَعْقُوبَ كَمَا اَتَمَّهَا عَلَي اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرَاهِيمَ وَاِسْحَاقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ" و "قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ الي" "وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ" وكذا يرتب المخلوقاة ويشففها باراءة نظامها وميزانها وثمراتها ثم يريك فيها الاسماء المتجلية عليها كاءن تلك المخلوقاة الفاظ وهذه الاسماء معانيها او ماءها او نواتها او خلاصتها كاءمثال "وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَكِينٍ ٭ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْ نَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ" "اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ" وكذا قد يذكر الجزءياة المادية المتكيفة المتغيرة ، ثم يجملها بالاسماء الكلّية النّورانية الثابتة او بفذلكة مشوقة علي التفكر والعبرة كامثال "وَعَلَّمَ آدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَي الْمَلَاءِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِي بِاَسْمَاءِ هٰؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ٭ قَالوُا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيم" الي "وَاِنَّ لَكُمْ فِي لْاَنْعَامِ لَعِبْرَةً وَفِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فِي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ وكذا يغرش الكثرة المتوسعة ثم يضع عليها مظاهر الوحدة كجهة الوحدة ويلفها بالقاعدة الكلية كامثال "وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ" و "اَللّٰهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاةِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ الْاَنْهَارَ وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَاءِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْل وَالنَّهَا ٭ وَاٰتٰيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا" وكذا قد يظهر بعد المسبّب الظاهري عن السبب الجامد من قصد تلك المسافة غاياة عالية حكيمة وللدلالة علي ان الاسباب وان قارنت واتصلت في النظر بالمسبباة ، لكن بينهما مسافة طويلة ، من تظهر مطالع الاسماء اذلا طاقة قابلية ايجاد المسبّب وثمراتها اذ اين لاعظم الاسباب علي حمل اخف المسبباة ، كما تري تماس داءرة الافق من الجبال بالسماء ، مع مابينهما من المسافة العظيمة التي تطلع فيها النجوم كامثال "فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلَي طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَ عِنَبًا وَ قَضْبًا وَ زَيْتُونًا وَ نَخْلاً وَ حَدَاءِقَ غُلْبًا وَ فَاكِهَةً وَ اَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَلِاَنْعَامِكُمْ" نعم اءشار بلفظ ذمَتَاعًاد وبذكرالثمراة العجيبة الصنعة والحكمة الي عزل الاسباب الظاهرية الجامدة من التاءثير الحقيقي وكذا "اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا الي" "اِنَّ اللّٰهَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِير" وكذا قد يعد عجاءب اءفعاله تعالي ليعد ويحضر لقبول خوارق افعاله الاخروية او يذكر افعاله الاستقبالية الاخروية بصورة تشير الي نظاءرها المشهودة لنا كامثال "اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ الي" "بَلٰي وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ" و "اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَة" "وَاِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَةْ" "وَاِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ" فانا نري في الحشر الربيعي كثيرًا من نظاءر الحشر الاخروي مثلا "اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَة" نري نظيرها بل نظاءرها في نشر البذوراة والنواتاة صحاءف اعمال امهاتها واصولها وتاريخ حياتها في الحشر الربيعي، وكذا قد يذكر مقاصد جزءية ثم يقررها ويحققها باسماء هي كالقواعد الكلية كامثال "قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّتِي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَكِي اِلَي اللّٰهِ وَاللّٰهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَ كُمَا اِنَّ اللّٰهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ" و "سُبْحَانَ الَّذِي اَسْرٰي بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَي الْمَسْجِدِ الْاَقْصَي الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ" و "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا اُولِي اَجْنِحَةٍ مَثْنٰي وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّٰهَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِير" وكذا قد يذكر افعال الخلق فيهدد ثم يسلّي باسماء تشير الي الرحمة كامثال "قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ اٰلِهَةً كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰي ذِي الْعَرْشِ سَبِيلًا ٭ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰي عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا" و "تُسَبِّحُ لَهُ الي" "اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا"

Altıncı Nükte[değiştir]

Bil ki! Şu sâbık nükteden (Beşinci Nükte'den) anlaşıldığı üzere, Kur'an mevcudat ve âsâra yalnız Cenab-ı Hakk'ın ef'aline olan vücûh-u delâletlerine ve Zât-ı Zülcelal'in esmasına ait ef'alini izhar eden vecihlerine ve o fiillerin cedavili, ne suretle bahr-i esmaya dökülüp toplandığına; yahut silsile-i ef'al, nasıl o esmadan çıkıp cereyan ettiğine; hem sıfatların şuaları olan esma, ne vecihle eşyayı ihata ettiklerine nazar ediyor.

Elhasıl: Kur'an, mevcudatın kendi Fâtırlarına bakan vecihlerine nazar etmektedir. Amma felsefe ise, ancak mevcudatın kendi nefislerine ve sebeblerine bakan vecihlerine; veya felsefî ve san'avî bazı cüz'î maslahatlarına ait gayelerine bakmaktadır.

İşte sen gel, fünun-u felsefiye ile hakikattan sapanların ve gelip de, onu Kur'anın kudsî mesailine mihenk ve mizan ittihaz edenlerin acib cehaletlerini gör, ibret al!. Evet

اِنَّ الْفُنُونَ جُنُونٌ كَمَا اِنَّ الْجُنُونَ فُنُونٌ

Yani: 'Fennî ilimler -mezkûr cihetten- bir delilik olduğu gibi; deliliğin adı da fenlerdir.' diyenin sözü, ne kadar doğru imiş gör.

BEŞİNCİ KATRE[değiştir]

Bil ki; "Habbe" Risalesinde zikrettiğim vechile; Kur'anın -ilm-i beyan ve fenn-i maâninin şehadetiyle- cümleleri ve heyetleri arasında raik bir selaseti, faik bir selâmeti, metin bir tesanüdü, muhkem bir tenasübü, teavunu cem eylemesi; ve ayât ve makasıdı mabeyninde şaşmaz bir tecavübü saklaması lemaat-ı i'cazından olduğu halde, yirmi sene zarfında hacetlerin mevki'lerine göre necim necim, parça parça nüzul etmesiyle beraber, müteferrik zamanlarda zaman zaman bazı fasılalarla ara vererek nüzul ettiği halde, kemal-i içtima' ve insicamından sanki bir defada nazil olmuştur.

Hem birbirine muhalif ve mübayin olan esbab-ı nüzul içinde nâzil olduğu halde, kemal-i tesanüdünden güya sebeb yalnız birdir.

Hem mükerrer ve mütefavit suallere cevablar halinde geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadından keennehü yalnız bir sualin cevabıdır.

Hem müteaddid ve birbirinden farklı hâdisatın ahkâmını beyan ederek geldiği halde, kemal-i intizamından sanki hâdise birdir.

Hem muhatablarının derece-i fehimlerine münasib bir üslubda -lasiyyema münzelün aleyh-in mütenevvi', mütehalif hâlât-ı telakkisiyle beraber- tenezzülat-ı İlahiyeyi tazammun ederek nüzul ettiği halde, temasül ve selasetinin kemal-i hüsnünden dolayı güya halet, yalnız birdir.

Hem fehim ve istidadca birbirinden uzak ve müteaddid ve çeşitli esnaf-ı muhatabîne müteveccihen konuşarak geldiği halde, sühulet-i beyanından ve cezalet-i nizamından ve vuzûh-u ifhamından dolayı sanki muhatab yalnız bir tanedir. Hattâ o derece ki herkes, her sınıf zanneder ki; bil'asale muhatab kendisidir.

Hem iç içe girift ve mütefavit irşadî gayelere mühdî ve mûsil olarak nüzul ettiği halde, kemal-i istikamet ve müvazenet ve nizamından güya maksad yalnız birdir.

İşte kimin basiretinde selim bir gözü varsa, kat'iyyen ve şeksiz olarak görecektir ki; Kur'anda öylesi bir göz vardır ki; o göz bütün kâinatı zâhir ve bâtını ile göz önünde vâzıh bir sahife gibi görüyor ve onu istediği şekilde çevirip döndürür ve dilediği tarzda meanisini tarif eder.

ALTINCI KATRE[değiştir]

(Bu Katre, Kur'an'ın -Katre Risalesi'nde zikrettiğim vechile- sair kelâm ile mukayeseye gelmediğine dairdir.)

Evet, bilmiş ol ki: Kelâmın yükseklik, kuvvet, hüsün ve cemal tabakalarının menbaları dörttür. 1- Mütekellim, 2-Muhatab, 3- Maksad, 4- Makam'dır. Yoksa üdebanın sapıttıkları gibi, yalnız makam değildir.

Öyle ise,

مَنْ قَالَ وَ لِمَنْ قَالَ وَ لِمَا قَالَ وَ فِي مَا قَالَ

ye bak. Yani kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş, hangi makamda söylemiş ise ona bak.

Binaenaleyh, kelâm eğer emir ve nehy ise, elbette mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun edecek ve ona göre kuvvet ve ulviyeti de tezauf edecektir. Evet bir fuzulînin, temennînin ebatılinden, arzusundan neş'et eden gayr-ı mesmu' (kale alınmayan) suret-i emri nerede? Ve kudret ve iradeyi mutazammın olan hakikî ve nâfiz bir emir nerede?

İşte bak:

يَا اَرْضُ ابْلَعِي مَاءَكِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِي

فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ اءْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ

Yani (birinci âyette) "Ey arz! Suyunu yut! Ey sema, yağmurunu kes! ilh..." (İkinci âyette:) "Cenab-ı Kadir-i Kayyum, semavat ve zemine; ister istemez emrime râm olunuz" dedi. Onlar da "Semi'na ve ata'na emrinize hazırız" dediler olan emr-i İlahîsi nerede?!. ve beşerin cemadata karşı mecnunların hezeyanvarî bir surette

اُسْكُنِي يَا اَرْضُ وَانْشَقِّي يَا سَمَاءُ وَ قُومِي اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ

olan fuzuliyane hitabı nerede?

Hem büyük bir ordu emrine münkad bir kumandanın 'Arş' emriyle o orduyu Allah'ın düşmanlarına hücum ettirmesi nerede? Ve şu emir, ne kendisine ve ne de emrine hiç ehemmiyet verilmeyen hakir bir neferden sudûr etmesi nerede?!.

Evet, bak

اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

nun irade-i ezeliye-i nafizesi nerede?. Beşer kelâmı nerede?!.

Hem hakikî bir malikin ve hükmü nafiz, emri müessir bir âmirin tasviri ve iş başında bir saniin ve ihsanını dağıtmakta olan bir muhsinin beyanı ki, san'atını yaparken ve ihsanını dağıtırken yaptığı fiillerini tasvir edip göstermek istediğinde: "İşte bunu, şunun için yaptım ve bunları şunlar için yapacağım" demesi nerede?!.

Evet, şu hakikatın tavsif ve beyanı için gelecek âyâta bak:

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَي السَّمَاءِ فَوْقَهُم كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ

وَالْاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَ اَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَ اَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ

وَ نَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاةٍ وَ حَبَّ الْحَصِيدِ

وَالنَّخْلَ بَاسِقَاةٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ

رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَ اَوْحَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ

ye dikkat et!.. Ve sonra, söylediği sözler, işleriyle hiç teması olmayan bir fuzulînin aynı o fiilleri tasvir etmesi nerede?

Evet yıldızların aynıları nerede?. Sonra küçücük cam parçalarında görünen ve varlık ile yokluk arasında mütereddid, küçücük, geçici, seyyal timsalleri nerede?

Evet, Hâlık-ı Şems ve Kamer'in envar-ı hidayeti ilham eden melaike-misal kelâmının kelimatı nerede?. Sonra beşerin hevesat düğümleri içinde sihirbaz üflemeleri nev'inden olan zenbur-misal müzevver kelimeleri nerede?!.

Evet, cevahir-i hidayetin asdafı ve hakaik-ı imaniyenin menabii ve esasat-ı İslâmiyenin madenleri bulunan hem ilim, kudret ve iradeyi, hem de hitab-ı ezelîyi tazammun ederek arş-ı Rahmandan nur saçarak gelen o elfaz-ı Kur'an nerede? Sonra insanların hevaî, hevesî, manasız lafızları nerede?

Evet, şu âlem-i İslâmîyi bütün maneviyatıyla, şeairiyle, kemalâtıyla, desatiriyle, asfiyası ve evliyasıyla bir şecere-i tuba gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve semere veren o Kur'an nerede?. (Hattâ öyle ki, o şecere-i tuba-i Kur'aniyenin birçok çekirdekleri ve nüveleri birer desatir-i ameliyeye ve semeredar birer şecereye inkılab etmiş olmasındandır ki, o Kur'an hakkında

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰي اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْآنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

denilmiştir.) Evet, zira o Kur'an, cezalet-i nazmiyesi ile ve belâgat-ı meaniyesiyle ve bedaat-ı üslubuyla ve beraat-ı beyanıyla ve pek çok makbul vücûh-u maâniyi câmiiyet-i lafzında saklayan fesahat-ı lafziyesi, ile ve bütün müctehidînin me'hazlerini ve ezvak-ı ârifîn, meşarib-i vasilîn, mesalik-i kamilînin ve mezahib-i muhakkikînin hakikat ve tarikatlarını da mutazammın olan şu bahr-i şeriatı camiiyetinde toplamasıyla ve ona olan hüsn-ü delâletiyle, bütün bülega ve füseha ve üdebayı dize getirmiş, ilzam ve ifham etmiştir.

Hem her asırda, Kur'anın tazelik ve taravetli gençliği ile ve bütün asırlarda her tabakanın fehmine uygun gelen meanisinin liyakat ve muvafakatıyla; bütün dâhî edib ve hatîblerin ve meşhur âlim ve beliğlerin seslerini kestirerek, ağızlarını kapatıp ilzam ederek; i'caz-ı belâgatına karşı diz çöktüren, hayretle kendini dinlettiren, belki, bütün insanları bir tek suresinin nazîresini getirememekle âciz bırakan Kur'an nerede?. Sonra beşerin kelâmı nerede? Heyhat, eynessera minessüreyya!

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ الْقُرْآنِ وَ بِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنَ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورالْقُرْآنِ وَاجْعَلِ الْقُرْآنَ شِفَاءً لَنَا فِي حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَمَاتِنَا ر وَاجْعَلْهُ لَنَا فِي الدُّنْيَا قَرِينًا وَفِي الْقَبْرِ مُونِسًا وَفِي الْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَعَلَي الصِّرَاطِ نُورًا وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا وَاِلَي الْخَيْرَاةِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَاِمَامًا بِفَضْلِكَ وَجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَاِحْسَانِكَ وَرَحْمَتِكَ يَا اَكْرَمَ الْاَ كْرَمِينَ وَيَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيمَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْآنَ وَاَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ ٭ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِِ وَتُرْضِيهِ وَتَرْضَي بِهَا عَنَّا يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ فَيَا مُنْزِلَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ الْقُرْآنِ اِجْعَلْ هٰذَا الْكِتَابَ نَاءِبًا عَنِّي نَاطِقًا بِهٰذَا الدُّعَاءبَدَلاً عَنِّي اِذَا اَسْكَتَ الْمَوْةُ لِسَانِيِ بَدَلاً عَنِّي اِذَا اَسْكَتَ الْمَوْةُ لِسَانِي آمِينَ آمِينَ آمِينَ


Önceki Risale: ŞemmeMesnevi-i Nuriye (Badıllı)5. Ders: Sonraki Risale

  1. Şu "Ondördüncü Reşha"nın yeri, Mesnevî'nin baş tarafında mevcud "Reşhalar"ın âhiri iken, buraya dercinin hikmetini ben bilemedim. Hikmetini bilemediğim için, Hz. Üstad'ın bu tasarrufuna müdahale edemedim.
  2. Havale edilen o parça, münteşir Mesnevîlerdeki şu Ondördüncü Reşha'dan sonra gelen Beşinci Ders'in akibinde yoktur. Ancak sonradan elde ettiğimiz "Kur'an Yıldızlarının Envarından Bir Nur" adlı ve Şule'den sonra dercettiğimiz kısmen sonlarına doğru sahife: de mevcuddur. Ayrıca Nur'un İlk Kapısı'nın 13. Dersi, aynı mevzuda olduğu gibi, 12. Söz dahi, daha izahlı ve daha mütekâmil olarak aynı mevzu' hakkındadır.
  3. Bu "Beşinci Nükte", baştan sona kadar Kur'an'ın âyetleriyle dolu olup; tefsirini, ancak o âyetleri misal olarak zikretmek suretiyle bir nevi şifre halinde yazıldığından, bu makamda tercüme değil, belki şerh yapmak icab ettiği için, Arabîsinin aynısını dercetmekle iktifa ettik. Hem bu makamda serd edilen âyetlerin tamamı, 25. Söz'de geçtiği ve tefsir ve mealleri en âlî bir tarzda verilmiş olduğundan, meraklıları oraya havale ettik.