Nuh 16

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Nuh 15Nuh SuresiNuh 17: Sonraki Ayet

Meali: 16- Onların içinde ayı bir nûr kılmış, güneşi de bir çerağ yapmıştır.

Kur'an'daki Yeri: 29. Cüz, 570. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Eğer desen: Acaba neden Kur’an-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor.

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış, onun için. Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ zat ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp tâ Hâlık’ını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil belki mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor.

Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm, mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mademki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mağlatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.

Mesela, güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lambadır.” Zira güneşten, güneş için mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâni’in âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet, der: اَلشَّمْسُ تَجْرٖى “Güneş döner.” Bu döner tabiriyle kış yaz, gece gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham eder. İşte bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem der: وَجَعَلْنَا (الشَّمْسَ) سِرَاجًا Şu sirac tabiriyle âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlık’ı ifham eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki:

“Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir.” Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surîsine aldanıp Kur’an’ın gayet mu’ciz-nüma beyanına karşı hürmetsizlik etme!

(19. Söz)


وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, lamba tabiriyle şöyle bir üsluba pencere açar ki: Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Sâni’in haşmetini ve Hâlık’ın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri güneş, musahhar bir lamba, camid bir mahluktur. Demek “sirac” tabirinde Hâlık’ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i’lam eder ve manen der: “Camid bir sirac-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”

Hem cereyan-ı تَجْرٖى tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâni’in azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder. Evet Kur’an, güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran zat için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki sanat-ı Rabbaniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbaniyenin nizamına bir merkez hem Nakkaş-ı Ezelî’nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki sanat-ı Rabbaniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.

Daha sair kelimat-ı Kur’aniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdeta basit, me’luf birer kelime iken latîf manaların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

(25. Söz)


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan-ı mü’minin kıymeti, ihtiva ettiği sanat-ı âliye ile esma-i hüsnadan in’ikas eden cilvelerin nakışları nisbetindedir. İnsan-ı kâfirin kıymeti ise et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyle ölçülür.

Kezalik bu âlem de eğer Kur’an’ın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa o nisbette kıymettar olur. Eğer felsefenin dediği gibi mana-yı ismiyle yani hiçbir fâil, Hâlık ile bağlı olmayıp müstakill-i bizzat nazarıyla bakılırsa kıymeti camid, mütegayyir maddesinde münhasır kalır.

Kur’an’dan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misal ile tebarüz eder: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Bu hükm-ü Kur’anî esma-i hüsnanın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyle ki:

Ey insan! Bu şems, azametiyle beraber size musahhardır. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlik’iniz var ki bu şems onun bir lambası olup misafirhanesinde sakin misafirlerini ziyalandırıyor.

Felsefenin hikmetince şems büyük bir ateştir, yerinde dönüyor. Arz ile seyyarat, ondan uçan parçalardır. Cazibe ile şemse merbut kalarak medarlarında hareket ediyorlar.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)


وَجَعَلْنَا (الشَّمْسَ) سِرَاجًا

S: Ne için şems “sirac”la tavsif edilmiştir. Halbuki ehl-i fence şems, arza tabi değildir ki ona sirac olsun. Belki arz ile seyyarat kendisine tabi olan bir merkezdir?

C: “Sirac” tabiri şöyle bir tasvire işarettir ki: Âlem bir saray gibidir. Mevcudatı, o sarayın müştemilatı, tezyinatı makamında olduğu gibi şems de o saray halkını tenvir eden İlahî bir lüküstür.

Ve keza “sirac” tabiri Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinden doğan vüs’at-i rahmetine ve o rahmet içinde derece-i in’am ve ihsanına bir ihtar ve azamet-i saltanatı içinde vahdaniyetine bir ilandır ki müşriklerin mabud ittihaz ettikleri kocaman şems, âlem sarayında lüküs vazifesiyle muvazzaf, musahhar bir memur ve bir hizmetkârdır. Malûmdur ki lamba hizmetini gören camid bir şeyin ibadete, yani mabud olmaya hiç liyakati var mıdır?

(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.

Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.

Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir.

Evet, meselâ Kur'an

وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا

der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..

Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Kur'an

وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا

ve

وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ

der. Eğer desen: Niçin Kur'an, güneşi bir 'sirac' ile tabir ediyor? Halbuki ehl-i fennin yanında güneş, küre-i arza tabi' olmaktan pek çok büyüktür. Belki güneş, öyle bir merkezdir ki, küre-i arz, seyyarat ile beraber ona tabidirler.

Elcevab: Kur'anın, güneşi bir sirac ile tabir etmesinde; âlemi bir kasır misalinde ve ondaki sair eşyayı, o sarayın sükkân ve misafirlerine levazımat ve müzeyyenat ve mat'umat şeklinde tasvir etmektir ki, bütün bunlar Rahim ve Kerim bir el tarafından kendi misafir ve hizmetkârlarına hazırlandığını ihsas etmektir. Güneş dahi ancak bir me'mur-u müsahhar ve bir sirac-ı münevver olduğunu tefhim etmektir. Demek güneşi 'sirac' ile ta'bir etmekte, Hâlıkın rahmetini azamet-i Rububiyeti içinde ihtar; ve ihsanını vüs'at-i rahmeti içinde ifham; ve keremini haşmet-i saltanatı içinde ihsas etmektir. Hem müşriklerin ma'bud tevehhüm ettikleri en büyük bir mahluk olan güneşi, müsahhar bir mumdar olduğunu göstermekle; Hâlıkın vahdaniyetini ilan etmektir. Evet camid bir sirac-ı müsahhar nerede? İbadete lâyık olmak nerede?

Hem Kur'anın, güneşi تَجْرِي lafzıyla, yani "cereyan ediyor" tabirinde, şöyle ulvî bir mana vardır ki; gece ve gündüzün ihtilafı zımnında ve kış ve yazın deveranı içindeki muntazam tasarrufat-ı acibeyi ihtar içinde, Saniin saltanat-ı rububiyetini ve infiradı içindeki azamet-i kudretini ifham etmektir. Demek Kur'an, güneş ve kamer noktalarından, zihni gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine; bunlardan da onların içinde mektub olan hâdisat satırlarına tevcih etmektedir. İşte تَجْرِي yani "güneş döner" tabiri, bu manalara bir ünvandır. Ve binaenaleyh bu zâhir ünvan, maksad için kâfi olup, hakikatı ne olursa olsun ona taalluk etmez.

İşte bak, Kur'anın kelimatı zâhiren sehl, basit ve ma'ruf oldukları halde, nasıl latif manaların hazinelerinin birer kapısı ve birer anahtarı olmuşlardır gör.

(14. Reşha, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]